JOHNNY CLEGG (7 HAZİRAN 1953 - 16 TEMMUZ 2019)

Derleyen: Siren İdemen, Merve Erol
16 Temmuz 2022
SATIRBAŞLARI

Yeni albümünüz One Lifeın (2006) ortaya çıkış süreci nasıl gelişti?

Johnny Clegg: Her zamanki yöntemimle: Gözlemlerimi, fikirlerimi, yaşadığım hayal kırıklıklarını ve hayallerimi anlattım. Güney Afrika toplumu büyük sorunlarla çalkalanıyor. İki ay önce hükümet basına sansür uygulamaya kalktı. Bu tür dümenlere karşı girişilen mücadelede hep dayanışma içinde oldum, internet ve uydular sayesinde bütün haberlere ulaşılabilmesi bir devrim niteliğinde, çünkü gerçek bir haber alma özgürlüğü yaratılabilir. Artık herkes istediği bütün bilgilere ulaşabildiğine inanıyor, ama çoğunluk çığ gibi üzerlerine gelen bilgi fazlalığının altında eziliyor. Çünkü pornografiden reklamlara, herhangi bir önem sırasına sokulmamış yüzlerce farklı haberi ayrıştıracak ve analiz edecek araçlardan yoksunlar. Eğitim sorunu, en can alıcı mesele olmaya devam ediyor. Böyle olunca da, siyaset ve din gibi alanlarda sürekli olarak aşırılıklara doğru bir kayma yaşanıyor.

Makabeleni’de herkes herkese, çocuklar bütün ebeveynlere aitti. Güney Afrika’daki bu gelenek kayboldu. Artık kabilelerin gençleri modern bir yaşamı arzuluyor.

Fransa’daki belli başlı televizyon kanallarının, başta Afrika olmak üzere yabancı kökenli muhabir ve sunuculara çok az yer verdiğini farketmiş miydiniz?

Evet, bu çok aşikâr. Fransa gibi insan haklarının beşiği olarak kabul edilen bir ülkede durumun böyle olması tüylerimi diken diken ediyor. Bu ayrımcılıktan çıkarılacak sonuç, Fransız siyasetçilerin, medyanın kapılarını halkın belli bir kısmına sistematik olarak kapalı tutmanın o kesimde nasıl bir öfkeye dönüşeceğini kestiremiyor oldukları. Çünkü bu kesimlerden gelen gençlerin kendilerine örnek alabilecekleri kimse yok, onlara bunun için sınırlı alanlar bırakılıyor: Spor ve müzik. Fransa’nın çözmesi gereken sorunların başında bütün vatandaşlarına eşit haklar tanıması geliyor.

Nelson Mandela Güney Afrikalı gençler tarafından hâlâ bir kahraman olarak görülüyor mu?

Evet. İktidarı kendi isteğiyle terk ederek Afrika’ya çok büyük bir ders vermiş oldu. Albümdeki şarkılardan birinde, devriminin çocuklarını kemirdiğini söylediğim Robert Mugabe’nin (Zimbabwe cumhurbaşkanı) tam tersini yaptı. Thabo Mbeki’nin (Güney Afrika Cumhuriyeti’nde koltuğa 1999’da oturan Afrika Ulusal Kongresi lideri) üçüncü kez göreve gelme ihtimali doğunca şoke olan tek kişi ben değildim. Mandela’nın izinden gidecekti hani? Mugabe “benim Zimbabwe’m” diyerek ülkeyi kendi şahsi mülkü haline getirdiğinde boğulacak gibi oldum. Yavaş yavaş ulusal burjuvazinin temsilcisi haline gelen ANC’nin (Apartheid rejiminin yıkıldığı 1994’te iktidara gelen Afrika Ulusal Kongresi) çok dikkatli olması lâzım. Yüzde 30’u işsiz olan halkla aralarında bir uçurum var. Ekim ortasında Güney Afrika Komünist Partisi, bağımsız bir parti olarak hareket edebilmek için ANC’den ayrıldı.

Geleneksel Zulu töreninde Johnny Clegg, 1989

Siz bu girişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Olumlu buluyorum. Komünist Parti’nin hedefleri ANC’nin yöneticilerininkinden farklı. Komünist Parti, emekçi sınıflar için mücadele etmeye devam ediyor. Güney Afrika’da sanayi büyük bir kriz geçiriyor. Son beş yılda 150 bin kişi işini kaybetti. Kıtanın birçok yerinden gelen üç-beş milyon göçmen var. Bu da yabancı düşmanlığını körüklüyor. Apartheid dönemindeki boykot uluslararası suçların önüne geçmişti, ama o zamandan beri büyük bir patlama oldu. Apartheid’a karşı mücadele ederken, kısa süre içinde demokrasi, çalışma hakkı, zenginliklerin adil paylaşılması, sosyal hakların korunması için savaşmaya başlamak zorunda kaldık. Şarkılarımın çoğundaki mesaj da bu. Bu idealler için mücadele etmeliyiz. Albümde Fransızca söylediğim bir parçada dediğim gibi: Asla boyun eğmemeliyiz.

Manchester doğumlusunuz, ama Afrika’da büyüdünüz. Nasıl oldu bu?

Annem ve büyükbabam ben doğduktan bir sene sonra İsrail’e gitti, sonra altı yaşıma kadar Zimbabwe’de kaldık. Orayla ilgili birkaç küçük hatıram var, özellikle hayvanlarla, doğayla ilgili şeyler. Annem bir caz şarkıcısıydı, ben altı yaşımdayken bir turneye çıkmıştı, beni yatılı okula verdi. Geniş bir aile yaşantısından sonra azap verici olmuştu. Sonra annem Güney Afrikalı bir gazeteciyle, bağımsız Afrika’ya inanan bir entelektüel olan Dan Pienaar’la evlendi. Güney Afrika’nın kıyısını bucağını bilirdi, çok geniş bir kwela müziği koleksiyonu vardı. 1961’de Güney Afrika cumhuriyet oldu, ama biz yine uzun süre pasaport alamadık, göçmen konumunda kaldık.

Zambia’ya geçişisiniz nasıl oldu?

Dan bir senelik bir gazetecilik işi almıştı. Orada ilk defa siyahların gittiği bir okula gittim. Zambia daha yeni bağımsızlığını kazanmıştı. Orada bir sürü arkadaşım oldu, ülkenin çok güzel, geniş, yabani bir coğrafyası vardı. Bir özgürlük duygusu edindim orada. Hiçbir şey, şehirler, evler bitmemiş, tamamlanmamış gibiydi. Güney Afrika’ya dönünce, yine beyazların gittiği bir okula verdiler beni.

Zor oldu mu bu?

Tabii. Beş yıl içinde üç değişik ülkede altı farklı okula gitmiştim. Sosyal ilişkilerim iyiydi, ama Güney Afrika’ya dönüşte yalnız kalmıştım. Dan beni gittiği kasabalara götürüyordu, siyahların yaşantısını da görebiliyordum.

Onların müziğini nasıl öğrendiniz?

Yedinci sınıftayken Charlie Mzila’yla tanıştım, bana gitar çalmayı ve Bhaca dansını o öğretti. Klasik gitar dersleri alıyordum, ama o bambaşka bir akord düzeninde, telleri çekerek çalıyordu. Onu ilk dinlediğimde Zambia’daki özgürlük duygusunu yeniden hissetmiştim, önümde yeni ve özgür bir dünya açılmıştı sanki. Charlie İngilizce bilmiyordu, jestlerle anlaşıyorduk. Benimki pahalı bir gitardı, onunki döküntü, ucuz bir şey. Onun gitarından edinmek istediğimi söyleyince annem korkmuştu, ama müzisyen olduğu için anlayışla karşılamıştı. O da bir Ella Fitzgerald olmak istiyordu, dolasıyla kültürler ve türler arasında geçişkenlik kurmayı anlayabiliyordu.

Apartheid’a karşı mücadele ederken, kısa süre içinde demokrasi, adil paylaşım, sosyal haklar için savaşmak zorunda kaldık. Bu idealler için mücadele etmeliyiz.

Charlie’nin çaldığının bir Zulu müziği olduğunu iyi kötü algılayabiliyordum. Arkadaşlarıyla provalara katılmaya başladım. Benim için bu savaşçılarla dans etmek bir onurdu. Onlar birer satıcı, temizlikçi gibi değil, birer Zulu savaşçısı gibi görüyordum, aslında öyleydiler. Okuldaki arkadaşlarım tehlikeli bir eğilim içinde olduğumu düşünüyordu. 1968’de iki arkadaşımla evden kaçtık, bisiklete atlayıp Zulu bölgesine gittik. Yakalanana kadar büyülü bir zaman geçirdik. Zulularla yaşamak istiyordum, kendimi kültürel bir Tarzan gibi hissediyordum. Neden böyle bir ayrım olduğunu anlayamıyordum, ama benim yerlilerle dans etmem hoş karşılanmıyordu. Bir keresinde 60 yerliyle dans ediyorduk, yine polis bastı, beni fark ettiklerinde şoke olmuşlardı. Annem de telaşlanmıştı, ama dans ekibinden bazı insanlarla tanışınca sakinleşti. Nazik insanlardı.

Bu arada dile kim oldunuz mu?

Kelime haznem iyiydi, ama iyi cümle kuramıyordum. Sonuçta müzik vasıtasıyla Zulu dilini öğrendim. 1969’da Sipho Mchunu’yla tanıştım, bana çok yardımı oldu. Çok iyi gitar çalıyordu. Acayip bir gitarı vardı, üzerinde aynalar, savaşçı çıkartmaları… Sipho, yedi yaşına kadar hiç beyaz insan görmemişti. Bahçıvandı, sonra 35 tane çocuğu oldu, insanlar onun benim bahçıvanım olduğunu söylüyorlardı, ama hayır, o benim dostumdu. O kendi halinde çalarken kaydederdim, hayatında hiç teyp görmemişti, korkmuştu. Juluka’yı onunla beraber kurduk. Simon and Garfunkel gibi bir ikili olmuştuk onunla.

İlk ne zaman beraber konser verdiniz?

1969’da, üniversitede. “Kabile blues’u”ydu konserin adı. Daha sonra ancak özel ortamlarda çalıp söyleyebildik, çünkü siyahlarla beyazların bir arada böyle bir faaliyet yapması yasaktı. Sokakta çalarken bile insanlar bizi önlemeye çalışırdı, ortalama beyaz insanlar da çok muhafazakârdı. Onunla Zulu bölgesine seyahatimiz muhteşemdi. Seküler Yahudi geçmişi olan biri olarak, bu el değmemiş kabile hayatından çok etkilenmiştim, ama sonra polis beni yine yakaladı. Bu bölgeye özel izinle girmek gerekiyordu. Ancak daha sonraları edinebildim bu izni… Son albümümüzde otuz sene öncesine dönüp bakan nostaljik bir şarkı var, tamamı Zuluca söylendi. Sipho’nun yaşadığı Makabeleni’ye gitmiştim ilk defa, burada herkes herkese aitti. Çocuklar bütün ebeveynlere aitti. Sipho kendinden belli bir yaş büyük olan herkese anne, baba diye hitap ediyordu. Güney Afrika’daki bu gelenek kayboldu. Artık kabilelerin gençleri şehre geldiklerinde modern bir yaşamı arzuluyor. Bense Makabeleni’yi geçmişe gömdüğümüz için çok üzgünüm.

Roll, sayı 115, Şubat 2007

ÖZGÜRLÜK ÇIĞLIĞI

Cry Freedom filminden unutulmaz bir sahne… Mahkemede, sanık sandalyesindeki Steve Biko’ya yargıç pişkinlikle sorar: “Neden kendinize siyah diyorsunuz? Siyahtan çok kahverengiye benziyorsunuz.” Biko cevap verir: “Siz neden kendinize beyaz diyorsunuz? Beyazdan çok pembeye benziyorsunuz.”

Johnny Clegg, işte Cry Freedom’da anlatılan bu ülkenin, katı ırkçı rejimi 15 yıl öncesine kadar inatla sürdüren Güney Afrika Cumhuriyeti’nin yürekli bir savaşçısı. 80’ler boyunca, ırkçılığa muhalefet bayrağını yükselten bir Zulu-rock’çu… Lâkabı Beyaz Zulu. Kahverengi Zuluların içindeki pembe İngiliz!..

Renaud “Jonathan” şarkısında, “gitarla tüfek arasında bir tercih yaptı / müziği dikenli telleri çürüttü / cellatların uykusunu kaçırdı…” diyor dostu Johnny Clegg için. Ve devam ediyor: “Siyahla beyaz arasında bir tercih yapmadı / Çünkü o da biliyordu gece çöktüğünde / Herkesin gri olduğunu / Her nerde olursa olsun / insan insanın kurdudur / Ama Soweto’da, gettoda / Beyaz kurtlar çok daha alçak ve namussuzdur.”

Johnny Clegg, rock müziğindeki çokkültürlülük hayalinin cisimleşmiş hali. 1969’da tanıştığı Zulu müzisyen Sipho Mchunu’yla dünya rock sahnesinin en anlamlı ortaklığını oluşturdular. Clegg, 80’lerin ortalarına kadar (Sipho’nun, rock endüstrisinin şartlarından sıtkı sıyrılana kadar) Juluka (Ter) grubuyla, daha sonra Sipho’suz Savuka (Yıkılmadık ayaktayız) grubuyla, baş koyduğu yolda ilerledi.

Mandela için yazdığı “Asimbonanga” şarkısı, tüm dünyada (gerek Clegg’in, gerek Joan Baez’in dilinden) 80’lerin en önemli protest marşları arasına girdi. İlerleyen yıllarda bu şarkıyı hem Mandela’yla, hem de “Biko”nun yazarı Peter Gabriel’le birlikte sahnede seslendirmek de nasip oldu Clegg’e…

Rain Man soundtrack’inde kullanılan “Scatterlings Of Africa” ve siyahların oy hakkı için yazdığı “One Man, One Vote” bugün de Johhny Clegg deyince ilk akla gelen şarkılar…

Clegg, 2006 sonlarında One Life albümünü yayınladı. Gene geleneksel Zulu ezgileri mbaqanga ile rock arasında çıldırtan bir denge!.. Albümün prodüktörlerinden biri de Renaud. Albümde Clegg, Renaud’nun “Dans La Jungle” isimli şarkısını (Kolombiya Silahlı Devrim Güçleri’nin yıllardır rehin tuttuğu Ingrid Betancourt’un özgürlüğü için yazılan bir şarkı) İngilizce sözlerle yorumladı…

^