Çoğunluk ’tan bu yana altı sene geçti. O filmin aldığı ödüller ve eleştiriler Rüzgârda Salınan Nilüfer’in yapılma sürecini nasıl etkiledi?
Seren Yüce: Çoğunluk sonrası yazdığım bir senaryo vardı, kafamda tam olarak oturtamamıştım, ama bir an evvel çekilsin diye bir sürece girmiştik. O senaryo üzerinde düşünürken Gezi patladı. Filmi o yaz çekmeye niyetlenmiştik, ister istemez durduk. Gezi’nin aklımı açtığı gibi bir şey söylemek istemiyorum, ama kafamın içinde bir şeyler değişti, birtakım fikirler gelişti, o büyük hareket belki dolaylı yoldan başka bir şekilde düşünmeme yardımcı oldu. Senaryonun eski hali de bende Gezi’den sonra anlamını yitirdi. Ondan bir sene sonra da Rüzgârda Salınan Nilüfer’i çekebildik, montajı filan derken gösterime girmesi bu zamanı buldu. Araya çok zaman girdiği için Çoğunluk kendi başına bir film olarak kaldı, daha sonra kolaylaştırıcı ya da zorlaştırıcı bir etkisi olmadı.
Çoğunluk’taki muhafazakâr aileden sonra yeni filmde daha elit ve zengin bir kesime odaklanmışsınız. İki aileye de orta-üst sınıf deyip geçmek mümkün, ama sınıfsal ve kültürel kodlar birbirinden epey farklı. Hatta Çoğunluk’tan sonra bir azınlığın hikâyesini anlattığınız söylenebilir. Neden bu dünyaya yöneldiniz?
Bu hikâyeleri seçiyor olmam, orta sınıfı anlatayım derdimden ziyade, o dünyanın içinde olup da onları anlatabiliyor olma halimle alâkalı. Çoğunluk’un üzerine bir de bu tarafından görmek geldi içimden. Nihayetinde çevreme daha yakın, bir tarafımla bildiğim bir dünyayı anlatmak elverişliydi. O zengin ve elit kesimin davranışlarına takıldım, onlara bakmak, kendisini daha soylu, Batılı ve şehirli hisseden insanların dünyasını görmek istedim ve senaryoyu yazarken onların dinamiklerini yakaladığımı düşündüm.
Rüzgârda Salınan Nilüfer’in özünde kendilerini elit tabakada gören karakterlerin kendilerini tanıyamama halleri var. Tüketmekten başka bir değerleri yok gibi, ikiyüzlü ilişkilerin içinde debeleniyorlar. Karakterlerin geçmişlerine dair pek ipucu vermiyorsunuz, bu insanlar ne olmuş da benliklerinden böyle kopmuş?
İki filmi birbirinden ayıran temel şeylerden biri ana karakterlerin yaşlarının farkı. Çoğunluk’ta empati kurabileceğimiz karakter Mertkan’dı, bir anti-kahramandı belki, ama bir geleceği vardı. Gitgide babasına benziyor ve masumiyetini kaybediyordu, onu o gelecek üzerinden değerlendiriyorduk. Bu filmde ise belli bir ekonomik düzeye ulaşmış, belli bir yaşa gelmiş, oluşum sürecini büyük oranda tamamlamış karakterler var. Aynı zamanda zengin insanlar ve içinde bulundukları hayatı yaşayışları itibarıyla arayacak pek bir şeyleri kalmamış. Bu düzenin içinde kendi benliklerinden uzaklaşmışlar. Eskiden ne olduklarının pek bir önemi yok, şu anda ne yapıyor oldukları benim için daha değerli, anlatılmaya değer. Nihayetinde bir noktada zenginleşmiş, entelektüel olarak kendini bir yerde gören, ama orayla aslında hiçbir alâkası olmayan ve bunu parayla satın aldıkları diğer şeyler gibi elde edebileceklerini düşünerek davranış sergileyen insanlar. Handan (Songül Öden) mesela, kitap yazmak istiyor, çünkü kendi benliğine nazaran daha bütünlüklü görünen bir arkadaşı var. Kendi egosunu tatmin etmek üzerinden bir arayışta ve aradığını bulamıyor. Bu karakterlerin insan olarak ne olduklarını ve benlik olarak ne ifade ettiklerini sorgulamama, devamlı etraftan ne alabileceklerini ve kendilerini hangi kimliğe büründürebileceklerini düşünme hallerini görmeye çalıştım.
Zenginleşmiş, entelektüel olarak kendini bir yerde gören, ama orayla aslında hiçbir alakası olmayan ve bunu parayla satın aldıkları diğer şeyler gibi elde edebileceklerini düşünerek davranış sergileyen insanların devamlı etraftan ne alabileceklerini ve kendilerini hangi kimliğe büründürebileceklerini düşünme hallerini görmeye çalıştım
Filmdeki tüm karakterler eleştiri altında, ama en sert eleştiri Handan’a. En kayıp ve tatminsiz gözüken karakter de o. Çoğunluk’ta kadın karakterler sahip oldukları değerler açısından daha yüksekte duruyordu. İki filmin kadınları arasındaki ve erkeklerle ilişkileri arasındaki kontrasta dair ne söylemek istersiniz?
Çoğunluk’taki kadın karakterlerin verili durumlarından ötürü, dediğiniz gibi, bir pozisyonları vardı. Rüzgârda Salınan Nilüfer’dekiler bir yaşam biçiminin insanları ve bir noktada kadın veya erkek olmaları çok bir şey fark ettirmiyor. Kadın da erkekleşmiş bir dünyada kendine yer bulabiliyor ya da oraya teslim oluyor. Handan’ın aileyi biraz daha çekip çeviren baskın bir tarafı var, ama bunu bir erkek dünyası içinde yapıyor esasında. Zaten bir kadın güzellemesi yapmak gibi bir derdim de yok. Muhtemelen kadın karakterin de bizim olumsuz yönde bakabileceğimiz bir dünyanın bir parçası olabileceğini göstermek istedim. Kadınların da müthiş boşluklar var hayatında, kadın olmaktan ötürü zaten bu toplumdan pek bir şey alamazlarken böyle bir şey yokmuş gibi yaşama halleri mevcut. Ben de bu yalanı bu şekilde yaşıyor olmaları anlatmaya değer diye düşündüm.
Çoğunluk’ta Mertkan karakterinin marazları baba iktidarı altında ezilmekten kaynaklanıyordu ve, dediğiniz gibi, onunla empati kurmak mümkündü. Bu filmde karakterlerinize karşı daha acımasızsınız.
Evet, biraz insanların ters taraflarını görmek gibi bir eğilimim var. Tabii ki herkesin başkasında hoşlanacağı bir taraf çıkabilir, herkesin içinde parıldayan bir yan vardır, ama bunu göremediğim yerde göremediğimi söylemeyi seviyorum. Tercih ettiğim şey de daha ziyade var olan durumu ortaya koymak. Empati kurma halini seyirci açısından fazla gözetmediğimi söyleyebilirim.
Çoğunluk memleketin vasatına dair siyasi bir portre de çiziyordu. Yeni filmde bu derdi geçip karakter tahlillerine odaklandığınız söylenebilir mi?
Tabii. Muhafazakârlaşmak ya da muhafazakârlaşmamak, laiklik ya da laik olmamak, elit olmak ya da mahalleli olmak gibi kavramlar 15 senedir tartıştığımız şeyler. Bu sefer bunlardan özellikle uzak durmak istedim, çünkü bu muhabbetin bir sonu olduğunu düşünmüyorum. Kimsenin de haklı olmadığını düşünüyorum bu konuda. Elbette çok bariz olarak gördüğümüz şeyler, sahtekârlıklar var, ama bu noktaya gelmemizin de bir sebebi var. O da uzun bir süreci, cumhuriyet tarihini ve ondan da öncesini içine alan bir süreç. Bu ülkede sonu gelemeyecek bir tartışma bu. O yüzden buradan uzak durdum, daha çok kişisel ilişkiler ve bunların bireysel dünyada yaşanma halleri ilgimi çekti. Ben iki kişi arasında uçuşan havayı tarif etmeye çalışıyorum. Yeri gelir, bu politik bir açıdan da anlatılabilir, ama bu filmin dünyasının tabiatı itibarıyla böyle anlattım. Bir de bu karakterlerin olan bitenle çok fazla ilişkileri yok, onların politik durumları ele alışlarını, bu konudaki sığ muhabbetlerini yansıtmak bana çekici gelmedi.
Modern, laik kesim olarak kodluyoruz onları, ama kendileri ne kadar inkâr etseler de muhafazakâr kesimle bir noktada buluşuyorlar. Zira içinde ekonomi var.
Öte yandan AKP iktidarında faşizm dozajı arttıkça kendisini tehdit altında hisseden bir kesimden bahsediyoruz. Başörtülü sekreter sahnesi üzerinden bu konuda bir şey söylemek istemişsiniz.
Orada demek istediğim şu: Biz modern, laik kesim olarak kodluyoruz onları, ama kendileri ne kadar inkâr etseler de muhafazakâr kesimle bir noktada buluşuyorlar. Zira işin içinde ekonomi var. O kızın orada olmasının sebebi filmin içinde açıklanıyor, Korhan’ın (Tolga Tekin) iş ortağının bir tanıdığı. Bu da bir riyakârlık mı, bilmiyorum. Her şeyi olağan akışındaymış gibi görme durumu mevcut, o iki cenahın birbiriyle buluşmasını ve ekonomik dünyadaki ortaklıklarını vurgulamak için yaptığım küçük bir şeydi sadece.
Handan’ın sipariş verdiği garsonlardan evinde çalışan ev işçisine yaklaşımına, tavrına sinmiş bir üstten bakış var.
O üstten bakış bir sınıfın davranış biçimi. O insanların günlük hallerini ortaya çıkarmayı ve bunu filmde bir durum olarak göstermeyi özel olarak gözettim. Bunu birçoğumuz yapıyoruz ve farkında olmadan yapıyoruz. Biraz bu tür sıradan günlük tavırlara kendi adıma dikkat etmeye çalışıyorum ve iki insan arasında uçuşan havaya parmak tutma isteğimden dolayı insanların birbiriyle kurduğu ilişki içinde anlatmaya değer görüyorum. Şöyle bir şey de oldu o tür sahnelerde: Oyuncular, özellikle Songül (Öden) bir yabancılaşma yaşadı. Alt tarafı bir sipariş vermekten bahsediyoruz, ama bunu farkında olarak yaptığımız zaman iş başka bir bilince taşınıyor. Dikkat edilmeyen şeyleri açığa çıkarmaya çalışmak hoşuma gidiyor.
Şermin, Handan’ın öykündüğü, erişemeyince bunalıma girdiği bir karakter. Öte yandan Şermin’in de yazdığı kitaba ve yazmaya dair sözleri kof. Nasıl karşılaştırırsınız iki karakteri?
Şermin’i (Tülay Günal) biraz daha kendi farkındalığını geliştirmiş bir insan olarak görüyorum. Ama nihayetinde bu durum üzerinden çok popülist kitaplar yazan birçok yazar var, Şermin de onlardan bir tanesi sonuçta. Şermin yazarlığı büyük bir ciddiyetle yaşarken onun da o düzenin başka bir parçası olduğunu göstermek istedim. Örneğin caz dinliyor olması var, aslında gittikleri barda özgür caz çalacağını bilmiyorlar, ama oraya geliyorlar bir şekilde. Belki bunu bir özentilikten dolayı yapıyor. Handan’la aralarındaki tek fark birinin rahatsız olması, diğerinin olmaması. Benim dikkat ettiğim şey ise temsil ettikleri şeyleri tam olarak içselleştirememe halleriydi.
Çocuk karakterlere nasıl bir rol biçtiniz filmde?
Çocuklar üzerinden anlatmak istediğim şeyin zayıf kaldığını düşünüyorum. Çocuklar bugün bambaşka bir yerdeler, teknolojiyle beraber benim o yaşta bildiğim şeylerin 25 katının farkındalar, çok daha hızlı değişiyorlar. Çocukları öyküye katmamın sebebi, onların da bu ailelerin bir uzantısı olduğunu ve gidişatlarının çok farklı olmadığını açığa çıkarmaktı. Aleyna ve Poyraz, etraflarında kurulan ahlâk düzenini bir naiflik içinde yırtıyorlar. O sahnenin var olan döngünün Handan tarafından tamamlanmasını anlatmak gibi bir fonksiyonu var.
Korhan’ın en belirleyici özelliklerinden biri, denetleyemediği cinsel açlığı. Erkeklik hali böyle bir şey mi? Evlilik kurumunun rolü ne?
Belli bir süreyi aşmış olan çiftlerde bunun çok yaşandığına inanıyorum. Sonuçta cinsellik başka bir şey, bizim toplumumuzda da zar zor yaşanıyor. Birçok evlilik bir gereklilikten doğduğu, bir sürecin devamı olarak yaşandığı, çok arzu edilerek yapılan bir şeymiş gibi gözüküp aslında tam hazmedemeden yaşanan bir süreç olduğu için, özellikle erkekler başka arayışlara giriyor. Bunu hepimiz biliyoruz. Hem dalga geçtiğimiz hem de yaşadığımız bir durum. Bu yüzden bu hikâyenin gerçekliği içinde ortaya çıktı. Ayıplamak gibi bir derdim yok, bu bir hakikat, ama aynı zamanda bir yalan söyleme biçimi. Tekeşlilikte birileri mutlaka başka birilerini arzu edecektir, daha doğal bir şey olamaz. Benim dert ettiğim şey bunun bayağı ve sakil bir şekilde yapılması. İşin konuşulması gereken tarafı, bunun tuvalette kıstırmak gibi bir edayla yapılması. Onun haricinde bunu arzu etmekte bir sakınca yok. Herkes başka birileriyle beraber olmalı demiyorum, ama bu doğal bir süreç bence.
Tekeşlilikte birileri mutlaka başka birilerini arzu edecektir, daha doğal bir şey olamaz. Benim dert ettiğim şey bunun bayağı ve sakil bir şekilde yapılması. İşin konuşulması gereken tarafı, bunun tuvalette kıstırmak gibi bir edayla yapılması.
Filmin sonunda Handan ve Korhan’ı bir araya getiren şey Şermin’e ulaşamama halleri, birbirlerine bu şekilde, kof bir noktadan tutunuyorlar. Çoğunluk’un sonunda da benzer bir “aynı tas, aynı hamam” hissi vardı. İki film de kötümser bitiyor.
Aslında iyimser ya da kötümser değilim. Şu zamanda iyimser olabilecek bir durum yok, ama birtakım şeylerin değişmesi için umut barındırabiliriz. Bu zaten her zaman var olan bir şey. Ama bir filmi seyirciyi tatmin edecek, onların beklentisi içinde bir noktada bitirmeyince, bir şeyler tamamlanmayınca gözümde rahatsız edici kalıyor. Benim için değerli olan da var olan durumları bütün gerçekliğiyle ortaya koyabilmek. Önceliğim yapay bir mutlu son ya da iyinin kazanması, karakterlerin gelişmesi değil. Finale de karakterlerin riyakârlığı tarafından yaklaşmak daha doğru geldi.
Çoğunluk çok daha gri, kalabalık kadrajlara sahipti, bu filmde ise bambaşka, daha steril bir görsellik var. Ama iki filmde de bir hapishane hissi oluşuyor görsel kontrasta rağmen.
Bunun temel çıkış noktası, iki filmde de yalın bir anlatım kurmaya çalışmak. İki filmi farklılaştıran unsurlar kültürel dünyaların, mevsimlerin, şehirde yaşanan yerlerin farklı olması. Ama nihayetinde, içinde yaşanan bir ev var, onu bir şeyler eklemeden gösterdiğin zaman o hapishane hissiyatı da kendiliğinden geçmiş oluyor. Mümkün olduğunca anlattığım karakterlere ve onların dünyalarına müdahale etmemeye çalışıyorum, var olanı düz bir bakış açısıyla koyduğunuzda da bahsettiğiniz hissiyat oluşuyor.
Muhafazakâr kesimin nefret ettiği içkinin ve cinselliğin İstanbul için sembol olan bir merkezini tamamen kendi kisvelerine göre dönüştürmeye çalışıyorlar. Sadece muhafazakârlık belirleyici değil, kapitalizmle ilişkili bir durum da var. Bu bana anormal bir tüketimin, yozlaşmanın da sonucu gibi geliyor.
Tablet ve dizüstü bilgisayarlar, telefonlar senaryonun çok içinde. Teknolojiyi filmde nasıl konumlandırdınız?
Teknoloji de çocuklar gibi filmde hafif kalan bir taraf aslında. Teknolojinin insan evriminin bir parçası olduğunu ve işlerin daha feci bir tarafa doğru gideceğini düşünüyorum. Hayatımızı kolaylaştıran bir şey olarak başlamıştı, ama uzun bir zamandan beri insanın kontrolünden çıktı, teknoloji artık kendisi ilerliyor. İnsan türünün 24 saatlik zaman dilimi içinde yaşadığı ve gördüğü saçmalıklar da bununla çok bağlantılı. İnsanlar Twitter üzerinden ilişki kuruyor, yüzüne konuşamayacağın insanlara ilân-ı aşk da edebiliyorsun, nefretini de kusabiliyorsun. Bu bile çok anormal bir durum. Bilgiye çok hızlı ulaşılabildiğinden değeri de kayboldu. Bu bizim yaşama şeklimizi de değiştiriyor. Nihayetinde insanı yalnızlaştıran bir şey, bu durumu birçok çevrede gözlemliyorum. İnsanlar bir arada duramıyorlar, o sosyalliği başka bir şey ele geçirmiş ve insanlar kendi gerçekliklerini tamamen orada yaşıyor. Gençlere olduğu gibi yaşlı insanlara da çok hızlı etki edebilmiş, tamamen hayatı ele geçirmiş bir fenomen. Dediğim gibi, filmde zayıf bile kaldı bunu anlatma hali, oyuncuların eline aletleri birer aksesuar gibi verdim, ama onun daha ötesi var. Teknoloji insanların benliklerinden kopma hikâyesinin bir parçası, daha da fazla anlatılabilirdi.
Filmde bazı marka isimlerini ve logolarını çok açık kullanmışsınız. Bu tercihin sebebi ne?
Çünkü hayatımızı o firmalar yönetiyor. Sponsorluk söz konusu değil, zaten ben olsam böyle bir filme sponsorluk vermezdim. Örneğin, masadaki cep telefonu diyaloğunu sokakta yanımdan geçen birilerinin konuşmalarını duyarak ve kopyalayarak yazdım. Filmi çektikten sonra, annelerimizin babalarımızın yaşında insanların da olduğu bir sofrada, koca koca insanların bir noktadan sonra aynı muhabbeti yaptığını gördüm. Biz tamamen o markaların bir ürünüyüz, telefon bizim ürünümüz değil.
Filmdeki uzunca canlı performans sahnesinden hareketle bitirelim. Son dönemde şehrin içindeki kültür dünyası da baskı altında ve nefes almakta zorlanıyor. Beyoğlu’nun hali ortada. Bu iş nereye varacak? Durum vahim. Bu, Gezi’den beri başlayan bir süreç, belki daha öncesinden de başladı, ama orada daha da olgunlaştı ve Beyoğlu hükümetin saldırı alanına dönüştü. Muhafazakâr kesimin nefret ettiği içkinin ve cinselliğin İstanbul için sembol olan bir merkezini tamamen kendi kisvelerine göre dönüştürmeye çalışıyorlar. Bununla beraber Beyoğlu’nda kiralar dudak uçuklatıcı miktarlarda. Bütün bu süreç içinde ekonomi batıyor, bunun uzantısı olarak da dükkânlar patır patır kapanmaya başladı. Bu hükümetin bir müdahalesi, ama sadece muhafazakârlık belirleyici değil, kapitalizmle ilişkili bir durum da var. Bu bana anormal bir tüketimin, yozlaşmanın da sonucu gibi geliyor. Umarım daha kötü bir yere gitmeden bu gidiş durur. Bütün bu değişim Suriye’deki savaşla, Ortadoğu’da olan bitenle de alâkalı, değişim bir yanıyla oradan da geliyor. Hepsi bütünün bir parçası. İstiklal Caddesi’nde bir bomba patladı ve beş metrekare içinde yüz kişi varsa ertesi gün üç kişiye düştü. O günden beri de hiçbir zaman eski haline gelmedi. Bir bomba daha olursa şu an var olan da geri çekilecek. On sene önce böyle olmasını öngörmüyorduk, bizim için hayat gayet normal akıyordu. Başka bir yerden bakarsak da, Beyoğlu çok kalabalıktı, artık taşıyordu. Bu bana anormal bir tüketimin, yozlaşmanın sonucu gibi geliyor. Bunu bir çöküş süreci olarak görüyorum, iyi bir yere gideceğini de düşünmüyorum, ama herkes kendi durduğu yeri koruyacak ve doğru olanı söylemeye devam edecek. Biz de kendi adımıza yapabildiğimizi yapıyor olacağız.
Express, sayı 145, Ekim 2016