İstanbul Sözleşmesi kararını konuşmak için buluştuk, ama İran’da kadınlar ayakta. Önce oradan başlayalım… Nobel Barış ödüllü avukat, yazar Şirin Ebâdî “İran’daki 1979 devrimi genellikle İslâm Devrimi olarak adlandırılsa da, aslında kadınlara karşı erkeklerin darbesi olduğu söylenebilir” demişti. Masha Jina Amini’nin öldürülmesiyle başlayan protestoların altıncı gününde telefonla demeç veren İranlı bir kadın “Masha bize özgürlüğün yolunu açtı” diyordu. Masha Jina Amini protestoları kadınlara özgürlüğün, eşitliğin yolunu açar mı?
Hülya Gülbahar: İranlı kadınlar mollalar rejiminin 1979’dan beri dayattığı örtünme zorunluluğuna karşı ilk günden beri direniyor. 2017 haziranında başlatılan Beyaz Çarşamba eylemleri “başörtüsü kurallarına uymadığı” gerekçesiyle ahlâk polisi tarafından öldürülen Mahsa Jina Amini’nin ardından tüm İran’a yayıldı. Kadınlar toplu halde başörtülerini çıkararak yakıyor, saçlarını kesiyor, şarkılar söyleyip dans ediyorlar. Bu kadar barışçı bir protestoya rağmen onlarca genç kadın ve erkeğin öldürüldüğü haberleri geliyor ve bu devlet şiddeti İslâmi rejime karşı ortak bir direnişe dönüşüyor. Bu isyanın sürükleyicisinin kadınlar olması çok önemli. Türkiye’deki Gezi için “tarihin en dişi direnişi” demiştim. İran’da da benzer bir süreç yaşanıyor. Bir iktidar değişikliğine yol açıp açmayacağını zamanla göreceğiz, ama aynen Gezi’de olduğu gibi zor görünüyor. Dünyada ve Türkiye, İran dahil tek tek ülkelerde demokrasi güçlerinin, muhaliflerin politik süreçleri doğru değerlendiremediklerini, ortak hareketi sağlayamadıklarını düşünüyorum. İngiltere, Fransa ve son olarak da aşırı sağın iktidara geldiği İtalya’da durum bu. Sol güçler yükselen aşırı sağa karşı güçlü ittifaklar oluşturmak yerine, birbirlerine karşı kampanyalar yürütmeye devam ediyor. Yükseltilen yeni sağ, dini kurum ve kuramlarla iç içe geçerek başta kürtaj hakkı ve İstanbul Sözleşmesi olmak üzere, kadınlara ve LGBTİ+’lara saldırıyor. Bu aynı zamanda kamusal ve özel alanda laikliğe karşı saldırı anlamına geliyor. Dini kullanan tüm rejimlerin farklı kesimlere, inançlara, etnik ve kültürel yapılara hoşgörüsüz olduğu ve hatta yaşam hakkı tanımadığı, kendinden olmayanlara baskıcı bir yönetim dayattığı, öncelikle ve özellikle –aynı zamanda siyasal bir simge olarak– kadın haklarına ve LGBTİ+ varoluşa saldırdığı açıkça görülüyor. Buna rağmen, din karşıtı ya da eleştirel pozisyonlara düşmemek ya da oy kaybetmemek veya içten içe kendileri de böyle düşündükleri için konunun bu yanına pek önem vermiyor siyasetçiler.
Sanırım enternasyonalizm kavramının da içi boşaltıldı. Her türlü iç direnişi bastırmak için iktidarların can simidi haline gelen “dış güçler” iddialarının karşısına güçlü bir enternasyonalist dayanışma politikası çıkartılamıyor. Geçtiğimiz yıl İran İslâm Cumhuriyeti’nin BM Kadın Hakları Komisyonu’na üye yapılması sadece İranlı kadınlara değil, tüm uluslararası kadın topluluğuna bir hakaretti. Sessizlik içinde oldu bitti. Ocak 2022’de Kazakistan’da hayat pahalılığına karşı sokaklara dökülen halkı eve dönmeye çağıran, rejimi desteklediğini ilan eden AKP, CHP, MHP ve İyi Parti’nin ortak açıklaması bir başka garabetti. İran’da şu anda süren isyanın sonucu ne olursa olsun, saçlarını ve başörtülerini isyan bayrağı gibi dalgalandıran İranlı kadınlar eninde sonunda kazanacak. Aynen Suriye’de IŞİD işgalinden kurtulan bölgelerde ilk iş kara çarşaflarını çıkartıp atan, eski rengarenk kıyafetlerine bürünen Arap, Kürt, Ezidi kadınlar gibi…
İran’da yaşananlar Türkiye’de kadın örgütlerini harekete geçirdi. Hatta İran’da “ilk olarak Türkiyeli kadınlar bizim yanımızda yer aldı” görüşünü dile getiren yazılara rastladık. Türkiyeli kadınlar İranlı kadınların aynasında kendini mi görüyor?
Afganistan’da iktidar Taliban’a devredildiğinde de Türkiye kadın hareketi kısıtlı olanaklarıyla Afganistanlı kadınlarla hızlı bir dayanışma örgütlemeye çalışmıştı. Suriye ve Irak’taki yetersiz dayanışma belki de bir ders oldu. Şu anda İranlı kadınlarla daha güçlü bir dayanışma var. Ama hâlâ laiklik vurgusu yapmakta bir çekingenlik görüyoruz. Türkiye kadın hareketi ne yazık ki laiklik konusunda iyi bir sınav vermedi. Geniş anlamda kadın hareketi ve aynı zamanda feminist hareket, iktidara gelenin siyasal İslâm olduğunu, ülkede her alanda İslâmlaştırma politikalarının yürürlüğe sokulduğunu zamanında ve yeterli önemi atfederek ele almadı. Laiklik “Kemalist kadınların meselesi” olarak görüldü. Onlar da ülkede onyıllardır egemen “sahte laiklik” politikalarından kopamadılar. Yetişkin kadınların üniversitede, orduevleri ziyaretlerinde, okul diploma törenlerinde, TBMM’de yer alabilmeleri konusunda sekter bir tutumda takılı kaldılar. Diğer feministler ise bu konuda ya tamamen sessiz kaldı ya da tesettürlü yaşamayı savunan kadınlara destek vermekten ibaret bir politika izlediler. Tesettürlü yaşamın kadınların sadece kıyafetlerini değil, eğitimden çalışmaya, evlenmekten boşanmaya bir paket program olduğu gerçeğini görmek istemediler. Kurumsallaşmış ve iktidara gelmiş dinin kadınlar için yaratacağı tehlikelere dikkat çekmeye çalışan çok az feminist ise adeta mobbinge maruz bırakıldı. Bir bütün olarak kadın hareketinin 4+4+4 parçalı eğitim sistemine geçiş, müftülük nikâhı, kürtaj, evlilik ve çocuklarla cinsel ilişki yaşı gibi konulardaki haklı itirazları ise kadınların mensubu oldukları çeşitli siyasi partilerce yeterince dikkate alınmadı.
İslâmofobiye düşmeden tüm kurumlara ve gündelik yaşama sinmiş İslâmizasyondan nasıl arınabiliriz? Hayatın her alanında ataerkinin din ile meşrulaştırılmasını nasıl engelleyebiliriz? Feminist bir laiklik çerçevesi oluşturmaya çalışmak gerek. Muhalefetin laiklik karşıtı politikalar konusundaki politikasızlığını da belki bu sayede değiştirme şansını yakalayabiliriz.
Coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan tüm bu gelişmeler Türkiyeli kadınlar olarak laikliği yeniden düşünmemizi zorunlu kılıyor. Yeterince zaman kaybedildi. İçeriği yenilenmiş, güncellenmiş bir laiklik/sekülarizm konusuna odaklanma ve bu konuda somut politikalar oluşturma zorunluluğunu daha fazla gözardı edemeyiz. Önümüzde duran çok yakıcı sorular var. Örneğin, cumhuriyet mi, şeriat mı? İran’da şeriat yerine monarşiye, Pehlevi rejimine dönmek isteyenler olabilir. Neyse ki, Türkiye’de Osmanlı hanedanlığının tekrar işbaşına gelmesini isteyenlere hasta gözüyle bakılıyor.
Laikliği kamusal alan dışında özel alanı da kapsayan yaşamsal bir ilke olarak yeniden nasıl tanımlayabiliriz? Bedenimiz kimin? “Laik devlet, özgür beden” sloganında ortaklaşabilir miyiz? Tesettür dini bir zorunluluk ve kadınlar için bir özgürlük müdür? İslâmofobiye düşmeden tüm kurumlara ve gündelik yaşama sinmiş İslâmizasyondan nasıl arınabiliriz? Özel ya da kamusal, hayatın her alanındaki ataerkinin din ile meşrulaştırılmasını nasıl engelleyebiliriz? Laik bir yaşamın ancak hayatın her alanında kadın-erkek eşitliğinin maddi, siyasal, kültürel koşullarının yaratılması ve güvence altına alınmasıyla mümkün olabileceği bilincini nasıl ortaklaştırabiliriz?
Soruları çoğaltmak ya da yeniden kurgulamak gerek. İçeriği feministlerce doldurulmuş, feminist bir laiklik çerçevesi oluşturmaya çalışmak gerek. Türkiye muhalefetinin laiklik karşıtı politikalar konusundaki politikasızlığını da belki bu sayede değiştirme şansını yakalayabiliriz. Tabii öncelikle laiklik ilkesine feminist bağlılığımızı gözden geçirip bu konuda ortak bir duruş oluşturmamız gerek. Bunun için de siyasi yapılardan bağımsız, özerk bir feminist duruş geliştirmenin imkânlarını yaratmalıyız.
İki sene önce yaptığımız “Ailede, toplumda, devlette reis istemiyoruz” başlıklı söyleşide “Meclisteki tüm partiler laikliği yeterince savunuyor olsaydı, bugün bu halde olmazdık. Kadın meselesini anlamayan laikliği anlayamaz” demiştiniz. Seçime muhtemelen aylar kala muhalefet partileri bu ilişkiyi kavramış durumda mı?
Yıllardır toplumu kendi totaliter dini ve siyasal görüşlerine tabi olanlar ve olmayanlar diye ikiye bölen iktidar yeni bir evreye geçti. Artık sadece kutuplaştırıcı değil, imhacı bir iktidar var. Tüm stratejisini kendinden olmayanların ideolojik, politik ve hatta fiziki olarak imhası üzerine kuruyor. Muhalif olmak bile gerekmiyor. Kendinden olmaması yeterli. Pop sanatçısı Gülşen’in cezalandırılması sürecinde de duyduk “katli vaciptir” çığlıklarını. Oysa Türkiye toplumu gerek birlikte yaşama, gerekse de diğerinin hayatına saygı gösterme geleneklerine, giderek daha zorlaşsa da, sahip çıkmaya devam ediyor. İktidarı toplum mühendisliğinde başarısız kılan da toplumun bu direnci. Siyasi muhalefet ve kısmen de muhalif aydınların bunu doğru okuyamadığını düşünüyorum. Kadın-erkek eşitliğini aşındıran ve kadına karşı şiddeti körükleyen politikalar karşısında yeterince duyarlı olmadıkları gibi, laikliği aşındıran politikalara karşı da güçlü bir karşı duruş sergilemiyorlar. Oysa toplum dinde reformunu çoktan yaptı. İstiyorsa medeni nikâhın yanında dini nikâhını da kıyıyor. 11 ay rakısını içiyor, ramazanda da orucunu tutuyor. Birçok kadın dinin verdiği tercih hakkını kullanıyor, ibadet dışında başörtüsü takmıyor. Ama daha önce “soft IŞİD” olarak adlandırdığım iktidarın laiklik karşıtı söylem ve politikaları daha da sertleşti. Ne yazık ki, buna karşı etkili bir muhalefet ortaya konmuyor. Babasının ve tarikatın baskılarıyla hayatı çalındığı için intihar eden tıp öğrencisi Enes Kara’nın toplumun önüne bıraktığı soruya muhalefet kayıtsız kalmıştı.
“Soft IŞİD” olarak adlandırdığım iktidarın laiklik karşıtı politikaları karşısında etkili bir muhalefet ortaya konmuyor. Gülşen olayındaki gibi göstermelik tepkiler ya da “imam hatipleri açan biziz, hakaret ettirmeyiz” türü yangına körükle giden sözler ülkenin geleceğini tehlikeye atıyor. Oysa laiklik ile eşitlik ve özgürlük arasında kopmaz bir bağ var.
Muhalefet partilerinin boşanan kadının yoksulluk nafakasının kesilmesi, boşanmanın kadın için zorlaştırılıp erkek için kolaylaştırılması yönünde yapılmak istenen Medeni Yasa değişikliği konusundaki sessizliği ve hatta iktidarı destekleyenlerin çıkması hepimizi ürkütüyor. Aile hukukunun dini hukukla uyumlulaştırılması amacını taşıyan bu değişiklik paketi Eşitlik İçin Kadın Platformu’nun ısrarlı çabaları sonucunda şimdilik ertelendi. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ 17 Şubat 2022 günü bir televizyon programında nafaka konusunun seçimden sonra ele alınacağını açıkladı. İktidar partisinin kadınlara seçim vaadi, nafakalarının kesilmesi, boşanma hakkının daha da kısıtlanması! Milyonlarca kadın ve çocuğun hayatını ilgilendiren bu konunun muhalefet partileri tarafından günlerce gündemde tutulması, her fırsatta hatırlatılması gerekirken bugüne dek tek bir demeç duymadık.
Enes Kara, Sezen Aksu ve diğer laiklik karşıtı politikalar konularındaki sessizlik gibi, Gülşen olayındaki göstermelik tepkiler ya da “imam hatipleri açan biziz, hakaret ettirmeyiz” türü yangına körükle giden sözler tüm ülkenin geleceğini tehlikeye atıyor. Muhalefetin bu tehlikeli kayıtsızlığının örneklerinden biri, kamu çalışanlarına verilen cuma namazı izniyle ilgili 2016/1 sayılı Başbakanlık Genelgesi idi. Kamu için çıkarılan bu genelge özel sektörde de birçok işyerinde uygulanıyor. Cuma günü erkek çalışanlar “namaza gidiyoruz” diye üç saat izin yapıyor, kadınlar çalışmaya devam ediyor. Genelge ve uygulama 2016’da gündem olamamıştı, bugün de olamıyor. Geçtiğimiz günlerde Diyanet Akademisi kurulmasına evet oyu veren ya da çekimser kalan muhalefet partileri, ağırlıkla genç erkeklerin alınacağı ve askerlikten muaf tutulacağı bir tür “diyanet ordusu” oluşturulmasına gönüllü biçimde izin vermiş oldular.
Oysa ki, laiklik olmadan demokrasi olmaz. Farklılıkların eşit olarak bir arada yaşayamadığı, bunun koşullarının fiilen oluşturulmadığı rejimlere demokrasi denmez. Laiklik ile eşitlik ve özgürlük arasında kopmaz bir bağ var. Hem kadınlar için hem tüm toplum için. Hayatı değişmez, tartışılmaz ilahi emirlerle değil, bizlerin koyacağı ve beğenmediğinde değiştirebileceği kurallarla yaşamak demektir laiklik. Bu basit özü kavrayamamak, önemsememek, birkaç oy uğruna sessiz kalmak, süregiden yaşamsal bir hata. “Laikliğin geçmiş uygulamalarındaki sorunlar” söyleminin ideolojik hegemonyası altında ezilmek, geçmiş çoğu hatanın laiklik ilkesinden değil, laiklikten sürekli tavizler vermekten kaynaklandığını görememek, bu nedenle laiklik yerine sekülarizmi ikame etmeye, laikliğe özgürlükçü vb. sıfatlar eklemeye çalışırken kafa karışıklığı içinde kalakalmak en ciddi sorunumuz. Etkili bir mücadele için berrak bir zihin gerekiyor.
“Cezalar artırılsın” talebinin yanlışlığını yüksek sesle dile getirmeliyiz. Kadına karşı şiddetin hukuk politikasına indirgendiği, hukukun da muhafazakâr biçimde yorumlandığı söylem şiddetin arkasındaki sistemin gözardı edilmesi riskini taşıyor. Angela Davis gibi feministler cezaevlerinin ilga edilmesi için politik hareketler yaratırken bizim cezalandırma odaklı politikalara vurgu yapmaktan kaçınmamız gerek.
Laikliğe karşı dünyada ciddi bir saldırı, ciddi aşındırma girişimleri var. İster Müslüman olsun ister Hıristiyan, kadın-erkek eşitliği karşıtlığı, kürtaj ve LGBTİ+ varoluş karşıtlığı, İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı, “reisli aile modeli” gibi politikalar aslında hep aynı yere çıkıyor: Laiklik karşıtlığı. Birtakım çevrelerin bütün hayatı kendi inandıkları dini kurallara göre düzenleme takıntısı yüzyıllardır insanlığı krizden krize sürüklüyor. Dünyanın dört bir yanında yeniden güçlendiklerini ve kendileri gibi olmayan herkesi fütursuzca tehdit ettiklerini görüyoruz. Bu küresel bir sorun ve küresel bir mücadele gerektiriyor. Garip bir zaman diliminde yaşıyoruz. Uzay ve iletişim teknolojilerindeki devasa gelişmeler ile yüzyıllar öncesinin ahlâki muhafazakârlık ve radikal dinciliğinin geri dönüşü aynı anda yaşanıyor. Son olarak ABD’de ve birçok ülkede kürtaj hakkına yönelik saldırılar da bunun bir parçası. Saldırıların ortak noktalarından biri, kadınların bedenlerini tekrar kontrol altına almak. Kadın-erkek eşitliği bakımından dünyanın önde gelen ülkelerinden Finlandiya’nın kadın başbakanı Sanna Marin’in dans videosu onu yıpratmak üzere kullanılıyor ve genç kadın açıklama yapmak zorunda bırakılıyor. Bu açıdan, zamanda geriye giden bir korku tünelinden geçer gibiyiz. Sadece kadın-erkek eşitliğine değil, eşitlikçi ve adil bir toplum düzenine karşı yapılan bu saldırılar sağ popülist, otoriter iktidarların toplum projesinin parçası. Aşırı milliyetçi, aşırı dinci politik gruplar, bazı ülkelerde iktidarda, birçok ülkede ise iktidar politikalarını halklar ve haklar aleyhine etkiliyor. Temel haklara dayalı, laik, sosyal bir hukuk devleti olma ilkesine yönelik saldırılar artıyor.
Silvia Federici “Uzaydaki Mormonları Yeniden Düşünmek” adlı ilginç makalesinde (Tenin Sınırlarının Ötesine içinde, Otonom, 2019), gerici sosyal politikalar ve bilimsel yüzsüzlük karışımının yeni sağın çifte ruhunu anlamak için ipucu olduğunu belirtiyor ve “Yeni sağın bedeni aynı anda hem geçmişe hem de geleceğe yönelik cesur adımlar atmaya girişerek iki zıt yöne genişliyor gibi görünüyor” diyor. Yeniden canlandırılan tarikatların, sömürgeleştirilen uzayın ihtiyaç duyduğu (yeryüzündeki tensel uyarıcılara ihtiyaç duymayan, kendine yeten, melek gibi) işgücünü biçimlendiren üretim merkezleri olduğunu iddia ediyor.
Türkiye’de kadınlar çoğu zaman mahkemenin koruma kararına rağmen öldürülüyor. Örneğin 28 Temmuz’da Ezgi Zerkin boşanmak istediği Deniz Özarslan tarafından başından silahla vurularak öldürüldü. Özarslan için uzaklaştırma kararı verilmiş olmasına, cinayetten bir yıl önce iki ayrı kadına karşı ölümle tehdit ve balkondan atma gibi şiddet suçları işlemiş olmasına, hakkında açılmış bir ceza davası ve toplamda 34 suç kaydı bulunmasına karşın, devlet göz göre göre gelen cinayeti önlemedi. Şiddeti önleme yükümlülüğünü yerine getirmeyen kolluk, kaçan katili arıyor. Böylesi cinayetler her geçen gün artıyor. Devlet kadınları neden korumuyor?
İktidar yıllardır kadın-erkek eşitliğine karşı erkeklerin iktidarını yücelten söylemleriyle kadına karşı şiddeti ve cinayetleri kışkırtıyor, sonra da seyrediyordu. Bu tavrın arkasında itaatsizlik eden, erkeklere hizmette kusur eden kadınların cezalandırılması gerektiğini, hatta katlinin vacip olduğunu düşünen bir zihniyet yatıyor. Son dönemde iktidarın kadına yönelik şiddet ve cinayetleri farklı amaçlarla da kullandığını düşünmeye başladım. Cinskırım boyutlarına ulaşan bu cinayetlerle bir yandan da tüm topluma kendilerini koruyacak hiçbir mekanizma, kurum, yargı organı kalmadığı mesajı ve çaresizlik duygusu veriliyor. Bu çaresizlik içinde, linç ortamı köpürtülüyor, idam, hadım, kısas gibi çağdışı cezalandırma yöntemleri için adeta toplumsal zemin hazırlanıyor. Bu noktada “cezalar artırılsın, indirimler kaldırılsın” talebinin yanlışlığını artık hep birlikte daha yüksek sesle dile getirmeliyiz. Kadına karşı şiddetin sadece bir hukuk politikasına indirgendiği ve hukukun da muhafazakâr biçimde yorumlandığı bu söylem topluma ve kadınlara zarar veriyor. Kadına karşı “erkek” şiddeti söylemiyle paralel giden bir yanı var bunun. Şiddet uygulayanın cinsiyetinin vurgulanması önemli. Ancak, sürekli sadece bu vurguyla anıyor olmak şiddetin arkasındaki koskoca sistemin gözardı edilmesi riskini de taşıyor. Bu durumda öfke sadece erkek bireye yöneliyor ve onun en ağır biçimde cezalandırılması talebine dönüşüyor. O suçu yaratan toplumsal koşullar gözden kaçırıldığında öfke de, talep de bireye yöneliyor doğal olarak. “Ağırlaştırılmış müebbet verilsin, cezaevinden bir daha çıkamasın” söylemi neden bizi bu kadar rahatlatıyor? Oysa ki ağırlaştırılmış müebbette bile mahkûmların AİHM kararlarında da vurgulandığı gibi “umut hakkı” olmalı, cezası örneğin 25 yıl sonra tekrar ele alınabilmeli, gerekirse indirim yapılabilmeli. ABD’li Angela Davis gibi önemli feministler cezaevlerinin ilga edilmesi için politik hareketler yaratırken bizim cezalandırma odaklı politikalara bu kadar vurgu yapmaktan kaçınmamız gerek. Kuşkusuz bunda sistemin de payı büyük. Türkiye’de cezalar yeterince ağır, ama infaz yasalarıyla getirilen aflar ve keyfi uygulamalarla kadına karşı şiddet cezasız bırakıldığı için tepkisel olarak cinsiyetçi olmayan, çifte standartlı olmayan bir hukuk sistemi talebi öne çıkıyor. Yine de siyasi iktidarın şiddetsever tutumu, hukuk tanımazlığı bu kadar açıkken “yasalara dokunma, uygula” ve “doğru uygula” demek özellikle önem taşıyor. Son Türk Ceza Kanunu değişikliğinde, “kravat indirimini kaldıracağız” söylemiyle iyi hal indirimi olarak anılan takdiri indirim maddesinde, her olayda zorunlu olarak uygulanacak biçimde, her boynunu büküp pişmanım diyene otomatik indirim yapılması kuralı getirildi. Kadını biyolojik olarak kadın olmaya indirgeyen ve sırf kadın olduğu için “korunmaya muhtaç” algısı yaratılarak kadına karşı işlenen şiddet suçlarında komik ceza artırımları getiren son TCK değişikliklerinin yaratacağı sorunlarla ayrıca mücadele etmemiz gerekecek. Dolayısıyla, bu iktidardan artık talep edilebilecek bir şey kalmadığını düşünüyorum. Teşhir etmek, yasalara dokunma, uygula demek, taleplerimizi gelecek iktidarlara yönelik olarak gündeme getirmek yeterli.
Bu arada, Ezgi Zerkin’in gözgöre göre öldürülmesiyle İstanbul’da 16 yaşındaki Beyza Doğan’ın öldürüldüğü haberi aynı günlerde gelmişti. Beyza’nın ailesi de yaklaşık üç yıl boyunca çocuğu taciz ve tehdit eden Selim Tekin hakkında 35 şikâyette bulunmuş. Bu durumda şiddet 13 yaşından itibaren başlamış bulunuyor. Baba Cuma Doğan katil Tekin’in tehditleri ve tacizleri nedeniyle evlerini değiştirdiklerini anlatıyordu. İstanbul Sözleşmesi’ne, 6284 sayılı şiddet yasasına karşı çıkarken “aile yapısını tehdit ediyor, aileyi parçalıyor” iftiraları atanların kulakları devletin kendilerine yaşattığı çaresizliği, kaybettikleri çocuklarının acısını anlatmaya çalışan bu anne ve babaların çığlıklarına tıkalı. Onlar aile derken baba ve koca olarak kendilerinin kadınlar ve çocuklar üzerindeki mutlak egemenliğinden söz ediyorlar. Otoritelerini hiç kimse sorgulamasın, hiçbir yasa kısıtlamasın istiyorlar. “Aile mahremiyeti” kavramını kullanarak aslında açıkça suç teşkil eden şiddet, istismar gibi suçlarını örtmek, görünmez kılmak istiyorlar. Şanssızlığımız bu fikrin iktidarda olması.
Cumhurbaşkanının İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı açılan davalarda nisan ve haziranda dört toplu duruşma yapıldı. Danıştay maratonu kadın hareketinin mücadele tarihi açısından ne ifade ediyor?
İstanbul Sözleşmesi çerçevesinde hukuk mücadelesi hiç kolay olmadı. Danıştay’da kadın örgütleri, barolar, siyasi partiler, sendikalar ve bireyler tarafından 220’yi aşkın iptal davası açıldı. 28 Nisan günü ilk duruşmaya katılan kadınları duruşma salonuna almamak, biber gazı sıkmak ve Danıştay binasının önünde sürüklemek dahil olmak üzere şiddet uygulandı. Duruşmada basın açıklaması yapmamız engellendi. Yine de basın açıklamasını yaptık. Maruz kaldığımız fiziksel ve psikolojik şiddet ciddi bir engel çıkarma girişimiydi. Kadınları yıldıramadılar tabii ki. İlk duruşmaya bine yakın kadın avukatın yetki belgesiyle katıldık. 650 kişilik konferans salonu doldu doldu boşaldı. 28 Nisan’da yaptığımız ilk duruşma şahane bir buluşmaydı. Gerçekten dünya tarihine geçecek bir duruşma örgütledik. Sonraki üç duruşmada da bu örgütlenmeyi sürdürdük.
Meclisten oy birliğiyle çıkmış 6251 sayılı onay kanunu yürürlükte olduğu sürece İstanbul Sözleşmesi’nin hükümleri yürürlüktedir. Sendikalardan siyasi partilere, medyadan belediyelere kadar herkesin görevi bu sözleşmenin toplumsal bilinçte kök salmasını, bir refleks haline gelmesini sağlamaktır.
Danıştay 10. Dairesi 19 Temmuz’da Türkiye’nin sadece İstanbul Sözleşmesi’nden değil, temel insan haklarını ilgilendiren diğer uluslararası sözleşmelerden tek kişinin kararıyla çekilmesinin önünü açan, hukuk devleti ilkesini yerle bir eden, anayasanın birçok hükmünü yok sayan siyasi bir karar verdi.Kaybeden bütün ülke ve hukukun üstünlüğüdür. Son dönemde ne yazık ki yargı yüzde yüz bağımlı hale getirildi. Bunu Danıştay duruşmaları sırasında bir kez daha görmüş olduk. Önce yürütmeyi durdurma talebimizi görüşecek Danıştay 10. Daire heyetinde bir değişiklik yapıldı ve talebimizin bir oy farkla da olsa reddedilmesi sağlandı. Biz bu davada davacıydık ve davalı olan cumhurbaşkanı bu ilk duruşmadan sonra bir Danıştay ziyareti yaptı. Hem de duruşmanın yapıldığı salonda Danıştay’ın tüm hâkim ve savcılarının huzurunda bir konuşma yaptı. Sonra, Danıştay’a yeni atamalar yaptı. Daha sonra, davamıza bakan mahkemenin temyiz mercii olan İdari Davalar Kurulu’nun yapısını 2026 yılına kadar sabitledi. Yapıyı sabitledi ki, 2026’ya kadar hiçbir üye değişikliği yapılmasın ve karar istediği gibi çıksın. Bu da yetmedi. Adalet Bakanı birçok vesileyle “cumhurbaşkanının kararıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış anayasaya uygundur” dedi ve Danıştay’a anayasaya aykırı olduğu yönündeki talebimizi reddetmesi konusunda kamuoyu önünde açık talimat verdi. Bunlara rağmen, Danıştay tetkik hâkimi, üç savcı ve beş kişilik heyetteki iki hâkim “işlem açıkça hukuka aykırı” diye ilan edebildi. Maalesef diğer üç hâkim hukuk ve vicdana uygun bir karar vermedi, veremedi. Duruşmalarda ve kamuoyu nezdinde kazandığımız davayı bir oy farkla kaybetmiş olduk. Tabii ki hukuki mücadeleyi sürdüreceğiz.
Bu arada, 20 Ağustos’da Danıştay’a BM’den önemli bir mütalaa sunuldu. BM Kadınlara ve Kız Çocuklarına Yönelik Şiddet, Sebepleri ve Sonuçları Raportörü Reem Alsalem, BM Kadınlara ve Kız Çocuklarına Yönelik Ayrımcılık Çalışma Grubu Başkanı-Raportörü Melissa Upreti ve BM Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi (CEDAW Komitesi) Başkanı Gladys Acosta Vargas’ın yazdığı bu “uzman görüşü”nün de aralarında olduğu yedi imzalı bir çağrı yayınlandı. “Uzman görüşü” olarak nitelendirilen bu metinde, İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye’deki yoğun şiddet ortamı nedeniyle kritik önem taşıdığı çok açık vurgulanıyor. Sözleşmeden çıkışın kadınlar ve kız çocukları üzerindeki olumsuz etkileri çok net anlatılıyor. Danıştay “Türkiye’nin imzacı olarak İstanbul Sözleşmesi’ne bir an önce geri dönmesinin önünü açmaya” davet ediliyor. Birçok davacı bu metni Danıştay’a sunulacak temyiz dilekçelerinde kullandı ve bu uzmanların tanık olarak dinlenmesini talep etti. Bu uzmanlar küresel bir sorun olan kadına karşı şiddet ve kadın cinayetleri konusundaki hem yerel hem de küresel ortak mücadeleye katkıları açısından önemli bir metin yayınlamış oldular. Kadına karşı şiddetin kadınların temel insan haklarını ihlal eden küresel sorun olduğunun, mücadele için devletlerarası işbirliğini gerektiren çok taraflı uluslararası sözleşmelerin ve mekanizmaların gerekliliğinin bilince çıkarılması çok önemli. Dünyada yaşanan sorunlar konusunda etkili olup olmadıkları giderek daha fazla sorgulanan BM mekanizmaları için de önemli bir girişim bu. Üç BM uzmanının ve biriminin bu çağrısını, şiddetle mücadelede İstanbul Sözleşmesi’nin küresel önemini ortaya koyması açısından da değerli buluyorum.
Danıştay duruşmalarının önemli yansımaları da oldu. 28 Şubat 2022’de altı partinin genel başkanlarının katıldığı bir basın toplantısında imzalanan Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni’nde İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmesi vaadi yer almıyordu ve bu olgu, toplantıya Türkiye’nin değişik illerinden katılan EŞİK üyesi kadınlar tarafından protesto edilmişti. Danıştay’ın kararından sonra Saadet Partisi genel başkanı Temel Karamollaoğlu İstanbul Sözleşmesi’ne karşı açıklamalar yapınca, kadınlar başta olmak üzere toplumsal muhalefetin baskısı ve altılı masanın diğer partilerinin çabasıyla geçtiğimiz günlerde Saadet Partisi’nin genel başkan yardımcılarından Mustafa Kaya partisinin bu konudaki görüşünün ittifaktaki diğer partilerden farklı olmadığını açıklamak zorunda kaldı. Bu süreçleri önemsiyoruz… Danıştay’da hâlâ duruşması yapılmayan dosyalar var. Karar artık belli olduğu için yeni duruşmaların olup olmayacağını bilmiyoruz. Hukuken de garip bir durum. Bizler tabii ki temyiz dilekçelerini verdik. Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dahil bütün hukuki süreçleri işleteceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın. Haklarımızdan, hayatlarımızdan ve İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmeyeceğiz.
Önümüzdeki aylarda İstanbul Sözleşmesi mücadelesinin ayakları neler olacak?
Mücadelenin önemli bir ayağı tabii ki sokaklarda hep beraber sürdürdüğümüz ortak direniş. Kadınlar tüm yasaklama girişimlerine karşı sokaklardan vazgeçmiyor. Ama bunun için çok büyük bedeller ödeniyor. Yapılan gözaltılar, açılan davalar, işçi, memur, öğrenci kadınların çalışma, eğitim hakkı dahil birçok hakkının riske atılmasına neden oluyor. Kadınları sokaklara çıkamaz hale getirmek için uygulanan baskı politikalarına son dönemlerde Kabahatler Kanunu bahanesiyle kesilen ağır para cezaları da eklendi.
Mücadelenin ikinci ayağı özellikle son iki yıldır EŞİK’te yaptığımız gibi Meclis’i yakın takip, izleme çalışmaları. Çocuk istismarcılarına af getirme girişimlerinin olduğu 2016’dan beri Meclis’in açık olduğu geceler uyuyamaz olduk. EŞİK’te bunun için “gece nöbetçileri” diye bir çalışma grubu oluşturduk. Ben de gece nöbetçilerinden biriyim. Çünkü meclis geceleri de çalıştırılıyor ve her türlü hak ihlali geceyarısı yapılan ayak oyunları ve son dakika önergeleriyle oluyor. Meclis’in açık olduğu bütün saatler boyunca nöbette olup konuşulanları izliyoruz. Aleyhte değişiklikleri durdurmaya çalışıyoruz.
Öte yandan, “İstanbul Sözleşmesi’ni uygula” demekten, uygulanması için mücadele etmekten hiçbir aşamada vazgeçmedik. Mücadelemizin en önemli ayaklarından biri de bu. Çünkü Meclis’ten oy birliğiyle çıkmış olan 6251 sayılı onay kanunu yürürlükte olduğu için sözleşmenin hükümleri birer yasa maddesi olarak yürürlükte ve aynen uygulanması gerekiyor. 6251 sayılı yasa sözleşme maddelerini bir iç mevzuat haline getirdi. Ceza Yasası, Ceza Yargılaması Yasası gibi yasaların içine yerleşen, orada varsa kendisiyle çelişen maddeleri zımnen yürürlükten kaldırıp yerine kendi geçen maddeler bunlar. Zaten 6284 sayılı şiddet yasasında bu konuda açık bir özel hüküm var ve 6284’te bir hüküm yok ise, İstanbul Sözleşmesi hükümlerini uygula diyor. Anayasa’nın 90. maddesi nedeniyle anayasaya aykırılığı ileri sürülemeyecek kuvvette yasa maddeleri bunlar. Cumhurbaşkanının dava konusu ettiğimiz sözleşmeden çıkış kararı Türkiye’nin sözleşmenin tarafı olup olmamasıyla ilgili ve bu işlem bile hukuken henüz kesinleşmiş değil. Bu nedenle, sözleşme hükümlerinin tanıtılması, benimsenmesi ve uygulanması şu anda her zamankinden daha önemli. Tekrar tekrar hatırlatmak gerekiyor: 6251 sayılı kanun yürürlükte olduğu sürece İstanbul Sözleşmesi yürürlüktedir. Türkiye kadın hareketinin en önemli stratejisi, iktidar muhalefet demeden, herkese sözleşmenin her bir maddesini birer kanun hükmü olarak uygulatmak. Sendikalardan siyasi partilere, medyadan belediyelere kadar sorumlu olan herkesin görevi bu sözleşmeyi gündelik hayatın bir parçası olarak uygulamak ve bir ilkeler bütünü olarak toplumsal bilinçte kök salmasını, bireysel ve toplumsal bir refleks haline gelmesini sağlamaktır.
Tabii mücadelenin önemli ayaklarından birini de hukuk oluşturuyor. Anayasada uluslararası sözleşmelerden çıkışla ilgili net bir prosedür olmadığı söyleniyor. Ama evrensel bir hukuk kuralı var: “Yetkide ve usûlde paralellik ilkesi”, yani bir sözleşmeye nasıl girerseniz öyle çıkarsınız. Kanunla, Meclis iradesiyle giriyorsanız Meclis iradesiyle çıkabilirsiniz. Anayasa hukuku öğretim üyelerinden Dr. İrem Berksoy’un hatırlattığı gibi, yakın zamanda bu tür davalarla karşılaşan yüksek yargı organları, erkler ayrılığı üst normuna göre, usûlde paralellik ilkesi çerçevesinde karar verdiler. Örneğin, Birleşik Krallık’ta AB’den çıkışla ilgili Brexit kararı yürütme tarafından alınmıştı. Ülkede uluslararası sözleşmelerden çekilmeyi düzenleyen bir hukuk kuralı ya da yerleşik içtihat yoktu. Geleneksel olarak, uluslararası sözleşme yapımı yasamanın onayına ihtiyaç duymayan bir yürütme yetkisi olarak kabul ediliyordu. Ama 2017’de Yüksek Mahkeme parlamento onayı olmadan bu çıkış işleminin yapılamayacağına, hukuk düzenini ve temel hakları etkilemesi halinde, çekilme kararının yürütmenin yetkisine terk edilemeyeceğine, yasamanın ön izninin gerektiğine karar verdi. İkinci örnekte, Güney Afrika’da yürütme parlamentonun ön onayını almadan Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü’ nden çekilme bildirimi yapmıştı. Güney Afrika’nın da uluslararası sözleşmelerden çekilmeyi düzenleyen bir hukuk kuralı yoktu ve konu o zamana kadar yargının dikkatini çekmemişti. 2017’de Yüksek Mahkeme, yetkide ve usûlde paralellik ilkesi gereğince, parlamento ön onayı olmadan Roma Statüsü’nden çekilinemez demişti. Yüksek Mahkeme’ye göre, parlamentonun ön onayı olmaksızın çekilme kararı “usûl olarak akıldışıdır”, çünkü iç hukukun sözleşmeye yaptığı atıflar ve uyumlaştırıcı mevzuat çekilme kararından sonra da yürürlükte kalmaya devam etmektedir. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış girişimiyle paralel konular, emsal davalar bunlar.
Kısa vadede çok umutlu olmasak da, bizler de Türkiye’de yüksek yargının temel haklarla ve hukuk düzeniyle ilgili konularda bağımsız kararlar vereceği günleri hep beraber yaratmalıyız, yaratacağız. Tünelin sonundaki ışık göründü.
1+1 Express, sayı 181, Güz 2022