AHMET TULGAR'A VEDA

Söyleşi: Derya Bengi
27 Ekim 2022
Ahmet Tulgar (26 Nisan 1959 - 26 Ekim 2022)
SATIRBAŞLARI

Aralık ayında kim bilir kaçıncı Springsteen konserine gidiyorsun. Yıllar içinde konser arkadaşlıkları kurdun mu?

Ahmet Tulgar: O tür arkadaşlarım çok. Konser yerine saatler öncesinden giderim genellikle… 2005’teki Berlin konseri girişinde, kitap okurken dalmışım, birisi gelip arkadan gözlerimi tuttu. Bir döndüm, ben bu yüzü tanıyorum! Kadınlar biraz erken yaşlanıyorlar galiba, ben yaşlarda, ama daha yaşlıca görünen bir kadın. Yanında da gencecik, su damlası gibi bir kız. “Bak Ahmet, sana kimi tanıştıracağım” dedi. Ses tonundan çıkardım, “Elisabeth sen misin?” dedim. “Evet, bu da benim kızım” dedi. İlk gittiğim Bruce Springsteen konserinde, 1979’da tanıştığım İngiliz işçi bir kadın. Hafta sonları pub’larda yıllardır Bruce Springsteen şarkıları çalarak para kazanıyor. O gün de çalıp söyledi. Konser öncesi zaten bir sürü insan gitarını getirmiş oluyor ve mütemadiyen Bruce Springsteen şarkıları çalınıp söyleniyor.

Bir gazeteci olarak Bruce Springsteen’le söyleşi yapmak ister misin?

Hayır, istemiyorum. Bir kere rüyamda gördüm, Bursa’da konser verecekmiş. Konsere zar zor yetişiyorum. Sonra onu kaldığı otelin lobisinde görüyorum, bana gülümsüyor. (gülüyor)

Röportaj yapmak da istemiyorum, tanışmak da. Ne konuşacağım ki? Zaten şarkılarında ihtiyacım olan her şeyi buluyorum. Obsesif bir fan değilim. Obsesyonu olan insan şöyle düşünürmüş: “Onun da bana ihtiyacı var, ama bunu bilmiyor, beni tanısaydı çok mutlu olurdu. Ben şöyle düşünüyorum: Bir arkadaşın var. Varsın seni tanımasın, sen onu tanıyorsun. Aranızda bir göz aşinalığı olduğunu da hissediyorsun, belki de sana öyle geliyor.

Hiç göz göze geldin mi?

Defalarca. Fan olmanın kötü bir tarafı var. Konseri önden izlediğinde, bütün şarkıları ezbere bilmek zorundasın. Bir şarkıyı söyleyemezsen, “ya farkederse” diye utanıyorsun. (gülüyor) Belki de adamın umurunda değil, ama sen üstüne alınıyorsun. Sanıyorsun ki, seninle çok ilgili. Gerçekten ilgili, ama seninle değil, senin temsil ettiğin şeyle ilgili. Sen bir seyircisin onun için.

Springsteen gerçekten sırdaşım, yoldaşım gibi gelmiştir. Her sabah mutlaka onun şarkılarıyla uyanıyorum. Cezaevi ve askerlik hariç, 1979’dan beri bu böyle.

“Seyirci Bruce Springsteen’in sanatının bir parçasıdır” derler.

Evet, aradaki o mesafeyi nasıl kaldırıyor, bilemiyorum. Hiç oynamıyor. Bruce Springsteen eğitiminden geçtikten sonra sahnede kim oynuyor, kim oynamıyor, anlıyorsun. Patti Smith bile Babylon’da oynuyordu bence, Mick Jagger her zaman oynuyor. Dylan da çok büyük bir ozan, ama onunla aramızda aşılmaz bir mesafe var. Bruce Springsteen bana gerçekten sırdaşım, yoldaşım gibi gelmiştir. Her sabah mutlaka –bugünlerde 7’yi çeyrek geçe– onun şarkılarıyla uyanıyorum. Cezaevi yıllarını ve askerliği hariç tutarsak, 1979’dan beri bu böyle.

Serdar Turgut senin için şöyle yazmıştı: “Bir insan sadece kaba bir taşralı hıyardan ibaret olan Bruce Springsteen’i nasıl olup da bu kadar sever, anlayamıyorum.”

Çoğu insan böyle düşünüyor, ama bilmemekten kaynaklanıyor. Tam tersine, entelektüel bir adam. Ayrıca, “taşralı bir hıyar” olsa ne olur? İnternette, Bruce Springsteen’in hangi romanlardan, hangi edebiyatçılardan etkilendiğini tespit etme yarışması açıldı, dünya çapında katılım oldu. Amerika’da bir üniversitede, Bruce Springsteen ile edebiyat ilişkisi üzerine büyük bir sempozyum düzenlendi… Serdar Turgut New York’u çözdüğünü düşünüyor, kendini New Yorker addediyor. Bruce Springsteen ise New Jersey’li. Bizim Avusturya Lisesi’nden mezun olup Viyana’ya gidenlerde bu duruma sık rastlanır: Diyelim ki karşıdan karşıya geçerken bir araba ters bir hareket yapınca, bizim mezunlar “galiba bir wiener (Viyanalı) değilsiniz” diye bağırırlar. (gülüyor)

Tırnak içinde “taşralı hıyar” olsun olmasın, şarkılanda sıradan insanların hikâyelerini çok iyi anlattığı açık değil mi?

Hiçbir şarkısında derinliksiz bir şey anlattığına denk gelmedim. Anlattığı insanlar her zaman trajedileri olan, hikâyesi olan insanlar. 90’ların ortasından, The Ghost Of Tom Joad albümünden itibaren şarkılarındaki sofistikasyon daha da arttı. Bu ikinci dönemde, kişisel hikâyeler anlatıyormuş gibi yapıp daha toplumsal bir söyleme yöneldi. Hele Devils and Dust’la birlikte Amerikalıdan çok Avrupalı –hatta Türkiyeli– sanatçıları hatırlatıyor bana. Avrupalı edebiyatçıların bir kısmında var olan bir duygudur bu: Senin ülkendir, seversin, ayrılamazsın, ama bir yandan da uzak durmak, terketmek istersin. Kızıl Ordu fraksiyonuyla ilgili bir belgeselde (Deutschland im Herbst, 1978), Wolf Biermann’ın bir şarkısı var: Hem en çok burada kalmak istiyorum, hem en çok buradan gitmek.” Bruce Springsteen’de bu duygu artık daha çok var. Son Magic albümü, bütün müzikal serüveninde siyasi bir kopuşun göstergesi. “Long Walk Home” bir manifesto gibi. Bu şarkıda Amerika’nın artık başka bir ülke olduğunu itiraf ediyor, orada kendini evinde hissetmiyor, “beni bekleme güzelim, eve giden yol uzun” diyor… Rolling Stone’daki son röportajında On tane Bush bile gelse, hâlâ Amerika’da iyi şeyler kalacaktır diyor, ama babasının ona anlattığı Amerika’ya, Ameri­kan imgesinin bir şeyler ifade ettiği döneme geri dönülmeyeceğini biliyor.

Banu Güven geçen ayki Roll’da, Springsteen’i önemsemesine rağmen pek dinleyemediğini, çünkü fazla Amerikalı bulduğunu söylemişti.

Yaşadığı toplumla çok derin bağları olmayan bir sanatçıyla zaten ilgilenemem. Edebiyat ve müzikte anonim bir dil benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Thomas Bernhard ömrü boyunca Avusturya’ya kin kustu, ama günlük hayatında Avusturya milli kıyafetleriyle dolaşır, most dedikleri bozaya benzer içeceği içer, bir Avusturya köylüsü gibi yaşardı. Ben böyle yazarları seviyorum. “Hem yerel hem evrensel olmak” bir klişe gibi düşünülür, ama bu insanlıkça sınanmış bir gerçekliktir, aksi takdirde plastik, suni bir şey çıkar ortaya: Mesela Jean-Michel Jarre, Alan Parsons Project her yerde olabilir!.. Benim için Bruce Springsteen’i dinlemek, Amerika’nın öngördüğü dünyaya, Amerika’nın önerdiği yaşam biçimine tepkiyi ve eleştiriyi güçlendiren bir şey. Bruce Springsteen dinlemeseydim, elbette bir sosyalist olduğum için yine Amerikan emperyalizmine ve kapitalizme karşı olacaktım, ama kapitalizmin insanı nasıl tükettiğini Bruce Springsteen kadar iyi anlatan yok ve tam da bunu anlatması için çok Amerikalı olması lâzım… Banu, eğer onu müzikal olarak fazla Amerikan buluyorsa, zaten rock’n’roll bu! Bence rock’n’roll kültür emperyalizmiyle açıklanacak bir şey de değil. Amerikan toplumunda bu müziği melez kültür yarattı. Bizim ülkemizin de melez kültürü var, ama keşke onun yaşamasına izin verilse.

70’li yıllara dönelim. Müzik dinlemeye nasıl başladın, Springsteen’i nasıl keşfettin?

1974’te, 15 yaşımdayken ilk satın aldığım albüm Sweet’in Sweet Fanny Adams’ıydı. İlk rock müzik kliplerini Türkiye’de yayınlayan kişi Uğur Dündar’dır. İşte Hayatınız diye bir haber programı vardı, ama programın ortasında yurtdışından bir klip –gerçi o zaman klip yok tabii– gösterirdi. Sweet’i ilk orada görmüştüm… Pop dergisi alırdım, ‘77’de Melody Maker almaya başladım. O sıralar punk meselesi yayıldı. Türkiye de politikleşiyordu. Benim ilk Dev-Genç’li oluşum da 1977 yılıdır. Yes’i de çok seviyordum, ama punk beni çok heyecanlandırıyordu: Mao resimleri kullanıyorlar, siyasi söylemleri var… Okul yıllığımda “dünyadaki tüm müzik ve gençlik akımlarını bizim sınıfa getirmiştir” diye yazıyor: “Hippi Ahmet, rocker Ahmet ve nihayet bu sene punk Ahmet. (gülüyor)

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

Television, Clash, Ultravox severdim. O sırada Bruce Springsteen de dinlemeye başlamıştım. Türkiye’de doğru dürüst plak bulunmazdı. Melody Maker’da, Güney Galler’deki bir plak mağazasının ilanını gördük. “Yurtdışına albüm yolluyoruz” diye yazmışlar. O sırada Türk Parasını Koruma Kanunu var. Mesela komşularımız, kemerlerinin içine döviz saklarlardı, sonra kemeri tekrar dikip yurtdışına öyle çıkarlardı… İşin komik tarafı, bu mağaza Türk parası kabul ediyordu, yoksa dövizi nereden bulacağız! Listeyi yapıyorduk, zarfın içine, parayı görünmeyecek şekilde beyaz kâğıda sarıp koyuyorduk, postalıyorduk. O dönemde Avusturya Lisesi öğrencileri arasında Güney Galler’den plak getirtmek bir salgındı. (gülüyor) Okul çok ciddi klasik müzik eğitimi verirdi, Almanca hocamız aynı zamanda müzik profesörüydü ve solcu bir adamdı. Hep şöyle düşünürdüm: “Belli bir yaşa gelince ben de rock’tan vazgeçecek miyim, artık hep klasik müzik mi dinleyeceğim? Bu kadar emek boşa mı gidecek?” ‘78 yazında evde kimse yokken, bir akşam pikaba Born To Run’ı koydum. Plak başlar başlamaz, kaygım dağıldı, “ömrüm boyunca bunu dinleyebilirim” dedim. O yılların siyasi ortamı da beni Bruce Springsteen dinlemekten alıkoyamadı. Devrimci hareket içinde türküleri de çok sevmeye başladım. Ama bir yandan Bruce Springsteen dinliyordum ve hiçbir çelişki sezmiyordum.

Cezaevinde hiç Springsteen dinleyemedin, değil mi? Biz Devrimi Çok Sevmiştik kitabında, ‘68 hareketine ve sonra Kızıl Tugaylar’a katılmış iki İtalyan mahkûm, 1985 yılında, cezaevinde, Springsteen dinlediklerini, ona tutunduklarını anlatıyorlar Daniel Cohn-Bendit’e.

Ben 1987’ye kadar dört sene yattım, o dönem hiç Bruce Springsteen dinleyemedim, ama şarkılarını hep içimden söyledim… Yayın yoluyla komünizm propagandası ve orduya hakaretten ceza almıştım. Üç buçuk yıl Metris’te askeri cezaevinde kaldım, sonra Bolu Gerede cezaevine geçtim. Gerede’de televizyon vardı. Bir gün onu “We Are The World” klibinde gördüm, o ânı hiç unutamıyorum. Tahliye olduğumda annem ve annemin bir arkadaşı geldi beni almaya. Bu anne meselesi Türkiye’de, belki de tüm dünyada sosyalist harekette çok önemlidir. Neyse, eve geldik ve anahtarın olmadığını anladık: Annem heyecandan içeride unutmuş, eve giremiyoruz! Tek derdim eve girip Bruce Springsteen dinlemek! Sonra bekledik, babam geldi, kapıyı açtı, ben babama sarılmayı unuttum, direkt Bruce Springsteen kaseti koydum.

Sokak dergisinin Öne Çıkanlar sayfasında Ahmet Tulgar, sayı 1, 27 Ağustos 1989

Demin türkülerle Springsteen arasında bir çelişki bulmadığını söyledin. Springsteen hâlâ kendi türkülerini yakmaya devam ederken, bizim denizimiz neden kurudu sence?

Şimdi gözümün önüne öldürülmüş bir arkadaşımız geliyor: Bedri Yağan. Hiç unutamam, sazla “Hış hışı hançer boynuma le ley” türküsünü söylerdi, yurdun bahçesinde… Bruce Springsteen’in geçen sene yaptığı We Shall Overcome: The Seeger Sessions albümü, grev yerlerinde, sivil haklar hareketi içinde Pete Seeger’ın söylediği halk türküleri. Bruce Springsteen, Amerika’nın travmatik bir şey yaşadığı ve dünyaya yaşattığı bir dönemde, bu albümü açıklarken “zaman içinde bu türküler uykuya daldılar” diyor, “şimdi, bunları farklı bir dönemde yeniden çaldığında uyanıp yeni bir anlam kazanıyorlar”. Mesela “O Mary Don’t You Weep”te “firavunun ordusu boğuldu” dediği zaman otomatikman aklına Bush geliyor. Top atışıyla iki bacağını kaybetmiş oğluna şarkı söyleyen bir anneyi anlattığı “Mrs McGrath”te, tabii ki Türkiye’deki savaşta hayatını kaybedenler, dağdakiler ve askerler düşüyor aklıma. O da bu şarkıyı söylerken Irak’ta ölen Amerikalı ve Iraklıları kastediyor…

Senin ülkendir, seversin, ama bir yandan da terketmek istersin. Springsteen’de bu duygu artık daha çok var. “Magic” albümü siyasi bir kopuşun göstergesi.

Son 20-25 yılda, sol hareketin yenilgi dönemlerinde, sahiden de türkü denilen şey sadece bir eğlenceliğe döndü. Oysa türküler ve folklor, üretimin ve üretim içindeki hayatın stilize halleri. Kardeş Türküler’in konserinde bir dans grubu çıktı ve bir Roman dansı yaptı. O an alnımın ortasına bir tokat yedim. Birden anladım ki, bana son derece bayağı gelen o hareketler ve o yürüyüş tarzı, Çingenelerin kriminalize edilerek polis tarafından toplanıp karakola ya da cezaevine götürülmelerinden ileri geliyor.

Bir taraftan halk türküleri hepten unutuldu veya farklı biçimde tüketilmeye başlandı. Ama diğer taraftan esas sorun, bugünkü hayatı kavrayacak, toplumsal dertleri olan yeni türkülerin, yeni şarkıların yokluğu. Ahmet Kaya, Türkiye’de bunu yapıp kitleselleşebilen son kişiydi. Sence Bruce Springsteen’le benzer tarafları yok mu?

Ahmet Kaya’nın Bruce Springsteen’e en çok benzeyen tarafı, bir atmosfer oluşturan hikâyeler anlatıyor olması. Suç atmosferinde de benzerlik var. Ahmet Kaya’nın aşk şarkıları şöyledir: İki sevgili sevişir, ama evi her an polis basabilir, erkeği ya da kadını diğerinden koparıp götürebilir. Bruce Springsteen şarkılarında da hayata sürekli suçun gölgesi düşer… Ahmet Kaya kitleselleşti, çünkü 12 Eylül karanlığı sadece solun üzerine çökmekle kalmadı, herkesi kapladı, parklarda el ele tutuşan insanları da topluyorlardı. Politikayla direkt ilgilenmeyen insanlar sandılar ki, bu karanlık yanlarından akıp geçecek. Ama aslında bu ruh durumu bütün toplumu etkiliyordu. Ahmet Kaya tam o döneme çok denk düştü. Normalde sol içinde kapalı devre kalması gerekirken, herkes sevdi Ahmet Kaya’yı.

Ahmet Tulgar ve pandemi döneminde yolunun birleştiği dostu Yoldaş

Annelerin sol hareketteki yerinden bahsetmiştin. Hemen Ahmet Kaya geliyor akla: “Metris’in önü kahveler, kahvede can annem bekler

1986 yılıydı, cezaevinde ilk defa anneler gününde açık görüş yapılacaktı. Önce bizi avluya aldılar, tek tek, ayrı ayrı masalara oturttular. Hepimiz bekliyoruz. Birazdan kapı açıldı ve annelerimiz girmeye başladı. Üç basamaklık bir merdivenden inerek yanımıza gelecekler. Hepsinin yüzü sapsarı ve merdiveni inen küt diye düşüp bayılıyor. Benimki biraz sağlam bir kadındır, bayılmadı, yanıma geldi. Şunu çok net hatırlıyorum: O kadar küçüktü ki. Annem normal boyda bir kadındır. Ama o kapıdan giren bütün anneler küçücük, şu kadarcık gibi geliyordu bana. O güne kadar bizim gördüğümüz şiddeti, baskıyı düşünüyorsun. Ve o kadın sana sarıldığı anda, bir daha hiç kötü bir şey başına gelemezmiş gibi hissediyorsun. Bu küçücük kadın öyle bir zırha dönüşüyor ki, yedi düvel gelse bana bir şey yapamaz diyorsun.

Türkiye’de müzik dışarıdan seyredilecek bir şey gibi algılanıyor. Halbuki Springsteen müziği seyirlik değil, emek isteyen, içine girmen gereken mekânsal bir şey.

Sonra konuşurken bileğinde bir mühür farkettim. Benimki böyle şeyleri anlatır, ama annelerin çoğu çocuklarına anlatmamış. O yaşlı kadınları kadın polisler çırılçıplak soymuşlar, kontrol etmişler, kontrol edilenlerin bileklerine mühür basıp içeri almışlar. Kadınlar o yüzden düşüp bayılıyormuş… Arjantin’de, Şili’de, bizde meydanlarda kayıp çocuklarının hesabını soranlar işte bu kadınlar…

Evet, Ahmet Kaya’da da anne imgesi çok güçlüdür. Bruce Springsteen’de de öyle. Şarkılarda hep annelerinden, evlerinden uzak düşen, geriye dönüşsüz bir yolculuğa çıkan insanlar var. Dışarıdaysa kapitalizmin acımasızlığı… Bruce Springsteen bunu çok iyi anlatır. Ahmet Kaya’da ise ciddi bir kapitalizm eleştirisi yoktur bence. Daha geçen gün “The Hitter”ın (“Devils and Dust” albümünden) sözlerini yeniden okudum. Şarkıda diyor ki: Anne kapıyı aç, zinciri çöz, yağmura yakalandım, senden hiçbir şey istemeyeceğim, bana bir şey söylemek zorunda değilsin, sadece bir gece kalıp yoluma gideceğim… Sen beni Southern Queen’de bıraktığında daha çocuk yaştaydım, arkamdan bir polis kovalıyordu, New Orleans’a kaçtım, tersanelerde çalıştım ve kazandığım para gösterdi ki, suç benim evim, kan benim mesleğim…”

Amerika’daki protestle bizdeki farklı. Amerika’daki hep kendi içine kıvrılan, kendi içine tekrar dönen bir şey. Muhalif biri pencerenin dışından ateş etmiyor, içeride kalıp içeridekilerin silahlarıyla cevap veriyor. Bizde protest müzik, toplumdan kopmayı gerektirir. Avrupa toplumları da bir bakıma böyle kurulmuştur. Amerikan toplumu ise, şiddetini tüm dünya üzerinde çok uzun zamandır kullanan bir ülke olmasına rağmen, bir yandan hâlâ ideolojik etkisi olan birtakım idealler üzerine kurulmuş. Akıllı biri o ideallere atıfta bulunarak “hani, ideallerimize ne oldu?” diyebiliyor, Bruce Springsteen de “bu savaş Amerikan idealleriyle çelişir” diyor. Belki o da biliyor bunun gerçek olmadığını. Ama bu idealler üzerinden çok daha rahat ulaşıyor büyük kalabalıklara. Bruce Springsteen bütün sanatını Amerikan rüyasının gerçekdışılığı üzerine kurmuş bir ozan. Bizde ise her zaman protest tavır marjinal kalıyor. Çünkü insanları çağırabileceğimiz birtakım idealler, birtakım felsefeler üzerine kurulmuş değil toplumumuz. Türkiye Cumhuriyeti neyin üzerine kurulmuş? Kurulurken özgürlük mü vaat etmiş? Ne vaat etmiş? “Batı refahına ulaşacağız” gibi saçmasapan bir şey!

Bruce Springsteen’in Türkiye’de fazla ilgi görmemesini neye bağlıyorsun? Bir gün İKSV Genel Müdürü Görgün Taner şakayla karışık şöyle bir laf etti: “Biz Bruce Springsteen konseri yapmaya kalksak, en fazla beş bin kişi gelir. Halbuki Bruce Springsteen konserine kırk binden az kişinin geldiği ülkeyi Birleşmiş Milletler’den atarlar!”

(gülüyor) 80’lerde yayılan, biçimin içeriğin önüne geçmesi olgusunu Türkiye çok daha uzun yaşadı. Bruce Springsteen bizimkilere şatafatlı, renkli gelmiyordur… Türkiye’de müzik dışarıdan bir yerden seyredilecek bir şey gibi algılanıyor. Halbuki Bruce Springsteen müziği, içine girmen gereken mekânsal bir şey. Seyirlik değil, emek isteyen bir müzik. O hikâyedeki insanlarla, o hikâyelere eşlik eden müzikle sıkı bağlar kurman gerekir. Sahnede onun yaptığı ağır işçiliğe benzer bir ağır işçiliği dinleyiciden de bekliyor. Müziği karmaşık olmasa da, yarattığı dünyayı, kurduğu sistemi taşıyabilmek çok kolay değil. Türkiye’de çoğu insanın hayatına tekabül etmiyor. Buradaki insanlar ülkelerine onun gibi bakmaz. Nişantaşı kafelerindekiler de, Gazi Mahallesindekiler de aslında bu ülkeye kalmak için geldiği bir yer gibi bakmıyor. Yararlanılması gereken bir yer olarak bakıyor. Avrupa’ya giden orta sınıflarda da, zenginlerde de, işçilerde de aynı şeyi görüyorum: Akıncılık, talan etme isteği… Özellikle İspanya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerde Bruce Springsteen’in çok sevilmesini, o ülkelerin ortak belleğinde, Bruce Springsteen’in anlattığı imgeselliğe doğru gitmenin izlerinin, etkisinin ve tortusunun varlığına bağlıyorum. Kendi ülkesini sevmeyen ve kendi ülkesiyle acılı bir aşk ilişkisi içinde olmayan insanlar kolay kolay Bruce Springsteen’le ilişki kuramaz bence.

Roll, sayı 124, Aralık 2007

BRUCE SPRINGSTEEN KONSERLERİ

Bir bahtiyarlık hali

Ahmet Tulgar bir “traveling fan”, bir Bruce Springsteen gezgin hayranıydı. Ricamızı kırmamış, avarelik hatıralarını Roll’a anlatmıştı…

Yine bir yola çıkış zamanım olduğunu öğrendiğimde şubattı. Working On A Dream yayınlanalı birkaç gün olmuş ve hemen ardından internet sitelerinde Bruce’un yeni bir turne hazırlığı içinde olduğuna dair hummalı spekülasyonlara girişilmişti. Dedikodular, tahminler gırla gidiyordu. Birkaç gün sonra resmi duyuru yapıldı. Tatlı huzursuzluğum başlamıştı yine işte. Ve 2 Temmuz’a kadar sürecekti. Bu tarih, benim bu yeni turneye bir yerinden yetişeceğim Münih konserinin tarihiydi. İlk sesleri tınlayana kadar bana huzur vermeyecek bir hedef yani.

Konser başladı ve izlediğim en iyi Bruce Springsteen konserlerinden biri oldu. Ben size o konseri anlatacağım burada, ama bütün heyecanıyla bir “traveling fan”in, bir “Bruce tramp”in o gün orada, Münih Olimpiyat Stadyumu’nun önünde gün boyu neler yaşadığıyla beraber. Belki de daha fazla bu ikincisi. Çünkü rock’n’roll biraz da bu avarelik, bu kararlı avareliktir. Arkadaşım Ahmet Ilgaz, elinde kamera, İstanbul’da evden çıktığımdan beri beni çekiyordu. Bir belgesel projesi bu. Belki de montaj masasına hiç yatmayacak. Bir “traveling fan”in hal-i pür melâli. Ama ben de, o da projeyi şimdilik çok ciddiye alıyoruz. Sık sık demeçler veriyorum kameraya.

“Waiting On A Sunny Day”i söylerken benim tarafımdaki podyuma geldiğinde sağ kolunu sıvazlayıp terini sildim. Elim ıslaktı. Bana bakıyor, beni işaret ediyor ve gülümsüyordu.

2 Temmuz günü, sabahın 7’sinde o da otelden çıktı benimle ve stadyuma ulaştık 8 gibi. Bir yerde toplanıyor olmalı bizim gibi erkenciler, “ön sıracılar”. Hızlanıyoruz. Bir an önce adımı yazdırmalıyım listeye. Numaramı ise keçeli kalemle elime.

Oradaydılar. Bizden önce gelenler. Ve liste şu saatte hızla uzuyordu. 158’inci sırayı aldım. Bu sırayla turnikelerden geçeceğiz ya, önemli bu numara. Her saat başı yoklama yapılacak. İsimlerimiz okunacak. Herkes önündekini, ardındakini tanıyacak ki, “kaynak” olmasın. İtalyanlar bu işin erbabıdır, kaynağın tabii, düzenin değil. Düzeni Almanlar ve Amerikalılar sağlıyor. İngilizler de.

Saat 10’da ilk yoklama yapılıyor ve bir Alman çift bu sıralamaya uymayacaklarını söyleyip en önde ayak diriyorlar. Uzun bir tartışma, arkadaşım şiddete dönüşeceğini düşünüyor, kamerayı oraya sabitledi, ama ben biliyorum bir şekilde ikna edileceklerini. Bunun için sabırla ikna turları yapılacağını. Sorunu yayvan İngilizceleriyle İtalyanlar çözüyor. Tehditkâr ve sarkastik ricalarıyla. Alman çift geliş zamanlarıyla uyumlu bir yere çekilince alkış kopuyor.

Bu arada ilk kez Türkiyeli bir “traveling fan”le tanışıyorum. Liste sorumlularıyla tartışıyor. Adının listenin birinci sırasında olması gerektiğini, perşembe günkü konser için cumartesi gelip adının yazılı olduğu kâğıdı giriş kapısına yapıştırdığını iddia ediyor. Kâğıdın oradan sökülmüş olmasına kızıyor. Ülkem insanının prestiji için onu kenara çekiyor ve elinin üzerindeki numarayla da sıkı bir koşuyla sahne önüne konumlanabileceğini söylüyorum.

Öğle vakti sıcak iyice artıyor. Ama konser saati de yaklaştığı için, ağaçların gölgesine sığınmış olanlar da turnikelerin önündeki korunaksız alana geliyor. Dip dibe çöküyoruz yere. Burada övüneyim bir! Almanca ve İngilizce bildiğimi anlayan İtalyan ve İspanyollar, yapılan anonsların tercümesini istiyor benden. Ahmet Ilgaz da şaka yollu beni kutluyor Türkiye’yi iyi temsil ettiğim için.

Aralık 2007 tarihli Roll dergisine verdiğim röportajda bahsettiğim ve konser girişlerinden senelerdir tanıdığım İngiliz ana-kız Elizabeth ve Claire Hartley’le karşılaşıyorum. Sarılıyoruz, konuşuyoruz. Son rastlaştığımız konserden bu yana olanları anlatıyoruz.

Bu sırada sık sık tartışmalar çıkıyor. Kaynakçı İtalyanlar püskürtülüyor. Bir Fransız televizyon ekibi gelmiş, Carhaix konseri öncesi, izlenim topluyor. Türkiye’den geldiğimi duyunca benimle uzun bir röportaj yapıyorlar. Kameraların ilgisi en fazla bana!

Böyle böyle akşamı ettik. Stadyum güvenlik şefi bir kuleden megafonla seslenerek girişin saat 18:30’da olacağını ve ilk olarak kaç kapıyı ve hangilerini açacaklarını duyuruyor. Herkes ayağa kalkıyor ve turnikelerin önüne diziliyor. Bir saate yakın ayakta bekleyeceğiz. Çünkü daha önce olduğu vakidir, bazen duyurulan zamandan önce de açılabiliyor kapılar ve o zaman düzeni korumak zorlaşıyor, arbede çıkıyor. Düzen de bir yere kadar bu hayranlık denilen müessesede.

Sık sık güvenlikçilere hangi yöne doğru koşmamız gerektiğini soruyoruz. Tarif ediyorlar. Önce sola doğru, sonra aşağı.

Berlin Olimpiyat Stadı’nın tribünleri çok dik. Koşarken güvenlik görevlileri önümüze çıkıp bizi yavaşlatmaya çalışıyorlar. Bir yerimizi kırmayalım diye. Ama gözümüz dönmüş. Koştum cesurca ve en ön sırada kendime bir yer açtım, kız arkadaşı için yer tutmaya çalışan bir Norveçliye “bunu yapamazsın, bunu yapamazsın” diye haykırarak. Adam resmen korktu ve çekildi. Çok mutluyum.

2 Temmuz, E Street Band’in piyanisti Roy Bittan’ın doğum günüydü. Bazıları ellerinde Bittan’ın doğumgününü kutlayan pankartlarla gelmiş. Öne iletiyorlar. Onları asıyoruz önümüzdeki bariyere.

Bu turnede üç uygulama dikkat çekiyordu. Bir kere Bruce seyircilere çok yakın oluyordu, her zamankinden daha yakın, sahne öyle kuruluyor, seyircinin arasına giren podyumlar inşa ediliyordu. Sonra, normalde “setlist”in çok belirli olduğu konserlerinin aksine, bu kez Bruce istek şarkılar söylüyor, seyircilerin şarkı adlarını yazıp ellerinde tuttukları “banner” denilen kâğıtlara bakarak repertuarı belirliyordu. Bir de konserin başında o ülkenin bir halk şarkısı çalınıyordu. Münih konseri “Muss i denn zum Staedele hinaus” isimli bir Bavyera halk şarkısının Nils Lofgren tarafından akordeonla çalınan girişiyle başladı. Ve ardından stadı inleten, zıplatan “Badlands” patladı. Bruce daha konserin başında podyumlara koştu, bizlerle el sıkıştı. Ve “Waiting On A Sunny Day”i söylerken benim tarafımdaki podyuma geldiğinde sağ kolunu sıvazlayıp terini sildim. Elim ıslaktı. Bana bakıyor, beni işaret ediyor ve gülümsüyordu.

Bir seyircinin elindeki mukavvayı aldı sonra. Roy Orbison’ın “Pretty Woman” şarkısını istiyorlardı Bruce’tan, diğer Roy’a doğumgünü hediyesi olarak verilmek üzere. Alıyor Roy hediyesini. Şişme oyuncak bir pasta getirmiş bir başka grup seyirci. Bruce habire bir şeyler taşıyor sahneye seyircilerden. Bir ara bütün istek şarkı banner’larını topluyor ve iskambil kâğıdı gibi çekerek iyice şansa bırakıyor konserin gidişatını.

60 yaşında ve üç saate yakın hiç durmadan konser veriyor. Verebileceği her şeyi veriyor.
50 yaşındayım ve ben de hâlâ bir seyirci olarak ona bir şeyler veriyorum. Ki bahtiyar o orada.

Bahtiyarım ben orada.

Münih Olimpiyat Stadyumu’nda. 2 Temmuz 2009’da.

Roll, sayı 143, Ağustos 2009

^