BİR KAMU ÜNİVERSİTESİNİN ŞİRKETLEŞMESİ

Demet Evrenosoğlu
29 Haziran 2018
SATIRBAŞLARI

Üniversite kavramı, kurumsal yapısı, işleyişi ve öncelikleri dünyanın dört bir yanında bir “büyük dönüşüm” geçiriyor. Kanada York Üniversitesi’nde dört aydır süren grev bu dönüşüme ayna tutuyor. Toronto’ya, bir kamu üniversitesinin şirketleşme öyküsüne bağlanıyoruz…

 

ABD ve Avrupa’da eğitimcilerin ve öğrencilerin talepleri ve protestoları sürerken Kanada’nın en büyük üçüncü üniversitesi olan York’ta eğitim asistanları, sözleşmeli yarı-zamanlı öğretim görevlileri ve araştırma asistanlarını temsil eden CUPE 3903 (Canadian Union of Public Employees York Üniversitesi Şubesi) 5 Mart’tan bu yana (29 Haziran) grevde. 117. güne giren bu grevin York Üniversitesi tarihinde ilk olmadığını hatırlatmakta fayda var.

Ontario eyaletinde bir kamu üniversitesi olan York, uzun süreli grevleri ile tanınıyor. 2001’de 11 hafta devam eden grev, 2009’da hükümetin 85 gün sonunda kamu çalışanlarını işe geri dönmeye zorlama yetkisini kullanarak sonlandırdığı grev ve 2015’te bir ay süren grev bunlardan bazıları. Bu satırların yazıldığı sırada devam eden ve ne zaman sona ereceği belli olmayan grev ise Anglo-Kanada tarihinin en uzun grevi. Peki, bir kamu üniversitesi ile güçlü bir taban denetimi, katılımcı doğrudan demokrasi ve sosyal adalet prensiplerine bağlı sendikayı karşı karşıya getiren nedir? Bu mücadele ne anlama geliyor?

İlk olarak şunu belirtmek gerekir. York Üniversitesi’nde doktor programına kabul edilen herkes, üniversite harcını karşılayan bir bursla destekleniyor ve lisans derslerinde eğitim asistanı olarak çalışıyor. Bu durumda, asistanlık statüsü gereği her doktora öğrencisi aynı zamanda sendikaya bağlı bir üniversite çalışanı. York Üniversitesi’nde doktora öğrencilerinin sahip olduğu geniş kapsamlı sağlık güvencesinin en önemli nedeni de bu güçlü sendikal örgütlenme.

Rakamların söyledikleri

Üniversitedeki eğitim elemanlarının tümünün yaklaşık üçte ikisini oluşturan 2800 sendika üyesi kampüsteki eğitim işinin yüzde 60’ını üstlenmiş durumda. Geçen sene üniversitenin kadrolu öğretim üyeleri ve idari çalışanlarla yaptığı sözleşmeleri de içeren tüm iş sözleşmelerinin toplam bedeli 715 milyon dolar iken, CUPE üyeleriyle yapılan iş sözleşmeleri bu toplamın 70 milyon dolarını oluşturuyor. Başka bir deyişle, öğretimin yüzde 60’ını üstlenen sözleşmeli çalışanlar ve eğitim asistanlarının bütçeden aldıkları pay sadece yüzde 10.

2013 yılındaki yüzde 1.5 zamdan bu yana maaşlarına yılda ortalama yüzde 0.22 zam alan CUPE üyelerinin yeni toplu sözleşme için talep ettikleri maaş zammı ise yüzde 3.5 oranında. Toronto’daki yüzde 2.1’lik mevcut enflasyon göz önünde bulundurulduğunda reel maaş zammı talebinin yüzde 1.4 olduğunu, üniversite tarafından teklif edilen artışın ise enflasyonun altında kaldığını söylemeliyiz.

Ülkelerin farklı yapısal koşulları ve gelişmişlik düzeylerine rağmen akademik disiplinlerde yaşanan özerklik kaybı ve artan araçsallaşma, “finansal kriz” iddiası ile yapılan bütçe kısıtlamaları, güvencesiz ve geçici istihdamın artışı ve yönetimde giderek egemen olmaya başlayan işletmecilik ideolojisi gibi tehditlerin benzerliği, üniversitelerin geçirdiği “büyük dönüşüm”ün evrenselliğini daha da çarpıcı kılıyor.

Öte yandan, maaş zammı çalışanların taleplerinin oldukça küçük bir bölümü. Zam sendika üyelerinin önceliği olmasa da, öğrenimin büyük bölümünü üstlenen eğitimcilere düşen yüzde 10’luk pay, şirketleşen üniversitede çalışanların öğretim üyeleri – işletmeci elitler ve güvenceli – güvencesiz emek olarak ayrışmasına, güvencesiz istihdamın artışına ve kampüsteki sosyo-ekonomik eşitsizliğe dikkat çekmek açısından önemli. Sözleşmeli öğretim elemanlarının iş güvencesini artıracak düzenlemeler, cinsel saldırı mağdurları fonu, okul-dışı bir burs kazanıldığı takdirde doktora bursuna uygulanan kesintilerin durdurulması öne çıkan taleplerden bazıları.

Emlak piyasasının son yıllarda en hızlı yükseldiği şehirlerden biri olan ve giderek devasa bir şantiyeyi andıran Toronto’da, kadrolu öğretim üyeleri ile benzer akademik niteliklere sahip olmalarına rağmen yenilenme garantisi olmayan sözleşmelerle çoğu birkaç üniversitede ders vererek geçimlerini sağlayan yarı-zamanlı öğretim görevlileri ve asistanlık maaşları yoksulluk seviyesinin altında kalan doktora öğrencileri grevin lokomotif grupları.

“Onların hayat koşulları bizim öğrenim koşullarımız”

York Üniversitesi’ndeki sendikal mücadeleye kadrolu öğretim üyelerinin ve lisans öğrencilerinin bir bölümünün yanısıra diğer bazı yerel sendikalar da destek veriyor. Özellikle lisans öğrencilerinin desteği, yükseköğretimin giderek güvencesizleştirilmesinin ve taşeronlaştırılmasın kalite üzerindeki olumsuz etkisini görünür kılmak açısından önemli. Greve destek veren öğrencilerin kullandığı “Their living conditions are our learning conditions” (Onların hayat koşulları, bizim öğrenim koşullarımız) sloganı bu durumun özeti niteliğinde.

Öğrencilerden bazıları, üniversitenin karar verme mercilerinden biri olan senatoyu işgal etmiş durumda; öğrenciler grev nedeniyle henüz tamamlanmamış olan ikinci dönem için yatırdıkları harçların iade edilmesini ve üniversitenin bir an önce sendikayla pazarlığa oturmasını talep ediyorlar.

Üniversite yönetiminin grev etrafında kurduğu söylem sendika taleplerinin “irrasyonel” olduğu iddiasına dayanıyor. Yönetim her türlü iletişimde sendikanın taleplerini gerçekçi bulmadığının altını çiziyor ve bu anlaşmazlığın pazarlıkla çözülemeyeceğini belirterek tek çarenin Çalışma Bakanlığı tarafından atanacak bir arabulucuya başvurmak olduğunu vurguluyor.

Arabuluculuk süreçlerinin çoğunlukla işveren avantajına sonuçlandığı göz önüne alınınca yönetimin bu isteği elbette şaşırtıcı değil. Ancak sendikanın açık pazarlık yerine arabulucuyu bir çözüm olarak görmeyi reddetmesi, elde edilmesi muhtemel avantajların yetersizliğinin yanısıra ilkesel bir gerekçeye, yani toplu sözleşme ve pazarlık hakkının koşulsuz savunusuna dayanıyor.

Üniversitelerin şirketleşmesi yönündeki değişimi anlamak için üniversite mütevelli heyetlerinin kimlerden oluştuğuna göz atmak mümkün. Ontario eyaletinin en büyük 18 devlet üniversitesinde yapılan bir araştırmaya göre, üniversite heyetlerinin yüzde 33.5’i, finans ve madencilik başta olmak üzere özel şirketlere bağlı üst düzey yönetici ve sanayiciler.

Burada dikkat çeken nokta, üniversite idaresinin henüz grev başlamadan önce arabulucuyu tek çare olarak dayatmaya başlaması ve bunu sendikanın taleplerini ciddi oranda azaltarak revize ettiği teklifler karşısında da tekrar ediyor olması. Önceki yıllarda açık toplu pazarlık yoluyla üstesinden gelinen anlaşmazlıklar, bu defa üniversite yönetimi tarafından “aşılması imkânsız” farklar olarak ortaya konuyor.

Son olarak, sendikanın maaş zammı dahil pek çok kritik konuda arabulucuya gitmeyi kabul eden ve ancak bazı talepler için hâlâ karşılıklı görüşme ve pazarlıkta ısrar eden önerisi de üniversite idaresi tarafından “hiçbir şekilde kabul edilemez” bulunarak reddedildi. Böylece üniversite iki ay önce sendika üyelerinin yüzde 90’a yakın çoğunlukla reddettiği teklifinde hiçbir değişiklik yapmayacağını ve pozisyonundan geri adım atmayacağını ilan etmiş oldu. Mesaj kısaca şu: Açık pazarlığı unutun, grev size hiçbir şey kazandırmaz, arabulucu ile elde edebileceğiniz avantajlara razı olun.

Yönetimin pazarlık masasına oturmayı reddetme konusundaki ısrarı basit bir inatlaşmadan ibaret değil. Bu tavrın sendikal gücü kırmaya ve orta vadede sendikayı aradan çıkararak eğitimcileri kârlılık ve maliyet hesabına dayalı bir mantığa ve çoğunluğu üst düzey şirket yöneticileri ve sanayicilerden oluşan mütevelli heyetinin alacağı kararlara kolayca terk etmeyi hedeflediğini söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, hedef sendikayı ve sendikal örgütlenme hakkını işlevsizleştirmek.

 

“Gerçekçi olmayan talepler” söylemi

Sendika taleplerini gerçekçi ve rasyonel bulmayan üniversite yönetiminin harcamalarından birkaç örneğe kısaca bakalım: Aylık rektör maaşı yaklaşık 40 bin Kanada doları… CUPE 3903 ile mücadele etmek için sendikalara açtığı davalarla ünlü, saatlik ücreti 700 dolar olan bir avukat (birkaç gün önce bir anlaşmaya varılmadan sona eren 16 saatlik bir toplantı sonunda bu avukata üniversitenin ödeyeceği ücretin, bir doktora öğrencisinin bir senede aldığı asistanlık maaşını geçtiğini belirtmekte fayda var)… Grev boyunca halkla ilişkiler ajanslarına ödenen dudak uçuklatan ücretler… Kampüste süregelen protestolarda sık sık alay konusu olan rektörün üniversite bütçesini kullanarak satın aldığı 1000 dolarlık sandalye.

“Gerçekçi olmayan talepler” söylemi, üst düzey yönetici kadroyu yükseköğretimde neyin gerçekçi, neyin irrasyonel olduğuna karar verebilen tek merci ilan etmenin yanısıra, sendikanın meşru bir taraf olarak reddini ve kampüste örgütlenen dayanışmayı zayıflatmayı hedefleyen yapısal bir değişimin göstergesi.

Üniversitelerin şirketleşmesi yönündeki bu değişimi anlamak için üniversite mütevelli heyetlerinin kimlerden oluştuğuna göz atmak mümkün. Ontario eyaletinin en büyük 18 devlet üniversitesinde yapılan bir araştırmaya göre, üniversite heyetlerinin dağılımı şöyle: Yüzde 33.5 finans ve madencilik başta olmak üzere özel şirketlere bağlı üst düzey yönetici ve sanayiciler; yüzde 30.3 öğrenci temsilcileri, öğretim üyeleri ve orta kademe yöneticiler; yüzde 28.1 üniversite-dışı bölge halkı temsilcileri ve yüzde 6.9’u eski rektör ve dekanlar.

York Üniversitesi’ndeki sendikal mücadeleye lisans öğrencilerinin desteği, yükseköğretimin giderek güvencesizleştirilmesi ve taşeronlaştırılmasının kalite üzerindeki olumsuz etkisini görünür kılmak açısından önemli. Greve destek veren öğrencilerin “onların hayat koşulları bizim öğrenim koşullarımız” sloganı bu durumun özeti niteliğinde.

Bölge halkı temsilcilerinin yüzde 54’ü yine finans başta olmak üzere üst düzey şirket yöneticilerinden oluşurken, kamu yönetimi ve eğitim sektörü deneyimi olan üyelerin oranı yüzde 30. Örneğin, yüzde 81 ile bünyesinde en çok sayıda özel sektör üst düzey yönetici barındıran Queen’s Üniversitesi’nin mütevelli heyeti başkanı, halen bir yatırım bankasında baş yatırımcı olarak çalışan eski bir Goldman Sachs yöneticisi. York Üniversitesi yüzde 78.9 ile Queen’s Üniversitesi’ni takip ediyor.[1]

Bu oranlar kamu yararını gözetmekle yükümlü kamu üniversitelerinde alınan akademik ve stratejik kararlarda finans kurumları başta olmak üzere özel sektör etkisinin ne kadar büyük olduğunu gözler önüne seriyor. Buna ek olarak, York Üniversitesi’nde 2000-2016 yılları arasında yapılan iş alımlarında kadrolu öğretim üyesi sayısı yüzde 20 artarken, akademik ve idari karar alma süreçlerinde hiçbir söz hakkı olmayan yarı-zamanlı öğretim üyelerinin yüzde 220 ve işletmeci elitlerin sayısının yüzde 63 oranında yükseldiğini hatırlatmakta fayda var. Bu durumda, akademisyenlerin yönetimde söz sahibi eşit ortaklar olmak yerine idare edilmesi ve yönetilmesi gereken kaynaklara dönüştürüldüğünü söylemek mümkün.

 

“Büyük dönüşüm”ün evrenselliği

Greve katılan çalışanlar kampüse giren araç trafiğini yavaşlattıkları grev noktalarında sürekli video kaydı alan özel güvenliğin yakın gözetimi altındalar. Öte yandan, Türkiye’den gelen biri için grevin en çarpıcı yönlerinden biri polisin neredeyse hiç görünmemesi. Ancak, bu önemli farka rağmen, üniversite şirketleşme süreçlerinin evrenselliğini gözden kaçırmamak gerekiyor.

Halen American Association of University Professors’da konsey üyesi olan Cary Nelson, No University Is An Island: Saving Academic Freedom (Hiçbir Üniversite Ada Değildir: Akademik Özgürlüğü Korumak) başlıklı kitabında, “üniversite kampüslerini yoldan çıkaran tehditlerden” söz ediyor. Nelson, şirketleşmenin farklı veçheleri olan bu tehditlerin ancak ve ancak sendikal örgütlenme ve toplu sözleşme haklarının savunusu ile bertaraf edilebileceğini vurguluyor.

Ülkelerin farklı yapısal koşulları ve gelişmişlik düzeylerine rağmen akademik disiplinlerde yaşanan özerklik kaybı ve artan araçsallaşma, “finansal kriz” iddiasıyla yapılan bütçe kısıtlamaları, güvencesiz ve geçici istihdamın artışı ve yönetimde giderek egemen olmaya başlayan işletmecilik ideolojisi gibi tehditlerin benzerliği, üniversitelerin geçirdiği “büyük dönüşüm”ün evrenselliğini daha da çarpıcı kılıyor.

Grevin 17. haftasında, sendikanın temsil ettiği farklı gruplar arasında çıkar çatışmalarının görünür hale geldiğini söylemek mümkün. Öte yandan, geçen hafta yapılan yerel seçimlerde Muhafazakâr Parti’nin kazandığı zafer, grevi çalışanlar açısından epey zora soktu. Şu anda herkes Toronto’yu uluslararası iş dünyasının merkezi yapacağını “müjdeleyen” ve karanlık ilişkileriyle tanınan Muhafazakâr Parti’nin işe geri çağırma yetkisini ne zaman kullanacağını bekliyor.

 

[1] http://pressprogress.ca/corporate-canada-now-controls-more-than-one-third-of-all-seats-on-university-boards-across-ontario/, “Corporate Canada Now Controls More than One Third of all Seats on University Boards across Canada”

^