ALEVİLER VE ALEVİLİK –IV

Söyleşi: Tuba Çameli
5 Ekim 2020
SATIRBAŞLARI

Devlet-Aleviler ilişkisindeki tarihsel süreklilik ve “başkalık”lar, 12 Eylül Anayasası’nın Alevilere etkileri, yeni bir toplumsal sözleşme için anahtar sözcükler, Aleviler-Kürt hareketi ilişkisi ve laiklik meselesi… Dizinin dördüncü bölümünde, Alevi Enstitüsü’nün kurucularından SBF eski öğretim üyesi Ayhan Yalçınkaya’yı dinliyoruz…
Laik, Bilimsel, Kamusal, Parasız ve Anadilde Eğitim Mitingi, İstanbul (17 Ağustos 2017)

1970’lerin sonlarından Gezi’ye, Çorum, Maraş, Sivas, Gazi katliamları, Gezi’de katledilen gençler… Ve hepsindeki cezasızlık uygulaması Aleviler açısından neyi gösteriyor?

Ayhan Yalçınkaya: Öncelikle cezasızlık zaten bir süreklilik; üstüne üstlük, bu Alevilere özgülenebilecek, onların başına gelenlerle sınırlandırılabilecek bir süreklilik değil. 6-7 Eylül pogromunu tezgâhlayanlar şimdi nerede? Sivas katliamının failleri, aklayıcıları, paklayıcıları? Maraş? Çorum? Roboski?

1980’de Çorum’da insanlar katledilirken “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın” diyen en sorumlu siyasetçi Süleyman Demirel bir demokrasi havarisi olarak mı gömülmeliydi, yoksa yargılanmalı mıydı? Bu ülke Kenan Evren ve şürekâsını bile yargılayamadı, servetlerini bile soruşturamadı. “Devr-i sabık yaratmamak” anlayışı bu ülkenin iliklerine işlemiş durumda, yani “Süleyman hep başbakan” aslında. Matruşka gibi, bir katmanı açıyorsunuz Süleyman, bir alt katman yine Süleyman, hep Süleyman. “Süleyman var, Süleyman’dan içeri.” Demek ki sorun kesinlikle yapısal.

Bu yapısal sorun ancak radikal, devrimci bir bakışla ele alınabilir ve ancak benzer bir pratikle, gündemine öncelikle geçmişi kurtarmayı alan, geçmişe borçlu olduğuna inanan bir anlayış tarafından değiştirilebilir. Buna ilişkin hiçbir emare yok. Türkiye siyasetinin en sağından –mantık gereği zaten onlardan beklenmez de– en uç soluna kadar, nedense herkes kendisi dışındaki herkesin geçmişi unutmasını, üstüne kalın bir örtü örtmesini ve bugüne odaklanmasını istiyor.

Ama o kalın örtünün altında yatanın gerçek insanların ölüleri ve hikâyeleri olduğu unutuluyor. O örtünün altında kalanlar hayatta kalabilmek, az da olsa kendilerini güvende ve gözden ırak tutmak için bunu isteyebilir, tercih edebilir, ama bu zaten onlarla ilgili değil ki… Bu, yani geçmişi övünülecek ya da ders çıkarılacak bir şey olmaktan çıkarmak; geçmişi kurtarılacak ve kendisine borçlu olunan bir şey olarak yeniden kurmak, hepimiz için, yani geçmişin üstüne örtü örtenlerden başlayarak, o örtünün dışındaki herkes için, elimizi suçtan ve kandan arındırabilmek için bir zorunluluk. Yoksa kırk suda yıkanıp kırklansak da iflah olacak değiliz. Tam burada suç ortaklığımız üzerinden bir süreklilikten söz etmek gerekir, ama bu, bugünkü suç ortaklığıyla benzeşmiyor.

Biz Türk, Kürt, Alevi, Sünni bilmezdik anacığım.” Elbette bilmezdiniz, Kürtçe sokaklarınızdan kovulmuşsa, Alevinin aşuresini pencereden sokağa döküyorsanız, evinizin yanındaki Ermeni kilisesini yıllarca ahır diye kullanmışsanız, elbette bilmezdiniz. Artık rejim görmememizi, duymamamızı, söylemememizi değil, görmemizi ve söylememizi istiyor, ki bizi parsel parsel tasnif edip gereğini icra edebilsin!

Nasıl benzeşmiyor?

Bugünkü siyasal rejim apaçık bir suç ortaklığı, bilfiil, aktif, somut sonuçları, getirileri, kazançları ve olası kayıpları olan bir suç ortaklığı sayesinde kendisini yeniden üretebiliyor. 12 Eylül öncesinde ise “suç işlenecekse de devlet işler”di, “bize de ne oluyor, biz kim oluyorduk yani?” “Devlettir bu, kendisi döver, kendisi sever, bize ne” deme lüksüne, örneğin bu ülkede Alevi sorunun bir vakte kadar hiç görülmediğine, böylesi sorunların çok sonradan ortaya çıktığına inanan her laik, Türk, Sünni sahipti.

Biz Türk, Kürt, Alevi, Sünni bilmezdik anacığım.” Elbette bilmezdiniz, Kürtçe sokaklarınızdan kovulmuşsa, Alevinin aşuresini pencereden sokağa döküyorsanız ve bir daha kapınıza gelmeye bile cesaret edemiyorlarsa, evinizin yanındaki Ermeni kilisesini yıllarca ahır diye kullanmışsanız, her ramazanınızda Aleviler de kalkıp evin bütün ışıklarını açıyorsa, elbette bilmezdiniz. Artık rejim görmememizi, duymamamızı, söylemememizi değil, tam tersine görmemizi, işitmemizi ve söylememizi istiyor, ki bizi parsel parsel tasnif edip gereğini icra edebilsin!

Aleviler açısından bakıldığında ise her Alevi bu ülkede her darbe girişiminde ya da darbede faturanın kendisine kesileceğini adeta içgüdüsel olarak bilir. Bütün darbelerin tarihine bakın, böyle olmuştur. Belki 1960 darbesini istisna tutabiliriz. Ancak, bu “içgüdüsel” biliş Alevilerin çoğunun yanlış bir okuma yapmasına ve klişelere teslim olmasına da neden oluyor.

Aleviler şöyle diyor: “Beş yüz senedir, bin senedir devlet tarafından eziliyoruz.” Sizce de böyle mi?

Ayhan Yalçınkaya

Bu aslında bir doğruyu içermekle birlikte, yanlış bir kavrayış: Devleti düzleştiriyor, aynılaştırıyor. Evet, Abdülhamid de Alevilerin peşindeydi, İttihat-Terakki de, Yavuz denilen Selim de, Kenan Evren de ve nihayet bugünkü siyasal rejim de.

Ama bu aynılaştırma ve süreklileştirme girişimi Alevilerin başına geleni anlamamızı kolaylaştırmıyor, aksine zorlaştırdığı gibi, faillerin bu süreklilik zinciri içinde kaybolmasına, hatta yaptıklarının meşru sayılmasına vesile oluyor: “Devlet değil mi, ne bekliyordunuz ki? Elbette bizi kesecek.” Dahası, sürekliliği devlet üzerinden bu haliyle kavradıkça, insan umuyor ki aynı hat üzerinden, Aleviler kendi tarihlerini ve o günlerden bugünlere kadar gelmelerini mümkün kılan tarihsel, politik ve dinsel miraslarını da hatırlasınlar, nasıl büyük bir direniş birikiminin, buna uygun strateji ve taktiklerin mirasçısı olduklarını da hatırlasınlar.

Ama elbette böyle olmuyor. Bunu hatırlayanlarda ya korku ve tedirginlik yaratıyor ya da zaten hatırlamak dediğimiz şey “Türkün Türke gaz verme girişimi”nden öteye geçmiyor ne yazık ki. Bu da elbette üzerinde durulması gereken, işlenmesi ve yeniden seferber edilmesi gereken somut mirası gözden kaybetmeye neden oluyor. Basit bir örnek: 12 Eylül Anayasası’na en yüksek oranda hayır oyu veren hangi ilimizdi? Dersim, değil mi? Peki, niçin? İşte bu sorunun yanıtını bilmiyoruz, Dersim güzellemelerini yanıt saymayacaksak eğer.

Dersim’e sefer olur, zafer olmaz” sözü belki Osmanlı’nın klasik devri için geçerliydi, ama bugün boş bir söz: Aynı Dersim kendi modernliğiyle övündükçe ve eğer bu övünç bir haklılık payı taşıyorsa, ki taşıyor, o halde Dersim’de çoktan zafer kazanılmıştır. Ama klasik ezberler ve süreklilik arayışları, tam da devletin kazandığı bu zaferi görmemizi engelliyor.

Şu açık: Türkiye’deki hâkim devlet “geleneği” ve siyaset yapma tarzları söz konusu edildiğinde, Alevilerin başına gelen şeylerde bariz bir süreklilik görüyoruz, ama her zaman başka başka biçimlerde, başka başka amaçlara yönelmiş olarak ve başka başka sonuçlar üretecek şekilde. Buradaki her başkalık, yalnızca devletin ya da siyasal rejimin başkalığını işaret etmiyor. Aynı zamanda Alevi toplulukların da zamanda ve mekândaki başkalıklarını da içeriyor.

Abdülhamid Çorum köylerine cami yaptırma ve din görevlisi atama politikasına başvururken Dersim için bunu yapmıyor. Çünkü Çorum Alevisi ile Dersim Alevisi arasında bir “başkalık” var. Kenan Evren faşizmi Dersim ve Çorum Alevisinin tepesine binerken İzmir’dekini rahat bırakıyor. Bu da sürekliliğini saptadığımız şeyin tek doğrultulu, tek boyutlu, tek düzlemde ele alınamayacağını gösteriyor.

Nasıl?

Abdülhamid Çorum köylerine cami yaptırma ve din görevlisi atama politikasına başvururken, aynı anda Dersim için bunu yapmıyor. Bu örneği, Çorum kısmı doğru olmakla birlikte, kurgusal olarak veriyorum. Çünkü Çorum Alevisi ile Dersim Alevisi arasında bir “başkalık” var. Aynı şekilde, Kenan Evren faşizmi Dersim ve Çorum Alevisinin tepesine binerken, diyelim İzmir’dekini rahat bırakıyor. Dolayısıyla, zamansal ve mekânsal düzlemlerdeki başkalıklar yalnızca devlet için değil, Aleviler için de geçerli ve bu da sürekliliği saptamakla birlikte, saptadığımız şeyin tek doğrultulu, tek boyutlu, tek düzlemde ele alınamayacağını açıkça gösteriyor. Eğer bir süreklilikten söz edemez olsaydık, bırakalım katliamları, onların hepimizin gözü önündeki faillerini, hiç kimse bu ülkede bir köprüye Yavuz Sultan Selim adını veremezdi.

Buna nasıl cüret edilebiliyor?

Bu bir cüret konusu olmadığı için –Alevilik ve Aleviler söz konusuysa. Bugünkü rejim şeksiz gümansız –şüphesiz– 12 Eylül faşizminin çocuğudur. Ama elbette her öğrencinin birinci görevi öğretmenini geride bırakmaktır, ki bu yanıyla mevcut AKP rejimi, Atatürkçülük dersini, bugünkü Atatürkçülerden daha fazla/daha iyi ezber ettiğindendir ki, bir dönem Atatürkçüleri şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklüyordu, şimdi de kendi Sünni Müslüman tabanının ağzını açık bırakıyor.

Yapılan birçok tadilata rağmen ruhunu koruyan 12 Eylül Anayasası Alevileri nasıl etkiledi?

Bu anayasa, en başta zorunlu din dersi uygulamasıyla, yine en başta Alevilerin hayatını kararttı, ama sadece bu değil. Yeni anayasa tartışmalarının yürütüldüğü 2007-2010 döneminde, Alevi örgütleri de bu sürecin parçası olmuştu ve yanlış hatırlamıyorsam, Bilgi Üniversitesi’nde bununla ilgili bir sempozyum yapılmıştı. Bunun sonucunda Anayasayı Beklerken Anayasa Değiştirmek Üstüne Değerlendirmeler başlıklı rapor ortaya çıktı.

3. köprüye Yavuz Sultan Selim adı verilmesini protesto eylemi (9 Haziran 2013)

Alevilerin 12 Eylül Anayasası’yla ilgili dertlerinin nereye kadar uzandığını göstermek bakımından, bu rapordan bir cümle aktarayım: “Bugün toplumumuz başlıca dört uçlu, büyük bir yarılma içindedir: dikey eksende etnik ve dinsel yarılma kendini gösterirken, yatay eksende tarih ve şimdiki zaman arasında açılan uçurum kendini göstermektedir. Ayrıca bu eksenlerin oluşturduğu düzlemde kadınlık ve erkeklik rolleriyle ilgili gerilimler, heteroseksüellik ve farklı cinsel kimlikler arasındaki gerilimler gibi, can yakıcı gerilimler alttan alta her kutupsal yarılmanın içinde işlemeye devam etmektedir.” Bu alıntı, hemen ardından da sınıfsal yarılmalarla devam eder gider.

Aleviler bir zamanlar, yalnızca kendileriyle meşgul olmadıklarından, bu anayasanın açtığı yoldan hangi kötülüklerin girdiğini görebilir haldeydiler. Bu kötülüklerin yalnızca onların başına doğrudan gelmesine gerek yoktu. Zaten hangi kötülük yoktu ki ucu Alevilere bir biçimde temas etmesin? O yüzden de bu anayasanın Alevileri nasıl etkilediğini anlamaya çalışırken yalnızca Alevilere değil, onları kuşatan bütün bir toplumsal-siyasal düzleme bakmak ve oradan yanıt vermek gerektiği kanısındayım. Aksi yönde bir yanıt, yalnızca Alevilerin ve Alevi hareketinin bugünkü kapanışına hizmet edecektir.

Sırası gelmişken, 2010’da sözüm ona köklü bir anayasa değişikliği ve hatta yeni bir anayasa vaadiyle ağızlarına bal çalınarak referandumda AKP savunuculuğuna soyunan “yetmez ama evet”çi her kesim bugünkü siyasal rejimin taşlarının döşenmesinde sorumluluk sahibidir, ama şimdi “devr-i sabık yaratmayalım”, değil mi?

Sözünü ettiğiniz raporda on beş öneri yer alıyor. Bu önerilerin genel çerçevesi neydi?

Bu önerilerin öncelikli temel bir sorusu ve birkaç anahtar sözcüğü vardır. Temel soru şudur: Niçin anayasa değişikliği ihtiyacı hasıl olmuştur? Bu ihtiyacı doğuran temel sorun nedir? Buna yanıt verilmelidir. Bu doğrultuda ilk anahtar sözcük yüzleşme. Yani, yeni bir anayasa yapılacaksa bu zeminde yapılamaz, öncelikle zeminin sorunlarıyla yüzleşilerek zemin temizlenmelidir. Bu pasif bir kabulle sınırlı değil, aktif bir sorgulamayla olabilir. Örneğin, bu öneriler 12 Eylül faşist darbesinin yalnızca asker sorumlularının değil, dönemin bütün sivil suç ortaklarının da yargılanması gerektiğini savunur.

İkinci anahtar sözcük anti-militarizm. Yani, özellikle en temel somut sorun olan Kürt sorununda derhal militarist dil ve politikaların terk edilmesi, barış dilinin hâkim olması gereğine vurgu yapılır. Burada da öncelikle vurgunun devlet üstüne yapılması dikkat çekicidir; kitlesel tutuklamalara son verilmesi, düşünce ve ifade özgürlüğünün güvence altına alınarak sınırlarının genişletilmesi gibi. Yani, bir yandan Terörle Mücadele Kanunu, Polis Vazife ve Salâhiyetleri Kanunu gibi kabul edilemez kanunlar üretirken aynı anda “hadi gelin yeni anayasayı tartışarak yapalım” diyemezsiniz.

Toplumumuz başlıca dört uçlu, büyük bir yarılma içinde: dikey eksende etnik ve dinsel yarılma, yatay eksende tarih ve şimdiki zaman arasında açılan uçurum kendini göstermekte. Ayrıca, kadınlık ve erkeklik rolleriyle ilgili gerilimler, heteroseksüellik ve farklı cinsel kimlikler arasındaki gerilimler alttan alta her kutupsal yarılmanın içinde işlemeye devam etmekte.

Üçüncü anahtar sözcük eşitlikçilik. Yani, her türlü ayrımcı uygulamaya ivedilikle son verilmesi ve yatay-dikey eksende somut ya da sembolik adımların atılmasının zorunluluğu.

Nihayet, belki tümünü kapsayan anahtar terim toplumsal barış. Yani, yeni bir anayasanın zeminini ancak toplumun tüm kesimlerini yatay olarak kesen bir barış süreci döşeyebilir. Bu anlamda barış, bir yanda devletin çeşitli organlarının, öbür yanda bir başka silahlı gücün aracıları eliyle gerçekleştirilecek, yönetilecek bir süreç değildir. Toplumun tüm kesimleri buna dahil olmak, söz söylemek, kendine ve ötekine bakmak hak ve sorumluluğu ile özgürlüğüne sahip olmalı, ki bu da ancak sürecin toplumsal düzeyde yaygınlaştırılması ve dahası saydamlaştırılması, katılıma açık hale getirilmesiyle mümkün olabilirdi.

Aleviler bu ilkeleri yayınladıklarında sözüm ona müzakere yürütenler dahil, kimse ciddiye almadı, ama ne zamanki Ceylanpınar komplosuyla masa devrildi, o zaman “toplumsal barış önemliymiş” dendi, ama ne çare, “atı alan Üsküdar’ı geçmişti.” Tüm bunlar gösteriyor ki, Alevilerin 12 Eylül Anayasası ile derdi salt kendilerini ilgilendiren, sınırlı sorunlarla ilgili değildi. Aksine, kendi dertlerinin toplumun diğer kesimlerinin temel dertleriyle iç içe olduğuna ilişkin çok temel bir kabulden hareket ediyorlardı.

Söz konusu rapor “Aleviler kimdir? Hiç kimse. Aleviler kim olmak istiyor? Herkes” diye bitiyor. Bu iki soru-cevapla ne söylenmek isteniyor?

O raporun bu cümlelerle bitmesi bile son derece manidar ve biraz önce değindiğim bakış açısının genişliğinin boyutlarını ve kapsamını çok iyi sembolize ediyor. Bu söz aslında Fransız Devrimi’nin önemli figürlerinden birinin, Emmanuel Sieyès’in ünlü Üçüncü Tabaka Nedir? (Qu’est-ce-que le Tiers état?) adlı kitabının ilk sayfasındandır. “Üçüncü tabaka” özel olarak burjuvaziyi işaret ediyordu ve Sieyès soruyordu: “Bir, üçüncü tabaka nedir? Her şey. İki, siyasal düzende şimdiye kadar ne olmuştur? Hiçbir şey. Üç, ne istiyor? Bir şey olmak.”

Laik ve Demokratik Türkiye İçin Eşit Yurttaşlık Mitingi (Ankara, 7 Ekim 2012)

Raporun son cümlesi apaçık bundan esinlenmişti, ama bambaşka bir yanıt veriyordu. Öncelikle dikkati kendi üstüne değil, kendisini hiçleyen asli failin üstüne çekiyordu verdiği ilk yanıtla: Devlet ve onun şekillenmesinde başlıca faillerden biri olduğu toplum içinde Alevilerin hiç yerine konan varlığını, görünmezliğini, varlığına dönük inkârı, başına gelenleri ve başına gelenlerin cezasızlık içinde sürekliliğini gözden kaçırmıyor ve herkese sesleniyordu: “Biz, sizin için hiç kimseyiz!” Sonra ikinci soruyu da Sieyès’den farklı yanıtlıyordu: “Herkes olmak istiyoruz!

Yani, açıkça denen şey şuydu: “Şimdiye dek bin bir türlü zulümle, katliamla, ayrımcılıkla, eşitsizlikle hiçlediğiniz biz, kendimiz için bir şey istemiyoruz aslında. Kendimiz olduğumuz için başımıza gelenlerin artık başımıza gelmemesini, nasıl ki siz Sünni çoğunluk olarak Sünniliğinizden ötürü başınıza bir şey gelmeden yaşıyorsanız, biz de Aleviliğimizden ötürü başımıza bir şey gelmeden yaşamak istiyoruz, yani herkes olmak istiyoruz! Eğer herkes denen şey bu toplumun tümü ise, biz de onun parçasıyız ve onun içinde siz-herkes nasıl Sünniliğinizle herkes olma hakkına sahipseniz, biz de Aleviliğimizle bu hakka sahip olmak istiyoruz.

Siyasal bir okumayla sınırlanırsak işin özü budur. Ama Aleviler, Sünnilerden farklı olarak çok derinlikli okuma-yorumsama geleneğine sahiptir, ki bu söz teolojik düzeyde de okunabilir ve bu okumanın Sünnilik adına âlim geçinenlerin havsalasını aşacağından emin olabilirsiniz.

Anayasal düzlemde hakları yok sayılan Kürt ve Alevi toplulukların ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yaygınlıkla kasten, nefretle ya da hayalen kurulan bir ilişkiye göre, bu iki topluluk birbirine göre mesafeli ve bunun temel nedeni iki topluluğun birbirine karşı tarihsel yükleri ya da bagajları. Karışıklık ya da çarpıtma öncelikle buradan başlıyor. Bu iddia veri sayılırsa eğer, şuna inanmamız gerek: Homojen, standart bir Kürt topluluğu ve bunun karşısında yine homojen bir Alevi topluluğu var. Oysa ikisi de tümüyle uydurma. Bu uydurma sayesinde Kürtlerin ve Alevilerin sözüm ona var olduğu kabul edilen tarihsel yüklerinin hem Kürtleri hem Alevileri tümüyle yatay olarak kestiği varsayılıyor daha en başta, diğer tüm sonuçları bir yana.

Homojen topluluklar varsayımı altında bile şunu en başa koymak lâzım kanımca: Bu iki topluluk farklı farklı biçimlerde deneyimlemiş ve deneyimliyor olsalar da aynı coğrafyanın ve dahası, aynı tarihin farklı bileşenleri. Dolayısıyla, özellikle modern bir ideoloji olarak milliyetçiliğin ve ulus devletin rüzgârına kapılıp toplulukları bu düzeyde homojenleştirmenin âlemi yok. Burada Alevilere düşen payın alttan alta ya da açıkça Türklük olduğu, Alevilerin de İttihat-Terakki’den beri ağızlara sakız olmuş bir tür “Türklere has Müslümanlık biçimi” olarak kabul edildiği de açık, ki bu da yanlış.

Anayasa değişikliği ihtiyacını doğuran temel sorun nedir? Buna yanıt verilmelidir. Bu doğrultuda ilk anahtar sözcük yüzleşmedir. İkincisi, anti-militarizmdir. Üçüncüsü, eşitlikçiliktir. Nihayet, belki tümünü kapsayan anahtar terim toplumsal barıştır.

Homojenleştirme varsayımına bel bağlasak bile, eğer bu iki topluluk arasında sözüm ona bir düşmanlığı, en azından bir gerilimi varsayacaksak, doğru terimleri açıkça telaffuz etmekten kaçınmamalıyız: Gerilim ya da düşmanlık Kürtlerle Aleviler arasında değil, Şafiilerle Aleviler arasındadır, ki Kürdün Şafii olanı var, olmayanı var, Alevisi var, Hanefisi var, bu böyle gider. Bu önemli, çünkü böylece en azından Alevilerden Kürtlere yönelen tedirginliğin Kürt oluşlarından değil, Şafii olmalarından kaynaklandığını saptamış oluruz. Hiç teolojik ayrıntıya girmeden, Şafiiliğin Türklerin baskın olarak çoğunluğunun ait olduğu Hanefilikten oldukça farklı, en azından daha dogmatik eğilimlere ve inançlara sahip olduğunu söyleyelim geçelim, ki bu da Alevileri, Hanefilere göre, Şafiiler bakımından daha kolay düşmanlaştırmaya ve saldırıya mubah hale getiriyor.

Bugün, mahiyeti ne olursa olsun –hatta Alevi bile olsa– Kürt topluluklarla onun dışında kalan Alevi toplulukların bir araya gelmesini ürkütücü bulan çevreler, artık bayat bir sakıza dönmüş aynı materyali bozuk plak gibi döndürürler. Bunlar, artık herkesin ezbere bildiği İdris-i Bitlisi hikâyesi, Hamidiye Alayları deneyimi –ki bundan pek söz etmeyi tercih etmezler, ne de olsa işin içine devlet giriyor. İkincisi, bölgedeki kimi Alevi topluluklar da bu alaylara katılmak istemiş, ama kabul görmemiştir– ve nihayet Şeyh Sait ile Seyyid Rıza arasında geçtiğine inanılan sofra hikâyesidir.

Şimdi buna, bir de en azından özellikle bölgedeki Alevi topluluklar arasında nasıl tecrübe edildiğinin bilgisine henüz vakıf olamadığımız, çok-boyutlu baskılar nedeniyle de uzunca bir süre vakıf olamayacağımız, ancak kırıntı olarak sosyal medya hikâyelerinden ve kimi anılardan bilebildiğimiz 1985 sonrası sürecin yaratmış olabileceği olumsuzlukları ekleyelim.

Alevi toplulukların milliyetçi –hatta ırkçı– uçları sürekli olarak bu zemini sıcak tutmaya çalışırlar, ki bu zemin üstünde Kürt-Alevi topluluklar da hedef alınır. “Onlar da aslında Kürt değildir, Kürtlerin baskıları karşısında Kürtleşmiş öz Türklerdir, çünkü Alevinin Kürdü olmaz. Eğer Türk de değillerse, canlarını kurtarmak için kendilerini Alevilik üstünden Müslüman gibi gösteren kripto Ermenilerdir.” 

“Bin Kadın Bir Semah, Bir Sakine Bin Kadın” etkinliği (Dersim, 9 Temmuz 2013) Fotoğraf: Lezgin Kanii
 

Nedense Rus asıllı Fransız bile Alevi olabilir, ama Kürt Alevi olmaz! Bu zihniyete göre, Kürt hareketinin içindeki her Alevi de Alevilikten düşmüş olur elbette. Buradaki devletlû bakışı görmemek imkânsız. Bu bakış bir Alevinin tam da Aleviliği gereği Kürt hareketinin içinde yer alıyor olabileceğini inkâr etmek için –ki Kürt hareketinin başından bugüne önemli-sembolik kimi isimlerinin Alevi olduğu biliniyor–, Alevi bakışı devletin bakışıyla değiş tokuş eder.

Günümüze doğru geldiğimizde, tarihi bagaj meraklılarının, homojenleştirme dışında, bir başka hamleyi daha sürekli kılmaya çalıştığı gözlenir: Özcüleştirme ya da tarihten topluluk kaçırma! Buna göre, dünden bugüne kadar, Kürt topluluklar da Alevi topluluklar da sanki hiç değişmemiş gibi yapılır. Yani, en azından 1985 sonrası Kürt hareketinin Kürt topluluklar üzerinde yarattığı muazzam etki ve buna uygun değişim-dönüşüm kökten inkâr edilir. Aynı şekilde, bu kez ters yönde Alevi toplulukların kaydettiği tüm olumsuz değişiklikler de yok sayılıverir.

Bir örnekle somutlayabilir miyiz bunu?

Örneğin, Kürt hareketinin kendi içinden –hem de Alevilere göre dinsel bir saygınlık statüsüne sahip olan– bir kadını, Gülten Kışanak’ı, Diyarbakır gibi merkezi bir şehrin büyükşehir belediye başkanlığına çıkaracak kadar yarattığı dönüştürücü güç inkâr edilir. Aleviler, bir yandan kadın-erkek eşitliği güzellemeleri yapıp, daha bir Alevi derneğinin başına bir kadın yönetici çıkaramazken, Kürt hareketi bir kadının, hem de Alevi bir kadının ellerine koca bir kenti teslim etmiştir. Yetmez: Sıradan bir Anadolu şehrinde, bir CHP’li belediye cemevi yaptırır ya da sahip çıkarsa bu âlâyı vâlâ ile karşılanır da Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin cemevi yaptırdığından hiç söz edilmez bile. “Yaptırmışsa da zaten Alevilerin gözünü boyamak için yaptırmıştır Kürtler.” Ya CHP ne için yaptırıyor acaba diye sormaya kalkarsanız susturulur ve geleneksel terör söylemine postalanırsınız.

Sorunlarının kaynağı ortak ve asla birbirinden bağımsız bir biçimde ele alınamayacağı açıkken, iki topluluk grubunun enerjilerinin birleşmemesi için bin türlü taktik izleyenleri paranteze alalım, Alevi hareketini Kürt hareketine karşı mesafeli kılan bir başka korkudan bahsetmeliyiz belki de: Kürt hareketinin sokaktaki örgütlülüğü ve silahlı bir gücün varlığı. Alevi hareketi ve toplulukları bu ikisinden de yoksundur. Alevi hareketi en parlak günlerinde bile ancak kendisini destekleyen kitle örgütleri, siyasal partilerle birlikte sokağa inebilmiştir. Yani kendisinin tek başına sokağı örgütleme gücü ya yoktur ya da yok düzeyindedir. Diğerinin olmadığını zaten sağır sultan biliyor.

Gültan Kışanak (Tunceli Cemevi, 27 Temmuz 2013)

Dolayısıyla, Kürt hareketiyle gerçekleşen her temas bu korkunun gölgesini üstünde taşır: Yutulma, soğurulma, payanda güç derekesine indirilme korkusu ve en önemlisi, Alevi topluluklar içindeki Türkçü-milliyetçi etkinin aşırı ciddiye alınması ya da buna sığınılmasıyla sözüm ona tabana hesap verememe korkusu. Buraya kadar çizdiğimiz çerçeve bulanık suda balık avlamaya kalkanların birden fazla araca ve avantaja sahip olduğunu göstermekte. Şimdi ise bu avantajlar karşısında, Aleviler söz konusu oldu mu, yola zaten dezavantajlı çıkan HDP’yi konuşmalıyız.

Konuşalım, HDP-Aleviler ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

HDP üzerine iki cümle kurmaktan korkar hale geldik, ne yazık ki. Kendisine, kendinden ve yağmaladığı geçmişinden menkul bir saygınlık atfeden gazetecilerin bile HDP’den “Affedersin HDP” diye söz edebildiği yerde, HDP’nin nasıl korkunç bir baskıyla karşı karşıya olduğu kendiliğinden anlaşılır, her şey bir yana. Ama bunu da içermekle birlikte, bir başka şeye daha dikkat çekmek istedim: HDP’nin mahkûm edilmeye çalışıldığı koşullar nedeniyle, HDP adeta her eleştirel sözden muaf hale getirildi. Bizzat siyasal rejim bir HDP kutsallığı yarattı.

HDP ile Aleviler ilişkisinde de öncelikle bir pürüzü halletmeliyiz: Öncelikle HDP de, tıpkı CHP gibi, Alevilerin seçtiği partilerden biridir. Ancak ilişkilerinde, tıpkı CHP’de olduğu gibi, elbette bazı sorunlar var. Bu sorunların çoğu HDP’nin Alevilere ya da Alevi hareketine bakışından filan değil, yapısal sorunlarından kaynaklanıyor. Yani, başka düzlemlerde de karşımıza çıkan sorunların, Alevi düzleminde de karşılığını buluyoruz. Ancak elbette HDP’nin Alevilik meselesine bakışında da sorunlar olduğu saklanmamalı, en azından bir rüzgâra fazla kendini kaptırmış olabileceği ihtimali gözden kaçırılmamalı.

Kürt hareketiyle gerçekleşen her temas bu korkunun gölgesini üstünde taşır: Yutulma, soğurulma, payanda güç derekesine indirilme korkusu ve en önemlisi, Alevi topluluklar içindeki Türkçü-milliyetçi etkinin aşırı ciddiye alınması ya da buna sığınılmasıyla sözüm ona tabana hesap verememe korkusu.

Hangi yapısal sorunlar bunlar?

HDP, bilindiği gibi, bir bileşenler partisi olmaktan çıkamadı ne yazık ki. Dolayısıyla, bütün politik çizgisinde de bunun etkileri –olumlu pek az, olumsuz çok fazla– görülüyor. Yine bildiğim kadarıyla, Alevi hareketinin temel aktörlerinin hiçbiri ne HDP’nin ne de HDK’nin bileşeni. Buna rağmen, HDP özellikle seçim dönemlerinde Alevi hareketi de bileşenlerinden biriymiş gibi davranıyor ve belirli sayıda kontenjanı onlara ayırıyor.

Peki, bunun gerçekten kendisine bir hayrı var mı? İki anlamda soruyorum: Bu kontenjanlar sayesinde kendisine artı olarak bir Alevi oyu geliyor mu? İkincisi, yine bu kontenjan milletvekilleri sokağın HDP doğrultusunda örgütlenmesi için herhangi bir artı değer yaratıyor mu? İkisine de yanıtım kesinlikle hayır. Devam edelim: Seçimden seçime Alevi kontenjanı tanımak, Alevilerin sorunlarına yeterli duyarlılığın gösterildiğini işaret etmeye yeterli bir araç mı? Dahası, bugünkü Alevi topluluklarının en temel dertlerinden birinin bu olduğu göz önünde bulundurulursa, HDP’nin Aleviliği nasıl gördüğüne ilişkin bir fikrimiz var mı? Ne yazık ki bu soruların hiçbirine yanıt veremiyoruz.

Soruları daha da artırabiliriz: Alevilerin sorunlarına sahip çıkmak ya da Alevileri kendi sorunlarına sahip çıkmaya örgütlemek için ille de Alevi olmak gibi bir şart mı var? Aleviler, Alevi kökenli milletvekilleri dışında kimse bu meseleye el atamaz mı? Bir yasak mı var? Eminim ki, bugün HDP’nin, Alevi kontenjanından meclise giren vekillerin dışında, Alevi kökenli başka milletvekilleri de var, tıpkı CHP’de olduğu gibi. Onları susturan bir şey mi var? Elbette, Türkiyeli sosyalistlerin –istisnalar hariç– Alevilikten ve Alevi meselesinden bihaber olduğu unutulmamak kaydıyla, bizzat HDP’nin kontenjan politikası Alevi meselesini bu kontenjandan gelen isimlere havale etmeye yarıyor. Bu durumda da iş kalıyor Alevi hareketinin HDP’den meclise gönderdiği vekillerin kendi inisiyatiflerine, karakterlerine, hareket içindeki yerlerine. Yani, Türkiye’nin en önemli partilerinden biri olan HDP’nin Alevi meselesine yaklaşımını sadece buradan izlemeye mahkûm ediliyoruz.

Laik ve Demokratik Türkiye İçin Eşit Yurttaşlık Mitingi (Ankara, 7 Ekim 2012)

Örneğin, bu yasama döneminde izlediğimiz nedir? Örneğin, sözüm ona yurt dışındaki Alevi hareketinin temsilcisi olarak vekil seçtirilen kişinin ne hayrı oldu HDP’ye ya da Aleviliğe? Örneğin, yurt dışındaki HDP oylarında Alevilerin payını ne kadar artırdı? Acıklı bir örnek: Birkaç aylığına HDP’den milletvekili olabilen, koskoca Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu onursal başkanı Turgut Öker bağımsız aday olduğunda kaç oy almıştı dersiniz, uçaklarla seçmen taşıyacaktı ya, sözüm ona… Oy sayısını vermeye ben utanırım. Sözü çok uzatmadan, demem o ki, kendisi bir bileşenler partisi olarak devam edecek olsa bile, Alevi hareketinin temel aktörlerinin bunun bir parçası olmadığı koşullarda, HDP’nin Alevi kontenjanı üzerinden Alevilerle ilişkilenmesi kanımca yanlıştır. Bu uygulamadan vazgeçilmelidir. Bu uygulama, bana açıkça CHP’deki Alevi gerilimini anımsatıyor. Orada nasıl Alevi olmak CHP içinde bir ayrımcılığa vesile olabiliyorsa, burada da aynı. Mantık aynı, sonuç farklı.

Bir diğer sorun, HDP’nin Alevilik ve Alevilerin sorunlarına, tuhaf bir biçimde bir kimlik siyasetinin terimleriyle, gözlükleriyle bakıyor olması. Kimlik siyaseti, kim ne dersin, her zaman farklılıkların üstünü değil, altını çizmeye yönelir. Oysa HDP daha bütünleştirici, dayanışmacı, ortaklıkların öne çıkarılmasına dayalı bir politik hat izlediğini iddia etmiyor mu? Oysa, siz istediğiniz kadar bir kimliğe olumlu değerler ve anlamlar atfedin, o kimlik her zaman kendi dışındakine karşı sınır çizer, kimlik olmanın mantığı gereği. Çoğunlukla bu sınırların hayali olduğu gözetilirse, bu hayalin içinin de, az önce örneklerini verdiğim hayali materyalle doldurulmaya uygun olduğu açıktır. “Bir rüzgâra kendisini kaptırmış olmasın” derken kastettiğim buydu.

Bir başka temel sorun, biraz da kimlik siyasetinin rüzgârına kapılmakla ilgili olarak, HDP’nin Alevilik ve Aleviler meselesine, adeta Aleviler ve Alevi hareketi gibi bakma gayretidir, ki bu da Aleviler nezdinde HDP’ye kazandırmıyor, tersine kaybettiriyor. Örneğin, HDP olarak gidip Diyarbakır’da Aleviliğin mahiyetine ilişkin kimi kabul edilemez cümleler içeren bir bildiriyle taçlanacak ve yalnızca çok çok sınırlı bir etkiye sahip bir-iki küçük Alevi örgütünün katılımıyla Alevi-Alevilik konferansı yapamazsınız. Yaparsanız, ne olur? Hiç. Devlet gibi davranmış olursunuz. Bu haliyle de yalnızca devlet gibi düşünmeyi alışkanlık edinmiş Alevi çevrelere rakip olursunuz ve onları şişirirsiniz! Oysa amacınız bu değil, değil mi?

HDP Alevilerin sorunlarına kimlik siyasetinin gözlükleriyle bakıyor. Kimlik siyaseti farklılıkların üstünü değil, altını çizmeye yönelir. Oysa HDP daha bütünleştirici, ortaklıkların öne çıkarılmasına dayalı bir politik hat izlediğini iddia etmiyor mu? İstediğiniz kadar bir kimliğe olumlu değerler ve anlamlar atfedin, o kimlik her zaman kendi dışındakine karşı sınır çizer, kimlik olmanın mantığı gereği.

HDP ile Alevilerin ilişkisinde asıl hassas mesele laiklik. HDP’nin laiklik hakkında ne düşündüğünü, niçin ve nasıl öyle düşündüğünü Alevilere anlatamadığı kanısındayım. Alevilik konferansı yapacağına belki laiklik konferansı ve bu konuda temel bir bağlayıcı politika belgesi üretmek, tüm taraf çevrelerle tartışmaya girmek gerekiyor.

Laiklikten ne anlamak/anlamamak gerektiği CHP üzerinden tartışılageldi. HDP üzerinden nasıl tartışılmalı?

Düşününce akla tek bir terim geliyor: HDP’nin terimselleştirdiği “özgürlükçü laiklik”. En azından benim için ve muhtemelen Aleviler için de bu terimselleştirme bir boş gösterenden öteye gitmiyor. Bunun içinin nasıl ve hangi zaviyeden doldurulacağı bir muamma. Buradan söze girdiğimiz yere dönebiliriz. Şafiilik meselesi, Şafiiliğin örgütlenmiş formları, tarikatlar, cemaatler; bunların Hizbullah gibi, radikal, silahlı külâhlı illegal güçleri, hele bir de şimdi yok uyuyan, yok uyanık IŞİD hücreleri, vs. Tüm bunları ihmal ederek, HDP bir Türkiye partisi olduğuna göre, Türk Hanefiliğinin örgütsel formları ve çeşitli güçleri de buna eklenmek zorunda. “Özgürlükçü laiklik” söylemi Alevilere, yüzyıllardır yaşayabilmek, düpedüz çırılçıplak yaşayabilmek için bin türlü belaya uğramış bir topluluğa ne söyleyebilir?

Şafii topluluklar Kürt olmalarıyla tarih içindeki siyaset eyleme tarzları ve birikimleri nedeniyle, devletten doğru, dümdüz, çırılçıplak bir yaşama sorunuyla aslında yeni yeni yüzleşiyorlar, ama bu alanda Alevilerin çok ciddi, ağır bir birikimi var. Öyleyse özgürlükçü laiklik bu birikimi eritmeye nasıl yardımcı olacak? Hele de tutup siz ünlü Diyarbakır Newroz mesajında, İslâm kardeşliğinin üstüne basa basa vurgu yapan bir yaklaşımı üstlenirseniz? En azından ben bu sorunun yanıtını bilmiyorum. Ama bu terimselleştirmenin Aleviler için pek bir şey ifade etmediğini de gözlüyorum.

“Özgürlükçü laiklik”in içeriğinin politik olarak doldurulması gerekiyor. Alevilerin de işine yarayacak, yarasına merhem olacak şekilde. Açıkça söyleyeyim, özgürlükçü laiklik Şafii-Hanefi tarikat-cemaat örgütlenmelerinin yarasına merhem olarak iş görebilir, ama aynı merhem Alevilere verilmiş bir zehir ya da doğrultulmuş bir silah da olabilir, her şey bir yana, en azından liberal vasfıyla!

Diyarbakır Pir Sultan Abdal Cem ve Kültür Evi açılışı (26 Aralık 2011) Fotoğraf: Fırat Aygün

HDP bu araçla onların derdine derman olabilir, ama hâlâ hayati bir soru ortada duruyor: Olmalı mı? O yaraya merhem mi olmalı, yoksa bizzat bunun kendisinin bir yara olduğu üstüne düşünmeli mi? Burada işte devrimci siyasetle liberal siyaset birbirinden ayrışacaktır ve bu anlamda HDP’nin ultra liberal olduğunu düşünmek bile istemem. Çünkü liberalden öte liberal, ultra liberal olmak, insanı özgürlükçü yapmaz, hatta tersine daha da devletçi yapabilir. Eğer bu söylediklerimin ağırlığı karşısında, farklı bir terimsellik borcuyla karşı karşıyaysam, derim ki bizim özgürlükçü bir laikliğe değil, kurtuluşçu bir laikliğe ihtiyacımız var! Ezcümle, HDP laiklik bahsinde önce kendisini ve seslendiği, sokakta örgütlü büyük gücü ikna edemedikçe, Alevileri hiç mi hiç ikna edemez. Bu haliyle ancak diğer partilerin yarattığı umutsuzluk ve düş kırıklığının artıkları ile ancak belirli bir bilinçliliğin gücüyle seçim yapan Alevilerin desteğini alabilir, ki mevcut durum da zaten bundan ibarettir.

Yeni rejimin inşası sürecinde, başta CHP ve HDP olmak üzere, toplumsal muhalefetin laiklik meselesini yeterince tartıştığını düşünüyor musunuz?

Soruya soruyla yanıt vermiş olacağım, ama bunu kim düşünüyor ki ben düşüneyim? Kendisini işine geldi mi laikliğin kalesi, kollayıcısı, gözcüsü, bekçisi ilan eden CHP, işine gelmediği anda da laiklik sanki Alevilerin sorunuymuş gibi, yükü yalnızca onların sırtına vurup, onları sahaya itip, kendisi laiklik karşıtı kesimlerle flört etmeye ve oradan nemalanmaya çalışıyor. Öncelikle, CHP kendi tarihinden ya bihaber ya da o tarihi inkâr ederek laikliği bir değerler manzumesiymiş, bir ilkeler bütünlüğüymüş, bir özgürlük sorunuymuş gibi takdim etmeye çalışıyor. Oysa laiklikten öncelikle tarihsel bir “şeyi” anlamalıyız, özcü bir biçimde onu kavramak yerine. Hatta laikliği somut tarih içinde bir mücadele alanı olarak kavramalıyız. Bu alanın değerlerle, ilkelerle bir ilişkisi, örneğin özgürlükle bir ilgisi yok mu? Elbette var, ama burada da ilişki tersinden kuruluyor. Laiklik inananların, hele çoğunluk oluşturan, çoğunlukçu inananların özgürlüğünü güvence altına almak için değil, bir iktidar aparatına dönüşmüş bir dinin özgürlüğü için değil, tam tersine bunlardan kaynaklanan, bunlardan ötekilere doğru yönelen tehdidi bertaraf etmek için özgürlükle ilişkilendirilebilir. Oysa bugün laiklik dediğimizde, çoğunlukçu dinin özgürlüğünden başlanıyor konuşmaya.

HDP’nin terimselleştirdiği “özgürlükçü laiklik” bir boş gösterenden öteye gitmiyor. Bu söylem Alevilere, yüzyıllardır yaşayabilmek için bin türlü belaya uğramış bir topluluğa ne söyleyebilir? Özgürlükçü laiklik Şafii-Hanefi örgütlenmelerinin yarasına merhem olarak iş görebilir, ama aynı merhem Alevilere verilmiş bir zehir de olabilir, her şey bir yana, en azından liberal vasfıyla!

Nereden başlanmalı?

Dinsizlerin, ateistlerin, deistlerin, çoğunlukçu dinin dışında kalan norm-dışı dindarlık biçimlerinin, o dinden gayri din sahiplerinin, azınlık dinlerinin özgürlüğü söz konusu olmalıdır. Zaten Cumhuriyet’in kuruluşundan beri devlet eliyle dizayn edilmiş Sünni çoğunlukçuluğun özgürlüğü mü olur? Onlar zaten özgür, fazlasıyla özgür! Sünni devlet ne kadar özgürse o kadar özgürler, bağlarını asla koparamadıkları Sünni devletin istemi ve gerek gördüğü kadar özgürler.

Daha da önemlisi, laiklik dendiğinde akla gelmesi gereken hayati bir terim hiç akla gelmiyor, telaffuz bile edilemiyor: Eşitlik. Toplumsal eşitlikten söz etmiyorum, böyle bir lüksümüz mü kaldı sanki? Burjuva devletin ayırt edici özelliği laiklik sayesinde –ki bu da devletin buna uygun somut örgütsel ifadesinde kendisini gösterir, yani Türkiye’de giderek kaybolmuş bir düzlemde– biçimsel eşitliği güvence altına almasıdır ya da somut olarak yasalar karşısında eşitliği.

Bu, aynı zamanda o yasalara dayanarak gerçekleştirilen her yürütme eylemini bağlar. Yani salt lafzi bir şey değildir, bir siyaset yapma tarzını koşullar. Örneğin, “Ermenidir, gayrimüslimdir, sünnetsizdir” diye, “Alevidir, komünisttir” diye, “Kürttür, bölücüdür” diye kimseye devletin kapılarını kapatamazsınız. Bu kapılar kâğıt üzerinde, hukuken herkese açık tutulmak zorundadır. Ama bunun ardından şu gelir: O kâğıt üstündeki hüküm devletin örgütlenmesinde ve yürütme gücünde somutlaşmadıkça, gerçekten kâğıt üstündedir.

Bu yanıyla Türkiye’deki laiklik uygulaması baştan itibaren sorunludur. Ama bu, baştan itibaren aynı biçimde sorunlu olduğu anlamına da gelmiyor. Örneğin, baştan itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) vardı, DİB’in varlığı laikliğe engel mi? Bence değil. Devlet, tehdit olarak gördüğü Sünni çoğunluğu denetim altına almak için DİB gibi bir örgüt kurabilir, ama aynı devlet bu örgütü başlıca yasal ve icrai referans kaynağı haline getirirse, bunun laiklikle ilgisi yoktur, ki bugün olan da budur.

Kurtuluşçu laiklikten anladığım şu: Her insana dinden kurtulmuş, arınmış bir hayat hakkı. Ateistlerin, deistlerin, panteistlerin, gnostiklerin her türlü baskıdan kurtulması. Azınlık dinlerinin her türlü baskıdan kurtulması. Devletin herhangi bir din koruyucusu vasıftan kurtarılması. Ve tüm toplumsal ilişkiler yüzeyinin herhangi bir referans dinselliğin etkisinden/hâkimiyetinden kurtarılması.

Peki bu, bugün bir din devleti haline gelindiğini mi gösteriyor? Hiç alâkası yok. Bugünün dini devletin ta kendisi. Onun zaman zaman uzaklaşıp zaman zaman yaklaştığı ulusun ve onun biricik formu devletin ta kendisi. Buradan şu sonucu çıkarmak çok mu zor: Laiklik esasen Alevilerin değil, Sünni çoğunluğun sorunudur ve asıl onlar inatla devleti laik bir örgütlenmeye zorlamalıdır. Neden mi? Basit: Çünkü devlet, onların dinini ellerinden alarak yerine kendi icat ettiği bir din geçirdi. Kendi dinlerine sahip çıkmaları, bunun için de devletle mesafelenmeyi ısrarla savunmaları gerekir. Peki, yapabilirler mi? Hayır. Yine basit: Çünkü Sünni olmanın, çoğunluk olmanın, devletin içinde örgütlenmiş olmanın gündelik-tarihsel-stratejik ve konjonktürel avantajlarını kimse kaybetmek istemiyor.

Yani, aslına bakılırsa, kimsenin derdi din değil, devlet. Özetle, CHP ve diğer tüm kesimler laikliğe sahip çıkmak, laikliği tartışmak istiyorsa öncelikle Aleviler üzerinden, değerlerden doğru tartışmaktan vazgeçmelidir. Devletten doğru tartışmayı öğrenmelidir. Laiklikle özgürlük ilişkisini buradan doğru yeniden kurabiliriz: Her din devletten özgürleşmelidir. Özgürlük talebi, başka kesimlere karşı yöneltilecek bir talep değil, devlete karşı yöneltilecek bir taleptir. Sünni çoğunluk dinsel özgürlük istiyorsa, örneğin DİB’in derhal kapatılmasını, camilerin kendilerine devredilmesini, İmam-hatiplerin derhal kapatılmasını, İlahiyat fakültelerinin reorganizasyonunu talep etmelidir.

Elbette bu talebi yöneltebilmek için aynı anda diyelim Ermeniler için, Rumlar için ruhban okulları talebini de savunacaksınız, devleti hiç bulaştırmadan. Devletin patriklik seçimlerinden de elini çekmesini isteyeceksiniz, dahası kendinize istediğiniz özgürlüğü, eşitlik ilkesi gereği, Aleviye de ateiste de isteyeceksiniz. Sizin günde beş vakit hoparlörle donattığınız camilerden yayın yapma hakkınız varsa, dinsizin de dinsizliğin propagandasını yapma hakkı var.

Böylece, zurnanın zırt dediği yere geliyoruz. Özellikle bugünkü Türk Sünniliği gibi, biriciklik iddiasını siyasal olarak berkitmiş hiçbir din ve dindar buna yanaşmayacaktır. İşte burada devletin laik olmasının anlamına ve bunun eşitlikle ne kadar yakından ilgili olduğu bahsine yeniden geliriz. CHP’nin ve diğer toplumsal muhalefet dediğimiz kesimlerin böyle bir yolu yürüdüklerine tanık olmadım.

Zaten kendimizi kandırmayalım: Bu yol ancak radikal bir perspektiften yürünebilir. Liberal ulus-devlet anlayışı her durumda başka başka biçimlerde de olsa başını laiklik taşına çarpar. Çünkü kendisini bir din olarak kurar. Sonuç olarak, laiklik tartışmasına biz başlayamadık ki yeterince tartışılıp tartışılmadığını tartışabilelim. Laiklik tartışması tarihsel ve sosyo-politik bir zeminde yürütülemediği, değerler, inançlar vs. üzerinden tartışıldığı ölçüde, yalnızca kayıkçı kavgasıdır ve mevcut devlet etme zihniyetinin de ellerini ovuşturmasını sağlar, hepsi bu.

“Özgürlükçü laiklik”e karşı önerdiğiniz “kurtuluşçu laiklik” kavramını açar mısınız? Bu kavramla eşit yurttaşlık talebi arasında nasıl bir ilişki var?

Öncelikle laikliği varılacak bir hedef, erişilecek bir menzil hanı, gerçekleştirilecek bir projeymiş gibi görmekten, yani statik bir durum ya da devletin/siyasetin bir tarzı gibi görmekten vazgeçmek gerektiği kanısındayım. Laiklik “şu, şu, şu özelliklere sahipseniz, laik bir devletiniz var” diyebileceğimiz statik bir durumu işaret etmekten çok, dinamik bir mücadeleler alanını işaret ediyor.

Basit örnekler verebilirim. Örneğin ABD, İngiltere, Fransa, Almanya… Aklınıza laiklik uygulamalarıyla olumlu örnekler olarak neresi düşüyorsa orası, onları düşünün. Peki, bu ülkelerin yargı mekanizmalarının saf dinsel referanslarla –buradaki dinselliği ister Hristiyanlığın çeşitli biçimleriyle, ister devletliliğin çeşitli biçimleriyle düşünün– belirli kesimlerin hayatlarını zehir ettiğini ve hatta zehir etmeye devam ettiğini biliyor muyuz? Meraklısı, örneğin Berkowitz’in metinlerine bakabilir (Eric Berkowitz, Seks ve Ceza ile Arzunun Sınırları, Kolektif Yayınları).

Peki, laikliğin bir mücadeleler alanı olarak sürekliliğine neden ısrarla vurgu yapmalıyız? Çünkü mevcut din ve devlet kendilerini çoğunlukla mevcut halleriyle sürekli kılmaya çalışıyor, ister birbirlerini ele geçirerek, ister birbirlerini payandalayarak. Şimdi doğrudan soruya girersek, ki aslında sessizce demin açtım, elbette bunun eşit yurttaşlık talebiyle doğrudan ilgisi var, çünkü “laiklik en başta biçimsel eşitlikle ilgilidir” dedim, ama kısaca, tekrara düşme pahasına, bir daha açmayı deneyeyim ve asıl, neden “kurtuluşçu” terimini seçtiğimi belirteyim.

Kurtuluşçu laiklikten anladığım şu: Birincisi, her insana adı sanı, biçimi, tarihi, hakikat iddiaları ne olursa olsun, dinden kurtulmuş, dinden arınmış bir hayat sürme hakkı tanınmalıdır. İkincisi, dinsizlerin, ateistlerin, deistlerin, panteistlerin, gnostiklerin ve elbette bilimcilerle paganların dinlerden ve dindarlardan kaynaklanan her türlü baskıdan kurtulması ve onların sahip oldukları her hakka koşulsuz sahip olmaları. Üçüncüsü, azınlık dinlerinin ve dindarlarının çoğunluk dinleri ve dindarlarından kaynaklanabilecek her türlü baskıdan kurtulması ve sahip oldukları her hakka sahip olmaları. Dördüncüsü ve en önemlisi, devletin her yönü ve icraatıyla, her organıyla, mahiyeti ne olursa olsun herhangi bir din kurucu/din yayıcı/din koruyucusu/din referansçısı vasıftan kurtarılması. Ve son olarak, tüm toplumsal ilişkiler yüzeyi ile siyasal bağlılıklar yüzeyinin her karşılaşma ânının herhangi bir referans dinselliğin etkisinden/hâkimiyetinden kurtarılması.

Peki neden “kurtuluşçuluk”?

Çok basit: Karşımızda kurtulunması gereken bir durum olduğunu savunuyorum, içinden çekilip çıkılması gereken bir durum bu. Bunun yalnızca bir yönüyle, örneğin özgürlük yönüyle ya da iki yönüyle örneğin biçimsel eşitlik yönüyle sınırlı kalmak bana çok anlamlı gelmiyor. Peki neden kurtulmaktan söz ediyorum? Sorularla özetleyeyim: Mevcut haliyle din, mevcut din olmasıyla kendisinden kurtulmak zorunda olduğumuz bir şeye dönüşmüş olabilir mi? Dinin mevcut din olmasını yerinden edip yeni bir dine ihtiyacımız olabilir mi? Mevcut devletin aslında din olduğu göz önünde bulundurulursa, bunun açık anlamı yeni bir devlete, esasen yeni bir siyasal bağa ihtiyacımız olduğu düşünülmemeli mi?

^