Geçmiş deneyimlerimden edindiğime göre, müzik bir ifşaattır. Ergenlik çağından beri ve hâlâ, yeni müzik yapıtları keşfettiğimde sınırsız bir içsel zevk duyuyorum. Müziğin çok büyük bir iletişim gücüne sahip olduğu ve bizim müzik yaparken bilinçsizce dahi olsa bir şeyler anlattığımız doğrultusundaki inancım buradan geliyor. Örneğin, hayatında hiç piyano ya da klarinet görmemiş bir seyirci karşısında, müzikte ilk temasın bir ifşaat olduğunu ve o anda bu insanlarla müzik arasında neredeyse dini bir tür bütünleşmenin yaratıldığını fark ediyorum. Çok uzun bir süredir, özellikle de son otuz yıldır sanatımızın yolundan saptırıldığını düşünüyorum; müzik sadece ün ya da servet edinme amacıyla bir rekabet nesnesi haline geldi. Müzik, temel rolü olan iletişimden saptırıldı. Müzikten başka kim, insanlar onun kodlarını tanımadığı halde, herkese hitap edebilir, herkesle konuşabilir? Bundan yirmi yıl kadar önce, New York’ta ya da Londra’da bir konser organizatörü bana şöyle demişti: “Büyük metropoller hariç, çalarken tamamen kendini vermen gereksizdir.” Bana yılda 250 konser vermemi teklif ediyordu; ben de bunun benim için kesinlikle imkânsız olduğunu anlatıyordum: Her konser çok büyük bir ruhsal ve sinirsel tecrübedir; bir konserden sonra, kendi kendime ve piyanomla geçireceğim üç sıradan güne ihtiyacım vardır. Bana şu cevabı verdi: “Hiç dert değil canım. Büyük şehirlerde kendini verirsin, öteki yerlerde değmez, sen makinayı çalıştır yeter…”
En yoksul mahallelerde, uzak kırsal bölgelerde müzik yapmaya başladığımızda, müziğin insanları daha iyi kıldığını fark ediyorduk. Bütün bunlar Güney Amerika’daki subaylar tarafından kötü karşılandı. Aşağıdan, temelden gelen bu harekete geçişi hissediyorlardı.
Çalarken öylesine bir aşırı hassasiyet içinde oluruz ki, seyircinin varlığından ilham alan yüzlerce yeni fikir zihnimize gelir. Heyecan, teessür uyandıran bazı parçalarda, romantik repertuarda, örneğin Beethoven’in dramatik sonatlarında, ancak yirmi kere seyirci karşısında çaldıktan sonra müzikal ifadenin duru ve coşkulu biçimini bulmaya başlarsınız. Hapishanelerde ya da köylülerin karşısında peşpeşe aynı parçayı defalarca çalarsınız –böyle bir şey konserlerde olmaz. O zaman müziğe tekabül eden imgeyi, görüntüyü aramak gerekir, yaratıcılık ânı, çok güçlü bir suç ortaklığı ânıdır. Marsilya’da, Beaumette hapishanesinde, Johann Sebastian Bach’ın bir parçasını çalıyordum ve bir tutuklu kendini bambaşka yerlerde hissettiğini, bu müzikle beraber bir yolculuğa çıktığını ve hiç alâkası olmadığı halde kendisini İsviçre’de buluverdiğini anlattı; onun arkasındaki, yine kendisiyle hiç alâkası olmayan göl kıyısında bir şato görmüştü. Suyun renginden ötürü bu göl çok önemliymiş, bu renkte bir suyu hayatında görmemiş. Bir başkası şöyle dedi: “Ben de başka yerlere gittim, bir nehrin kıyısında oturuyordum, su sakin sakin akıyordu.” Bir diğeriyse çok kısa yorumladı: “Yağmur yağıyor.” Halbuki ben kendi izlenimlerimden hiç söz etmemiştim, sadece aynı parçayı üç kez art arda çalmıştım. Sonra, bu yapıta çalışırken ilk izlenimlerimi kenarına kaydettiğim partisyonu çıkardım: “Sakin sakin akan su.” Böylece hepimiz su hakkında sahip olduğumuz fikirleri paylaşmıştık.
Bir gün, bir tutuklu bana, muhtemelen ticari bir müzikten söz etti. Ona bu müziğin neden söz ettiğini sordum. “Adı, Anneme Mektup” dedi. Ona sordum: “Annene bir mektup çalmamı ister misin?” “Tabii.” “Annen nasıl bir insan?” “Çok iyi ve delicesine sevgi dolu bir kadın.”
Ona Gabriel Fauré’nin bir noktürnünü çaldım. Tutuklular mutlak bir sessizlik içinde dinlediler ve parçayı bana defalarca çaldırdılar. Aynı bu noktürnü, daha sonra Nikaragua’da, piyanoya hiç alışık olmayan bir grup köylünün karşısında çaldım. Hiçbir şey söylemeden çaldım. Parça bittikten sonra bir köylü ayağa kalktı: “Bak sen şu işe, sanki bütün dertlerimiz hallolmuş da, hayatta sevgiden, aşktan başka bir şey kalmamış gibi. Gökyüzüne bakıp birbirimizi sevebiliriz.” Arjantin’de, Beethoven’in bir adagio’sundan sonra bir köylü önümde ayağa fırladı ve bağırdı: “Dua etmeye devam et, birader!” Ben bunun bir dua olduğunu biliyordum.
Konservatuarlardaki hocalar, müziğin bu doğrudan iletişim boyutunun üzerinde yeterince durmazlar. Özellikle teknik mükemmellik ve metronomik çalışmayla uğraşılır ve işin esası olan, her duyguyu, heyecanı aktarmak için vücudunda bulman gereken enerji, coşku, bağla seslerin soluğu unutulur. Müzik bizde bir şeyleri açığa çıkarır ve bu açınlanma kolektif hale gelebilir. Zaman zaman olağanüstü bir bütünleşme içinde dinleyicilere dokunuyormuşum gibi hissettiğim çok yoğun anlar yaşadım. Kimi insanlar bana seslerin kendilerini okşadığını söylediler.
Arjantin’de, Beethoven’in bir adagio’sundan sonra bir köylü önümde ayağa fırladı ve bağırdı: “Dua etmeye devam et, birader!” Ben bunun bir dua olduğunu biliyordum.
Antib’de, kısa bir süre önce, çok fazla genç vardı. Onlara dedim ki: “Size isterseniz klasik bir konser veririm, isterseniz ‘à la carte’ bir konser.” Hep bir ağızdan bağırdılar: “À la carte istiyoruz!” İçlerinden birkaç tane çekingen olmayan, rahat delikanlı bana sordular: “Senin için aşk nedir, müzikte?” Schumann ve Brahms çaldım. Sonra: “Sence sıkıntı, çalkantı nedir” ve Chopin’in dokuzuncu etüdünü çaldım. “Ölüm nedir, şehvet nedir?..” Çok güzeldi, insanoğlunun duyguları, heyecanları arasında bir seyre çıkmıştık. Ben bırakıp gitmek istemiyordum, onlar da gitmek istemiyordu, tamamen olağandışı bir an yaşadığımızı hissediyorduk.
Biz müzisyenlerin, sanatçıların, entelektüellerin prensipte çok cömert olduğumuzu düşünüyorum: İnsani temasa ihtiyacımız var ve vermeye ihtiyacımız var. Ancak, mesleğimizde ilerlerken, çevremiz giderek bize, özellikle maddi düzeyde, acımasız baskılar yaratıyor. Bu durumda da, bu hassasiyetle kariyer dertlerini bağdaştırmak bizim için çok güç oluyor. İnsan hakları için müzik yapmak, konser vermek neredeyse bir moda haline geldi; büyük bir tanıtıma, reklama yer verilmesi koşuluyla tabii. Ya da sığınmacılar için konser vermek, ama dünyanın bütün televizyon kanallarının karşısında olmak koşuluyla. Bu, cömert, iyi niyetli bir fikrin ticari bir şekilde ele geçirilmesi demektir.
Bir müzisyen için, bir şeyi yerinde görmenin yerini hiçbir şey tutamaz. Örneğin, Filistin kampları hakkında çok şey okumuştum, ama oraya gittiğimde hiçbir zaman unutmadığım ve unutamayacağım yüzler ve bakışlar nedeniyle bütün dramı çok daha çabuk anladım. Bütün bu deneyimleri yaşayabiliyorum, çünkü Musique Espérance var. Öyle olmasaydı, tamamen farklı bir şekilde, kendi kabuğumda yaşardım. Ben kendi adıma konuşuyorum, ama Musique Espérance için çalışan bütün müzisyenler için aynı şey geçerli. Şili’ye gittiğimizde, Santiago’nun yoksul mahallelerinde ya da kırsal bölgelerde, oraya bir şeyler götürdüğümüzü hissettik, çünkü bunu Musique Espérance çerçevesinde yapıyorduk. İnsan haklarından bahsetmiyorduk, çünkü kovulmaya niyetimiz yoktu, ama Fransız devrimiyle ilgili hayallerini yansıttığı bazı parçaları çalarken, bir yandan da Beethoven’dan, onun hayatından söz ediyorduk. Chopin çaldım ve bu Polonyalı bestecinin sürgün hayatını anlattım. Her şey Şili’deki hayatla öylesine birbirine bağlıydı ki, dinleyiciler bağıra çağıra kendilerini ifade ediyorlar, dertlerini anlatıyordu. Ve konserden çıkarken herkes, “Yeniden Demokrasi!” diyordu.
Çok uzun bir süreden beri, müziğin görünüşte imkânsız gelen şeyleri mümkün kılma gücüne sahip olduğunu düşünüyorum. Uruguay’da hapishaneden çıktığım zaman, anladım ki, eğer müzisyen olmasaydım, o anda hayatta olamazdım. Ama müzisyen meslektaşlarımın beni içinde bulunduğum o dramatik şartlardan çekip kurtarmayı başarmış olması beni şöyle düşünmeye sevk etti: “Uruguay’da uluslararası dayanışmanın zoruyla serbest bırakılan ilk mahkûm benim.” Uruguay’daki siyasi tutuklular için binlerce eylem yapılmıştı, ama bir tek mahkûmun bile serbest bırakılması sağlanamamıştı. Müzik bunu mümkün kıldı. O zaman kendi kendime şöyle dedim: “Eğer bir müzik eyleminin zoruyla Uruguay’da bir tutuklunun serbest bırakılması bir kere mümkün olduysa, niçin müziğin sadece bir kişi için olmadan ve sürekli bir rol oynayabileceğini niçin tahayyül etmeyelim?”
İnsan hakları için müzik yapmak, konser vermek neredeyse bir moda haline geldi; büyük bir tanıtıma, reklama yer verilmesi koşuluyla tabii. Ya da sığınmacılar için konser vermek, ama dünyanın bütün televizyon kanallarının karşısında olmak koşuluyla. Bu, cömert, iyi niyetli bir fikrin ticari bir şekilde ele geçirilmesi demektir.
Eşim Martha ve ben gecekondularda, en yoksul mahallelerde, uzak kırsal bölgelerde müzik yapmaya başladığımızda, müziğin insanları daha iyi kıldığını fark ediyorduk. Bütün bunlar Güney Amerika’daki subaylar tarafından kötü karşılandı. Aşağıdan, temelden gelen bu harekete geçişi hissediyorlardı. Onlar için bu tehlikeliydi. Yoksul topluluklar arasındaki bu çalışma aynı zamanda çağdaşlara bir sadakat biçimi anlamına da geliyor.
Johann Sebastian Bach’ın hayatı hakkındaki düşüncelerini anlatan bir Latin Amerikalı köylüyle karşılaşmıştım, daha önce hiç duymadığı bu müziğe âşık olmuştu. Bach’ın kim olduğunu bilmiyordu ve onu Arjantin’in kuzeyinden çağdaş birisi sanıyordu. Bu adam, bir şeker kamışı rafinerisinde binlerce insana Bach’ın müziğini nasıl keşfettiğini, onun artık günümüzde yaşamadığını sonunda öğrendiğini, ama harika bir müzisyen olduğunu anlatıyordu. Bizim konservatuarda gördüklerimizden, okuduklarımızdan tamamen farklı bir konuşma yapmıştı. Onun için Bach bir kardeş, dünyanın meselelerine meydan okuyan etten kemikten bir adamdı, ama her şeyden önce, ailesiyle, müzisyenlerin köle olduğu bu devirde kilisenin gözüne girmek için değil, kendisi sonuna kadar yaşamaya çalıştığı dini doktriniyle angaje bir adamdı. Popüler müziğin Bach’ın müziğinde tuttuğu önemli yerden bahsetti. Hayatımın üç yılını Bach incelemekle geçirdiğim halde ben bunu daha önce hiç düşünmemiştim.
Musique Espérance girişimi, müzisyenleri, tabii ki kariyerlerine dikkat etmeye teşvik etmek, ama aynı zamanda onlara bunun tek yaşama biçimi olmadığını söylemek için var. Toplumsal faaliyet ve dayanışma, onların sanatını çok zenginleştiriyor.
Bu, tüketim toplumunun sunduğundan çok daha farklı bir iletişim biçimi. Müziğe toplumsal güzellik iletişimcisi rolünü yeniden kazandırma olgusu, insan haklarını ve önlerinin açılması gereken yetenekli genç müzisyenlerin haklarını da ilgilendiren bir girişim aynı zamanda. Eğer sanatla ilgili bütün diğer kesimler gibi çok bireyci olan müzik kesimini harekete geçirmeyi başarırsak, paternalizm yerini daha eşitlikçi bir tutuma bırakır. Her ne kadar eşitlik her zaman o kadar kolay bir şey de ğilse de… Çünkü, mesela Bern’deki bir konservatuarla Güney Amerika’daki bir köyü kardeş ilan edeceğiz, bu köyün sakinlerinin İsviçreli müzisyenlerle eşit bir şekilde konuşabilmeleri gerekiyor. Bu hiç de kolay değil. Bernli genç konservatuarlıların paternalizme düşmemesi kolay değil; Güney Amerikalı köylülerin de parazitizme düşmemeleri kolay değil. Ve bütün bunlar, öğrenilmesi gereken şeyler. Ve bu sadece pratik içinde öğrenilebilir. Ve bize her şeye muktedir olmadığımızı, alçakgönüllü olmamız gerektiğini ve bir çırpıda değiştiremeyeceğimiz, dönüştüremeyeceğimiz şeyler olduğunu pratik öğretir. Sadece büyük merkez ülkelerinin büyük metropollerinde her ülkenin gerçekliğinin anlaşılabileceğini düşünen paternalist zihniyet, diyalog için çok zararlıdır. Bu ülkelerin siyasi kimlikleri çok hor görülüyor, çünkü Kuzey’de insanlar her şeyi bildiklerini sanıyorlar. Ben de bunu paternel bir şekilde söylüyorum. Savaştan sonra gerçekleştirildiği şekliyle kardeş şehir, kardeş köy vb. uygulamalar pek bir anlam ifade etmiyor, çünkü yurttaşlar bunlara katılmıyorlar. Musique Espérance girişimi, hiçbir siyasi, dini, ticari ya da başka bir iktidar arayışında olmayan toplumsal ve insani bir girişim.
Bern konservatuarıyla kardeş köy olan Arjantin’in kuzeyindeki köyde, köylülere Musique Espérance’ın kendileri olduğunu anlatmak çok zor oldu. Bu dağ köyünden 100 km uzaktaki şehirden bir dolu insan geliyordu. Halbuki şehirden gelen insanlar yönetici orta sınıftı. Musique Espérance’ın büyük itibarı olduğu ve UNESCO ya da Avrupa Konseyi gibi çok tanınmış kurumlarla bağlantısı olduğu için, her şeyden çok iktidar düşkünü olan şehirlilerin gözünde Musique Espérance, kendilerine saygınlık kazandıracak bir araçtı. Bunun üzerine küçücük köyü istila ettiler, bir buçuk yıl boyunca komisyonda hep şehirliler buyruklar verip duruyordu. Köylüler hiç katılmıyordu.
Ve ne zaman çalmak için oraya gitsem, çok öfkeleniyordum, çünkü karşımda karışık bir kalabalık buluyordum, ama konuşanlar sadece ben oraya müzik yapmaya gittiğimde köye gelen şehirliler oluyordu. Bir an geldi, ben “Basta!” dedim, “Yeter! Bu Musique Espérance değil. İnsan hakları ve kendi kültürünüze sahip çıkma konusunda kendi yorumunuz etrafında kendi kendinize örgütlenmenin inisiyatifini ele alamıyorsanız, iyi dostlar olarak kalsak daha iyi olacak herhalde. Ben senede bir kere piyano çalmak için buraya gelirim. Nokta. Ama Musique Espérance bu demek değil.” Bu küçük köyde aynı zamanda politikleşen çok ağır bir gerilim oldu, çünkü bu atölyeyi siyasi olarak ele geçirmek isteyenler de vardı. Ve sonunda köylüler olaya el koydular, her şeyi temizlediler ve tek başlarına kaldılar. O günden beri her şey harika gidiyor. Bu yıl, UNESCO bu atölyenin nasıl çalıştığını, köylülerin nasıl kendi müziklerini, kültürlerini sahiplendiklerini ve nasıl başka kültürel etkilere açıldıklarını öğrendi. Bu köylüler kültürel bir özerklik yarattılar. UNESCO, benden, o güne kadar gördükleri en mükemmel kültürel özerklik örneği olan bu köylülerin kendi hayatlarını neredeyse bütünüyle değiştiren deneyimlerini uluslararası bir toplantıda anlatmamı istedi. Bugün bu köylü sanatçılar başka bir yerde davetliler.
Geçtiğimiz günlerde yirmi kadar yerli çocukla birlikte Arjantin’i temsil etmek üzere Bolivya’ya gittiler. Bunlar hayatlarında ilk defa bir şehir gören 8 ila 10 yaşlarında çocuklardı. Hayatları tamamen değişti. Şarkı söylüyorlar, bundan iki sene önce böyle bir şey söz konusu değildi, ve bir kompleks duymuyorlar. Allahtan ülkemde Adalet Bakanlığı’nın iki görevlisi bu girişimin önemli olduğunu kavradılar da, Tilcaralı bu 25 veletle Arjantin’i temsil etmek üzere Bolivya’ya gitmeme izin verildi. Konserde Brahms, Chopin, Stravinsky çaldım ve ikinci bölümde bu halk müzisyenleriyle, bu çocuklarla çaldım. Çok uzaktan gelen, çok güçlü kökleri olan bir kültürü ifade eden bu halkın eşliğinde o gün ülkemi temsil ettiğim zamanki kadar hiçbir zaman gurur duymadım. İşte bir durumun bu şekilde değiştirilebileceğinin çok somut bir örneği. Bizler müzisyeniz ve sanatımız aracılığıyla yaşam düzeyini düzeltmek için bir yol bulmaya çabalıyoruz. Ben bunu çok uzun bir süre önce anladım ve beni şöyle eleştiren Latin Amerikalı entelektüellerle mücadele ettim: “İnsanların karnı açken Beethoven çalmak neye yarar?” Onlara şu cevabı veriyordum: “Ama Beethoven dinlerken, hayatları değişiyor. Biz de değişiyoruz.” Beraber yaşadıklarımız çok güzel. Ve bu insanların bütün güzelliklerini algıladıkları kendi kültürlerinin savunucusu oldukları günler de gelecek. Ve bu da bütün gezegeni istila eden bu tüketim müziğine karşı durmanın bir yolu olacak.
Çeviren: Siren İdemen
Kaynak: Le Monde Diplomatique
Roll, sayı 19, Mayıs 1998