Uzaydan geldi, uzaya gitti. 1969’da dünyaya düştüğünde onunla birlikte karşıkültürün çehresi değişti, algı kapıları başka boyutlara açıldı. Giderken de hayata ve ölüme dair algıyı sarsarak gitti. Gelişi muhteşemdi, vedası da öyle oldu. Bu gezegenden David Bowie geçti… Hem doğum gününü kutluyor hem de ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz…
Timothy Leary’nin Design for Dying adını verdiği son kitabı ölümün yaratıcı bir deneyime dönüşebileceğini anlatıyordu. Karşıkültür gurusu dünyadan göçerken “Matmazel Kanser” adını verdiği ve bedenini paylaştığı son sevgilisiyle birlikte veda şöleni yapma fırsatını kaçırmadı. Maddi dünyayı coşkunun, heyecanın, yaşama sevincinin, iyimserliğin hüküm sürdüğü bir maneviyatla terketti. Antik simyacıların tılsımlı metafiziğinden uzay çağının soyut matematiğine uzanan rengârenk paletindeki esin kaynaklarından biri, her adımını hayranlıkla izlediği David Bowie’ydi. Leary dünyadan cennete uzanan spiritüel yolu ararken Bowie’nin en karmaşık albümü olarak bilinen Station to Station’ın (1976) aynı adlı şarkısında zikredilen Kabalistik hattı da hesaba katacaktı elbette.
Bowie’nin muhteşem vedasında Leary’nin “ölüm tasarımı” fikrinin etkisi var mıydı, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bowie esinlere açık olma konusunda benzersizdi. Her zaman bir şeylerden esinlendi, ama yapıtlarında hep kendiydi. Daima kendi gibiydi. Son yapıtı da öyle oldu…
Karayıldız’ın gizemi
Altmışdokuzuncu yaşgününde çıkan Blackstar (★) albümünden iki gün sonra hayata gözlerini yumdu. Ardında iki matem şarkısı ve koskoca bir muamma bıraktı. Albümle aynı adı taşıyan “Blackstar” ve ölümünden hemen önce tamamladığı müzikale adını veren “Lazarus” için –Breaking Bad dizisinin başarılı yönetmeni Johan Renck tarafından– hazırlanan bakışımlı videolar tüyler ürperticiydi. Özellikle “Lazarus” adeta cenazesi gibiydi. Ölüm döşeğinde, gözleri bağlanmış halde, gözlerinin üstünde iki kara düğmeyle sesleniyordu: “Buraya bak cennetteyim / Görünmez yaralarım var / Çalınmaz dramım var / Şimdi beni herkes tanıyor.”
Karayıldız adını verdiği gezegenin gizemiyle kutsanan “Blackstar” ise uzayın ıssızlığında erimiş bir astronot cesediyle açılıyordu. Kuyruklu bir masal kızının şefkatli elleriyle aralanan kaskın içinden kabilevî mücevherlerle süslenmiş bir kurukafa çıkıyordu ve insan ırkı tir tir titremekteydi. Gizem giderek koyulaştı: “Her şeyin merkezinde / Her şeyin merkezinde / Gözlerin / Gözlerin…”
Hiç kuşku yok, Bowie öleceğini biliyordu. Ölümünü görkemli bir sanat eserine dönüştürdü. Son sözünde egosunu söylemsel olarak imha etti: “Sinema yıldızı değilim / Pop yıldızı değilim / Olağanüstü bir yıldız değilim / Ben bir karayıldızım…”
Ortaya saçtığı sayısız imge, simge ve gönderme, hayranları kadar, edebiyat araştırmacılarını da yıllarca uğraştıracak zenginlikteydi. Bowie her zaman “sıkı” bir şairdi, anlamı kolayca teslim etmezdi, sözleri zihinde yankılansın isterdi. Lazarus müzikalinin Bowie’nin Dünyaya Düşen Adam filminde canlandırdığı uzaylı karakter Thomas Jerome Newton’un hikâyesine devam etmesi bu sis perdesini daha da yoğunlaştırdı. İncil’deki Lazarus, İsa’nın gösterdiği mucizeyle dirilmişti…
Öte yandan, bu öyle bir final ki, ister istemez insanı başlangıca, uzaydan ilk düştüğü zamanlara yöneltiyor. “Blackstar”daki astronot Major Tom’dan başka kim olabilir ki…
Muhteşem açılış
David Robert Jones, nam-ı diğer David Bowie, 8 Ocak 1947’de, İngiliz baba ile İrlandalı/Katolik annenin oğlu olarak Londra’nın banliyösü Brixton’da dünyaya geldi. Aynı gün, ABD’nin Tennessee eyaletinin yoksul bir köşesinde, Elvis, yeni yeni öğrendiği Memphis blues şarkılarını çalarak onikinci yaşgününü kutluyordu. 1959’da, Almanya’daki bir Amerikan üssünde askerliğini yapan Elvis yaşgününü üniformayla kutlarken, 12 yaşına basan David babasının hediye ettiği saksofonla müziğe başladı… Hayattaki tek gayesi bir gün Little Richard’ın grubunda çalmaktı. Efsanevi gitarist Peter Frampton (Humble Pie) ile aynı sıraları paylaştığı lise yıllarında bu yolda ciddi adımlar attı; blues menşeli rock & roll gruplarına saksofonist olarak katıldı.
Ancak iki olay David Bowie’nin kaderini değiştirdi. İlki, kankası ve erken Bowie albümlerinin kapaklarını yapan grafik sanatçısı George Underwood ile kız meselesi yüzünden giriştiği kavgada sol gözüne aldığı darbeydi. George o zamanlar moda olan iri taşlı yüzüklerden takıyordu. Bu yüzden attığı yumruk Bowie’nin gözünde ağır hasara yol açtı. Okuldan uzak kaldığı sekiz ay boyunca yapılan ameliyatlar hasarı tamamen gideremedi. Doktorlar görme duyusunun büyük ölçüde geri dönmesini sağlasa da, Bowie’nin sol gözbebeği kalıcı olarak genişleyerek kahverengi bir ton aldı, derinlik ve renk algısında kayıplar meydana geldi. Bu fiziksel ve ruhsal altüst oluş dönemi gerçek anlamda bir “vizyon” değişimiydi: Dışarıdan görünüşü kadar dünyaya bakışı da değişmişti.
Bowie’nin kaderini yönlendiren ikinci olay, ilkinin aksine, son derece klişeydi: Bir gece çaldığı grubun solisti gelmeyince şarkıları o söyledi ve herkesi büyüledi. “Londra’nın Little Richard’ı” gelmişti. Bundan sonra saksofonu ikinci plana alıp şarkı yazmaya ve söylemeye başladı. On yedisinde Davie Jones adıyla ilk 45’liğini, yirmisinde ilk albümünü yayınladı. Ama Bowie’nin rock starlığının milâdı, 1969’da İngiltere’de bir numara olan “Space Oddity” (uzay muamması) şarkısıydı.
Onu genç yaşta “çağın ruhu” haline getiren şarkıda uzayın derinliklerinde kaybolan astronot Major Tom’un trajedisini anlattı. “Space Oddity” 45’liğinin çıkışıyla Apollo 11’in Ay’a inişi eşzamanlıydı. Dünya gözünü Ay’a ayak basan ilk insan Neil Armstrong’a çevirmişken, David Bowie öte galaksilere ait androjen yabancı imgesiyle ortaya çıkıverdi; dünyaya da bir “uzaylı” ayak basmıştı. BBC’nin uzay haberleri jeneriğine “Space Oddity”yi koymasıyla birlikte artık bu işler Bowie’den sorulmaya başlandı. Sonraları Nicolas Roeg’in sinema şaheserine dönüşen Dünyaya Düşen Adam efsanesi, pop kültürde Bowie’nin ta kendisiydi.
Major Tom’un mesajı
Apollo 11, Başkan Kennedy’nin ‘60’ların başında NASA’nın önüne koyduğu “astronotların Ay’a ayak bastıktan sonra sağ salim dünyaya dönmesi” hedefini gerçekleştirmeyi başarmıştı. Ay’a dikilen Amerikan bayrağıyla ilan edilen bu ultra-militarist zafer, ABD’yi Soğuk Savaş döneminin psikolojik galibi haline getirdi; emperyalist egemenliğini pekiştirdi. Artık dünyanın her yerinde, Ay’a bakan herkes “süper güç” Amerika’yı görüyordu. “Güneşin asla batmadığı” Britanya İmparatorluğu’nun pabucu dama atılmıştı. Ay’ın fethi, o sırada devam eden Vietnam Savaşı’nı kaygıyla izleyen üçüncü dünyanın bağımsızlık mücadelesinde büyük bir demoralizasyon kaynağı oldu. Çünkü, günümüzde dünya yörüngesindeki binlerce uydunun denetiminde yaşanan ultra-kapitalist küreselleşme sürecinin de bütün açıklığıyla gösterdiği gibi, aslında fethedilen dünyaydı.
Armstrong “benim için küçük, insanlık için büyük bir adım atıyorum” demişti. Bowie’nin derdi tam da bu “insanlık” kavramıylaydı. Major Tom’un acı hikâyesi, ötekine karşı üstünlük kurmak adına her şeyi yapmaya hazır olan insanlık idealine kapkara bir gölge düşürmüştü. Bowie, NASA’yı histerik alkışlara boğan Batılı propaganda makinesini aşıp emperyal kâbusu görünür kıldı.
Kennedy ve Armstrong’un tersine, Bowie “dünyaya dönmemek” üstüne bir kurgu yapmıştı. Bu, damardan varoluşçu bir restti. Major Tom yer-kontrol ile son bağlantısında şunları söyledi: “100 bin mili geçmeme rağmen / Çok sakin hissediyorum / Ve bence uzay gemim nereye gideceğini biliyor / Karıma söyle onu çok seviyorum / (O bilir!)” Sonra yeryüzüyle bağlantısını keserek kendini sonsuz boşluğa bıraktı. Dünyadan bakınca bir tür intihar gibi görünen uzay sarhoşluğunun içinde insan olmanın anlamını aramaya koyuldu. Şarkının finali tüyler ürperticiydi: “Burada teneke kutumda yüzüyor muyum / Ay’ın çok üstünde / Dünya gezegeni mavi / Ve yapabileceğim hiçbir şey yok.”
Hiç kuşku yok, Bowie öleceğini biliyordu. Ölümünü görkemli bir sanat eserine dönüştürdü.
Söz konusu mavi aynı zamanda blues’un mavisiydi, hüzündü. Sonuçta dünya kederli bir yerdi. Müthiş bir zamanlamayla kurulan bu çok-anlamlılık, tek bir sözcükle bunca şeyi ifade etme yeteneği büyük bir şairin müjdecisiydi. Kuşağını yürekten vuran “Space Oddity”, Stanley Kubrick’in 1968’de vizyona giren 2001: Space Odyssey filmi ve buna temel oluşturan Arthur C. Clarke öykülerinden derin etkiler taşıyordu. David Bowie’yi büyük yapan, 22 yaşında bir genç olarak, Kubrick-Clarke ikilisinin boğuştuğu insan evrimi, bilim, teknoloji, yapay zekâ, uzayda yaşam gibi modern felsefi sorunları sezgileriyle kavrayıp şiire dönüştürebilmesiydi.
Hiç oluş
Bowie’nin yapıtı, tekhücreli organizmalar gibi, her seferinde kendini parçalara bölerek üredi. Böylece eskisinin izlerini taşıyan yeni bünyeler oluşturdu: “Space Oddity” ile açılan glam-rock dönemi, 1974’te R&B ve funk’a yönelişi, 1976’da bunu Alman elektronik ekolü krautrock ve okültizmle buluşturması, Iggy Pop ile Berlin yılları, 1980’de Major Tom’un yer-kontrol ile tekrar bağlantı kurması, ardından Brecht ile yerçekimine dönüşü, sonra synth-pop akımına katılması, power-trio ile punk rock, Brian Eno albümleri, Philip Glass ile minimalist işler, endüstriyel, drum & bass, hiphop denemeleri vd… Bu “tekhücrelilik” vasfının tamamlayıcısı “androjen persona”yı (Camille Paglia) kılıktan kılığa sokan Bowie yaptığını bir daha tekrarlamayarak dehasını yeniliğe adadı. Ama ne yaparsa yapsın kendiydi.
Bowie muhalif duruşunu baştan sona korudu. Daima öncüydü. Sözgelimi, 1997’de, insanlar internetin ne olduğunu dahi henüz tam olarak anlamamışken “Telling Lies” single’ını sadece sanal ortamda yayınlayarak çığır açtı. MP3 mücadelesinde çokuluslu müzik tekellerine karşı dünya gençliğinin sözcülüğünü üstlendi. 2000’de ve 2004’te “Sir” unvanına davet anlamına gelen iki kraliyet nişanını da reddetti. Bowie, “Sir” olmadı!
Blackstar’a uzanan yol böyle bir yoldu. Son albümünde ona çok yakışan bir başka tavır gösterdi: İstisnasız her döneminde temel müzikal tercihi olan rock & roll’dan arındı. Daha önce duyulmamış, esrarengiz bir cazla veda etti.
David Bowie için görkemli bir cenaze töreni yapılmadı. Ailesinin bile katılmadığı cenazesi, yapıtında asal değer taşıyan, onun kadim yeryüzü uygarlıklarıyla ve elbette kozmosla arasındaki bağı temsil eden dört elementin ayrıştırılmasından ibaretti. Ruhen “hiç”, bedenen “kül” oldu…
Express, sayı 141, Şubat 2016