ASENA GÜNAL İLE ANADOLU KÜLTÜR’DEN DEPO’YA

Söyleşi: Merve Erol
9 Kasım 2022
BAK'ın (Hatırlamak ve Anlatmak için Şehre BAK) ilk dönem sonu sergisinin Diyarbakır açılışında BAK ekibi ve katılımcılar Osman Kavala'yla birlikte Amed Sanat Galerisi'nde, 8 Şubat 2014
SATIRBAŞLARI

Kuruluşunun 20. yıldönümüne doğru Anadolu Kültür’ün en göze çarpan faaliyetlerinden biri Adalet Atlası isimli podcast serisi oldu. Bu seriye niçin ihtiyaç duyuldu, nasıl bir çerçeve ve akış tasarlandı?

Asena Günal: Adalet Atlası, Anadolu Kültür’ün en görünür faaliyetlerinden biri oldu gerçekten. Osman Kavala’ya yaşatılanlar, bu korkunç Kafkaesk yargı sarmalı, ülkede mahkemeler eliyle yürütülen adaletsizliklerin sembolü haline geldi. Ona, Gezi davasındaki diğer arkadaşlarımıza ve binlerce başka insana yapılan haksızlıkların bizi “adalet” üzerine güncel bir proje geliştirmeye itmesi kaçınılmazdı. Anadolu Kültür bu türde adaletsizliklerin doğrudan öznesi olmadan önce de adalet üzerine pek çok farklı proje yürütmüştü. Diyarbakır Sanat Merkezi’nde 2004-2005 yıllarında düzenlenen Adalet Söyleşileri, 2005’teki Adalet Tüketimi sergisi veya cezaevlerindeki mahkûmlara yönelik atölyeler, onların şiir ve öykülerine yer verilen kitaplar bu kapsamda değerlendirilebilir…

Bence Osman Bey’i ilk aldıklarına neyle suçlayacaklarına karar vermemişlerdi, o yüzden de iddianame ancak 16 ay sonra çıktı. Anayasal güvence altına alınmış bütün eylemler suçmuş, bu eylemlerin arkasında  yabancı güçlerin desteği varmış gibi bir kurgu.

World Justice Project Hukukun Üstünlüğü 2021 yılı endeksine göre, Türkiye özellikle “hükümet güçlerinin denetimi”, “temel haklar” ve “ceza yargısı üzerindeki hükümet etkisi” alanlarında en kötü derecelere sahip. 139 ülke arasında 134. sırada ve Doğu Avrupa ile Orta Asya ülkeleri arasında en kötüsü. Bunlar sadece istatistik değil, bu dereceler bizim hayatımızın esası, deneyimleyip teneffüs ettiklerimizin önemli bir kısmı.

Osman Bey hapishanede, hukukun temel ilkeleri, bunların çıkış kaynakları ve farklı disiplinlerce ele alınış biçimleri üzerine okuyup yazıyordu. Bize de bununla ilgili bir dizi etkinlik veya yaz okulu yapmayı önerdi. O dönem beraber çalıştığımız Gökşin Uğur bunun podcast formatında olmasını önerdi. İyi ki de önermiş, pandemi döneminin alışkanlıklarına denk düşen bir format oldu ve çok fazla insana ulaştı. Sonra ekibe arkadaşımız Hazal Özvarış katıldı ve ikisi, Danışma Kurulu’yla beraber yaratıcı ve kapsamlı bir içerik çıkardı. 15 bölümlük birinci sezonun başarısı bizi ikinci sezonu hazırlamaya teşvik etti.

Adalet Atlası’nın kıymeti, adaleti güncel hukuk davalarıyla sınırlamayıp çok daha geniş bir yerden farklı disiplinlerle etkileşimi içinde ele alması ve bunu yaparken de her zamanki isimlerin ve yan yanalıkların dışına çıkması. Adaleti, örneğin, insan sonrası, kimsesizler mezarlığı, bilgisayar oyunlarındaki yoksulluk temsilleri, masallar, yürüme, organ nakli, definecilik, jeotermal santraller vb. üzerinden ele alması… Burada Hazal’ın yaratıcılığını anmam lâzım; hukuk, sinema, edebiyat, sosyal teori gibi farklı alanlardan gelen ve her biri alanında çok değerli isimler olan Danışma Kurulu’nun katkılarını da tabii… Çerçeve ve akışta tüm ekibin ilgileri ve çalışma alanları etkili oldu.

Asena Günal. Fotoğraf: Erhan Arık

Anadolu Kültür’ün kurucu ve yöneticilerine ağır hapis cezaları verildi, yönetim kurulu adına direktörlük görevi de sana düştü. Kuruma ve yöneticilere yönelik ilk tehditler ne zaman başlamıştı, bunlar hep Gezi protestoları ile mi ilişkiliydi?

25 Nisan’daki duruşmanın karar ânını ömür boyu unutmayacağım. Hâkim, Osman Bey’in casusluktan beraat ettiğini, ama hükümeti devirmeye teşebbüsten ağırlaştırılmış müebbet aldığını açıkladı. O sırada Gülsüm Elvan adeta sinir krizi geçirerek heyete bağırdı ve kapıya yöneldi, ne yapacağımı bilemedim ve sıkıca sarıldım, aynı esnada yakın bir arkadaşım hışımla orayı terk etti ve Gülsüm Hanım’ı kızına devredip peşinden koştum. Koridordayken salondan gelen sesler üzerine, diğer arkadaşlarımızın da tutuklandığını anladım. Bunu hiçbirimiz beklemiyorduk! Augustinus’un bir sözü var, “Adaleti çıkarırsan devlet büyük bir çeteden başka nedir?” diye, Ernst Fraenkel’in İkili Devlet kitabında ikinci bölümün başında alıntı olarak vardı. Biz yine de karşı karşıya kaldığımız haksızlıklarla hukuk içinde mücadele etmeye çalışıyor, yaptığımız işi bir dirence, bir şifaya dönüştürerek, her şeye rağmen devam ediyoruz.

İtiraf edeyim, işin buralara gelmesini hiç beklemiyordum. Osman Bey’i ilk aldıklarında “herhalde tutuklamazlar” demiştim, tutukladıklarında da “herhalde uzun tutmazlar”. İnanması güç ama, beş yıl oldu. Her duruşmada umutlandım, her tutukluluk incelemesinde, her AİHM kararında –nedense umutsuz olmayı beceremiyorum. Belki de aklım almadığı için. Osman Bey, 18 Ekim 2017’de gözaltına alınmadan hemen önce Pelikan grubuna bağlı olduğu iddia edilen Boğaziçi Küresel’in web sitesi Yekvücut’ta hedef gösterilmişti. Site, “Osman Kavala’nın sivil şebekesi” diye “özel haber” yapıp yasal ve meşru faaliyetlerimizi büyük bir komplonun parçası gibi sundu. Sivil toplum ve yurtdışı fonlara komplocu zihniyetle yaklaşan Aydınlık çevresi de hep hedef göstermişti bizleri. Bunlarda Gezi pek öne çıkan bir tema değildi, daha çok çokkültürlülük ve çokdillilik üzerine olan projelerimiz hedefteydi, genel olarak da Osman Bey’in yönetim kurulu üyesi olduğu Açık Toplum…

Bence Osman Bey’i ilk aldıklarına neyle suçlayacaklarına karar vermemişlerdi, o yüzden de iddianame ancak 16 ay sonra çıktı. Anayasal güvence altına alınmış bütün eylemler suçmuş, bu eylemlerin arkasında hükümeti devirmeye kararlı yabancı güçlerin desteği varmış, hepimiz onların uşağıymışız gibi bir kurgu. Üç buçuk milyon insanın katıldığı bir toplumsal hareket organize ve finanse edilebilirmiş gibi bir şuursuzluk. Casusluğa dair ikinci iddianame, ilkindeki beraati istinaf bozana kadar Osman Bey’i içeride tutmak amacıyla bir köprü gibi kullanıldı. Orada da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sivil toplum örgütlerinin yabancı güçlerin istihbarat örgütleri olarak kullanıldığı anlatılıyordu. Bizim, herkesin kendini eşit yurttaş olarak hissetmesi için yaptığımız işler “bölücü faaliyetler” olarak sunuldu.

Bir Daha Asla –Geçmişle Yüzleşme ve Özür, Depo, 2013

Anadolu Kültür kurulurken sen yoktun, ama özellikle Depo’daki görevlerin dolayısıyla her zaman bu kuruma ve işleyişine yakın olduğun söylenebilir. Anadolu Kültür hangi hedeflerle kurulmuştu?

Evet, Anadolu Kültür kurulurken yoktum, ama Anadolu Kültür’e bağlı Depo kurulurken vardım. Anadolu Kültür, kültür ve sanatın İstanbul dışındaki şehirlerde üretilmesi ve izlenmesini destekleme hedefiyle kuruldu, ilk faaliyeti de Diyarbakır Sanat Merkezi’ydi. Diyarbakır Sanat Merkezi, 2002’de olağanüstü hal devam ederken Diyarbakır’daki kültür-sanat ortamının canlanmasına katkıda bulunma, şehirdeki sanatçıların kendi projelerini geliştirebilecekleri ve sunabilecekleri, sanatseverlerin nitelikli kültür-sanat etkinliklerine erişebilecekleri bir buluşma mekânı yaratma hedefiyle yola çıktı. Kars Belediyesi ve Anadolu Kültür işbirliğiyle 2005-2009 yılları arasında faaliyet gösteren Kars Sanat Merkezi de, kentin çok-amaçlı tek salonu olarak sadece Kars için değil, Türkiye, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan için bir kültürel iletişim merkezi işlevi gördü.

Anadolu kentlerindeki çalışmalar, başta Antakya ve Çanakkale olmak üzere İzmir, Eskişehir, Gaziantep, Van, Batman ve başka kentlerin katılımıyla yaygınlaştı. 2004 yılından itibaren pek çok farklı kentin yerel yönetimleri ve kültür-sanat aktörleriyle yürütülen çalışmalar, hem yerel yönetimlerin kültür-sanat programlarına daha iyi destek vermesini hem de sivil girişimlerin kentsel siyaseti belirlemede daha aktif rol almasını sağlamayı hedefledi. 2010’a gelindiğinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabulüne ilişkin müzakere sürecinin hazırlıkları sürerken –şimdi çok eski bir hayal gibi geliyor– Anadolu Kültür de Avrupa ile Anadolu kentleri arasında bağlar kuracak çalışmalara ağırlık verdi. Bu çalışmalarla amaçlanan İstanbul dışındaki kentlerin kültürel ortamına destek sağlamak, Avrupa’yla aralarında kültür köprüleri kurmaktı. Bu kapsamda, bir kısmı başka kurumlarla ortaklık içinde, pek çok çalışma yürütüldü ve yürütülüyor.

Depo da İstanbul dışındaki şehirlerden sanatçı ve kolektiflere açık olmayı hedefledi her zaman. Diyarbakır, Batman, Mardin, Antakya, Ankara’dan sanatçı ve kolektiflerin sergilerine yer vererek onların İstanbul sanat çevresindeki görünürlüklerini artırdı. Erişilebilir ve esnek yapısıyla, İstanbul kültür-sanat ortamındaki ticari olmayan, eleştirel seslere açık, bağımsız mekân ihtiyacını karşılamayı hedefleyen Depo’yu bu özelliğiyle de anmak iyi olur diye düşünüyorum.

Savaş gibi büyük travmatik olayların yıllarca ilmek ilmek ördüğümüz süreçleri nasıl geri götürdüğünü bizzat deneyimlemiş olduk. Türkiye ile Ermenistan arasında birebir görüşmeler başlamış olsa da, devlet, sivil toplumun çalışmalarını yürüteceği bir alan açmıyor maalesef.

Depo’da çalışmaya nasıl başlamıştın?

Biraz tesadüf. 2008’de doktoramı bitirmiştim, eski işim yayıncılığa dönmeyi de düşünmüyordum, Osman Bey’e gidip Anadolu Kültür’de uygun bir proje var mı diye sordum. O sırada Depo yeni açılıyordu ve orada başlamamı istedi. Sanat alanından gelmediğim için başta çok tedirgindim, ama zamanla alıştım. Akademi ve yayın dünyasından edindiğim tecrübe ve bağlantıların Depo’ya katkısı olabileceğini gördüm.

Anadolu Kültür’ün direktörü Meltem Aslan, Osman Bey alınmadan önce, çok değerli bir ekiple kurdukları Hafıza Merkezi’nin başına geçeceğini bildirmişti. Sağolsun hemen bırakmadı, benim alışma sürecime destek oldu. 2018 Mart’ından beri Depo ve Diyarbakır Sanat Merkezi’nin de bağlı olduğu Anadolu Kültür’ün direktörü olarak, projeler kadar, hatta bazen onlardan daha çok, yıllarca çalıştığımız Garanti Bankası’nın çat diye hesapları kapattırması, Maliye Bakanlığı’nın haksız vergi cezaları, Ticaret Bakanlığı’nın kapatma davası gibi yıldırma politikalarıyla uğraştım, uğraşıyoruz. İdealist ve hevesli bir ekiple hepsinin üstesinden gelmeye çalışıyoruz.

Depo’daki ilk etkinliklerden biri 2008 sonunda Anadolu Kültür’ün katkılarıyla hazırlanan William Saroyan sergisi Fresno, Bitlis, Yerevan’dı. 2009’un hemen başında açılan Gerçeklik Bitti sergisi ise uluslararası katılımlarla Depo’nun müstakbel yörüngesini çiziyordu. Bu sergileri, Depo’nun ilk yıllarını nasıl hatırlıyorsun?

İtiraf edeyim, daha çok bir kaygı duygusuyla hatırlıyorum. Sanat eğitimi almadığım, daha önce o alanda çalışmadığım, sergi prodüksiyonu tecrübesine sahip olmadığım için tedirgindim. Şansım Saroyan sergisinde Aras Yayıncılık ekibiyle, Gerçeklik Bitti sergisinde de halen Red Thread online dergisini beraber çıkardığımız Belgrad’dan küratör ve yazar arkadaşlarla çalışmaktı. Her iki sergi de Depo’yu çok iyi anlatıyor aslında. En net hatırladığım, sergi kurarken boyacı, marangoz, folyocu, matbaa, fotoğraf baskı atölyesi, fotokopici, küratör, sanatçı, çevirmen… hepsiyle aynı anda ilgilenip yetişsin diye geceyarılarına kadar çalışma kısmıydı. Depo’nun o merdivenlerini kim bilir kaç kere inip çıktım. On yıl böyle çalıştım. Şimdi de genç arkadaşlar Depo’da bu şekilde çalışıyor.

Osman Kavala Diyarbakır’da Amed Sanat Galerisi’nde açılan Remzi Raşa sergisinin banner’ını asanlara yardım ediyor, 2012

Anadolu Kültür, adı üzerinde, Anadolu’nun tarihsel mirasına eğilmiş, kültürel etki alanını Kafkaslar’a kadar uzatmıştı. Depo ise özellikle güncel sanat alanında ilişki ağını sanki Balkanlar’a, Doğu Avrupa’ya doğru genişletti. Sence Depo İstanbul’da, İstanbul çevresinde nasıl bir boşluğu doldurdu?

Evet, Depo kurulurkenki hedef Türkiye’nin çevresindeki ülkelerden sanatçıları, küratörleri ve inisiyatifleri bir araya getirmekti. 2009’da 11. İstanbul Bienali’nin küratörleriyle birlikte çıkarılan Red Thread dergisi de biraz bu çerçevede tasarlanmıştı. Depo, kurulduktan sonra bir evrim geçirdi. Ticari hedeflerinin olmaması, bir kurumun halkla ilişkiler faaliyetiyle ilişkilenmemesi Depo’ya daha özgür bir evrim ortamı sağladı. Sonuçta kendi çevresinin, Depo’da çalışanların, Depo ile ilişkisi olan sanatçıların, akademisyenlerin, sivil inisiyatiflerin etkisiyle kişiliği belirginleşti. İstanbul sanat ortamının talepleri de bu kişiliğe etki etti. Mesela, bir galeri tarafından temsil edilmeyen sanatçıların solo sergi talepleri böyle bir alanda yoğunlaşmamıza yol açtı. Ya da başka kurumların göstermeye çekindiği siyasi içerikli işler için akla ilk Depo geldi. Keza sansüre uğrayan bir serginin açılışı, sansüre uğrayan bir sanatçının performansı veya bununla ilgili toplantılar için Depo hep açık oldu. Şimdi de mesela, Kültür Yolu üzerinden iktidarın sanatı kendine bir meşruiyet sağlama ve özellikle Taksim civarında bir “hafızasızlaştırma” hedefi için kullanmasına dair tartışmaları masaya yatırdığımız dar grup toplantıları yaptık, açık toplantılar için çalışıyoruz. Depo baştan itibaren bir tartışma platformu olarak da tasarlandı ve Avrupa tartışma platformları ağı Time to Talk’un bir üyesi oldu. Bu arada tabii ki bölgesel işbirliklerini bırakmadık, Red Thread hâlâ komşu ülkelerden yazar ve küratörlerin katkısıyla çıkıyor, bu ülkelerden sanatçılar sergilerde yer alıyor, öncelik epeydir bu olmasa bile.

Depo’da şimdiye kadar en etkilendiğin, katkı sunmaktan hoşlandığın işler neler oldu?

Benim için en tatmin edici olan Depo’nun varlığı. İstanbul’da ya ticari galeriler var ya da büyük sermayenin kurduğu yapılar; ara formlar eksik. 2008’den beri aktif olan Depo hem büyük sermaye ve anaakım sanat üretim ve dağıtım ağlarından bağımsız hem de ufak inisiyatiflere göre daha kurumsal. Depo’da bugüne kadar yapılan ve kimisi yurtiçinde ve dışında başka şehirleri de dolaşan önemli sergiler oldu: Ateşin Düştüğü Yer, Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu, Açık Şehir, Dildilian Kardeşlerin Objektifinden, Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür, Hafızayı Harekete Geçirmek: Kadınların Tanıklığı, Taşın Şiiri Ani, Paylaşılan Kutsal Mekânlar… Araştırma ağırlıklı bu sergilerin, özellikle de başından sonuna hazırlığında yer aldığım Bir Daha Asla!’nın yeri ayrı benim için. Hazırlık sürecinde çok şey öğrendim ve bu proje sayesinde Columbia Üniversitesi’nde bir dönem Alliance for Historical Dialogue and Accountability programına, daha sonra da US Holocaust Memorial Museum’da eğitim seminerine davet edildim. Ayrıca Depo’da kadın ve kuir sanatçılarla yaptığımız sergilere katkı sunmaktan da büyük zevk aldım.

Depo’da veya Anadolu Kültür’de, çeşitli düzeylerde zorluklar yaşamaya ne zaman başladınız? Örneğin, Depo’ya uluslararası katılım yıllar içinde düştü mü? Anadolu Kültür’ün çeşitli şehirlerde zorluklarla karşılaştığı oldu mu?

Zorluklar hep vardı aslında. Bir kere Tophane’de olmak başlı başına bir zorluk, hâlâ da biraz öyle. Dışarı astığımız banner’lardaki renk ve imajlara dikkat ediyoruz, açılışlarda içki içildiği gözükmesin diye avluyu paravanlarla kapatıyoruz, sürekli bir kaldırım ve avluda araba park gerilimi yaşanıyor; bunlar gündelik şeyler. Elbette Gezi’den sonra toplumda artan kutuplaşma mahalleye de yansıdı, bir arada yaşamaya dair ideal bir ortam kaldı mı, emin değilim. Tabii Türkiye’nin kötüye gidişi, patlayan bombalar, darbe girişimi, olağanüstü hal, otoriterleşme, bütün bunlar İstanbul sanat ortamının eski popülerliğini yitirmesine neden oldu. Yurtdışından gelen ortaklık teklifleri, sergi başvuruları azaldı.

Osman Bey’in tutukluluğu bizim için büyük bir üzüntü ve öfke kaynağı olmanın yanısıra kaygı nedeni de oldu tabii, yapacağımız işlerin ona karşı kullanılması ihtimalini gözardı edemezdik. Bu noktada bazen avukatlara danışarak ilerlediğimiz de oldu.

Sanatçılar ve kurum çalışanları dayanışmayı açıkça gösterdi, ancak kurumlar, Anadolu Kültür çalışanları ve faaliyetlerini farklı şekillerde destekleseler de, açık bir pozisyon alamadılar. Bu da Türkiye’de büyük sermayeye bağlı kurumların devlet korkusuyla davranmasına bir örnek.

Anadolu Kültür’ün Ermeni mirasına ve bugününe ilişkin projelerinde bazı zorlu karşılaşmalar yaşandı. Mesela Ermenistan’dan ve Türkiye’den gençleri sözlü tarih metodunu uygulamak üzere bir araya getiren Birbirimizle Konuşmak projesinde (2009-2013), diyaloğun öyle çok da kolay bir şey olmadığını bizzat gördük. Armen Marsoobian’ın aile hikâyesinden yola çıkarak kurduğu Bir Ermeni Ailesinin Yitik Geçmişine Tanıklıklar sergisi 2013’te ailenin memleketi Merzifon’da mülki idarenin de katılımıyla açıldıktan sonra yerel bir gazete tarafından hedef gösterildi ve sergiyi erken kapattık. 2015’te Ankara’da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açıldığında da sergi içeriği üzerinden belediye hedef gösterildi.

Daha önce 2012’de Diyarbakır Sanat Merkezi’nin yürüttüğü, Diyarbakır’dan ve Trabzon’dan kadın oyuncuların ortak çalışmasıyla hayata geçen Bize Masal Anlatmayın oyununun Trabzon gösterileri öncesinde anaakım bir gazetenin ekinde hedef gösterilmesi de o dönem bizi şaşırtan ve kaygılandıran örnekler arasında.

Yakın zamanda Ermenistan, diaspora ve Türkiye’den genç sanatçıları bir araya getirecek bir projeyi iptal etmek zorunda kaldık. 2020’deki Karabağ Savaşı’nda Türkiye’nin Azerbaycan’a açık desteği, kurmaya çalıştığımız ilişkileri epey sarstı. Geleceğin Geleceği başlıklı proje kapsamında Ermenistan’dan iki, Türkiye’den iki küratörle çalışıp açık çağrı yaptık, çok da iyi başvurular aldık, fakat savaştan sonra Ermenistan’dan başvuranlar başvurularını çekmek istedi, küratörler de yakınları cephede savaşırken veya göç etmek zorunda kalanlara destek olmaya çalışırlarken projeye devam etmek istemedi. Temmuz sonunda çeşitli toplantılar için gittiğimiz Yerevan’da sokakta da hissettiğimiz bir tepki vardı ve savaş gibi büyük travmatik olayların yıllarca ilmek ilmek ördüğümüz süreçleri nasıl geri götürdüğünü bizzat deneyimlemiş olduk. Türkiye ile Ermenistan arasında birebir görüşmeler başlamış olsa da, burada devlet, sivil toplumun çalışmalarını yürüteceği bir alan açmıyor maalesef.

Anadolu Kültür, 2005’ten beri Ermenistan’daki sivil toplum kuruluşları, küratörler, sanatçılar ve yazarlarla işbirliği yapıyor, pek çok anlamlı işbirliği de kurdu, ama savaş bütün bunların zeminine zarar verdi. Aynı şekilde yıllardır Altın Kayısı Film Festivali ile işbirliği içinde düzenlediğimiz Ermenistan-Türkiye Sinema Platformu etkinliklerini de yapamadık, önce pandemi, sonra savaş engel oldu. Platformun kurucusu ve yöneticisi arkadaşımız Çiğdem Mater son âna kadar ortak bir şey yapmak için çabaladı, fakat haksız yere tutuklanınca platform etkinlikleri de kaldı. Umuyorum Anadolu Kültür’ün danışmanlarından Çiğdem de, yönetim kurulunun mevcut ve eski üyelerinden Mine (Özerden), Hakan (Altınay) ve Yiğit (Ekmekçi) de bir an önce özgürlüklerine kavuşurlar.

Silivri Cezaevi’nde açık görüş, Haziran 2018: Zeki Türkkan, Ayşe Buğra, Osman Kavala, Asena Günal, Yiğit Ekmekçi

Osman Kavala’nın tutukluluğunun birinci yılında Anadolu Kültür’e yönelik bir operasyon düzenlendi, Depo program koordinatörü olarak gözaltına alınanlar arasında sen de vardın. Bu gözaltının sebebi neydi, nasıl sonuçlandı?

Osman Kavala’nın gözaltına alınmasından yaklaşık bir yıl sonra Kasım 2018’de, Anadolu Kültür danışmanları ve yürütme kurulu üyelerinden dört kişi şafak baskınıyla gözaltına alındık. Sabah 5:30’da evlerimize dalıp arama yaptılar ve bütün elektronik aletlerimize el koydular. Emniyet’te, 2013 yılında düzenlediğimiz ve hiçbiri yargılama konusu olmamış ve halen çeşitli yayınlarda ve web sayfalarında bütün içeriği açıkça yer alan etkinliklere dair sorgulandım. Bunlardan biri, Gezi: Başlangıç sergisiydi. Adli kontrol şartıyla serbest bırakıldım. Yurtdışı çıkış yasağım ancak üç buçuk yılın sonunda, o da kanun değiştiği için kalktı, elektronik aletlerimi ise hâlâ geri alamadım. Beni ve ailemi bu gözaltından çok, hükümete yakın medyanın hedef göstermesi tedirgin etti.

Bu gözaltılar da, sonraki cezalar da Gezi’yi kriminalize ederek insanlara anayasal haklarını kullanıp sokağa çıkmaları durumunda başlarına geleceklere dair bir mesaj verme amacı taşıyor. İktidar cenahının Gezi’nin kendilerini devirmek için yabancılarla işbirliği yapan yasadışı yapıların işi olduğuna dair inancı, Gezi ve casusluk iddianamelerinde gayet net görülüyor. Osman Bey de kendisinin hapiste tutulma nedenini genelde Gezi protestolarının hükümeti devirmeye yönelik bir dış komplo olduğu iddiasını canlı tutmak isteği ile açıklıyor. Bu konuda herhangi bir somut delil yokluğunda, onun, protestoların nedeni olan parktaki yapılaşma projesine karşı çıkmış, dolayısıyla protestoculara sempati duymuş olmasının yanısıra Açık Toplum Vakfı ile ilişkisinin olması, komplo teorisinin temel dayanağı haline geliyor. Gezi zamanı bu meşru itirazın, iktidarın çabasıyla bir “suç”, “ülkeyi geri götüren bir kalkışma” diye benimsetilmeye çalışılacağı ve yargının da bu yönde kararlar alacağı aklıma gelmezdi. İktidar, Fethullahçılardan devraldığı “malzemeleri” ve “taktikleri” kullanarak –yasadışı dinlemeleri yapanlar, ilk fezlekeleri hazırlayanlar ya hapiste ya firari– masum insanları cezalandırmaktan çekinmiyor.

Surp Giragos Kilisesi’nde Murathan Mungan, Diyarbakır Edebiyat Günleri, 2 Haziran 2013

Yıllarca öğrencisi olduğun, doktora çalışmalarını yürüttüğün Boğaziçi Üniversitesi de abluka altında. Parçası olduğun feminist hareket, çalıştığın sivil toplum alanı da öyle. Yayınevi editörlük tecrübene başvurarak soralım: Türkiye’de otoriter dönemler hep oldu, sence bu durum ne kadar sürer veya ne oranda “sürdürülebilir”?

Her hafta Boğaziçi’nden bir tanıdığı arayıp geçmiş olsun diyorum. Geçen ay Mithat Alam Film Merkezi’ndeki arkadaşları arayıp merkeze ve onlara yapılanlara dair geçmiş olsun dileklerimi ilettim, sonrasında da doktora yaptığım Atatürk Enstitüsü’nün seçilmiş yöneticisiyken görevinden alınan ve Boğaziçi Üniversitesi Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi’ni boşaltması istenen Cengiz Kırlı’yı… Mithat Alam Film Merkezi’nin hem Boğaziçi hem de Türkiye sineması için önemi malûm. Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi ise hem elinde bulundurduğu kıymetli arşiv, hem de başka arşivlere verdiği destek için çok önemli. Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Derneği ile yürüttüğümüz arşiv ve web projesi Diyarbakır Hafızası için ilk ziyaret ettiğimiz yerdi Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi. Oradan bir arkadaşımız Diyarbakır’daki ekibe eğitim verdi ve altyapının kurulmasında destek oldu. Bunlar bu ülkenin en nitelikli kurumları, üniversitenin kendisi de başlı başına bir gelenek. Yıllarca verilmiş emek ve birikimi yok sayıp insanları atarak, binalara çökerek, uyduruk fakülteler açarak olur sanıyorlar, ama olmuyor. Bak kimseyi ikna edip getirtebiliyorlar mı Boğaziçi’ne, tek tük, gelen de kaçıyor. Tabii ki hocaların ve öğrencilerin kararlılıkla sürdürdüğü mücadele burada çok önemli.

Parçası olduğum feminist harekete, LGBTİ hareketine yönelik saldırılar da giderek artıyor ve bunlar aslında varoluşumuza yönelik saldırılar. Neyi savunduğumdan ayrı, ne olduğuma yönelik de bir saldırı var yani. Ama bu saldırılar cevapsız kalmıyor elbette, hatta her iki hareketin de giderek büyümesi buna bir tepki. Şu an her ikisinde de çoğunlukla genç ve mücadeleci bir kitle var. Her şeye rağmen birlikte söz üretmekten, sokaklara çıkmaktan çekinmeyen bir kitle. 8 Mart’ta, 25 Kasım’da, Onur Haftası’nda meydanları zorlayan bir kitle. Tabii her iki hareketin de biraz tepkiselliğe kısıldığı, belirli günleri odağına aldığı, siyasi program önermeyi geri plana ittiği söylenebilir, ama işte aciliyet dayatan durumlar varken o çabaya girmek zorlaşıyor. Bu arada her iki hareketin gençliği de beni çok umutlandırıyor. Feminist Mekân’da Gezi ile ilgili bir söyleşi olmuştu, bazıları “Gezi’de ortaokuldaydım” diye konuşmaya başlıyordu! (gülüyor)

Sivil toplum da aynı şekilde, pek çok STK kendi projesine odaklanmak yerine kapatma, ceza ve yıldırma politikalarına karşı mücadele ediyor, ardı arkası gelmeyen denetimlerle uğraşıyor…

Ben bunun sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Bu ülkede her şeye rağmen bir demokrasi kültürü var ve bu kadar baskıya sürekli sessiz kalınamaz, ki kalınmıyor. Elbette bu dönemin insanları kutuplaştıran, muhafazakârlaştıran, içine kapatan bir etkisi oldu, ama görüyoruz ki buna itirazlar da çok ciddi ve dönüşüm kaçınılmaz. 

Nira Pereg, Gene Aynı Senaryo, Depo, 2022. Fotoğraf: Serra Akcan

Osman Kavala’nın uzun tutukluluk süresi boyunca destek için Silivri Cezaevi kapısında defalarca otobüs seferleri düzenlendi, bu destek ziyaretlerine pek çok sanatçı katıldı. Bireysel desteklerin ötesinde, özellikle kültür, sanat, güncel sanat alanından destekleri nasıl değerlendiriyorsun?

Baştan beri kültür-sanat alanından insanlar bizi yalnız bırakmadı. Osman Kavala’nın son yirmi yılda Anadolu Kültür, Depo ve Diyarbakır Sanat Merkezi’nin kurucusu olarak kültürel alana yaptığı destekler ve kurduğu işbirliklerinin sonucu bu. Sanatçılarla Silivri Cezaevi önüne on kere gittik, her seferinde kontroller sıkılaştı, başta kapı önünde pankart açabilirken şimdi civardaki tarlalarda toplaştığımızda bile jandarma müdahale ediyor. O ziyaretlerde yanımızda bir avukat oluyor ve o avukat içeri girip Osman Bey’e gelenlerin notlarını götürüyor. Bu bazen kısa bir not, bazen gelen kişinin yeni çıkan kitabı veya sergisinin broşürü olabiliyor. Bu ziyaretlerin en önemli tarafı bence ona moral vermesi.

2017’de 9. Hangi İnsan Hakları Film Festivali’nde Documentarist ekibi Osman Kavala’ya dair bir etkinlik düzenledi ve onun bağımsız film ve belgesel alanındaki destekleri konuşuldu. Şubat 2018’de Depo’da Vardiya etkinliği düzenlendi, dört gün boyunca sanatçılar ikişer saatlik vardiyalar halinde Depo’yu açık bir stüdyo haline getirip iş ürettiler, ürettiklerini paylaştılar, film gösterip performans ve okumalar yaptılar. 300., 500., 1000. günde bir araya gelip toplu fotoğraflar çektirdiler veya tek tek yılbaşı veya doğumgünü kutlaması için çektirdikleri fotoğrafları paylaştılar. Sanatçıların ve kültür sanat kurumu çalışanlarının pek çoğu bütün duruşmaları takip etti. 2019’da Arter’in ve Bienal’in açılışında “Osman Kavala’ya Özgürlük” yazan stencil baskılı tişört ve bez çantalarla yanyana durdular. Yine aynı yıl Osman Bey için sanat, sivil toplum ve siyasetten isimlerin katkılarından oluşan bir doğumgünü kitabı hazırladık, onda da sanatçı arkadaşlarımız büyük emek verdi. Sanatçılar ve kurum çalışanları bu dayanışmayı açıkça gösterdi, ancak kurumlar, Anadolu Kültür çalışanları ve faaliyetlerini farklı şekillerde destekleseler de, açık bir pozisyon alamadılar. Bu da Türkiye’de büyük sermayeye bağlı kurumların devlet korkusuyla davranmasına bir örnek.

Depo’nun 8 Kasım’da açılan sergisinde Sam Jury, Bunu Hiç Unutma’dan video detayı, Rob Godman’ın ses tasarımı ile çok kanallı video yerleştirmesi, 2022

Anadolu Kültür de, Depo ve Diyarbakır Sanat Merkezi de faaliyetlerine devam ediyor. Adalet Atlası’ndan sonra Anadolu Kültür nelere yoğunlaşacak, Depo’da bu sene bizleri hangi sergiler, etkinlikler bekliyor?

Eylül ortası Bienal nedeniyle bütün güncel sanat âleminde yoğun geçer. Biz de Depo’da iki iddialı sergi açtık. Giriş katında İsrailli sanatçı Nira Pereg’in Gene Aynı Senaryo sergisi, polis barikatları üzerinden izleyicileri ve mekânı Beckett’vari bir set içinde kıstırılmış pasif katılımcılar haline getiriyordu. Üst katlarda ise Tanja Ostojic’in 2009’dan bu yana sürdürdüğü Mis(s)placed Women? isimli katılımcı sanat projesinin sergisi oldu. Bu sergi için Arzu Yayıntaş ve Tanja Ostojic, projenin zengin arşivindeki erişilebilirlik, feminizm, kuirlik, iklim değişikliği ve yerinden olma konularına değinen katkılar arasından bir seçki hazırladı. 8 Kasım’da açılan Bunu Hiç Unutma başlıklı sergi de, hakkında çok da bilgi sahibi olmadığımız bir coğrafyaya, Gürcü-Abhaz savaşından (1992-93) bu yana fiilen durağan bir devlet olan çatışma sonrası Abhazyasına dair.

Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Derneği ile Diyarbakır Hafızası için işbirliğimiz devam ediyor. Arşiv malzemesini de kullanarak hazırlanan web sergilerinin içeriğini birlikte hazırlıyoruz.

Adalet Atlası’nın ardından podcast formatındaki yeni işimiz Podron, podcast ve Ermenice tiyatro (tadron) kelimelerinin birleştirilmesinden oluşan bir isim. Ermeni tiyatro yazarlarınca yazılmış eserler, Ermenice ve Türkçe olarak yaratıcı ses tasarımlarıyla sunulacak ve aynı anda Ermeni tiyatro tarihine dair bilgilendirici sosyal medya paylaşımları yapılacak.

Kültürel miras alanında çalışmaya devam ediyoruz. Daha önce sergisini de yaptığımız Ani üzerine bir aplikasyonu kullanıma açacağız. Ani’deki yapıların tarihçesinin Türkçe, İngilizce ve Ermenice hem yazılı hem sesli anlatımını içeren aplikasyon orayı ziyaret ederken özellikle faydalı olacaktır. Muş’taki kültürel miras alanlarına dair bir raporu da üç dilli yayınladık.

Almanya’dan sivil toplum kuruluşlarıyla ortaklık içinde yürüttüğümüz Hep Beraber kapsamında mülteci olan ve olmayan çocuk ve gençlere yönelik kapsayıcı öğrenme materyalleri hazırladık, onların dağıtımını, farklı illerdeki kuruluşlarla uygulanmasını organize ediyoruz.

Anadolu Kültür’ün yurtiçinden ve yurtdışından farklı ortaklarla yürüttüğü VAHA, Kültür için Alan ve CultureCIVIC, özellikle büyük şehirler dışındaki inisiyatifleri hibeler, kapasite geliştirme programları ve ağ kurma faaliyetleriyle desteklemeye devam edecek.

Diyarbakır Sanat Merkezi ise, 2013’ten beri Lîs Yayınevi ile birlikte sürdürdüğü Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri’nin dördüncüsünü ekim ayında Wêjegeh Amed / Diyarbakır Edebiyat Evi işbirliği ve ev sahipliğinde yaptı. Başta Kürtçe olmak üzere çok sayıda dilin ve edebiyatın birlikte konuşulduğu, duyulur, görünür olduğu zengin bir programa bu denli yoğun bir ilginin devam ediyor olduğunu görmek çok cesaret verici ve bu alandaki ihtiyacı gösteriyor. Goethe Institut ile yine uzun süreli bir işbirliğinin sonucu olarak 2015’ten bu yana gerçekleşen Kino – Alman Film Günleri organizasyonu da kasımda olacak. 2020’de salgının en zor zamanında Diyarbakır, Mardin ve Batman’dan kadınlarla kolektif bir üretim süreci sonunda gerçekleşen BAK Kulaktan Kulağa filmleri halen Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerinde dolaşmaya devam ediyor. İstanbul Bienali’nin konuğu olarak İstanbul’a gelen Bread and Puppet Tiyatrosu’nun Mordem Sanat yürütücülüğünde gerçekleşen Diyarbakır Atölyesi’nde yer almaktan da ayrıca mutluyuz. Tüm bunlar Diyarbakır Sanat Merkezi’nin kuruluşundan itibaren kolektif üretim, paylaşım ve işbirlikleri konusunda gösterdiği çabayı sürdürmesinin güzel örnekleri. Anadolu Kültür’ün 20. yılı Diyarbakır Sanat Merkezi’nin de 20. yılı aynı zamanda. Merkez arşivini düzenledi ve yakında yirmi yıl boyunca gerçekleştirilen binden fazla etkinliğin kaydını yenilenmiş web sayfası ile paylaşacak.

Anadolu Kültür’ün 20. yılı etkinlikleri kapsamında detaylı bir faaliyet raporu yayınladık, Depo’da da bugüne kadar Anadolu Kültür etkinliklerinde yer almış, takip etmiş, çalışmış insanların katılımıyla bir dizi söyleşi düzenleyeceğiz. Bu söyleşilerde sadece Anadolu Kültür’ü değil, memleketin kültür-sanat ve sivil toplumunun da yirmi yılını konuşmayı umuyoruz. Ve son olarak yönetmenliğini Mert Kaya’nın üstlendiği, Anadolu Kültür’e ilişkin kısa bir belgeselin çekimlerini tamamladık, ilk olarak Aralık ayında festivaller ve özel gösterimlerde paylaşmayı planlıyoruz. Osman Kavala’nın bu yirmi yılın beş yılında içeride olduğunu düşündükçe öfkem artıyor. Osman Bey’in yukarıda söz ettiğim bütün projelerin fikren ortaya çıkışında ve hatta uygulanışında oynadığı önemli rolü özellikle vurgulamak isterim. Onunki bir STK kurup yönetmekle sınırlı olmayan bir rol; dert ettikleri, aciliyet gösteren durumlara verdiği tepki, inadı ve vicdanı belirledi Anadolu Kültür’ün nasıl bir kurum olacağını. Umuyorum bir an önce özgürlüğüne kavuşur, bu şartlar altında dahi kaybetmediği inancı, umudu ve inceliğini yan yana çalışırken tekrar bizlerle paylaşır.

1+1 Express, sayı 181, Güz 2022

^