ŞULE GÜRBÜZ’LE A’DAN Z’YE –IV

Söyleşi: Yücel Göktürk, Tülin Er, Serkan Seymen
17 Temmuz 2022
Arthur Dove
SATIRBAŞLARI

1. bölüm: Peter Gabriel’in feryadı, Nahid Sırrı’nın neyi
2. bölüm: Karıncanın elini sıkmak
3. bölüm: El veled-i sırrı ebih

RECEP GÜRGEN

“Zamanın Farkında”yı ustanıza, Recep Gürgen’e ithaf etmişsiniz. Recep Gürgen nasıl biri, onun çıraklığına nasıl talip oldunuz?

Şule Gürbüz: Abdülhamid saraya saat ustası olarak Almanya’dan Johann Meyer’i getirtmiş. Onun oğlu yine bir saat ustası olan Emil Meyer, onun oğlu yine kıymetli usta Wolfgang Meyer’dir. Recep Gürgen, oğlu olmayan bu son kuşak Meyer’in yetiştirdiği tek mekanik saat ustasıdır. Aynı zamanda bir geleneğin, gerçek saat ustalığı ve saray saatçiliğinin de son halkası. Ustam her şeyden evvel çok mahir bir saat ustası, ama bana en önemli gelen yanı halinin adamı olması, sahiden o olması. Hani insanlar belli bir noktaya kadar sözde kendileridirler, bu nokta hamlık derecesine göre kısalır. Recep Usta’da böyle bir süre yok, ne ve ne olursa olsun o, hep o. Hiçbir üzüntü, kayıp, haksızlığa uğrama onu değiştirmiyor, kuyruğuna basılınca feryad etmiyor, çünkü kuyruğu yok. Hali ile, zor şartları ile, ağır ve karşılıksız işi ile tam bir uyum ve kabulleniş içinde.

Vicdan öyle bir şey ki zaten, galiba sadece haksızlığa uğradığınızda rahat. Aksi takdirde, hep “acaba hak etmeden aldığım bir şeyler var mı, yok mu?” diye düşünür ve bazı haksızlık paylarınızı hemen bulursunuz.

Ben ne çocukluğumda ne daha sonraları ya da öğrenciliğimde bir şey olmayı istedim. Bir şey olmak, özellikle meslek ve çalışma hayatı gönlümü bulandıran, içimi altüst eden bir şeydi. Hep aklımda dağbaşları, mağaralar, izbe, gizli yerler, harabeler, yani insanın olmadığı, benimse eğilip kendimi dinleyebileceğim bir yer imgesi vardı. Bunu hiç olmadık şekilde gösterişli sarayın gizli kapaklı, el ermez göz görmez, kimse bilmez atölyesinde buldum. Recep Bey, iç dünyası gelişkin, buna sebep dışardan ederi pek anlaşılmayan bir insan. Şundan artık iyice eminim ki, insanda iyiyi sezecek, görünce tanıyacak, hakkını verecek göz yoktur. İyinin çizimine, karikatürüne, hikâyesine bayılır, aslına değil. Aslı da dikenli ve serttir zaten, her gerçek gibi yumuşak ve sizi halinizle kabul edecek şekilde değildir. Onun karşısında sizin de gerçek olmanız gerekir, bu zaten galiba her şeyi kopartıyor ya da daha başlatmıyor bile.

Pek taşınacak, havalı ve sanatlı bulunacak, sütü sağılacak, kâr ve kisvesi elde edilecek şey olmadığından iyiyi kabul, çileyi kabul mânâsına da gelebilir. İyi, çünkü, alan değil, verendir, yapandır, hem anlayıp anladığından bile sezdirmeyendir. Vicdan öyle bir şey ki zaten, galiba sadece haksızlığa uğradığınızda rahat. Aksi takdirde, hep “acaba hak etmeden aldığım bir şeyler var mı, yok mu?” diye düşünür ve bazı haksızlık paylarınızı hemen bulursunuz.

Ustamın hayata kendi haklılık paylarını hep izale ederek bakıyor, onları yok sayıyor oluşu, bana o en büyük çekişme ve dünya ve diğerleri ile didinmeden azade büyülü bir ülke gibi geldi. Beni bu mesleğe de, çok çalışıp eli boş olmanın güzelliğine de, müstagni olmanın eşsiz lezzetine alıştırdı. Gerçek çaba ve terin ne olduğunu iyiden iyiye anlamaya da ısındırdı. Başka şey beğenmez, hiçbir şeyi kâfi derece temiz ve hak edilmiş görmez oldum. Hak edilen bir lokmadan fazlası asla ve kat’a değil, ikincisiz olmak bana da tarifsiz güzel ve tevhidin aslı gibi geldi. Ustamla ve bu işle olmak, onunla yetişmek, bana ruhsal açıdan çok şey kattı bile diyemem, ustam beni adeta büyüttü, onda tebliği değil ama, temsili gördüm. Tebliğ gözümden düştü. Bunları hayal edemezdim, bir şeyin aslını görmenin yüksekliği hayalle ya da okumayla tefrik edilebilir bir şey değil. Beraber geçen ustalık-çıraklık ve kalfalık zamanımızda o da bana aşina oldu. Hem bu işi öğrenmek, onun zırhına bürünmek, hem yalnız kalıp okuyup yazmak, aslında sadece ne isem olmak, önce kendi kitabımı okuyabilir olmak, kendi sırrımı kendime açmak isteğimi hemen hemen baştan beri bir o bildiği için Zamanın Farkında’yı ustama hediye ettim. Topkapı’da ve Dolmabahçe’de atölyelerimizde çalıştığımız uzun yıllarda ve bana bu ruh sükûnunu büyük oranda ustam ve işimiz vematölyelerimiz sağladığı için kitabı da bu geçirdiğimiz bu zamana, çağa ve ona bir hatıra olsun diye kendisine ithaf ettim.

Kaç yıldır berabersiniz?

On beş. İlk yedi-sekiz sene çok hummalıydı, şimdi biraz daha sükûn ve bir düzen buldu. Büyük işleri kolayladık çoğunlukla, biraz da ben alıştım.

Recep Gürgen

Recep Bey’in çıraklığına talip olmanız nasıl oldu?

Burada, Dolmabahçe’de, araştırmacı olarak işe başladım. Emekliliği yaklaşan bir hanım vardı saat bölümünde. O beni yardımcı olarak yanına almayı istedi. Onunla, daha dün bir bugün iki, saatleri gezerken çalışma şartlarının ve bir aradalığın bana hiç uygun olmadığını sezdim, çok rahatsız oldum. Bir delik arıyordum başımı sokacak, her ne olursa. Saatlerin hep bozuk olduğunu görüp “saatlere bakan, eden yok mu, bunları bir elden geçirmek lâzım değil mi” deyince, “eskiden Meyer ve kalfası Recep Bey zaman zaman gelirlerdi, Meyer vefat etti, Recep Bey de artık gelmiyor” dediler. Saniyeden kısa sürede kendime bir imdat gördüm. “Keşke gelse, ben de çıraklık etsem” diye iki köyü bir eşeğe bindirdim. Usta çağrıldı, beni yetiştirmesi önerildi. Haftada bir gün onun gelmesine, bir gün onun atölyesine gitmeme, yetişene kadar hafta sonları da ustanın yanında çalışmama karar verildi. Bir gün içinde protokolümüz imzalandı. Yani, burada işe başladıktan 15-20 gün sonra ustama çırak oldum. Başlangıçta bir atölyemiz yoktu, ertesi sene oldu. Saray içinde bir odaya saatleri alıyorduk, söküyorduk, ustam ilk Fransız saatlerini söküp el aletlerini kullanmayı öğretti, mekanik saatin çalışma prensiplerini, dişli sistemini anlatıyordu. Ama asıl hemen her şeyi onun atölyesinde öğrendim. İlk dört senemiz böyle geçti.

Saatlere özel bir ilginiz, merakınız var mıydı?

Yoktu. Mekanik objelere ya da radyolara, gramofonlara, tabii ki eski saatlere –saat olduğu için değil, antika obje olduğu için–, çini sobalara, piyanolara, orglara, harmoniumlara genel bir merakım vardır, ama saate özel bir ilgim yoktu. Ömrümde elime tornavida almış değildim.

Zaman üzerinde düşündüğünüz, kafa yorduğunuz bir konu muydu?

Kafa dediğimiz zihin yorulmamak için, sıkıntıya gelmemek için, sıradanlaşmakla yumuşamak için elinden geleni yapar. İnsanın ona söz geçirebilmesi pek olurlardan değildir. Kafa zamanla dolar, tasnife, düşünebilmeye, anlamaya, ayırt etmeye başlar, zihin çektiği acıyı vücudun ve anlayışın ihtiyaç duyan bölümlerine pay eder. Zamana dair düşünmek fizik, metafizik, teolojik ve felsefik ciddi donanım istiyor. Bunların neticesinde bile filozofların, fizikçi ve teologların söyledikleri, kısa, kopuk ve insanı asla yatıştırmayan kırık döküklüklerden ibaret. Çok genç değilseniz ve hikmetli hükema sözleri ya da aforizmalardan utanıyorsanız işiniz zor. Zira öbürününki de iş değil, işportacılık, ucuz ve zaten bilineni avaz avaz bağırarak satmak. İş sezgiye ve anlık ruhsal tecrübelere, biraz da bu husustaki iyi niyetin ve fazlasına talip olmayan edebin neticesindeki nasibe kalmış. Bilen anlatmaz, bulan söylemez.

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

SAAT

Mekanik saatin tarihsel seyri nasıl?

Topkapı’da, 1600’lerden itibaren mekanik saat ustası hep var. Mekanik saat hassas ve üzerinde uğraşan bir ele hep ihtiyaç duyan bir obje olduğundan, eskiden bizde de, Avrupa’da da bir saat alan, ustasını da alırmış. Tabii evlerden bahsetmiyorum. Mekanik saatin Avrupa’da da ilk kullanımı 1300’lerin sonunda –çok büyük cephe ve meydan saatleri. Mekaniğe girecek miyiz eni konu?

Girelim.

Bir saatin doğru çalışması, sürtünmenin azalmasına bağlı. Saatin doğru çalışmasını da sarkaç belirler. İlk dönemde hem madenlerin işlenmesi, homojen hale getirilmesi, hem dişlilerin, fenerlerin yapılması, farklı konstrüksiyonlar, ilk zemberekli saatler, en büyük buluş sarkaç derken mekanik saatin olması ve eminliği uzun zamana yayılmış. Ondaki gelişmeler ve varılan doğruluk diğer tüm gelişmelere de öncülük ve kaynaklık etmiştir, diğer buluşların da mihengidir.

19. yüzyıldaki bir İngiliz ustanın arkasında 300 senelik bir mekanik saat geleneği var. Bizimkilerin hiçbir şeyleri olmadığı için, yaptıkları saat de dünyadaki hiçbir saate benzemiyor. Tamamen kendi hülyasından çıkma, başka bir formda, ama mükemmel. Tabii hepi topu 10-15 saatçi ile 25-30 saat.

Her şey ilk başta çok büyük yapılır, sonradan küçülür, malûm. Saatte de böyle. Çok büyük cephe, katedral saatleri, horoskopik saatler, yani yıldızlarla, burçlarla, hangi saatte neyin yapılmasının, bizde Muhiddin Arabi’de falan da aşina olduğumuz, uğurlu saat, şu saatte dikiş dikilir, bu saatte evlenilir, şu saatte yemek yenir diye, müneccimlikle örtüşen bir tarafı da olan saatler ilk örnekler. Sonra dev otomatlar, maalesef tüm dünyada sağ kalmışına pek az rastlanan o müthiş makineler. Yani, mekanik ruhaniyetten azade değil, hep onun bir parçası olarak var. Zaten hep kilise adamları mekanik saat yapımında öncü. O dönemde ilk yapılanlar çok iri, doğru düzgün çalışmaz, hantal, büyük sorunları olan saatler, ama neticede başlamış bir zanaat. 1400’lerin ortalarından itibaren, özellikle Fransa ve İngiltere’de loncalar oluşuyor, saatin pek çok parçasını üreten iş kolları ve kurumlaşma başlıyor. Lonca dışındaki kişilerin bu işlere girmesine mâni olunuyor. Dolayısıyla, bir saatin, emaye ya da mine kadranını, akrep yelkovanını, sarkacını, boyamasını, tezinatını, dişlilerini, dış kasasını, ahşap hemen her parçasını bir iş kolu oluşup ele alıyor. Pirinç deyince, bakır deyince, tutya deyince, elinize son halini almış ve her tarafı eşit bir parçanın gelebilmesi, bunları yapacak aletlerin gelişmesi, bunlar hep kendi zamanını talep eden gayretler. 1500’lerin ortalarından itibaren ise saatler nispeten küçülmeye, sarkacın bulunmasıyla evlere girmeye başlıyor. Zemberek bulunuyor; o zembereklerin de homojenize edilmesi, haddeden geçirilmesi, çekilmesi, bunlar hep bir zaman alarak ve yüzyıllara yayılarak oluşmuş.

Osmanlı’da durum nasıl?

Fatih dönemindeki minyatürlerde bazı saatler görüyoruz. Bunlar dışarıdan hediye edilen, gönderilen, bir şekilde getirilen saatler. O zaman da saat çok kıymetli, çok az kimsede var. Çok kıymetli objeler olarak görünür portrelerde ve minyatürlerde –atıda da, bizde de. Daha sonrasında, bizim padişahların saate düşkün olduğunu görüyoruz. Kıymetli mekanik saat koleksiyonları var. Topkapı’nın arşivlerine göre, diyelim ki İngiltere’den orglu bir hediye saat gönderildi, ustası da onunla beraber geliyor ve sarayda çalışmaya başlıyor. Tabii bu saatler çok hantal ve o dönemde de kolay bozulan tipte oldukları için durmadan kurulmaları, ayarlanmaları, yağlanmaları, başka pek çok derdiyle uğraşmak gerekiyor. Yabancı saatçiler çok.

Onun öncesinde de Cenevizlilerin Galata’da saat yaptıkları bir kolonileri var. Yaklaşık seksen-yüz sene onlar orada hüküm sürüyor. Jean Jacques Rousseau da Galata’ya gelip saatçilik yapıyor –babası da saatçi. Bunlar Galatakâri, Galata işi denen, belli bir tipte saat yapıyorlar. Sarayda da çalışıyorlar ve böyle bir esnaf tipini de oluşturuyorlar. Hâlâ Galatakâri diye anılan bir saat formu vardır, Ceneviz kolonisinin oluşturduğu bir formdur, dışarıda da öyle anılır. Çok da güzel, şık saatlerdir.

Ahmet Eflaki Dede yapımı Galatakâri saat

Tabii saat yapmak ve saate ihtiyaç duymak, bir üretim toplumu olmakla, zamanla işi olmakla, yani vaktin nakte tahviline ihtiyaç duymakla, yetişecek yeri olmakla ve ne kadar zamanda ne kadar iş yapıldığını sarahatle bilmeye muhtaç olmakla alâkalı. Batıda toplumlar, endüstri toplumları, üretim toplumları olmaya erken başladıkları, bu şekil yol aldıkları için mekanik saat, diğer bütün buluşların da temelini oluşturan bir şey olmuştur. Çünkü mekanik saat üretimin, ne kadar yoğun üretildiğinin ve hassasiyetin bir simgesidir. Bu nedenle de saati hassas ve doğru ölçen bir obje haline getirebilmek için çok uğraştılar. Yani, o dönemin bütün büyük kafaları buna hasretti kendini ve netice de alındı elbette. Dökümcüler, heykeltıraşlar, ressamlar, mine işlemecileri… Türlü zanaatkârlar da saati şahsi bir obje, bir aksesuar haline getirmek için zarfı ile uğraşıp durdu. Konstrüksiyonuyla ilgili, şekillendirilmesiyle ilgili ayrı çalışıldı. Ve saat 18. yüzyıl sonundaki kâmil diyebileceğimiz haline ulaştı. Çok çalışarak oldu bu. Her saat bir öncekinin üstüne bir şey koydu. Her usta, bugün usta diye, mekanikçi olarak adını andığımız kimseler, hep daha doğru ölçüm yapabilmek için bir yenilik ilave ettiler. Aretajlar çıktı, cıvalı sarkaçlar çıktı, salyangoz tertibatları çıktı, farklı sarkaç tipleri, farklı madenleri bir arada kullanarak sarkaçtaki yaz-kış sıcaklık farklarını çözümlemeye yönelik çözümler çıktı. Çıktı da çıktı… Ve bunlar ne kadar çok kullanılırsa, o saat o derece kıymettar oldu. Yani saat, aksesuarın ötesinde, batıda doğru ölçümü yakalamaya ne kadar yaklaştıysa o derece kıymetli oldu.

Batıda saatin 18. yüzyıl sonunda kâmil hale ulaştığını söylediniz…

18. yüzyıl, özellikle sonu artık az çok mekanik saatin alımını aldığı, çok üst perdeden eserlerin oluşturulabildiği vakittir.

Bu kâmil saat Osmanlı’ya ne zaman intikal etti?

19. yüzyıl ortasına sarktı, 19. yüzyıl sonunda artık saatliyiz.

Nasıl bir seyir izledi?

17. yüzyılda, 18. yüzyılda, özellikle İstanbul’a yoğun bir saat akışı var. Pek çok batılı ünlü ustanın Türk pazarı diye tabir ettikleri Osmanlı pazarına yönelik yaptıkları özel saatler var. Göksu Deresi’nin, Haliç’in resmedildiği, belli kişilerin portrelerinin sipariş üzerine yapıldığı, kıymetli taşlarla süslü ya da daha oryantalist süslemelerin olduğu, yıldızlı hilâlli, şarki süslemelerin olduğu saatlerin, eski rakamlarla ve bizde o dönemde ezani saat, alaturka saat de kullanıldığı için, alaturka-alafranga kadranlı, müzikli olanlarının alaturka çaldığı, çeşitli Osmanlı marşlarının çaldığı, kıymetli, çok özenli yapılmış pek çok saat, tabii sadece böyle olanlar değil, başka türlü saat de gülef gülef İstanbul’a 17. yüzyıldan itibaren geliyor. Çok erken bir dönemde sonuç itibariyle. Ama halka inmesi 19. yüzyılı bulur.

Yaygınlaşması nasıl oldu?

Mekanik saat daha ziyade İstanbul’a geliyor, önce evlere, sonra daha küçülüp ceplere giriyor. Bu, zamanı ölçmekten ziyade, o objeye sahip olma hali. Elbette ki vakti de ölçmesi güzel bir şey, ama bizim şehre gelen saatlerdeki amaç, onun daha ziyade bir obje, bir aksesuar olması. Ve nadide bir şey olması elbette. Buraya gelen önemli ustaların yaptığı, kayda değer pek çok saat var. İstanbul’da acentalık açmış pek çok yabancı saat firması var. Sırf burası için saat üreten ayrı firmalar var. Sirkeci’de, Beyoğlu’nda acentaların sattıkları, Osmanlı pazarına yönelik yapılmış saatleri sattıkları pek çok dükkân mevcut.

Şöyle bir şey var: Saat yapabilmek bir üretim işi. Kolektif bir çalışma; bir insanın ne kadar yetenekli olursa olsun, bir saati tek başına imal edebilmesi çok zor. Pek çok parçasının başka iş kolları tarafından üretilmesi gerekiyor. Dolayısıyla, bir ustanın tek başına yapabilmesi çok zor. Bizde bu yabancı saatçiler buraya o kadar çok saat getirip o kadar pahalıya satıyorlar ve bundan öyle kârlar elde ediyorlar ki, sarayla da yakın ilişkide oldukları için Osmanlı’da saat yapılmasın ve saat ustası çıkmasın diye saat tamirine ya da üretimine –zaten aynı aletler kullanılır– el veren ya da bu işe yarayacak aletlerin buraya girmesine neredeyse kota koyuyorlar, yasak getiriyorlar. Ya da herhangi bir saat parçasına o kadar yüksek gümrükler uygulanıyor ki, dışarıdan gelmesi neredeyse imkânsızlaşıyor. Dolayısıyla, dışarıdan gelen saatlere herkes tâbi olmak durumunda kalıyor.

Gelmek istediğim nokta şu: Bizde saraylarda, diyelim ki Topkapı’da, pek çok saat var; o saatlerle ilgilenen, onların bakımını, tamirini yapan bazı Osmanlı ustalar da var. Sayıları bütün imparatorluk boyunca onu, on beşi geçmez. Onların yaptığı, dışarıdaki saatlerin en iyileriyle boy ölçüşebilecek saatler de var. Hem de bunların her şeyini diş tırnak kendileri yapıyorlar, her parçasını kendileri üretiyorlar. Bu ustaların da çoğunluğu Mevlevi. On sene civarında alıyor saati yapabilmeleri. Bir gelenek, bir atölye olur bir işin arkasında, yaptığınız iş onun devamı olur. İngiliz saatlerini tanırsınız, Fransızları tanırsınız, 19. yüzyıldaki bir İngiliz ustanın arkasında 300 senelik bir İngiliz mekanik saat geleneği, saatin formu, konstrüksiyonu var. İyi usta ona belki bir şey ilave edebilir, inceyi daha inceltebilir, ama o çağlar arasında tek ve yalnız yapmaya çalıştığı işle karartılmış, çaresiz ve bir başına değil. Geçmişin kadim ustaları ile bir arada onların çektiği çile şimdi yeninin işini kolaylamada. Bizimkilerin hiçbir şeyleri olmadığı için, yaptıkları saat de dünyadaki başka yapılmış hiçbir saate benzemiyor. Tamamen kendi hülyasından çıkma, başka bir formda, başka bir konstrüksiyonda, ama mükemmel saatler yapabilmişler. Tabii dediğim hepi topu 10-15 saatçi ile 25-30 saat.

Saat ustalarının çoğunluğunun Mevlevi olmasının sebebi ne?

Mevlevihanelerde hücrenişin olabilmek için bir zanaatla ilgilenmek lâzım. Şehirde piyasada yerli saatçi yok, birkaç tanenin hepsi saray saatçisi, dahası muvakkit. Tekkeler, Mevlevihaneler maişet belası olmadan uzun ve çileli işlere talip olunabilecek yerler bir de. Bir ustanın olması da yenilere bu zanaatı öğretmede bir kapıdır, ama dediğim gibi bu üçtür, beştir.

O mükemmel saatleri yapan ustaların adları biliniyor mu?

Şeyh Dede en eskisi. Mustafa Refik, Ahmet Eflâki Dede, Mehmet Şükrü, Mehmet Muhsin, Süleyman Leziz, Osman Nuri, Abdurrahman, Mustafa Aksarayî, Derviş Mustafa, Zihni… 1516 kişi, çok kolay sayması. Demek aslında hiçbir şey değişmiyor. Kendi ustama bakıyorum, o da aynı durumda. Aynı derecede perişan, aynı derecede kendi yaptığıyla ortada ve aynı derecede onlara yakın. Dolayısıyla, aslında onlardan meşaleyi devralmış, ne mutlu! Bir şeyin arkası olabilmek için o çok beğendiğiniz, çok telef olmuş olanlar kadar acı çekmeyi de, mahrumiyeti de göze almanız gerekiyor. Siz rahat bir ömür sürmüşken perişanlık yaşayıp elindekini avucundakini, olmayanı dahi vermiş ve öteki tarafa gitmişin dizinin dibine ne yüzle oturulacak, “ben de sendenim” nasıl denecek? Ustam Rüstem Gürgen de onlar gibi bir adam, her şeyi verip dünyadan alacaklı gidecek olanlardan. Perişanlığa çok hayranım, el uzatmamaya, yapmaya ve dönüp bakmamaya çok hayranım, inşallah ben de perişan olurum, permeperişan olurum ki yaşamış olayım.

Süleyman Leziz yapımı astronomik saat

O Mevlevi ustalar o mucizeyi nasıl gerçekleştirebilmiş, ondan biraz daha bahsetsek…

600 senelik imparatorlukta 10-15 saatçi helâk olurcasına böyle bir şey yapabiliyorlar. Onlar kendilerine ait insanlar. Şimdi biri çıkıp da bunlar Türk saatçileri, Osmanlı ustaları dese ben alınırım, devlet bir insanın sıradanlığı ve olmaması için gereken her şeyi yapıp eğer ki olacak olan da olursa, bu sefer onu sahiplenmede, onu bir süs, bir kurum, bir kültür olarak köşeye koyup övünmede birebirdir. Bunu kendisi için bir itibar ve basamak yapmada ustadır. Buna aslında sağcılık denir. Överken bile öldürür, bir hanımelini bile koklamakla yetinmez, sapından balını da emer…

Olanın kültürle değil, acı ile alâkası vardır, kendi kendine oluşla, doğuşla, karşı çıkışla alâkası vardır. Bu yüzden olmuştur. Bizim eski ustaların hayatlarına, çektiklerine bakıyorum, başlarına gelene, didinmelerine, melûl mahzun yüzlerine bakıyorum, bir de onları kendi yetiştirmiş sulamış gibi, eğilip de ne yaptıklarına bakmış gibi adlarını ananları görüyorum; dünyadan zaten kıl ipe bağlı sıtkım büsbütün sıyrılıyor. Sonuçta, her toplumun dehası vardır, rahat duramayanı, hayatı beğenmeyeni, ondan ve sunduklarından utananı vardır. Neyse ki, böyle bir şey, ince bir damar olarak her zaman vardır. Binlerce arsıza bir saz benizli düşer, binlerce miskine bir hayal içinde yaşayan, binlerce yeri eşeleyen, meyveye daha çiçekken ağzı sulanan, denize baktığında lüferi düşünen, kuzuyu oğlağı kebap sanan, kuşun kanadını, balığın yüzgecini kıskanana karşın kendinden utanan, sağlığından utanan, aldığı havadan utanan vardır. Benim zaten dünyadan anladığım ve bütün o her şeyi, altı milyarı sıyırdığımda elimde ve aklımda kalan hep o soydur. Bu ustalar da onların saatçi olanları.

O ustaların başka bir yerden değil de Mevlevihaneden çıkmasını nasıl yorumlamalı? Çünkü orada yine de ona uygun bir zemin var. Nasıl bir zemin o?

Kendi kendine kalabileceği bir zemin. Hücredesiniz bütün gün, bir şey yapacaksınız. Dediğim gibi, hücrenişin orada bir şey yapmaya mecbur. Musikiye veya başka bir şeye meyli olmayan biri orada saat yapabileceğini düşünüyor ve buna bir yer buluyor. Bir de tabii, para kazanma illetinin olmadığı bir yerde, insan bir sanatla ya da bir zanaatla enikonu uğraşabilir. Dışarıda olsa, on senede bir saat yapan adam nasıl yaşayacak? Üstelik bunu ondan talep eden yok. Ama orada ona uygun bir hal bulabiliyor. Ve onun bu yaptığını yadırgamıyorlar çevresinde; içe dönük bir iş, sessizlik istiyor, sükûnet istiyor. Ve daha hermetik bir yapıyla bir arada olabilme hali. Biraz da ilk söylediğimizdeki gibi talip olma, seçme ve seçtiğine rıza gösterme hali ve bu hale dünyanın karışmaması, karışamaması…

Günümüze gelirsek… Artık elektronik saat var. Elektronik saatin temsiliyeti, algısı, duygusu mekanik saatle kıyaslandığında durum ne?

Elektronik saat Quartz dediğimiz şey, 1980’lerin ortalarında çıktı ve hızla şu anki haline geldi. Sadece bir ölçüm aracı olarak bir temsiliyeti var. Tabii zaman derken, mekanik bir ölçüm derken, zaman kavramı derken, biz bunlarla bir şey demediğimiz zaman bile, aslında bir şey desek özlemiyle diyoruz. İçi boşken bile o tepsinin boşluğundan utanarak diyoruz. Oysa, elektronik saate bakışta sanki o zamanın akışına ya da gidişine hissedilen bir duygulanım dahi yoktur, sadece kör bir bakış, sağır bir duyuş vardır. Elektronik saatle hemhal olanın zamanla hemhal oluşu da başkadır. Hiçbir duygumun olmadığı bir şey hakkında konuşmak insanı sakil bir hale düşürüyor. Mekanik saatle elektronik saat aynı şeyi ölçüyor. Ama bana aynı gelmiyor, değil de.

Bir de saat kuleleri var, onların tarihi seyri nasıl?

Abdülhamid döneminde ilk saat kulesi, alaturka saatten alafranga saate geçişi kolaylaştırmak ve halkın gözünün önünde bir alafranga saat sembolü olsun diye yapılmıştır. İstanbul’daki en eski saat kulesi Tophane’deki Nusretiye saat kulesi; 1840-42 civarı olması gerekir. Tarihe bakacak olursanız çok yeni, ondan evvelinde böyle bir saat kulesi yok. Anadolu’da en eski kule Amasya hatırladığım kadarıyla, 19. yüzyılın ikinci yarısında. Sonrasındakiler zaten hep 1880-90 ya da 20. yüzyıl başı. Kuleler için özellikle Fransız kule saati makineleri kullanılmış. O devir için emin ve iyi çalışan makineler. Hemen pek çok Anadolu şehrine coğrafi yapısına uygun bir kule inşa edilmiş. Çalarlı olanı var, dört cepheli, iki cepheli olanı var. Ağırlık sistemi ile düzgün çalışan makineler, mütevazı mimarili kuleler. Anadolu şehirlerinin genel haline uygundur çoğu, şehri ezmez, fazla yükselip tepeden bakmaz, minareyle atışmaz, mahzun ve burukturlar.

Saat kulelerinin, meydan saatlerinin güvenilir olmamasının sebebi?

Tabii ki vaktinde kurmak lâzım, yağlamak lâzım, ayarını doğru yapmak lâzım. Üstünde bir ele ihtiyaç duyar. Çok rüzgâr olur, sallar akrebi yelkovanı, şaşalar, kuş konar şaşalar, kışın donar, mesela bizimki donuyor, çıkıp kaynar sularla çözüyoruz. Kendi ihtiyaç duyduğu ihtimamı ilgiyi ister, kuleyi yapmak kâfi değil. Dolmabahçe saat kulesi haftada iki gün çıkıp kurmak ister; 286 basamak, in çık, in çık, kuracak, arada yağlayacak, ufak tefek bakımını vaktinde yapacaksınız. Deniz tarafı çok rüzgâr aldığı için hep biraz daha ileri gitmeye meyillidir. Bunlar doğru çalışması istenen bir saatin gerekleri. Bizim ülkede de neticede pek çok şehre bir saat kulesi yapılmış, ama ustası olmamış, kuleler baykuşhaneye dönmüş. İnsanlar da miskin, bugün çıkıp kuracaksınız dediğinizde başlarından kaynar sular dökülüyor, bunu eza cefa görüyor, koca saatin bu kadarı hak ettiğini bile düşünmüyorlar. Anadolu bu konuda daha da çorak tabii ki.

TECRÜBE

Ustalıktan, çıraklıktan konuştuk. Tecrübe aktarımı nasıl bir şeydir? Başlıca şartı dostluk galiba…

Bir bilginin ya da tecrübenin aktarımı için, bazen dostluk gerekli olabildiği gibi, bazen de hiç tanımamak daha işlerlik sağlayabiliyor. Tecrübeler aktarılırken, her insanın kendini müstakil ve tek saymasıyla, elbette öyle de olmasıyla, dinleyen onu salt o insana ait bir şey olarak dinliyor. Kendisine uygun bir kıyafet olarak onu giymiyor. Aktaracağınız bir şey, bundan korunmak, sakınmak, ayağını denk almak anlamında pek de tesir etmiyor. Çünkü dinleyen kendini anlatanın düştüğü tuzaklardan ayrı, daha güçlü, daha mukavemetli, daha şöyle, daha böyle görüyor. Hatta bunları dinlerken, aslında karşısındakinin ne ve ne kadar olduğuna ve onun takındığı tavırlara dair bir bilgi edinmiş oluyor. Bunu belki de o kişinin çolpalığı, beceriksizliği olarak görüyor. Bunun bilgisini edinmek de hoşuna gidiyor. Aktaran hakkında başka türlü elde edemeyeceği bilgileri tüm açıklığıyla elde etmiş oluyor. Bunu aldığında, kendini anlatılanlardan ve bunu anlatan dostundan farklı duyuyor. Duymayı bilmekle karıştırıyor. Tecrübe aktarımı, ötekinin de aynen anlatanın kimliğine, kisvesine, zamanına, imtihanına ve duygulanımlarına bürünmesini talep eder. Yani, gerçek bir muhatap kendisine sarahatle anlatılanı bütün kırık döküklüğüyle de olsa, ağlayarak da olsa dinleyip onu kendine de alandır. Bu aslında biraz da didaktik bir şey.

Dostlukla didaktizm birbiriyle çelişen şeyler değil mi?

Çelişme bir şeye mâni değil, elbet çelişecek, milyonlarca şey havada uçuşuyor, her şey her şeye değer, tesir eder, başka şeyleri de yanına katarak iner. Dostlukta biraz didaktizm vardır. İnsan dostlarını az çok kendine benzeyenlerden seçer ki eğitebilsin, ya da aksi… İnsanın, nereye giderse gitsin, nihayetinde kendine benzeyenlerin yanına gideceği çok önceden söylenmiş. Dostlukta da biraz böyle. Didaktizm, dostlukta parmak sallayarak olmaz, ama yanındakini kendine çekme ve dostun ikametini almak gibi bir şeyi barındırdığı da bir gerçek. Bu bir gerçekse, bir de şöyle bir gerçek yok mu: Birlikte akıl yürütmek. Bir dostunuzla birlikte akıl yürütüyorsunuz ve birlikte bir noktaya, bir ufka gidebiliyorsunuz…

Aklın, düşüncenin yürütülmesi, bir noktaya varılmasına değil, yürümeye ve bakmaya yarar zaten, az biraz gidebilmeye, kişinin neden hep kendi gibi düşündüğünden sıkılıp sıyrılabilmesine de yarar. Genelde, akıl yürütmek, istişare etmek deyince, insanlar herkesin kendi fikrine en sonunda daha da sıkı sıkıya sarıldığı tartışmalar, konuşmalar anlıyor, bu tatsız bir şey. Antik felsefede iki kişinin yan yana gelip de konuşmaları, belli bir yere gelmeleri, değmediklerine değmeleri ve birbirlerini, adımlarını hür bırakmaları, düşünmeye ve sohbete en açık alan herhalde.

Shakespeare’in sevdiğimiz sözüdür: “İki kafa her zaman bir kafadan daha iyidir.” Bizde de “kafa kafaya vermek” diye bir deyiş var.

Evet, deyimler hep var, ama insanın kendi kafasından vazgeçememesi de hep var. Önemli olan öbür ikinci kafayı sırf kendi kafasını desteklesin, goygoy yapsın diye talep etmemek.

Arthur Dove

TESLİMİYET

Zamanın Farkındada, “Hep teslimiyetten bahsediliyor. Teslimiyet teslimiyet…” diye giden bir bölüm var.

“Müzik Hocası”nda.

Evet. Yobazlığın yükselişiyle birlikte teslimiyetten çok bahsedilir oldu. Fakat aynı sıklıkla, hatta daha sık, bir de fetihten bahsediliyor. Geçenlerde Tarihin Arka Oda adlı programın “tarihçi”leri, “bir kâşif milletler vardır, bir de fetihçi milletler vardır” diye övünüyordu, “fetihçiliği” sahiplenerek tabii. Son zamanlarda “Fetihli” filmler, “fetihli” konut projeleri gırla gidiyor. Ve “teslimiyet” ile “fetih” neo-Osmanlı söylemi içinde el ele yürüyor.

Bu son on – on beş, belki yirmi yılın atılmış tohumu. Bu neo-Osmanlı işini fazla anlayamıyorum, ama zaten anlamaya çalışmak da zaid. Bu da bir payandadır, yönetimlerin bunu tutunacak ve dayanacak bir mesnet olarak görmesi ve bunu da kültürel olarak koltuk altlarına almak istemeleridir. Bahsettiğiniz tarihçiler de buradaki iş ve kolay kâr payını görüp tezgâhı serenlerdir. Kimin ne talep ettiği, eti budu, anlayış derecesi, kiminle iş göreceği tez vakit anlaşılınca ona göre iş ve ilim kolları da ânında oluşur. Uyanık önden, seme arkadan, en safderun daha geriden kervana katılır, devir ahlâksızı olmada yarışırlar. Şimdiki hal de bu. Yakasız mintanı giyen, “estağfurullah, min gayri haddin, ecdad…” diyen aç susuz kalmıyor. İster masal anlat, ister şimdi uydur. Eskiden kendinden biraz sıkıntı duyan bir ulusun şimdi de tuhaf bir memnuniyet ve özgüven duymasını sağlama çabalarına katkıda bulun. Kime etki ediyor, var mı böyle bir şey, bilemiyorum.

Var ki, öyle bir program ve o programda sabahlara kadar bu masalı anlatanları dinleyenler var. Hem teslimiyetin hem fetihin iftihar sözcükleri olarak kullanılması toplumsal hissiyata, şu ya da bu ölçüde, tercüman oluyor herhalde. Peki, neyin fethi, kime teslimiyet? Biraz bunu konuşalım.

Teslimiyet Allah’a teslim olmaktır aslen. Ama şimdiki, otoriteye teslimiyet. Ama bu otoritenin meşruiyet kaynakları artık sözde ilâhi olduğu için, teslimiyet o otoriteye teslim olmak gibi oldu. Bu ima ediliyor ama, aynı zamanda, dünyevi referanslara da başvuruluyor. Mesela milli irade; dolayısıyla, milli iradeye teslim olmak gerekiyor. Aksi, hem anti-demokratik oluyor hem zındıklık. Duble yani… Teslimiyet, aslında Müslümanlıktaki önemli ve içi en dolu kavramlardan biridir, yapılabilse. Tevazu içerir, halinden şikâyet etmemeyi ve başkası ile kendi arasındaki gerçek sınırı bilmeyi önerir, kanaatkâr olmayı içerir, adaleti ve bulunduğu yerde olmayı… Kierkegaard’ın Korku ve Titreme’deki Hz. İbrahim portresinde çizdiği gibi. Bir yemeği hayal eder, ama onu bulamasa da bulduğu yemeği onu bulmuşçasına yer. Her şey için elinden geleni yapar, ama aynı neşeyi, aynı coşkuyu her şartta taşır, yanından ayırmaz, aynı gayreti devam ettirir.

Şimdiki fetih, geri kalınan ve mahrumiyeti çekilen dünya nimetlerinin fethi, herkesin bildiği gibi. Halbuki buna elini sürmeyenler –belki süremeyenler– yüzünden bir vakit bir umut vardı, müstagni ve senin çırpındığına yüz vermeyen, gayretini ona sarf etmeyen bir insan hülyası vardı. Şimdi bu yıkıldı. Kendinin olduğunu düşündüğünü başka ellere geçmişten alma gayreti fetih oldu, bin kere kullanılmış, her arsız iştihanın bin kere kirlettiği şeye fetih denir oldu. Yenen yeni değil, kemirilen artık bunun farkında bile değil, bir dişleyen bu zamanı ve iştahı yeni ve kendine ait sanıyor, toprağın, şehrin ve ülkenin hep arsızların ağız suyu ile sulandığını, bu bereketsizliğin ve soyu kesikliğin bundan olduğunu bilmiyor.

ÜZÜLEREK ÖĞRENMEK

“Müzik Hocası”nda şu iki cümlenin de altını çizdik: “Bazı şeyler düşünerek değil, üzülerek öğreniliyor. Kişiyi kişi yapan bilgi de ancak böyle elde ediliyor.”

Bunlar birer önerme. Espri ruhtur. Kelime anlamıyla da, kendi de. Hakikat de aslında candır ve çok yıkamaya, çitilemeye, ovalamaya gelmez. Espriyi açıklamaya çalışıyor gibi, hakikat hakkında, pek çok şeyden sonra ortaya çıkan önerme hakkında konuşunca, onu genişletip başkalaştırıyoruz. Üzerinde konuşulamayacak kadar net olduğunu düşündüğüm şeyleri daha ziyade önermeler halinde yazdım. Yani kendi üzülerek öğrendiklerimi. Tabii ki konuşulamaz anlamına gelmiyor, ama bunlar çilek gibi düşünceler, çok yıkamaya, ovalamaya gelmiyor. Hafifçe, ilave isteyen pudra şekerini kendisi eksin…

Teslimiyet Allah’a teslim olmaktır aslen. Ama şimdiki, otoriteye teslimiyet. Bu otoritenin meşruiyet kaynakları sözde ilâhi olduğu için, teslimiyet o otoriteye teslim olmak. Bu ima ediliyor, ama dünyevi referanslara da başvuruluyor. Mesela milli irade; dolayısıyla, milli iradeye teslim olmak gerekiyor. Aksi hem antidemokratik oluyor hem zındıklık. Duble yani…

Çeşitli bilgi türleri üzerine konuşmuştuk. Elbette olgunlaşmayla ilgili bilgiler genellikle insanın nasıl, ne şekilde, nelerden sonra elde ettiğini bilemediği, ama bir müddet sonra kendini başkalaşmış bulduğu bir bilgi türüdür. Okulda değil, okuyarak değil, şu değil, bu değil… Yani, bazen azar işiterek, bazen aşağılanarak, bazen çok geride kalarak, bazen umursanmayarak, bazen çok uzun müddet yalnız kalarak, bazen kendi ıssızlığına çekilerek, diğer insanlarla ilişkiye girildiğinde boyunun ölçüsünü alarak insanın öğrendiği pek çok bilgi var. Ama bunlar okunup yazılıp bir başkasına sunulması kolay şeyler değil. Bunlardan alacağını alıp, kendine başka bir şekil verip tatlılaşabilen insanlara, bu bilgiden faydalanabilmiş, bir haddeden geçebilmiş diyebiliriz. Benzer acılar başka başka insanların başına geliyor, bir insan onlardan sağ salim ve büyüyerek, anlar bir insan olarak çıkabiliyor, o acıların onda bir etkisinin olduğunu anlıyorsunuz bu suretle. Olgunluk deveci armuduna has bir özellik değildir. İnsan da ancak kendi sapında bir olgunluğun peşine düşebilmek mecburiyetinde. Başka türlü elimizdeki zamanın bir anlamı yok, bunun olması gerekiyor. Ama başka bir insana bakıyorsunuz: Benzer şeyler ya da daha beter şeyler onun da başından geçmiş. Ama o, daha da sertleşerek, daha da katılaşarak, başkalaşmayarak yoluna devam ediyor. Üzülerek öğrenilmiş bilgiler var. Bence en sahih bilgi türü budur, çünkü insan bunu kendi kaderinden öğrenir. “İnsan kendi kendinin hayal kırıklığıdır” diye de bir önerme vardı kitapta. Hani bu kırıklıklarıyla, insanın kendine ait eşiğinin sürekli düşmesiyle, kendi kendini sürekli hayal kırıklığına uğratmasıyla, kendi çapına bakıp da onun darlığıyla, çok az şeyi kavrayabildiğinin farkına varabilmesiyle, bundan duyduğu endişeyle…

Bütün bunları yan yana getirdiğinizde, bunu size kolay kolay başkası söylemez. Ama insan kendine baka baka bunları anlar. Anlarsa iyi olur, daha doğrusu. Bazı bilgiler de bu türden bilgiler. Okumak, sonuçta, gelmiş geçmiş en büyük kafalarla bir arada olmak, daha büyük dertlerle karşı karşıya gelmiş insanlardan ince süzülmüş şeyleri alabilmek demek. Çok büyük bir nimet, bunu almaya istekli olan için. İstek demek de kâfi mi, bilemiyorum. Az evvel tecrübeden bahsetmiştik… İllâ yaşanmış olması gerekmiyor, düşünceyle çekilen acı da vardır, o da derin bir ruhsal tecrübedir. Zaten öyle de olması gerekir, çünkü insanı sırf yaşadıkları bir şey yapacaksa ve anlayacaksa çok sathi kalır. Bu tip tecrübelerin de aktarılabilirliği var. Üzerinde düşünülünce, farklı bir hale sokulunca, dilin katmanlarıyla, bilinçaltıyla, pek çok şeyle bir başkasına aktarılabilir ve anlatılabilir hale dahi gelebilir.

Arthur Dove

VAKİT

Saatlerden konuşmuştuk, biraz da vakitten konuşalım, alaturka vakitten. Gün kabaca üçer saatlik dilimlere –iki saat 48 dakikaya– bölünüyor. Ve ortaya sekiz dilim çıkıyor.

Alaturka saat günü ezani saate göre yaşama hali. Gün sabah ezanı ile başlıyor. Bu, güneşe göre işleyen, sabit olmayan bir saat olduğundan günlerin uzaması, kısalması mevsimler ve ışık ile iç içe tabii bir saat. Mesela, sabah ezanı yazın 4.30-5’e doğru, yatsı şimdi 20.30 civarı, yazın 22.45 gibi okunuyor. Mütedeyyin biri sabah ezanında kalkıyor, namazı kılıyor. Sabah vaktinden sonra güneş vakti geliyor. Bu vakitte namaz kılınmaz, güneşe tapma sayılır. Kur’an eski alışkanlıkları, eski adetleri ortadan kaldırmayı esas aldığı için, atalar dinine uyma hali olmasın, devam etmesin diye güneş vaktinde secdeye varmayı yasaklamıştır. Yani güneş doğarken Allahuekber denmez.

Gün sabah ezanıyla başlıyor. Sonra?

Sonra öğlen. Gün içinde iki namaz arasındaki en uzun zaman dilimi, sabah ile öğle arasında. Gerçi “kuşluk” da denen “duha” namazı da kılınır, bu da bir vakittir. Yani farz olanlardan değil de, ziyadecilerin vakitlerinden. Gündüzün dörtte biri geçince, imsak vaktine dörtte bir ilave ile vakti bulunur. Mesela, ocak ayında sabah sekiz gibi denebilir. Öğleye yirmi dakika kalana kadar da süresi vardır. Öğle vakti ile ikindi arası kısa bir süre. “İkindi aslında yoktur” diye iddia edenler ve “bu iddia kanıtlansa” diye dua edenler de vardır. İkindi vaktinden sonra malûm akşam, bu da kısa bir aralık, uç uca kılan olur. Akşamdan sonra yatsıya biraz var, istekli için, abdesti hazırda olan için, seccadesi serili olan için, isterse bir ayrıcalıklı vakit daha; farzlardan değil, ama akşam namazından sonra “evvabin”, hem de öyle iki rekat kıl kaç değil, altı rekat. Sonra yatsı, gece kalkabilene “hacet” namazı da var, “teheccüd” de, velev ki kalkmaya gönlün olsun.

Yani, günün son namazı, farz olanı, yatsı. Ve onun vakti geniş, gece herhangi bir zamanda kılınabilir, öyle mi?

Yatsı, evet, gece namazı. Yine “yatsı namazı yoktur, o gece namazıdır, o da gecenin üçündedir diyenler de var. Tabii sabah ezanıyla gün başlarsa, ikindi vakti olunca da insanlar yorulup bitmeye dönüyorlar anlaşılan. Akşam namazını kıldıktan sonra yemeği anca yiyip yatarlar ve yatsıya kalkarlarmış. Yatsının vakti yok, sabah namazına kadar kılınabilir. O vakit namazıdır. Bütün gece, yatsının kılınabilir olduğu uzun bir zaman dilimi.

Üzülerek öğrenilmiş bilgiler var. En sahih bilgi türü budur, çünkü insan bunu kendi kaderinden öğrenir. İnsan kendi kendinin hayal kırıklığıdır.

Alaturka zamanda sadece ezan vaktine göre bir programlama ve yaşama var. Alaturka saatin kullanıldığı dönemde insanların ellerinin altında, ceplerinde alaturka saati alafranga saate çevirme, hicri takvimi miladi takvime çevirme cetvelleri var. Saatler, aylar, yıllar hep dönüştürülüyor ki, yabancılarla, dünyayla ilişkili olmanız gerektiğinde sorun çıkmasın. O dönemde dünyanın geri kalanıyla çok içli dışlı hayatı olan az, ama biraz irtibatı olanlar da hep bir şekilde denkleştirmeye çalışırlarmış. Yani, 7.30’da tren kalkacak denilince, o 7.30’un alaturka saatle 1.30’a denk düştüğünü hesaba yarıyor.

Refik Halit’in trenle tanışmayı anlatışı çok güzeldir. O zamanlar böyle yan yana yürümek yok, yaş sırasına göre tesbih boncuğu gibi dizilmek var. Önde büyük hanım ya da efendi, onun arkasında yine yaşı uygunlardan biri, en gence, çocuğa, itibarsıza kadar uzanan bir zincir. Yanlarında üstü tülbentli su sürahileri, bol azık… Yemeleri içmeleri hiç bitmez bu olumsuz şartlara rağmen. Her tarafından yağlar, dumanlar püskürten bir trene biniyorlar ömürlerinde ilk kez, hepsi heyecandan ölmek üzere. Tren saatte 25 kilometre hızla gidiyor, diyorlar ki nereden bindik bu ateş arabasına?” Tabir bu, ateş arabası. Bu onlara o kadar akıl almaz bir sürat geliyor. Hocapaşa’dan Küçükçekmece’ye üç buçuk – dört saatte gidiyorlar ve “Bir haftalık yolu bir nasıl geldik böyle?” diye de hayret ediyorlar.

Ve giderek hayat başka bir zaman içinde akmaya başlıyor, “mesai saati”ne göre yaşamaya başlanıyor.

Osmanlı’da herhalde pek de öyle olmuyor. Öyle sıkı sıkıya bir mesai nerde? Memurların, kalem efendilerinin olduğu yerleri anlatan eski kitaplarda hep buralara ayda yılda bir uğranıldığının bahsi geçiyor. İçeride, memurların arasında ciğer kebapçı bile var. Reşat Nuri’nin –hakkı, hakkıyla teslim edilememiş bir yazar, basit, sathi bir adammış, çoluk çocuğa göreymiş gibi algılanır, oysa çok incedir, gözlemleri de, lisanı da, ufku da çok kıymetlidir– Miskinler Tekkesi harikulâde bir kitap. Roman kahramanı bir dilenci, uzun kış soğuğunu geçirmek için bir devlet dairesinde, sobanın yanında oturuyor. Kimse onun kim olduğunu bilmiyor. Onun gibi onlarca dilenci var. Kim ne yapıyor, kim niye gelmiş, soran eden yok. Üç-dört ay orada yatıp yuvarlanıyorlar da farkına varan olmuyor. Yani o dönemin mesaisi böyle imrenilecek bir mesai, çalışma mekânları da böyle Enderun ambarı gibi.

Bugün çalışan insan için sabahları mesaiye hazırlanma süresi neyse, günün başlangıcı o vakit. Mesai bitince de serbest zaman başlıyor.

Şimdinin mesaisi genelde 9 civarı olduğu için, insanların ortaya dökülmesi 7.30-8 suları, 7 öncesinde ortalık hâlâ sessiz. Akşam da 7, 8 bilemediniz 9’a kadar bir insan kalabalığı var.

Alaturka saatin vakitlerini bir sıralayalım…

 İmsak, sabah, güneş, işrak, öğle, ikindi, akşam, yatsı.

Teheccüd neydi?

Teheccüd gecenin üçte ikisi geçtikten sonra imsak girene kadar kılınabilen çok faziletli olduğu söylenen gece namazıdır. Teheccüd için uyumadan kılmak değil, uyuyup uyanmanın gerekli olduğu söylenir. Şu an gecenin üç sularına tekabül eder.

Perşembeyi cumaya bağlayan gecelerde de hacet namazı kılınır. Hacet namazı darda kalınca, isteği olunca kılınır diye bilinse de, aslında maddi istekler, darlıkların genişlemesi için değil, imanın daha kavi olmasını, daha muhkem olmasını istemek, daha alımı açık gözü görür olmayı istemek için kılınır Çünkü insan genellikle dualarda rızk ister, sıhhat ister, muvaffakiyet ister, huzur dirlik ister; çok dünyevi şeyler, araba, bisiklet istemese de, elinin ulaşabileceği ve kendisini belli bir konforda ve konumda olabilmeyi ister. Hacet namazındaysa, öteki tarafta daha muteber olabilmek için ve burada daha alımlı, daha bir gözenekleri açılmış bir insan olarak, daha iyi anlamayı, daha idrak edebilmeyi, daha farkında olabilmeyi, daha böyle bir göğsün genişlemesini, kısılıp kalmanın ya da tıkanmanın tam tersi olarak, bast halinde, kalp gözünün açılmasıyla ilgili birtakım isteklerde bulunulan bir vakittir. Nerede olduğuna, nereye gideceğine, kendinden beklenene dair, fiziksel ve ruhsal olarak çapını, anlayabilme kapasitesini artırmayı, yani biraz daha farklı bir duruşa bakışa sahip olabilmeyi sağlayan bir açıklığa ulaşabilmeyi arzu eden bir namaz çeşididir hacet ve işin tuhaf tarafı en az bu namaz kılınırmış.

Zaman aralığı ne?

Yine yatsıdan sonra. Anlatılan eski bir hikâyedir: Böyle uzun ve sürekli teheccüdlerle, hacet namazları ile halli hamur bir talip uzun süreli kapanıştan sonra nihayet bir öğle vakti çarşı pazara çıkıyor. Dönüşünde “ne gördün pazarda” diye soruyorlar, o da anlatıyor, “şunu gördüm, bunu gördüm, hiç insan görmedim dışarıda, hep hayvanlar vardı” diye devam ediyor. Herkesi hayvan suretinde görmüş.

İbn-i Arabi’yi okumak okumamaktan iyidir. Size hangi kapıyı açacağını bilmek için kendi kapınızı çalmak, içeri girmek zorundasınız. Şüphesiz etkilenirsiniz, şüphesiz sarsılırsınız. Şüphesiz bakışınız, duruşunuz, gülüşünüz, bir suyu içişiniz değişir. Suyu bir tarif ediyor, belki öyle içmek lâzım.

Bir parantez açayım: Mesela ben şimdi sizi, kalbinizin ve ruhaniyetinizin, makamınızın derecesini anlayamam, hakkı ile göremem. Çünkü dünya gözüyle bakıyorum. Ama mesela gözüm açılmış, algım artmış ve insanları ve nesneyi, canlıyı da, cansızı da, eşyayı da olduğu haliyle görebilsem… Taşın iç âlemini sezebilmek, bir yudum sudan aldığımın yüzlerce misli bir tat alabilmek. O yüzden bir tane zeytinle doyabilmek, mesela. Böyle gümrah bir algı, bir açıklık ve yaşadığının ve altındaki üstündeki havanın farkında olabilmek, kendini bunların tam içinde ve zerresinde, kendini bunlardan duymak, ayırt etmemek, bir yandan her şeyi ayırt edebilmek… Güzel şeyler tabii ki.

Parantezi kapatıp hikâyeye dönersek… Adam çarşıya çıkmış, hiç insan görmemiş. Hep hayvanlar görmüş. Herkesin başında ayrı illetli bir renkte başka bir halka görmüş ve cins cins, hatta dünyadakilere bile benzemeyen hayvanlar görmüş. Efendisi memnun, şöyle gerim gerim gerilerek bir tane bile mi insan görmedin” demiş, “gel otur şöyle azcık yanıma. Talip bakıp “şu kuyruğunu çek de oturayım” demiş. Bunu elde edemese de, hacet namazı aslı bilmeye talip olmanın arzusu galiba.

Hacet vaktini gecenin o saatlerinde yapılan bir meditasyon olarak da düşünebiliriz herhalde ya da meditasyon yerine neyi seçiyorsak –John Lennon şarkısındaki gibi, “Whatever gets you thru the night, it’s alright”… Önceki oturumlarda “off the record” bahsi geçmişti, Michel Foucault Kendini Bilmek başlıklı ders notlarında, meditasyonun Eski Yunan’da “vicdan muhabesesi” diye çevirebileceğimiz bir gündelik pratik olduğunu anlatıyor.

Meditasyon doğu dinlerinin bir ibadet ve dünyevilikten uhreviyete ulaşabilme yollarından en bilineni ve en revaç görmüş olanı. Bunların hepsinde insanın uykusunun en tatlı olduğu zamandan feragat etmesi var. Yani, ortalama mütedeyyin birisi şimdi, mesela saat 9’da, 10’da yatsıyı kılar, sabah namazına kadar da uyur. Bir eziyeti yok. Normal bir insan bunu yapıyor. Öteye geçmek ve daha yol almak isteyen insanın ekstra bir şey yapması gerekiyor. Siz meditasyon dediniz, buna dini anlamda gece ibadeti diyorlar. Diyelim ki 11’de yattınız, 2’de kalkmak insana çok zor gelir, uykunun tam kaymak tuttuğu vakit. İnsanın gözlerine iğneler batar. Tam derin uykuda olacağınız, dinleneceğiniz bir zaman. Şimdi o saatte kalkıp da herkesin uyuduğu bir saatte, vücudunuzun uyuduğu bir saatte, ona böyle bir şey yaptırmanız bir güçlüktür. Ama her şeyden evvel, vücuda zor gelen şeyler ruhu besler. Vücuda hoş gelen şeyler de ruhu köreltir. Hasta yatarken bile insanın aklına normalde gelmeyen neler gelir. Fiziksel olarak da, mesela 11-12’de yattıktan sonra, gözlerinize iğneler batarak 2’de kalkın, yüzünüzü gözünüzü yıkayın, ondan sonra ister farz olmayan
bir namaz kılın, ister meditasyon yapın, ister vicdan muhasebesi, bunun insana başka bir hal vereceği muhakkaktır. Kuyruk görmezsin de başka bir şey olursun. Şimdiki halinizden farklı bir şeyler şüphesiz ki hareket eder. Algı bir şekilde açılır, duruş açılır, vücudunuzla münasebetiniz başka bir hale girer. Akşam yatıp da sabah gerinerek kalkanla o eziyetin verdiği bir şey araya girer, bir farklılık mutlaka olur. Buna devam ettiğinizi düşünün… İnsanın vücuduna, nefsine zor gelen şeyler bir-iki kere yapılır da devamını getirmek zordur. O bir-iki kere bile bir hatıra bırakır, devamlılığını düşünün. Bir de şu da var: Bunu yapan öğlene kadar mayalanarak da uyumayacak. Kolay değil. Hayatın, insan olmanın, canlı, canlılardan biri olmanın sıradanlığına bir kesik atar.

Gece 4 sularında karşı konulamaz bir uyku gelir, “kan uykusu” dedikleri. Biyolojik saat diye de bir şey var galiba.

Tabii biyolojik saat diye bir şey var. Ama şu da var: O saati alışkanlıklar da kuruyor.

Kuşluk vaktinin ismi nereden geliyor?

Kuşların ötüşüyle alâkalı herhalde. Güneş doğarken, korolar halinde öterler ya. Müslümanlar tespih ediyor, Allah’ı anıyor derler ona. Hele puhu kuşu aynı virdlerini yılmadan, tonunu değiştirmeden söyler de söyler, ta ki vakti gelip tak diye durana kadar.

Kuşluk şimdilerde kahvaltıyla öğle yemeği arasındaki vakte deniyor.

Ama tabii eskiler kahvaltıyı şimdiki gibi 10’da yapmıyordu. Şimdi sadece adı kuşluk, ileri almışlar epeyce. Kuşluk aslında sabah 8 falandır. Ama tabii brunch’la karışınca böyle tuhaf bir şeye gelmiş. O saatte kuş bul da ötsün… Çit serçesi falan gerçi öyle öğleye doğru şakımaya bayılır. Ama brunch yapanın yanına yakışmaz.

YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN İBN-İ ARABİ

Entelektüel camiada alttan alta bir İbn-i Arabi gündemi var. Dostlarımızın arasında da sardıranlar oldu. Az buçuk karıştırmışlığımızdan çıkardığımız kadarıyla, sardırılmayacak gibi de değil zaten. Biraz İbn-i Arabi’den bahsedelim mi?

İbn-i Arabi’den, Muhiddin Arabi’den bahsetmek zor, okuması daha da zor. Zor dediğim, okuduğumuzun o olduğundan emin değilim, hatta olmadığından eminim. Kayıp bir dil, bir okutacak lâzım ki, kim onlar? Kelimeler yetmiyor, çeviri meselesi de değil sadece, o üst dil, o lisan kayıp. Şu halle hele Füsus’un okunup durması bana pek tuhaf geliyor. Tehlikeli de diyesim var, ama bu yeni okuyanlar o tehlikeden azade gibiler, yani bir kayba, bir şirke sapacak adamlar zaten değiller, sapabilecek ya da şaşırtabilecek olanlar da zaten galiba pek okuyamıyorlar. Fütuhat neyse de, Füsus nasıl okunacak, bilemiyorum, bu devirde, bu şehirde, bu Muhiddin Arabi “ben bunları yazmadım, bunlar bana yüklendi” diyor.

Seyahatleri, o devirde son derece kısa bir zamanda gerçekleştiriyor, bulunmadığı yer yok, yazdığı kitaplar bir insanın ömür boyunca yazabileceği sayının, yoğunluğun çok çok ötesinde. Dolayısıyla, o da kendinden “büyük yüklenici Muhiddin Arabi” diye bahseder. Efsunlu bir adam, başka bir duyuş… Onu bilmek, anlamak, böyle dışarlıklı halle bana oluru yok görünüyor, gereğini de bilemiyorum.

Cambridge’de bir enstitüsü var, hakkında çalışmalar yapılıyor, tezler yazılıyor. Dünyanın görünmeyen yüzüne nüfuz etmek isteyenlerin felsefenin, metafiziğin bu derece yükseldiği bir adama bigâne kalması da zor. Füsus okumaya, “şifrelere anahtar lâzım” diyor bir edep ehli, bunu olur olmalar geri dursun diye söylüyor. Bir bakıyorsun birisi de bunu iş teklifi gibi anlamış, “Füsus Okuma Kılavuzu” diye bir kitap, “Füsus Anahtarı” diye bir kitap çıkarmış. Yayıncı da bunu “Füsus ile beraber bak ikisi şu kadara, daha ucuza geliyor” diye birlikte satıyor. Şimdi şu devirde anahtarın ayrı, evin ayrı satıldığı ve ne anahtarın bir kapı açtığı ne evin saadethane olduğu bir devirde biz ne yapalım?

Muhiddin Arabi’den bahsetmek ayaküstü yapılacak şey değil. Hakkında yazılan tezler de doyurucu değil. Galiba en iyisi yine Ahmet Avni Konuk’un kendi çevirisine yazdığı dipnotlar, en iyi ve değerliler galiba onlar. Çevirisi de olabileceğin en iyisi… Ben önce bazı ufağını tefeğini, risalelerini okudum, sonra dayanamadım, işten izin aldım sırf kapalı kalayım diye, bir ay oturdum dört cilt Füsus’u okudum. Tabii ki bazı okudukların ayaklarını yerden kesiyor, bazıları kulaklarına ağırlıklar, boynuna bukağılar asıyor.

Peki, yeni başlayanlar ya da daha doğrusu, yeni başlamak isteyenler İbn-i Arabi’ye nereden başlamalı?

Belki de şuradan başlamak lâzım, en baştan: Tasavvuf din felsefesi değildir. Tasavvuf bir oluş biçimidir ve öyle olmak, o yol üzerinden anlamaktır birazcık da. Kur’an neticede sert bir kanun kitabı; mistik yanı pek yok. Emirler, tavsiyeler, kurallar… Yaptırımları da zor, ibadetleri de veriyor. Bu da sema ile rabıtayı kesiyor, insan tam denilen gibi olmazsa, her şey için de af dilenmez ya, sabah kalkışından önündeki ve arkasındaki tüm hayatını günaha uzanmış, serili görüyor. Hal böyle olunca, dine biraz ısınmak için, birazcık tatlılaştırabilmek için, mutasavvıfların anlatılarına, biraz baş okşamalarına, biraz sırt sıvazlamalarına ihtiyaç var. İnsanı kaybetmemek için buna ihtiyaç var. İfadelerin tam da ya da sadece o mânâya gelmediğini, yorumu ve tevili anlatabilene, onun sadece o demek olmadığına, affın ve insan olmanın türlü hallerine kabulün dinin ve Allah’ın asıl tecellisi olduğuna, insanı, belki doğru belki yanlış, biraz yatıştırmaya ihtiyaç var. Tabii bunu kim yapacak, hangi akılla, hangi imanla, bunlara girmeyelim, bu da başka bir yokluk perdesi. Demek istediğim, tasavvufun benim anladığım ve vazifeli gördüğüm yanının insana her şeyin bitmiş olmadığını, hayat sürecinin zengin ve taşkın olduğunu, insana kendi katmanları ile yaşamanın ve sadece korkudan değil, açılıp genişlemeden fayda gelebileceğini az çok fısıldayabilmesi ve insanın şöyle bir dönüp kendine de bakabilmesi… İnsan bazen olgun bir insanla konuşurken, dertleşirken, onun seni dehşete düşüreni tuhaf bir kabulle karşılayışını, yapılanların ve içine düşülen çukurun hayatın tabii engebelerinden olduğunu, herkesten biri olduğunu söyleyebildiği an, hatalar ufalır, insanın adımları karışmaz ve tekrar yürüyebilir ya, işte yürüyebilmeyi sağlamak gerekir. Yoksa belli bir dine mensup olmanın verdiği katılık insanları çok yoran bir şey.

Ama bir yandan da, tasavvuf tümden din dışı, dini yumuşattığı, dar gelen yerlerine pili koyduğu için, büsbütün dışarıda başka bir şey gibi de tutuluyor bazı ellerde. Daha Fatiha’yı bilmeyen Konevi’den bahsediyor, ömründe abdest almamış, kırk senedir cünüp adam dilini İbn-i Arabi ile eğip büküyor. Bütün bu tasavvuf tarihi boyunca, selefiyeden itibaren gelinen nokta, abdestin namazın gereksizliği, Mithat Cemal’in Üç İstanbul romanında cenaze namazı için “kaymak gibi namaz, rüku yok, secde yok” dediği mertebeye ulaşmak için değil. Bütün bunların üstüne, düşünce ve metafizik anlamda da bir şeyler inşa edebilecek ruh ve kafa yapılarına anlatıyor ve kendinde de bunların bu şekilde biriktiğini söylüyor. Muhiddin Arabi’de bir zeytin tanesi, dünyanın ilk kurulmaya başladığı anla başlıyor, onun bir yiyecek olarak geliş ânına kadarki hikâyesiyle geliyor, gürül gürül.

Şimdi bu anlattıklarınız da Muhiddin Arabi’ye bir yerinden başlamak lâzım diye düşündürüyor. Ve galiba, en iyi başlangıç noktası Ahmet Avni Konuk’un çevirisi.

Evet, Ahmet Avni Konuk çevirisi herhalde. Ahmet Avni Bey hem dönem adamı, hem gerçekten hezarfen bir adam, hem bu işleri içerden biliyor olması sebebi ile daha emin duruyor. Çok müktesebatı var, her parantez bir dünya. Bazı benzerleri gibi, bir bildiği ile bin bilmediğine uzananlardan değil, hemen duruyor, lafı gereksiz koyultmuyor. Ama lisanı ağır, sabır ve metanet lâzım.

ZAMANIN FARKINDA

Zamanın Farkındayla başlamıştık, onunla bitirelim. Kitaptan hep biz alıntı yaptık, bu defa da siz yapın.

Peki, şurası olsun:

En sevdiğim hayallerimden biri ölümümü hayal etmektir. Şöyle havalı bir şekilde, göz görmedik şekilde ölüp geride tanımadığım gözü yaşlı, bağrına kan oturmuş, tarifsiz kederler içinde on binlerce insan bıraktığımı düşünüyorum. Bir kasım günü, yok yok, günler o kadar kısalmış olmasın, eylül sonu, nedensiz denecek hafiflikte, önceden hiç belirti vermeden tak diye ölüversem. Ama o vakit daha şehir tam dolmuş olmaz; emekliler hâlâ domates dibi kokluyor, Ege pazarlarından dağ çileği topluyor, sepet peyniri vakumlatıyor, İzmir tulumu da iyi yağlıymış bak, nasıl terlemiş, maşallahlarla dört dönüyorlardır. Değil benim ölmem, mehdi çıksa, surüflense, en gür sesli imam kulaklarına telkin verse duymazlar. Ama sorsanız hiçbirinin şu dünyada gözü yoktur, hiç. Boş yere kimseye bir şey sormayın demiyorum, sora sora bildiğinizi de unuttunuz. Şubat ayı olsun. Soğuk, kederli, ama günler uzamaya başlamış. Hele ben şubatta öldükten sonra daha şubatın yüzü güler mi? Ölümüm bütün büyük adamlarda olduğu gibi, bana da hafiften malûm olsa, bunu yakın çevreme onları hazırlamak için hafiften çıtlattığımda aldıkları hal ve gösterdikleri tepki beni devamdan men etse. Yine de ölüme ve vedaya dair ağır, hazır, vakardan kalınlaşmış sesimle, hafife alır tonda konuşsam. Ama bu konuda konuşmama dayanılamasa.

Ve bir sabah aniden tak diye gittiğim duyulsa, herkesin sabah sabah üstüne bu haber tüm dayanılmazlığı ile çökse, inanılamasa, ben yine de ölmüş olsam. En nihayet cenaze günü naaşım evimin önünden alınsa, en son Saadeddin Kaynak’ın cenazesinde olduğu gibi, hiç yere inmeden Nuruosmaniye’den Merkez Efendi’ye kadar taşınsa. Pencereler, kapılar acıdan katılaşmış kadın yüzleriyle dolsa, erkekler benim onlardan ayrı, adeta başka bir şey olduğumu tasdik edercesine kıskançlıktan uzak bir hürmetle ve acıyla donsa kalsa, her cinsten insan bu büyüklüğü fark ederek cenazemde birleşse, yabancılar, o kalın kalın tıslayan cam bakışlı Hollandalı kızlar pembe yüzleri sırılsıklam, elleri yüzlerinde birbirlerine sokulup ağlasalar, o İngiliz kızların gevşek ve geniş yakalarından gözyaşları karınlarına kadar inse, o Alman kızları keşke kendimizi biraz tutsa da neyimiz var neyimiz yok rahmetliye hasretseydik, her işte olduğundan da fazla bunda acele ettik, yazık bize’’ deyip pişmanlık kuyularına yuvarlansalar, kocakarılar taşlaşmış, çocuklar geleceğe aktaracakları en önemli anılarının içinde ilk kez, belki büyüyerek, bu olayla çocukluğa veda etseler, mezarlıkta yasak dinlememiş yetmiş iki tarikatın şeyhi, dervişi bu sırlanma için keder içinde, ama mağrur ve uhrevî görev başında, cenaze görününce kendini yere atan mı, bedevi topu olan mı, Rufai ateşi yakan mı, her şey, her şey, aşırlar, kuranlar, tekbirler…

Uzakta ayrı duran gözü yaşlı bir papaz (gerçi bunu bazen çıkarıyorum, sahiciliğe halel getiriyor gibi geliyor bana, öyle değil mi, sanki bazen bir ağaç arkasından şöyle dinince bakabilir, neyse) göğsündeki haçı ağaçlara çarpa çarpa “ben dinimi ona borçluyumdese, naaşım toprağa bırakılacakken vazgeçilse, tekrar feryat ile kenara alınsa, sonra en nihayet bırakılsa, tüm sesler, tüm dualar, özlemler, umutlar hatta hayat benimle beraber toprağa gömülse, ben gömülsem ama bu cenazeden ayrılan herkes artık bir ceset olsa, bir daha yaşayamasa, her gün, her saat, artık hiç tadılmamış bir ıstırabın ağırlığıyla ezse, ezse, ezse… Bunları düşünürken gözlerimden yaşlar boşanıyor, öyle böyle değil sel gibi, kendime duyduğum sevgi, kaybımdan duyduğum acı, sel olup gidiyor, dakikalar, dakikalar sonra kendime gelebiliyorum. Ah, biraz kek yiyeyim.

Bir+Bir, sayı 21, Nisan 2013

1. bölüm: Peter Gabriel’in feryadı, Nahid Sırrı’nın neyi

2. bölüm: Karıncanın elini sıkmak

3. bölüm: El veled-i sırrı ebih

^