2018’den bugüne, kamu-özel ortaklığıyla 13 şehir hastanesi açıldı, 6’sının yapımı sürüyor. 10’u ihale aşamasında. Bütçeye yükü iki yılda dört kat artarak, 2 milyar 200 milyon TL’den 8 milyar 738 milyon TL’ye çıkan, Cumhurbaşkanı’nın “Hizmet için zarar ediyorsak varsın zarar edelim” diyerek “savunma noktasına geldiği” şehir hastaneleri hakikate tosladı. Toslanan hakikat finansman modeli. Öyle ki, devletin kiracı olduğu bu modelde karar verme süreçleri kamu dışındaki danışmanlık şirketlerine bırakılıyor, kamuyu koruyacak mekanizmalar dışlanıyor. Şehir hastanelerinin yatak başına maliyeti, standart bir hastaneye oranla oldukça yüksek. Kiranın güncellenmesinde enflasyonun yanında döviz kuru garantisi de var. Kamunun sırtına binen mali yük her geçen yıl artıyor. Aslında, Leonard Cohen’in “Everybody Knows” şarkısındaki gibi, “herkes biliyordu zarların hileli olduğunu”.
Britanya’dan ithal edilen bu hastane modeli, doğduğu ülkede çoktan iflas etti bile. Mecazen değil, sözlük anlamıyla iflas: Örneğin, 2001’de kamu-özel ortaklığıyla yapılan ilk hastane, Queen Elizabeth, 2005’te bütçesinde 19,7 milyon sterlin açık vererek iflas etti. Aldığı hastane ve okul ihaleleriyle tanınan Carillion şirketi de 2018’de iflasını duyurdu. Peterborough ve Stamford Hastaneleri Birliği, kira ödemelerinde yaşanan güçlük nedeniyle 300 personeli işten çıkardı. Birlik, “süper hastanelerin” faaliyet geçmesiyle çok ciddi bir mali darboğaza girdiklerini açıkladı. Britanya Sayıştay’ı (NAO) konuyla ilgili rapor hazırladı ve Theresa May hükümeti Ekim 2018’de kamu-özel ortaklığını kullanmaktan vazgeçtiğini açıkladı. Sorun aynı: Her ne olursa olsun ödenmek zorunda kalınan kiralar.
Avrupa Yatırım Bankası verilerine göre, kamu-özel ortaklığıyla yapılan ihalelerde maliyet yüzde 24 arttı, krediler devlet borçlanmasına kıyasla, yüzde 83 daha pahalıya temin edildi. IMF, 2016’da Türkiye değerlendirme raporlarında şehir hastanelerinin de aralarında bulunduğu projeler için alınan devasa kredilerin, bir anda devlet borcuna dönüşebileceği konusunda Türkiye’yi uyardı.
Türkiye ise yanlışta ısrar ediyor, bu ısrar şehir hastanelerinin kamuya yükünü katlanarak artırıyor. Yıllardır şehir hastaneleri üzerine çalışan, Dipnot Yayınları’ndan çıkan “Şehir Hastaneleri –Altı Kaval Üstü Şişhane” kitabıyla tüm bu süreci derleyip gözler önüne seren Özgür Erbaş’ı dinliyoruz.
Sağlık Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı’nın mali tablolarına göre, şehir hastanelerinin 2018’de kira ve hizmet bedeli dahil, toplam bedeli 2 milyar 200 milyon 600 bin 603 TL, 2019’da 5 milyar 88 milyon 46 bin 153 TL, 2020’de ise 8 milyar 738 milyon 868 bin 650 TL. Şehir hastanelerinin bütçeye yükü her yıl artıyor. İktidar bu hastanelerin zarar eden projeler olduğuyla yüzleşti mi, yoksa bunun için hâlâ zaman var mı?
Özgür Erbaş: İktidar neyi niye yapmak istediğini açıklamıyor genelde. Sadece kimi halkla ilişkiler ve propaganda tekniklerini kullanarak betona ve inşaata dayalı, aslında finansman projesi olan işler için “kabul edenler ve etmeyenler” diye insanların saf tutmasını sağlıyor. Neyi, niye yaptığını açıklamayınca bir işten neden vazgeçtiğini de açıklamıyor veya açıklayamıyor. “Kamu-özel ortaklığı” adı verilen finansman modelinden ileriye dönük olarak vazgeçildiği açıklandığında bile, imzalanmış kimi sözleşmelerin de tazminatsız olarak feshedildiğini belirtmediler örneğin. Ben yüzleştiklerini düşünüyorum. Ama şu anda önemli olan bunu kendilerinin tüm yönleriyle açıklaması ve sorumluların hesap vermesi.
Şehir hastanelerinin kanundaki yerini açıklarken 1999’daki anayasa değişikliğinin üzerinde özellikle duruyorsunuz. Daha sonra, ilk yasal düzenleme 17 Haziran 2005’te yapılıyor. Özelleştirmenin anayasaya ilk defa girdiği 1999’dan 2005’e, süreci nasıl anlatırsınız?
1999’daki anayasa değişikliği görüşmelerinin tutanaklarını okumak benim için oldukça öğreticiydi. Doğru Yol Partisi (DYP) üyeleri Demokratik Sol Parti’yi (DSP) biraz da alaylı şekilde tebrik ediyor, “doğru yolu buldukları” için. O dönemde anayasada istenen değişiklik yapılınca milyar dolarlık yabancı yatırım geleceği söyleniyor. O günkü değişikliğin temel derdi “yap-işlet-devret” modeliyle yapılmak istenen enerji işlerinin anayasa ve Danıştay tarafından imtiyaz olarak tanımlanması nedeniyle yaşanan tıkanıklığın önünü açmaktı. Anayasa değişikliği geçti ve ertesi hafta 17 Ağustos depremi yaşandı. Türkiye 2000 yılına böyle girdi. Ardından, 2001 krizine ve seçimlere gelindi. 2003 yılı Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ilanı ve onunla ilgili düzenlemelere başlanmasıyla devam etti. Örneğin, sosyal güvenlik sisteminde yapılan değişiklik için o günlerde de eylemler yapıldığını anımsıyoruz. Ama genel olarak olan yapılan ve gelmekte olan tam olarak anlaşıldı mı, ondan emin değilim. 2005’te de hepi topu 13 sayfalık TBMM Genel Kurul tutanağına sığan görüşmeyle şehir hastanelerinin yasası geçti.
Şehir hastaneleri için yapılan sözleşmelerin özel hukuk hükümlerine tabi olacağı kanunda kabul edilmemişken, 2006’da çıkarılan yönetmelikle bu sağlanıyor. Burada meselenin arkasından dolanmak mı söz konusu?
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in veto ettiği veya Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yaptığı yasaları tarayınca görüyoruz ki, o yasaya sözleşmelerin özel hukuk hükümlerine tabi olacağı yazılsaydı, veto edilecekti. O gün karar verenler neleri gözetti, bilemiyoruz. Yine de 1999 anayasa değişikliğinde açıkça “Sözleşmelerin özel hukuk hükümlerine tabi olacağı kanunla düzenlenir” denmesine karşın bunun yapılmaması ihmal edilebilir hatalar olmasa gerek. Bunca sahiplenilen, en üst perdeden söylenen, “Bürokratik oligarşi ve kuvvetler ayrılığı şu fakirin hayaline engel oluyor” bile denen işler bunlar. O nedenle bir beceriksizlik mi oldu, bir olanak mı oldu bilemiyorum açıkçası.
Danıştay direnince yasa değiştirildi. Ancak, şirketlere bu da yeterli gelmemiş olacak ki, daha sonra yasaya “Şehir hastaneleri ihalelerine karşı açılacak davalarda verilecek iptal kararları uygulanmaz” diye yeni bir madde eklendi. Ve Anayasa Mahkemesi bu maddeyi anayasaya uygun buldu.
Kitapta, devlette devamlılığın esas olduğunu anlattığınız bölüm çok çarpıcı. 2010 ve 2017’deki anayasa değişikliklerinde ekonomik değişimlerin pek tartışılmadığından bahsediyorsunuz. 1999’dan bu yana, özellikle 2005’te, ana muhalefetin bu tekliflere yeterince ve doğru noktalardan itiraz etmediği bir durum mu söz konusu? Bir mutabakat mı var?
Bu soruya kapsamlı bir analizle yanıt vermek gerekir, ama o da benim boyumu aşar. Ben bunun izlerini siyaset yazınından çok edebiyatta buluyorum. Örneğin, Yaşar Kemal’in Teneke romanında ağalara yenilen ve arkasından teneke çalınan kaymakamın hikâyesinde, Kemal Tahir’in Bozkırdaki Çekirdek romanında, hatta Necati Cumalı’nın Tütün Zamanı üçlemesinde, yine “çıkara taş değmesin” diye bir hevesin boğulup bırakılmasında görüyorum. Dolayısıyla, temel iktisadi meselede ayrışılıp ayrışılmadığını bize siyasetin göstermesi gerekir. Benim okuduğum şehir hastanesiyle ilgili tutanaklarda, en azından kamu-özel ortaklığı finansman modeline karşı durulmamış. Uygulamanın nasıl olacağından söz edilmiş.
“Şehir hastaneleri, hasta yatağının artırılması için yapılmıyor” diyorsunuz ve Yüksek Planlama Kurulu’nun kararını örnek gösteriyorsunuz. Buna benzer en sık söylenen yalanlar neler?
En temel cümlelerden biri “cebimizden beş kuruş çıkmayacak” olsa gerek. Şehir hastanelerinin yeni bir yatırım olduğu da aynı kaba girer. Çünkü Maliye’nin kendi kabulüne göre, yapılan yatak yenilemedir, yatırım değil. “Bütçede yeni yatırım yapmaya yetecek kaynak yok” iddiası da bu başlığa eklenebilir.
Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) açtığı birçok dava var. 2011’de, TTB’nin açtığı dava sonucunda, Danıştay 2012’de Etlik, Bilkent ve Elazığ ihalelerinin yürütmesini, “hukuka aykırı ve telafisi imkânsız zarara neden olacak işlem” sayarak durdurdu. Diğerlerinden olumlu sonuç alınamadı. Davalara dair neler söylersiniz?
Yürütmenin durdurulmasına karar verilirken tek neden, kapatılacak hastanelerin taşınmazlarının bedelsiz devrinin ihale şartnamesinde yer almasıydı. Danıştay burada direnince, 2013’te yasa değiştirildi ve “Bu devri öngören şartname ve sözleşme hükümleri uygulanmaz” diye bir madde eklendi. Danıştay, idari yargıda işlem tarihi esas alınarak karar verilmesi zorunlu olmasına karşın, “hukuka aykırılık giderildi” gerekçesiyle davaları reddetti. Kararlar oy çokluğuyla alındı. Ancak, şirketlere bu da yeterli gelmemiş olacak ki, daha sonra yasaya “Şehir hastaneleri ihalelerine karşı açılacak davalarda verilecek iptal kararları uygulanmaz” diye yeni bir madde eklendi. Ve Anayasa Mahkemesi bu maddeyi anayasaya uygun buldu.
Dünyaya baktığımızda net olarak görülüyor ki, İngiltere’deki “patlak projeler” Türkiye’ye ihraç edildi. Ortaya koyduğunuz şekliyle dünyada kamu-özel ortaklığı finansman modeli tamamen kaybetti denebilir mi? Çıkış yolu tartışmalarında gelinen noktayı nasıl yorumlarsınız?
Kamu-özel ortaklığının geçmişini okurken, David Harvey’in Neoliberalizmin Kısa Tarihi kitabında, finans kapitalin Şili’den önce New York’a saldırdığını gördüm. Bu model sadece kimi ülkelere dayatılmış veya pazarlanmış değil. ABD, Britanya gibi ülkelerde de son derece kararlı biçimde uygulanmış. Bize Britanya’dan geldi, biz de Irak ile bir anlaşma yaptık. Sırada Sudan var, Somali var, Kazakistan var. Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın metinlerinde ,“Yetişmiş danışmanlarımız ve uzmanlaşmış şirketlerimiz bunun başka ülkelerde de uygulamasını yapsın” deniyor. Finans kapitale haracını ödeme sırası vardır. Belki bununla alâkalıdır. Ancak kamusal olanın, hatta kamunun kendisinin en az kırk yıldır kötülendiği, hırpalandığı dönemin sonuna gelindi. Dünyada canlı bir tartışma yaşanıyor. Kimileri “müştereklerimiz” başlığı altında, kimileri “ortak yarar” başlığı altında, bilgi biriktiren, mücadele yöntemlerini paylaşan, uluslarüstü dayanışma ağları ören canlı bir çaba var. Türkiye’den katkı ve katılım şimdilik istenen düzeyde değil ne yazık ki. Sonuçta, bu modelin çöküşü merkez ülkelerde başladı, yine oradan yayılacak gibi görünüyor.
“Kamu-özel ortaklığı” isminden bile vazgeçilerek, devlet-sermaye ortaklığını görünmez kılmak için “işbirliği” deniyor. Kitabınızda değindiğiniz üzere, bunun dahi çok şey anlattığı görülüyor. Şehir hastaneleri devlet-sermaye ortaklığının en çarpıcı, en net görünür olan yerleri mi? Otoyol, havalimanı gibi projelerden farkı ne?
Bence sağlık hizmetinin niteliğinin yarattığı bir fark var orada. Bütün özelleştirme furyasını düşündüğümüzde, devlet işletmecilik yapmayacak, sırtında kambur taşımayacak, temel işlerini yapacaktı, değil mi? Sağlık ve eğitimden elini çeken devlet, hangi temel görevini yapıyor acaba şu anda? Belki bugün ne düşündüklerini özelleştirme karşıtlarına dinozor diyenlere de sormak gerekir. Şehir hastaneleri meselesinde savunucularının çok kısa zamanda azaldığını, karşı çıkmaya cesaret edemeyenlerin de susarak destekçi grubun içinde yer almamak gibi bir tercihte bulunduğunu gördük.
İktidar bu projeyi pazarlarken kurduğu cümlelerin hiçbir gerçeğe dayanmadığını biliyordu. Kamu kaynağında bir kayıp-kaçak bedeli yaratıyor kamu-özel ortaklığı projeleri. O bedeli hepimiz ödüyoruz. Durum Cohen’in “Everybody Knows” şarkısına benziyor. Herkes biliyordu zarların hileli olduğunu.
“Hakikate toslamak” diye bir ifadeniz var, kitapta birkaç yerde bunu tekrarlıyorsunuz. Batmak zorunda olan projeler mi bunlar? Yani bilinen yolun yürünmesi mi?
Propagandaya ihtiyacı olan her zaman iktidardır. Hakikate muhalefetin ihtiyacı var. Hakikate toslamaktan kastım, iktidarın propagandanın sınırına ulaşması. Yani, önceki sorunuzla birlikte düşünürsek, işin cilasının döküldüğü ve bizzat iktidarın sözüne inanan insanların da işin aslını kavradığı şu andan söz ediyorum. İktidar bu projeyi pazarlarken kurduğu tüm cümlelerin, yani temel tezin hiçbir gerçeğe dayanmadığını biliyordu. Aksi mümkün değil. Kamu kaynağında bir kayıp-kaçak bedeli yaratıyor kamu-özel ortaklığı projeleri. İşte o bedeli hepimiz ödüyoruz. Türkiye’nin ekonomik koşullarına dair de ciddi bir öngörüsüzlük vardı bu işlerde. Çünkü fizibilite analizinde, dolar kuru 1,5 lira öngörülmüş ve hiç kötü senaryo çalışılmamış. Gelinen aşamada, yıllardır Portekiz’de, İspanya’da, İtalya’da, Yunanistan’da kamu-özel ortaklığını destekleyen Avrupa Birliği, IMF, Dünya Bankası yeni raporlarında bu ülkelerin bütçelerinin çok sıkıştığını yazmaya başladılar. AB Sayıştayı, saydığım ülkelerin AB fonlarıyla bu işlere girişmemesi gerektiğini açıkladı. Durum Leonard Cohen’in “Everybody Knows” şarkısına benziyor. Herkes biliyordu zarların hileli olduğunu.
“Ne yapmalı?” sorusunu sorarken, kamulaştırma dışında, sözleşmelerin fesih imkânının olduğunu söylüyorsunuz. Önümüzdeki süreçte yapılması gereken bu mu? İktidar bunu tercih edebilir mi?
İktidar bunu şimdiden tercih etti. Kimi sözleşmeleri karşılıklı anlaşarak, tazminatsız olarak feshettiklerini Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki soru önergesi üzerine verilen yazılı yanıtta beyan ettiler. Şehir hastanelerinin bir gecede bir kararnameyle, örneğin, konut ve AVM yapmak üzere şirketlere devri mümkün müdür? Olabilir. Sözleşmeler feshedilse bile bizim mevcut sağlık mevzuatı, yönetimi, yaklaşımı ile istenen sağlık hizmetine kavuşamayacağımız ortada. Bizim, şehir hastanelerini de içine alan, ama asıl “nasıl bir kamusal sağlık hizmeti verilmeli?” sorusuna odaklanan, hatta alternatif mevzuat hazırlığı dahil, bambaşka bir çalışma yürütmemiz gerekiyor.