20. yüzyıl dünya edebiyatının büyük kalemlerinden Toni Morrison, 5 Ağustos 2019’da, 88 yaşında hayatını kaybetti. “Caz”, “Sevgili”, “Cennet”, “Katran Bebek”, “En Mavi Göz”, “Süleyman’ın Şarkısı”, “Sula” gibi Türkçeye de çevrilen romanları sadece Amerika’da siyahların yurttaşlık hakları mücadelesinin ve feminist hareketin sesi olmakla kalmamış, iktidar ve direniş mekanizmalarını, dayanışma buluşmalarını gösterişiyle tüm dünyada her tür ayrımcılığın, ötekileştirmenin, faşizmin karşısında panzehir işlevi görmüştü. İncelikli üslûbu, sıkı kurgusuyla, Can Yücel’in isteyeceği gibi, adeta Afrika gibi bir kıta yazdı. Toni Morrison’un Les Inrockuptibles dergisine verdiği iki ayrı mülâkattan yaptığımız bir derlemeyi 2000 yılında, Roll’da yayınlamıştık. Buraya aktarırken bıraktığı miras için Morrison’a şükranlarımızı sunuyoruz.
Toni Morrison: Büyük Bunalım sırasında, temel ekonomik faaliyetin çelik sanayii olduğu, Ohio’nun küçük işçi şehri Lorrain’de büyüdüm. Annemle babam orada evlenmişler. O devirde teenager’lık diye bir şey henüz yoktu, bu sınıflama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çıktı. Çocukken, kitapları yalayıp yutardım. İyi bir öğrenciydim. Ufakken, gidip film seyretmemize izin verilmezdi ama, ben sinemaya giderdim. Savaştan sonra, madeni bir 50 kuruşla üç film seyredip bütün bir gün sinemada geçirilebiliyordu. O devirden pek bir şey hatırlamıyorum; içinde yaşadığım cemaat, ailem çok ağırlıklı bir yer tutuyordu, birbirimize sıkı sıkıya bağlıydık. Tek bir saplantım vardı: çekip gitmek. Hatta daha diplomamı almadan uzaklaşmak istiyordum. Bunu yapmanın da tek yolu ya evlenmek ya bir işe girip çalışmak ya da üniversiteye gitmekti. Annem beni bu yolda teşvik ediyordu.
Mario Van Peebles’ın filminin afişini gördüm, afişte siyah kovboylar vardı, içimden “Hah, işte nihayet!” diye geçirdim. O kadar çok siyah kovboy vardı, ama filmlerde hiç göremezdiniz.
Neler okuyordunuz?
Okulda ya da kütüphanede elime ne geçerse. Kütüphanede bir iş bulmuştum, kitapları raflara yerleştiriyordum. Çoğu zaman, yapmam gereken işi zamanında yapamıyordum, azar işitiyordum, çünkü bir köşeye çekilip kitap okumaya kendimi kaptırmış oluyordum. Bunun daha sonra yararını gördüm, ayrıca çok büyük bir zevk alıyordum. İlk kitabım En Mavi Göz’ü yazmamın nedeni, gençken kütüphanede böyle bir kitap bulmayı çok istememdi herhalde.
O dönemde siyah bir kadının yüksek tahsil yapması sık rastlanır bir şey miydi?
Gittiğim ilk fakülte, altı bin siyah kadını kabul eden Howard Üniversitesi’ydi (Washington DC’deki en iyi Amerikan siyah üniversitesi). Küçük şehirlerde nüfus karışıktı: Meksikalılar, siyahlar, beyazlar yan yana yaşıyordu. Kiliseler ve toplumsal hayat cemaat temeline göre işliyordu ama, tek bir lise vardı ve herkes oraya gidiyordu. Beyazlara ait bir üniversiteye değil, parlak ve zeki siyahlarla tanışabileceğim bir üniversiteye gitmek istiyordum. Bu üniversiteler harikaydı. Howard’daki hocaların çoğu Edinbourg’da, Harvard’da ya da Yale’de okuyup ikinci kuşağı eğitmek üzere siyahların üniversitelerine dönmüşlerdi. Derinizin renginin mevzubahis olmadığı bir üniversitede okumanın ne demek olduğunu tahayyül edemezsiniz. Kendinizi başka şeylere adamak için zihniniz tamamen özgürdü. Benim için tam mânâsıyla bir özgürleşmeydi bu. Beyazların üniversitesinde, lafı edilmese bile, bu mesele bütün zihinleri meşgul eder.
Üniversite diploması alan siyah öğrenciler beyazlarla aynı iş bulma şansına sahip oluyor muydu?
Asla. Harvard’da bile okumuş olsa, bir siyah çalışmak için siyahların üniversitesinde iş bulmak zorundaydı. Beyazların üniversitesine gidip de tıp diploması alan siyahların American Medical Association’a girme hakları yoktu. Siyah hekimler kendi düzenlerini, kurumlarını kurmak zorunda kaldılar. Solomon’un Şarkısı’nda beyazların hastanesinde hasta bakamayan bir siyah hekim var.
Edebiyat eğitimine başladığınızda ne arzuluyordunuz?
Entelektüel bir merakla ve kendi zevkim için böyle bir tercih yapmıştım. Okulu bitirdikten sonra ne yapacağımı bilmiyordum, bir iş bulup çalışacak mıyım, Ohio’ya mı döneceğim, yoksa evlenecek miyim? Howard’dan diplomamı aldığım zaman, başka bir üniversiteye gittim. Becerebildiğim tek şey buydu. Hiçbir planım yoktu ve yazar olmayı hiç düşünmemiştim. Cornell Üniversitesi’nden (New York’ta, Ithaca’da, 1865’te kurulan karışık bir üniversite) diplomamı aldıktan sonra, kompozisyon, İngiliz edebiyatı ve klasik edebiyat dersleri vermeye başladım.
Rap’çilerin anlattıklarını dinlemek insanı büyülüyor, bazen de darallar veriyor. Kesinlikle hiç cilalanmamış, ham sözler. Benim yapmak istediğim de böyle bir şey: makyajlanmamış bir dil yaratmak. Miles Davis’in sahip olduğu o anarşiyi, saldırganlığı ve yumuşaklığı onlarda buluyorum.
Yazı yazmaya ne zaman karar verdiniz?
Boşandıktan sonra. İki çocuğum, biraz zamanım vardı. Üzüntülüydüm. Üniversiteden ayrılıp bir yayınevinde çalışmaya başlamıştım. Akşamları, sırf kendi zevkim için yazıyordum, tıpkı okumaya başladığım gibi. Ama o dönemde, yani 1965’te, yurttaşlık hakları mücadelesiyle birlikte, siyahlarla beyazlar arasındaki ilişkilerde çok büyük değişiklikler olmuştu. Her şey hızla gelişiyordu ve ben yurttaşlık hakları elde edilmeden önce hayatın nasıl olduğunu hatırlatmak istiyordum. Genç siyah kadınlar hakkında hiçbir şey yazılmamıştı. Siyahların siyasi örgütlerinde bile, kadınlar sahnenin gerisine itilmişti. Fotokopi çekmekte ya da buna benzer işlerde kullanılıyorlardı. Kadınlar sahnenin merkezindeyken hayatın nasıl olduğunu kimsenin bilemeyeceğini düşünüyordum. İlk kitabımı işte bunun için yazdım.
Belli başlı kahramanlarınız hep siyah Amerikalı kadınlar. Yapıtlarınızın Afro-Amerikalı kadınlara bir tür kadirşinaslık olduğu fikrine katılıyor musunuz?
Umarım onlar da öyle düşünüyordur. Yazmaya ilk başladığımda, siyah kadınlar fazlasıyla uzak durdu. Pek çoğu peri masalları istiyordu. Propaganda yapmak, anıtlar dikmek beni hiçbir zaman alâkadar etmedi. Karmaşık, zor kişilikler, her zaman değil ama, zaman zaman muzaffer kahramanlar, tıpkı hayattaki gibi şahsiyetler, beni motive eden bunlardı. Yazım şeklim lirikti, ama bakış açısı neredeyse trajikti. Irkçılık bireylerin kişiliğine ve psikolojisine çok büyük zararlar verdi. Bunun üstünü örtebileceğimizi, bir kenara itebileceğimizi, hiç önemi yokmuş gibi davranabileceğimizi düşünemiyordum. Irkçılık insanları tamamen mahvedebiliyordu. Hâlâ da mahvediyor. Irkçılığın kurbanlarının, kendilerine söz verilmeden gömülmelerini istemiyorum. Acıların, ıstırapların kuşaktan kuşağa aktarılmadığını iddia etmek ihanet olur. Yazdıklarım çok hoş, neşeli öyküler değil, ama bir yazar olarak benim görevimdi. Sevgili’de (efendisi tarafından elinden alınmasınlar diye çocuklarını öldürmenin yollarını arayan siyah bir köle kadının hikâyesi, 1988 Pulitzer ödülü) hafıza sorunu merkezi bir mesele.
Kitaplarınız, 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında yaşamış siyah cemaatlerin içinde bulundukları koşulları çok canlı bir biçimde tasvir ediyor. O dönemlere ve o yerlere ait bilgileriniz nereden geliyor?
Büyük-büyük ebeveynlerimin bana anlatılan hikâyeleri, başlarından geçenler beni çok etkilemişti. Tarih kitaplarından hiçbir zaman pek bir şey öğrenmedim, onları beyazlar yazıyordu. İhtiyacım olan şeyi başka yerlerde aramalıydım: mektuplarda, basında, siyahların gazetelerinde, vaazlarda, fotoğraflarda, şarkılarda… Blues, gospel, hatta dini şarkılar olmalarına rağmen spirituel ikili anlamlar içerir. Çok güzel bir şarkıda şöyle diyor: “Hush, hush, somebody’s calling my name, hush, hush, somebody’s calling my name” (şşşt, şşşt birisi adımı sesleniyor, şşşt, şşşt birisi adımı sesleniyor)…
Caz‘ın mimarisini bir caz ensemble’ının gösterisiyle bağdaştırmaya çalıştım. İlk ses, tiz ses, küçük bir melodiden hareket ediyor, düğümü ortaya koyuyor, ama taşımıyor. Diğer sesler melodiyi yorumluyor, onunla tartışıyor, karşı çıkıyor ya da hatta onu siliyor.
Siyahlar son derece yaratıcı olmak zorundaydı. Caz’ı yazarken, müziği değil caz yaşamını, onun kökenlerini, yaygın bir müzik olmazdan, kulüplerde çalınmazdan önceki halini anlatmak istiyordum. Louis Armstrong ve Miles Davis çalmaya başladıklarında 15 yaşındaydılar. Yine de, şehrin ritmini yakalayan bir müzik yapıyorlardı. İster caz olsun, ister rap, swing ya da be-bop, insanlar gençlerin müziğinden korkuyor, bu müziğin cehennemden çıkma olduğunu düşünüyorlar. Siyah cemaatin kendisi de ilk zamanlarda uzak duruyordu. Caz ürkütüyordu, o kadar şehvetli, o kadar tehlikeliydi, öylesine güçlü duyguları, heyecanları taşıyıp sürüklüyordu ki… Şeytanın müziği! Scott Fitzgerald’ın işlediği “caz çağı”ndan önceki dönemi ele almak istiyordum. Siyahlar ayakta kalmak için çeşitli stratejiler geliştirmişlerdi: buluşlar, emprovizasyonlar… Beyazların ne zaman ne yapacaklarını asla bilemezlerdi, yasalar, kurallar ne zaman değişecek, 40 kilometre ilerde ne olacak? Sürekli olarak hazırlıklı, uyanık olmak, ani bir değişikliğe hazır olmak zorundaydılar. Artık köle değillerdi, vücutları kendilerine aitti. Nihayet size ait olan bir vücutla ne yaparsınız? Tatmini, cezbetmeyi, hazzı ararsınız.
Caz, siyahların Harlem’e göçünü ve yerleşmesini ele alıyor. Şehirlerin siyahların özgürleşmesine katkısı oluğunu düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. O devirde, şehirler göçmenlerle doluydu. Güney’de çok fazla siyah vardı ama, kolaylıkla kandırılıp uyutuluyorlardı. Şehirde binlerceydiler. Kendilerini koruma altında hissediyorlardı. Kredi ajansları, yardımlaşma sandıkları, gruplar, örgütler, siyasi hareketler, kiliseler kurmuşlardı. Hakiki bir cemaat oluşturabilir, birbirlerine güvenebilirlerdi. Aynı zamanda, para da kazanabilirlerdi. Bu çok zordu, ama mümkündü. Sürekli borç batağına saplanmak zorunda değillerdi artık. Para yapan beyazlar şehir merkezlerini terk etmişti. Eskiden, hem yoksul hem de yetişkin olunabilirdi. Yoksul bir kişi kendisini gururlandıracak şeyler yapabilirdi. Bugün, eğer paranız yoksa çocuk muamelesi görüyorsunuz, hiçbir statünüz olmuyor. Benim büyüdüğüm çağda, zenginler kendilerini mazur göstermek, haklı göstermek zorundaydı, insanlar onlardan sakınır, kuşkuyla bakardı. Bugün, yoksullardan sakınılıyor. Siyahlar yoksullukla eşanlamlı oldular, halbuki ABD’nin en yoksulları beyazlar. Ama resimlerde, fotoğraflarda hep siyahları gösteriyorlar. Irksal gerilimden söz etmek toplumsal gerilimden söz etmekten çok daha kolay. Geçtiğimiz yıllarda Los Angeles sokaklarında eylem yapan beyazların tek bir fotoğrafı çekilmedi. Halbuki yüzlerceydiler, ama bütün kameralar siyahlara dönüktü.
Edebiyatta sizi etkileyen kaynaklar neler?
Kendine has, benzeri olmayan bir tarzda yazmaya çalışıyorum. Çeşitli etkilere maruz kalıyorum tabii, ama çok fazla da kafayı takmamak istiyorum. Her ne kadar benim en temel malzemem geçmiş olsa da, yazış tarzım radikal ve yeni. Modern bir üslûpta yazıyorum, teknik ve dilsel anlamda avangard bir tarz. Öncelikle ritmi seçiyorum ve gündelik İngilizce, edebi İngilizce, seçkin dil, halk dili ya da konuşma dili, argo ayrımı yapmadan yeni bir Amerikanca biçimi bulmak üzere bütün bunları birbirine karıştırıyorum. Siyahların kullandığı deyişler, kelimeler mutlaka dile giriyor. Bilimsel terimler hariç, bütün yeni kelimeler siyahlar tarafından yaratılıyor.
Sürekli olarak hazırlıklı, uyanık olmak, ani bir değişikliğe hazır olmak zorundaydılar. Artık köle değillerdi, vücutları kendilerine aitti. Nihayet size ait olan bir vücutla ne yaparsınız? Tatmini, cezbetmeyi, hazzı ararsınız.
Caz’da cazın yapısı üslûbunuzu etkiledi mi?
Kitabın mimarisini bir caz ensemble’ının gösterisiyle bağdaştırmaya çalıştım. İlk ses, tiz ses, küçük bir melodiden hareket ediyor, düğümü ortaya koyuyor, ama taşımıyor. Diğer sesler melodiyi yorumluyor, onunla tartışıyor, karşı çıkıyor ya da hatta onu siliyor. Egemen ses öteki enstrümanları, öteki kişileri dinlemek zorunda. Bu dinleme düğümün yönünü değiştiriyor. İşte bu, cazın gerçekleştirdiği şey. Yeni bir hikâyenin bulunması, emprovizasyon, hepsi yapının içinde mevcut. Kitapta hiç müzisyen yok, bu rolü edebi yapı üstleniyor.
Kitabın anlatıcısı kim?
Kitap. Kitap kendisini tahayyül ediyor, tahayyül ederken kendi kendisini seyre dalıyor. Sonunda, “kahramanlarıma gıpta ediyorum, hayat harika bir şey, ama ben bir kitap olduğum için, bu aşkı asla tanıyamayacağım” diyor. Son paragrafta “Bak, bak, şimdi ellerinin nerede olduğuna bak” diyor. Ve elleriniz o esnada kitabı tutmakta. Kitabı yazarken, sorumu şununla sınırlı tuttum: “Kitap eğer kendisini yazsaydı ne derdi?”
Kitaplarınızda kehanetler ve daha bir çok irrasyonel olay yer alıyor. Cennet’te doğaüstünün işlevi nedir?
Son derece inançlı, mümin kişiler dünyayı nasıl okuyorlarsa, öyle bir anlatı kurmak istedim: Bu büyülü, daha yoğun, keşifler ve vahiylerle kendini gösteren bir dünyadır. Bu bakış açısını ciddiye almak istedim, saf saf, körü körüne inandığım için değil, ama onu kesinlikle karalamaya çalışmadan ya da bilimsel denen din karşıtı verilerle karşı karşıya getirmeden. Bir yaklaşımı diğerine karşı öne sürmek değil söz konusu olan. Asıl önemlisi, buranın kelime hazinesini yasal alana çekip çıkarmak istiyordum: Burada suç değil, günah vardır, suçluluk değil, vicdan azabı, tövbekârlık vardır. Bu, aynı zamanda, bir düzeyde, Eski ve Yeni Ahit’in bir çarpışması. Birisi, çok genç bir siyah kız, bir gün Caz’daki kahramanlara dair, “Peki ama niçin polisi çağırmadılar?” diye sormuştu. Ona, benim yaşadığım çevrede polisin hiçbir zaman çözüm olmadığı, her şeyi berbat etmekten başka bir işe yaramadığı cevabını verdim. Kitapta da topluluğun gözünde önemli olan, bir suç işlemiş olmanın ıstırabı, pişmanlık, vicdan azabı.
Öncelikle ritmi seçiyorum ve gündelik İngilizce, edebi İngilizce, seçkin dil, halk dili ya da konuşma dili, argo ayrımı yapmadan yeni bir Amerikanca biçimi bulmak üzere bütün bunları birbirine karıştırıyorum.
Tamamen adli gücün hâkim olduğu bir çağda yaşıyoruz, bütün sorunlar mahkemelerle, hapis cezalarıyla çözülüyor. Bu da cemaat içi, topluluk içi bağlar kurabilmekten, dolayısıyla karşımızdakine moral bir telkin vermekten aciz olduğumuzun kanıtı. Bugün, polis çağırmak tercih ediliyor! Cennet’te cemaat kendi meselelerini kendisi hallediyor. Ve bunun işleyişi ceza hukukundan ziyade teolojiye dayanıyor. Bu kendi içine kapalı yaşayan, dini telkinlerin hüküm sürdüğü cemaat fikri ilk zamanlarındaki Amerika’ya çok özgü: Mormonları, Amish’leri, Quaker’leri düşünün. Zaten püriten yerleşimler de hep oradan başladı. Dolayısıyla, ütopya Amerika’nın özünde bulunuyor; burada siyah bir ütopya söz konusu, ama ilkeleri, başarıları, başarısızlıkları her şeyden önce Amerikalı.
Afro-Amerikalı kadının edebiyattaki sesi oldunuz. Bunun belli bir romanla olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Ben bu konuda kesinlikle ilk değilim. Alice Walker’ın, Maya Angelou’nun kitapları benden önce yayınlanıyordu. Kitaplarım arasında, hiç şüphesiz kadını erkeklerle ilişkileriyle tanımlamayan ve sahnenin merkezine yerleştiren Sula bu konuda önemli bir rol oynamıştır. Cinselliğin işin içinde olmadığı, kadınlar arası ilişkinin doğasını ele almak istemiştim.
James Baldwin’in metinlerinden oluşan bir antolojiye katkıda bulundunuz…
Yankı uyandırmasına katkıda bulunmak amacıyla o kitaba adımı koydum. Bugünlerde, olağanüstü bir denemeci olan Baldwin’in yeniden keşfedildiğine tanık oluyoruz. Baldwin her zaman medyatik bir şahsiyet oldu, ama Richard Wright’ın ya da Ralph Ellison’un aksine, üniversite camiasının takdirini kazanması çok geç oldu. Böyle diyorum ama, Ellison’un da klasik statüsünü kazanması için kırk yıl beklemesi gerekmişti. Üniversitelerde yeni disiplinlerin açılması –kültürel incelemeler, toplumsal bilinç tarihi gibi– çağdaş eserlerin kendi yerlerini daha çabuk bulmalarına yardımcı oluyor. Eskiden, yaşayanlara kesinlikle kulak verilmezdi: Nobel ödülünü kazanıncaya kadar Faulkner’ın edebiyat dünyasında hiçbir varlığı yoktu.
Playing in the Dark adlı denemenizde, beyaz Amerikan edebiyatında siyah imgesini analiz ediyorsunuz. Vardığınız sonuçlar neler?
Twain, Melville ya da Hemingway gibi yazarların muhayyileleri, siyah cemaatin varlığını, üzerinde ahlâki ya da cinselliğe dair düşüncelerini işleyecekleri bir fon örtüsü olarak kullanıyor. Kendi vücutları, bedenleri hakkında konuşmaya cesaret edemiyorlar, öyle olunca da, cinsellikle ilgili sahneler yazmak istediklerinde siyah kahramanları kullanıyorlar. Ya Hep Ya Hiç’te, kitaptaki tek rolü sadece gemide hizmet etmek olan siyah bir miço örneği var, Hemingway ona tek kelime söz vermez. Ölümünden sonra yayınlanan son kitabında siyah bir kahraman yok, ama kitabın kadın kahramanı cinsel açıdan sapkın, neredeyse deli, ve bütün zamanı sonunda neredeyse kapkara olacak kadar bronzlaşarak geçiriyor. Bütün bunlar bizleri farklı kişiler, “outsider”lar olarak göstermeye katkıda bulunuyor, ve yazarlar estetik, edebi amaçlarla bizi kullanabiliyorlar.
ABD’de sizden önce bu konuyu hiç kimsenin incelememiş olması ne tuhaf.
Amerikalıların edebiyat eleştirmenlerinin ya da öğretim üyelerinin bu alanda incelemeler yaptığını sanıyor insan. Ama hayır. Genel tavırları şöyle özetlenebilir: “Şu kitapta siyahlar fon dokusunu oluşturuyor, burada pitoresk unsur, orada da komiklik unsuru olarak varlar; dolayısıyla, konunun üzerine eğilmeye değmez…” Playing in the Dark’ta, Robert Penn Warren’ın şiirinden mealen şu satırı alıntılamıştım: “… insanlardan daha büyük, zencilerden daha siyah gölgeler.” Burada üstünde durulması gereken kelime “zenci” kelimesi değil, insanlarla zenciler arasındaki ayrım. Şöyle de yazabilirdi: “insandan daha büyük, pumadan daha siyah.” Güçlü bir metafor, ama ancak insanlarla gayrı-insanlar, insanlarla siyahlar arasında ayrım olduğunu bilinçaltında kabul ettiğiniz anda işliyor.
Martin Luther King onurlandırmaların peşinde değildi, bir sözcü olmak istemiyordu; ona gücünü veren de buydu: Ego meseleleri ya da iktidar hevesi nedeniyle orada değildi, gerçek bir halk hareketi onu bulunduğu yere getirmişti.
Playing in the Dark’ta beyazların siyah cemaatle ilişkileri meselesini de inceliyorsunuz. Vahşi bir homurdanma olarak görülen gettoların dili bugün nasıl oldu da kentlerde bu kadar “in” oldu?
Beyazlar her zaman siyahların deyimlerini, deyişlerini bayağı ve kaba buldu, ama bunlara el koymaktan, kullanmaktan da geri durmadılar. Bugün “siyah dili konuşmak” kentli bir sofistikasyonun, modernliğin işareti sayılıyor. Siyahlar İngilizce konuşmayı yakınlarında yörelerinde yaşayan göçmenlerle beraber öğrendiler: Almanlar, Hollandalılar, İrlandalılar, Polonyalılar… Onların da hepsinin çeşit çeşit aksanları vardı!
Siyah Amerikan kültüründe, müziğe ya da spora kıyasla edebiyatın etkisini nasıl bir yere koyuyorsunuz?
Birkaç yıl önce, bir dönem, siyah müziğin bizim için çok önemli bir rol oynadığını düşünüyordum, ayakta kalmamıza yardımcı oluyordu, tamamen bize aitti ve kimliğimizi biçimlendiriyordu. Daha sonraları, caz artık herkese ait olduğu için, bizim müziğimiz olmadığını düşündüm. Öyle olunca da, cemaatimizin temel kimlik taşıyıcısı olarak romanların müziğin yerini dolduracağını geçiriyordum içimden… (gülüyor) Fena aldandım! Hemen arkasından, işte rap çıkıverdi ortaya. Ve çocuklarım bütün o eski caz plak koleksiyonumun orasını burasını araklamaya başladı, plaklarımın içine ettiler… (gülüyor) Rap sayesinde, Detroit’teki bir velet Los Angeles’da neler olup bittiğini biliyor, tıpkı dev bir getto radyosu ağı gibi, yeni bir yerli dil. Saf saf inandığımın tersine, bu kuşağın edebiyatla işi yok. Rap’in sözleri beni bazen bitap düşürüyor: O kadar sağlam, o kadar yasadışılar ki! Kesinlikle hiç cilalanmamış, ham sözler. Benim yapmak istediğim de böyle bir şey: makyajlanmamış bir dil kullanmak ya da yaratmak. Rap’çiler bunu o kadar kolay başarıyorlar ki! Anlattıklarını dinlemek insanı büyülüyor, bazen de darallar veriyor… (gülüyor) Ama her zaman özgür, kontrolsüz bir dil. Miles Davis’in sahip olduğu o anarşiyi, saldırganlığı ve yumuşaklığı onlarda buluyorum. Rap’çiler Miles’ın trompetiyle yaptığını kelimelerle yapıyorlar.
Spike Lee ya da Public Enemy gibi kişilerin sahiplendiği ve yaydığı Afro-merkezci söylem hakkında ne düşünüyorsunuz?
Onun da yeri, varlık nedeni var, ama her şey nihai amaçlarına bağlı. Siyah sinemacıların öncelikle siyahlara seslenmek istemelerini anlıyorum, benim de kitaplarımda yaptığım gibi ya da yüzyılın başında beyazlar cazı bilmezken müzisyenlerin yaptığı gibi. Müziğin düzeyi olağanüstüydü, çünkü siyahlar kendi aralarında olduklarında, neyin iyi olduğunu çok iyi bilirler, vasatı asla hoşgörmezler. Spike Lee küçük bir provokatör. Aynı zamanda benim iyi bir dostum, parlak bir oğlan, onunla yaptığım muhabbetlere bayılıyorum. Sula’nın haklarını satın aldı. Onun sadece prodüksiyonunu üstlenmek istiyor, yönetmenliği genç bir siyah kadın yönetmene bırakacak. Spike önemli bir şahsiyet, o bir gedik açtı ve günümüz genç siyah sinemasının doğmasına neden olan bütün bu enerji için katalizör görevi gördü. Filmleri her zaman çok incelikli değil, aşırı kutuplaşmalara, zıtlıklara, didaktizme kaçıyor. Ama bu şekilde tuttular. Belki de yaşlandıkça, Spike daha karmaşık şeyler yapacaktır. Geçenlerde Mario Van Peebles’ın filminin afişini gördüm, afişte siyah kovboylar vardı. İçimden “Hah, işte nihayet!” diye geçirdim. O kadar çok siyah kovboy vardı, ama filmlerde hiç göremezdiniz. Batı’nın nüfusu büyük ölçüde siyahlardan oluşuyordu, içsavaştan sonra oraya göçmüşlerdi. Spike Lee’nin söylemi siyah üniversitelerinde yaygın olan söylemin bir uzantısıdır. Bazı öğretim üyeleri siyah edebiyatın siyahlar tarafından öğretilebileceğine inanıyor. Bizimki gibi ırkçı bir toplumda, beyazlar belki de siyahların deneyimini siyahlar kadar iyi anlayacak nüanslara, inceliğe sahip değillerdir.
Yurttaşlık hakları hareketi sırasında sizin gönlünüz kimden yanaydı?
Martin Luther King’in büyük bir hayranıydım. Yurttaşlık hakları için mücadele etmişti, ama aynı zamanda Vietnam savaşına da karşı çıkmıştı; ölümünden önce, Güney’de beyazların kiliselerinde de vaazlar vermeye başlamıştı, ırkçı beyazlarla diyalog kurabilmeyi başarmıştı. Güneyli beyaz nüfusun bir kısmı onun söylevlerinden büyük bir heyecan duyuyordu. İşte tam o sıralarda öldürüldü, çünkü kimilerinin rahatını kaçıran bazı sulara yelken açmıştı, iktidar mevzuunu sorguluyordu. Ülke çapında bir kahraman olmak üzereydi. Ama King bütün bu onurlandırmaların peşinde değildi, bir sözcü olmak istemiyordu; ona gücünü veren de buydu: Ego meseleleri ya da iktidar hevesi nedeniyle orada değildi, gerçek bir halk hareketi onu bulunduğu yere getirmişti. Malcolm X’in söylevlerine de tanık oldum, inanılmaz derecede etkileyiciydi. Aynı zamanda eğlenceli, mizahi bir yanı da vardı; o yönü filmde görülmüyor. Bugün en büyük siyah şahsiyet Nelson Mandela, siyah mücadelesinin bütün tarihi verilerinin bir sentezini yapıyor. Bana gelince, beni ilgilendiren, Afro-Amerikan tarihinde büyük bir rol oynayan adsız sansız siyah kadınların rehabilitasyonu.
“Siyaseten doğru” mevzuuna nasıl bakıyorsunuz?
Siyahları aşağılayıcı terimlerle adlandırmama, “zenci” gibi kelimeleri ortadan kaldırma çabası iyi bir şey. Ama her şeyde olduğu gibi, bu uygulama da saçmalık haline gelecek kadar abartıldı, işin suyu çıktı. Konu sadece siyahlarla da ilgili değil: örneğin cüce insanlara “küçük boylu” ya da “vertically challenged” (dikey özürlü) diyorlar… (gülüyor) Başlangıçtaki niyet iyi, dildeki ırkçılık temizlenmeli, ama işi bütün farklılıkları ortadan kaldıracak düzeye de vardırmamak lâzım. Siyah siyahtır, cüce de cüce.
Roll, sayı 38, Ocak 2000