BAROLARI "ÇOKLAŞTIRMA” GİRİŞİMİ VE ÖTESİ

Kasım Akbaş, Tora Pekin
2 Haziran 2020
SATIRBAŞLARI

“Sıradaki hedefin barolar olmaması mümkün değildi. Baroların yasa değişiklikleriyle sivil toplum kuruluşu düzeyinde düzenlenmek istenmesi, neoliberal monist egemenlik siyasetinin yeni bir tezahüründen başka bir şey değildir.” Baroları “demokratikleşme” paravanıyla gündeme getirilen yasal düzenlemenin sebeb-i hikmetine ve meselenin künhüne yakın plan… 
Mircea Suciu, Düzenbaz serisinden, 2015

 

Avukat Ebru Timtik ve Avukat Aytaç Ünsal’a

Avukatların meslek örgütü olan barolar, ne zaman iktidara karşı güçlü bir itiraz dile getirseler, bir baro tartışması raftan iniyor. Diyanet İşleri başkanı Ali Erbaş’ın kurumu adına söz alarak eşcinsel düşmanlığı yapmasına karşı Ankara Barosu’nun sesini yükseltmesinden sonra da böyle oldu. Ankara’ya diğer barolar da destek verince, iktidar, baroları tamamen etkisizleştirmeye yönelik projelerini bir kez daha gündeme getirdi. İlkin, daha önceki yıllarda hazırlanmış bir yasa taslağı hatırlatıldı, ardından baroları şehirlerdeki avukat sayısına göre “çoklaştıracak”, herkesin kendi barosunu kurabileceği yeni öneri öne sürüldü. Epey süredir ortak bir ses üretemeyen Barolar Birliği ve barolar ise bu girişime tam katılımla itiraz ediyorlar.

Siyasal düzlemde yürüyen bu eski ve bitmeyen tartışmaya hukukçu ya da avukat olmayanların da yakından bakması gerekiyor. Zira, sanılanın aksine, barolar yalnızca avukatların değil, tüm yurttaşların meselesidir. Ya da şöyle söyleyelim, karşımızdaki sorun avukatların özlük hakları gibi dar bir konuya ilişkin değildir. Tam tersine, konumuz kamu gücünün kullanılmasında hâlâ etkili olan bir meslek grubunun bu gücünün iktidar lehine, kamu aleyhine elinden alınmasıyla ilgilidir. Elindeki gücü kimseyle paylaşmak istemeyen, “tek” kalmak isteyen iktidarın saldırısı tam bu nedenle ve buna yöneliktir. Tıpkı, önce 12 Mart’ta, sonra 12 Eylül’de tüm yerel yönetimlerin özerkliğine saldırılması; tıpkı, bugün HDP’li belediyelere kayyum atanmasında, CHP’li büyükşehir belediyelerinin yardım paralarına “başka devlet oluşturma” suçlamasıyla el konmasında olduğu gibi…

Bu tartışmaya hukukçu ya da avukat olmayanların da yakından bakması gerekiyor. Zira, sanılanın aksine, barolar yalnızca avukatların değil, tüm yurttaşların meselesidir.

Baro tartışmasında konunun ağırlık noktasını baroların bu kamu gücü kullanma niteliği oluşturur. Oysa son dönemdeki tartışmalarda nedense bu husus pek hatırlanmıyor. Bunun yerine akla baronun “insan hakları koruyucusu bir hak örgütü” olması geliyor. Buna “bağımsız savunmanın, yani baro ve avukatların, yargının kurucu unsurlarından biri olduğu” iddiası eşlik ediyor. İkisine de tamam. Avukatlık Yasası’nın 76’ıncı maddesinde de yazdığı üzere, baroların görevlerinden birinin hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak olduğu açık. Hiç kuşku yok ki, barolar aynı zamanda bu görevi üstlenmiş “hak örgütleri”dir. Bunun yasayla tespiti de baroların yurttaşlar ve hukuk sistemi açısından taşıdığı değeri artırır. Sav ve karar ile birlikte savunmanın da yargının kurucu unsuru olarak kabul edilmesi yönündeki vurgu haklı ve yerindedir. Ama bu tartışmaya, baroların kamu gücü özelliği ve yeri geldiği için söyleyebiliriz, “özerkliği” meselesi dahil edilmez ise beliren bir tehlike var. O da baroların alelade bir sivil toplum örgütü çerçevesine sıkışmasıdır.

Baroların kamu kurumu niteliği

Bizim bu yazıda dikkat çekmek istediğimiz husus da tam olarak budur. Yukarıda sözünü ettiğimiz Avukatlık Yasası’nın 76’ıncı maddesinin devamında da yazan, zaman zaman gündeme gelse de ne anlama geldiği konusunda üzerinde neredeyse hiç konuşulmayan kısım: “Barolar, … tüzel kişiliği bulunan, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır”.

Kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu nedir, Anayasa’nın 135’inci maddesinde yazdığına göre onu da buraya alalım: “Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşları; belli bir mesleğe mensup olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlâkını korumak maksadı ile kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzel kişilikleridir.

Mircea Suciu, Düzenbaz serisinden, 2015

Öyle görünüyor ki, vurguyla belirttiğimiz bu kamu tüzel kişiliğinin ne anlama geldiği yeterince dikkat çekmiyor. Üzerine basarak ifade edelim: Barolar, halk adına devlet egemenliğini kullanan kuruluşlar arasındadır. Devlet ve baronun devlet egemenliği kullanması kavramlarını görünce zihninde bir hiyerarşi canlanan ve “ya avukatın bağımsızlığı!” diyecek okurlara hatırlatmak isteriz: İktidarın düzenleme hazırlığı ile tartışmaya açılan ilke “bağımsızlık” değil, “özerklik”tir. Nasıl bağımsız bilim insanının güvencesi özerk üniversite ise, bağımsız savunmanın güvencesi de ancak özerk baro olabilir.

“Barolar, tüzel kişiliği bulunan, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır”.

Yerinden yönetim kuruluşları

İdare hukuku kavramlarıyla ifade edecek olursak, devletin üç fonksiyonu ve bu fonksiyonları yerine getirmek üzere egemenliğinden kaynaklanan yetkileri yasama, yürütme ve yargı erklerine vücut verir. Bu yetki ve erkler, yasama organı (meclis), yargı organı (mahkemeler) ve yürütme organı (hükümet ve idare) tarafından kullanılır. Devlet egemenliğinin bir parçası olan idare, merkezi yönetim ve yerinden yönetim kuruluşları şeklinde teşkilatlanmıştır. Yerinden yönetim denilince aklımıza ilk gelen aslında yer bakımından yerinden yönetim, yani mahalli idarelerdir. Bizim hukukumuzda il, belediye ve köy olmak üzere üç mahalli idare türü var. Diğer yerinden yönetim türü ise hizmet yerinden yönetim kuruluşlarıdır. Bunlar, teknik bilgi ve uzmanlık isteyen alanlara ilişkin konularda yönetimin merkezi idareye bırakılmasının sakınca yaratabileceği düşünülerek oluşmuştur. Örneğin Vakıflar Genel Müdürlüğü, PTT Genel Müdürlüğü, Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu, Türkiye İş Kurumu, TÜBİTAK, üniversiteler, TRT, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu gibi… 

Hizmet yerinden kuruluşları kamu tüzel kişiliğini haizdirler; özerktirler, kendi bütçeleri vardır ve merkezi idarenin vesayet denetimine tabidirler. İşte baroların da içinde olduğu kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları bu anlamda yerinden yönetim kuruluşlarıdır. Böylece barolar, kamu adına devlet egemenliğinin bir kısmını, daha açık deyişle, anayasa ve kanunla kendilerine verilen kamu hizmeti yetkilerini kullanırlar.

Yerel veya hizmet yerinden yönetimlerin gücü, bir siyasal sistemin demokrasisinin gücünü ifade eder. Dolayısıyla, eğer mevcut gündem içinde bir “demokrasi” tartışması yapılacak ise bu, baroların özerkliğini aşındıracak müdahalelere karşı yerinden yönetim kuruluşu olarak Baro’yu savunmak anlamına gelir.

İktidarın düzenleme hazırlığı ile tartışmaya açılan ilke “bağımsızlık” değil, “özerklik”tir. Nasıl bağımsız bilim insanının güvencesi özerk üniversite ise, bağımsız savunmanın güvencesi de ancak özerk baro olabilir.

“Monarşi”ye, yani “tek iktidar”a karşı “cumhuriyet”i savunmanın anlamını da burada aramak gerekir. Zira cumhuriyet, hiç kuşku yok ki egemenliğin kaynağına ve kullanımına ilişkin bir mücadelenin sonucunda tarih sahnesine çıkar. Egemenliği monist (tekçi) bir iktidar yerine halka (ve elbette halkın egemenliği kullanabileceği kurum ve kuruluşlara) verme mücadelesine cumhuriyetçilik diyoruz. Fransız Devrimi’nin bu kıymetli kazanımının son birkaç on yılda aşama aşama nasıl bozulmaya çalışıldığına tanıklık ediyorsak da, bu hattın gözden çıkarılmaması gerektiğini düşünüyoruz.

Özerk baro perspektifi

Geldiğimiz noktada sorumuz şu: Baro tartışmasını, hep yapılageldiği üzere yalnızca “yargı erki içinde bağımsız savunmanın temsilcisi olan avukatların örgütü” bağlamında tartışmaya devam mı edelim? Yoksa, elbette anlamlı, ancak bugünkü tartışma bakımından düğüm noktasını ifade etmeyen bu hattı şimdilik kendi seyrine bırakıp baronun yürütme erkinin bir parçası olan ve bu anlamda devlet egemenliği kullanan bir kamu tüzel kişisi olmasının anlam ve değerini hatırlayalım mı?

Bugün karşı karşıya gelmiş bulunduğumuz “birden çok baro olsun, avukatların bu barolar arasında ‘tercih’ yapabilmeleri ‘demokrasi’dir” argümanının sahte çoğunlukçu demokrasi gösterisini teşhir edebilmek için, meseleye bir hizmet yerinden yönetim kuruluşu olarak özerk baro perspektifinden bakmayı öneriyoruz.

Mircea Suciu, Düzenbaz serisinden, 2015

En küçük kas gruplarına bile sirayet eden refleks

Merkezi iktidar, bir yer veya hizmet yönünden yerinden yönetim kuruluşunu kapatmak, yıpratmak ya da aşındırmak istiyorsa bunun genelde tek bir gerekçesi oluyor: kullandığı egemenliği halkın doğrudan demokrasi araçları olan yerinden yönetim kuruluşlarıyla paylaşmamak. Anayasal gelişmeler tarihimiz, devlet organları içinde daha demokratik temsile açık olan yasama yerine yürütmenin, yürütmenin içinde ise, en azından parlamento içinden çıkan bakanlar kurulu yerine cumhurbaşkanlığının öne çıktığı, yetkileri topladığı gelişmelerin tarihidir.

Dolayısıyla, kamu yönetimimizdeki eğilim daima merkezi idarenin, yürütmenin, cumhurbaşkanının güçlenmesi yönünde olmuştur. Devlet teşkilatının en küçük kas gruplarına bile sirayet etmiş bu refleks (“bilinç” demek pek mümkün değil) dönem dönem aksi yönde gerçekleştirilen kanuni düzenlemelerin varlığına rağmen canlılığını korur ve ilk fırsatta da karşısındaki aksi yöndeki kanuni düzenlemeyi eski haline getirme potansiyelini taşır.

Bugün karşı karşıya gelmiş bulunduğumuz “birden çok baro olsun, avukatların bu barolar arasında ‘tercih’ yapabilmeleri ‘demokrasi’dir” argümanının sahte çoğunlukçu demokrasi gösterisini teşhir edebilmek için, meseleye bir hizmet yerinden yönetim kuruluşu olarak özerk baro perspektifinden bakmayı öneriyoruz.

1961 Anayasası ile yerinden yönetime bir ağırlık verilmişse de, önce 12 Mart, ardından da 12 Eylül müdahaleleri ile “tek merkezci” refleks gücünü göstermiştir. Yerinden yönetim prensibine yer vermekle birlikte 1982 Anayasası pek çok kurum için özerkliğin de kaybı veya aşınması anlamına gelir. Üniversiteler, TRT, Dil-Tarih Kurumu vb. kurumlar özerkliğini ya tümüyle kaybetmiş veya artık özerk sayılamayacak kadar aşınmıştır.

Yukarıda hizmet yerinden yönetim kuruluşu olarak ifade ettiğimiz çoğu kurumun merkezi idareden farkını pek çok hukukçu bile ayırt edemeyecek noktaya gelmiştir. Öyle ki, çoğu yerinden yönetim kuruluşu için merkezi idare ile aralarında bir vesayetten ziyade artık düpedüz bir hiyerarşi ilişkisi var gibidir.

Kuşkusuz, 1982 Anayasası özelinde, benzer bir durum barolar ve Türkiye Barolar Birliği (TBB) için de geçerlidir. 1982 Anayasası ile Adalet Bakanlığı’nın, yani yürütmenin vesayet yetkileri artmıştır. Meslek kuruluşları devletin idari ve mali denetimi altına sokulmuş, diğer sendika ve derneklerle işbirliği yapmaları yasaklanmış, hatta TBB yöneticilerinin yurtdışına çıkışları için Adalet Bakanlığı iznine tabi olmaları bile söz konusu olmuştur. Bir başka deyişle, kuvvetler ayrılığı yalnızca yatay (yasama, yürütme, yargı) anlamda değil, dikey (yerinden yönetim kuruluşları) bakımdan da aşınmış veya yıpratılmıştır. TBB’nin pek çok yetkisine yeniden kavuşarak görece bağımsızlık kazanması, aşağıda müzakerelerine kısmen yer vereceğimiz 2001 Avukatlık Kanunu değişiklikleriyle gerçekleşebilmiştir.

Mircea Suciu, Düzenbaz serisinden, 2015

2001 yılında, merkezi idarenin (Adalet Bakanlığı’nın) hizmet yerinden yönetim kuruluşu olan barolar üzerindeki vesayetinin azaltılması, baroların daha özerk yapıya kavuşmaları için düzenlemeler yapıldı. O dönem muhalefet partileri bunu önemli bir demokratikleşme hamlesi olarak gördüler, çünkü gerçekten de öyledir: Demokratikleşme, kamusal egemenliğin ve gücün merkezileşmesi yerine yayılması, daha fazla sayıda insan, makam, kurum tarafından etkin bir şekilde kullanılabilmesini gerektirir. Adem-i merkeziyet, bu topraklarda da son yüz elli yıldır bir demokratikleşme özlemi olarak dile getirilen prensiptir, ancak somut siyasi gelişmeler hep aksi yönde olmuştur.

Yürütmenin “kişi organ”a dönüşmesi

Bugün karşı karşıya olduğumuz manzara, bu kavramsal çerçeve içinde bir anlam kazanıyor. Yasama karşısında yürütmenin güçlendiği, yürütmenin içinde cumhurbaşkanının hükümet sistemine adını verecek kadar yetki sahibi olduğu, bir “kişi organ”a dönüştüğü andayız. “Kişi organ”ın, devlet gücünü ve iktidarını tek bir kurum veya makamla paylaşmasının bile söz konusu olamayacağı, bir monist yapı halini kazandığı bir an.

Mesele, baroların “siyaset yapması” veya “yönetimlerinin demokratik olarak belirlenmesi” meselesi değil, kamu gücünü hiçbir anayasal kuvvet veya özerk kuruluş ile paylaşmak istemeyen siyasi iktidarın varlığıdır. Baro’yu savunmak ise merkezi idareden özerk bir kamusal erk kullanımını savunmaktır.

Adem-i merkeziyetin en değerli kurumları olarak seçilmiş yerinden yönetim kuruluşu temsilcilerinin, yani belediye başkanlarının yerine kayyumların atandığı, özerk olması gereken üniversitelerin, TRT’nin, Dil-Tarih Kurumu’nun bir devlet arpalığı haline geldiği bu siyasi atmosferde, sıradaki hedefin barolar olmaması mümkün değildi. Baroların yapılacak yasa değişiklikleriyle özel hukuk tüzel kişiliğine sahip dernekler, vakıflar gibi birer sivil toplum kuruluşu düzeyinde düzenlenmek istenmesi, bazılarının popülizm diye adlandırmayı tercih ettiği neoliberal monist egemenlik siyasetinin uzunca bir süredir izlediği istikametin yeni bir tezahüründen başka bir şey değildir.

Özerk bir kamusal erki savunmak

Bu perspektiften düşünüldüğünde, siyasi iktidarın, barolarda demokrasi ve/veya demokratik temsiliyetin sağlanması başlığıyla başlattığı tartışmanın esasen “demokratikleşme” hamlesi değil, aksine anti-demokratik bir girişim olduğu görülecektir. Türkiye siyasi ve anayasal gelişmeler tarihi, birkaç farklı gelişme bir yana bırakılacak olursa, merkezi devlet iktidarının ve onun içerisinde de yürütmenin gücü konsolide etmesinin tarihidir.

Bugünkü tartışmada karşı karşıya olduğumuz mesele, baroların “siyaset yapması” veya “yönetimlerinin demokratik olarak belirlenmesi” meselesi değil, kamu gücünü devletin yasama ve yargı organları ile meslek örgütleri de dahil, hiçbir anayasal kuvvet veya özerk kuruluş ile paylaşmak istemeyen siyasi iktidarın varlığıdır. Baro’yu savunmak ise merkezi idareden özerk bir kamusal erk kullanımını savunmaktır.

 

Mircea Suciu, Sınır, 2008

 

2001 değişiklik görüşmelerinde kim ne demişti?

Hukukun üstünlüğü ile insan haklarını savunmak ve korumak görevi ve baro üzerinde Adalet Bakanlığı vesayetinin azaltılması Avukatlık Kanunu’nda 2001 yılında yapılan değişikliklerle gündeme gelmişti ve TBMM’de benzeri az görülen bir uzlaşma ile kabul edilmişti.

• MHP sözcüsü İsmail Çevik: “Tasarıyla, bağımsız yargının savunma kanadı avukatlık mesleği, bakanlık vesayetinden kurtarılarak, yasal düzenlemelerle gerçek bağımsızlığa sahip kılınmış, mali ve mesleki yönden güçlü, güvenceli bir statüye kavuşturulması öngörülmüştür.”

• DYP sözcüsü (daha sonra AKP üyesi) Ahmet İyimaya: “Bu tasarı, baroyu yeniden ele alıyor; anayasanın meslek örgütleri tanımındaki daraltıcı sınırlar içerisinde yeniden bir baro tanımını getiriyor. Gerçekten, şu anda, baro veya Barolar Birliği, Adalet Bakanlığının yasal vesayeti altında bulunan, bağımsız karar alma organları niteliğinde değil; bu kaldırılıyor ve aşağı yukarı, baroya, Barolar Birliğine, vesayet tanımlarına girmeyen esnek bir karar alma mekanizması geliştiriliyor.”

• DSP sözcüsü Tayfun İçli: “Bu yasa tasarısıyla barolar üzerindeki Adalet Bakanlığı vesayeti kaldırılmakta, avukatın, serbest ve bağımsız çalışması için gerekli meslek ve kuralların uygulayıcısı olan baroların ve Türkiye Barolar Birliğinin de bağımsızlığı sağlanmaktadır. Vesayet makamı olmaktan çıkan Adalet Bakanlığınca, baroların ve Türkiye Barolar Birliği kararları aleyhine, gerek görüldüğünde idari yargı yoluna başvurma hakkı korunmaktadır.”

• Dönemin Fazilet Partisi sözcüsü, sonrasında AKP kurucularından Dengir Mir Mehmet Fırat: “Tasarıyı genel olarak incelediğimiz zaman…temelde ve birinci olarak, Anayasanın öngördüğü meslek kuruluşlarının vesayeti konusundaki sınırların en son noktasına kadar gidilerek, barolar ve Barolar Birliğinin bağımsızlığı sağlanmıştır. Bence, bu yasa tasarısının getirmiş olduğu en önemli değişikliklerden birisi budur.”

• Dönemin Fazilet Partisi sözcüsü, sonrasında AKP kurucularından Bülent Arınç: “Tasarının genelinde baroları ve Barolar Birliğini güçlendirme düşüncesi yer almaktadır. Bir bakıma, Adalet Bakanlığı’nın vesayeti daraltılmaktadır. Türkiye Barolar Birliği, mahallindeki baroların bir üst kuruluşudur ve Anayasa’nın 135. maddesine göre kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarından birisidir. Kamuoyunda, Türkiye Barolar Birliği üzerinde bir olumsuz imajın bulunduğunu üzülerek düşünüyorum. Türkiye Barolar Birliği’nin tarafsızlığını yitirdiği ve politize bir kuruluş haline geldiği kanaati yaygındır, özellikle başkanın şahsında, siyasi düşünce ve ideoloji ön planda kalmaktadır. Bu elbette üzüntü verici bir olaydır, çünkü bir meslek kuruluşunun, önce kendi meslektaşlarının çıkarlarını düşünme ve onları kollama açısından görevi vardır; bir ikincisi, temsil ettiği savunma gücü karşısında, Türkiye’de söylenebilecek ve yapılabilecek pek çok şey vardır.”

• Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk: “İşte, yıllardan beri sözü edilen, Adalet Bakanlığı’nın, barolar üzerindeki vesayeti, bu düzenlemelerle, çok geniş ölçüde kaldırılmaktadır.”

• Dönemin Fazilet Partisi sözcüsü, sonrasında AKP kurucularından Cemil Çiçek: “Esas itibariyle, dünyada iki tip devlet var: Bunlardan bir kısmına –özellikle, Batı demokrasilerinde– hukuk devleti diyoruz. Bir de polis devleti var. Hukuk devleti ile polis devleti arasında ne fark vardır derseniz, görüştüğümüz tasarı açısından baktığımızda, savunma hakkının en emin bir şekilde kullanılabildiği devlet, hukuk devletidir; bu hakkın kısıtlandığı, önüne engellerin çıkarıldığı devlet de, polis devletidir. Gerçekten, Anayasamızda yazıldığı şekliyle, Türkiye gerçek anlamda bir hukuk devleti olacaksa, savunma hakkının kullanılabilmesi açısından ne gibi sıkıntılar varsa, ne gibi engeller varsa, bunların bir an evvel ortadan kaldırılması gerekiyordu. İnanıyorum ki, bu tasarı, savunma hakkının kullanılabilmesi açısından bazı kolaylıkları getirmektedir. Peki, Türkiye’de hukuk öne çıkmazsa, hukukun üstünlüğü sağlanamazsa ve Anayasada yazıldığı şekliyle hukuk devleti öne çıkmazsa… O zaman, mafya öne çıkar, mafya türü usuller Türkiye’de geçerli olur. Onunla da hakkın tecelli etmesi mümkün değildir.”

• Dönemin Fazilet Partisi sözcüsü, sonrasında AKP kurucularından Ramazan Toprak: “Tasarı, avukatlıkta iyileştirme getiriyor. Peki, avukatlık, hukuk devleti anlayışında, bizim sistemimizde nerede yer alıyor? Hukuk devletinde yasama, yürütme, yargı diye üç erk vardır. Her erk kendi görev sınırları içinde bağımsızdır, ancak her bir erk diğer erkle görev sınırları kesiştiği takdirde karşılıklı ve dengeli bağımlılık söz konusudur; tam bağımsızlık değil. Peki, bu, nerede? Uygar ülkelerde. Gelişmemiş ülkelerde ise, bu, karşılıklı ve tam bağımlılık ilkesi yerini bir başka anlama, bir başka kavrama terk eder. Biraz önce ifade ettiğim husus uygar ülkelerde, gelişmiş ülkelerde ve kuvvetler ayrılığı ilkesi ile ifade edilir; yani, yasama, yürütme, yargı birbirinden tamamen ayrı, bağımsız, kesiştiği noktalarda karşılıklı, dengeli bağımlılık vardır. Peki, bizde, bu, böyle mi? Maalesef, bunu söyleyemeyeceğiz. Şöyle ifade edeyim: Bizde, yürütme, hükümeti ifade eder. Yürütmenin başı Sayın Cumhurbaşkanıdır ve Bakanlar Kurulu yürütmeyi ifade eder. Yürütmeyi eline geçiren, yürütmede bulunan her birim, maalesef, önce yasamayı, sonra yargıyı dilediği gibi kontrol edebiliyor. Bu, bize mahsus bir anlayış. Uygar ülkelerdeki kuvvetler ayrılığı ilkesi, bizde, kuvvetler birliği ilkesine dönüşüyor; yani, yürütmede bulunan gerek yasamayı ve gerekse yargıyı çok rahatlıkla kontrol edebiliyor. Bunun sonuçları nelerdir; bizde, yürütmenin yargı ve yasama üzerindeki somut örneklemelerini ifade etmek gerekirse, maalesef, yasamanın, ciddi anlamda bir karşı koyuşunu, bir irade ortaya koyuşunu gözlemleyemiyorum. Sayın hükümetin getirdiği bütün tasarılar, istisnasız, el kaldırıp indirmek suretiyle, kanuna dönüşüyor.”

Kaynaklar:
Bülent Tanör, İki Anayasa 1961-1982, 3. Baskı, 1994, İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım.
İdil Elveriş, Barolar ve Siyaset: Türkiye’de Barolar ve Devlet Kurumları, 2014, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Kasım Akbaş, Avukatlık Mesleğinin Ekonomi Politiği, İkinci baskı, 2015, İstanbul: Notabene Yayınları.
Metin Günday, İdare Hukuku, 11. Baskı, 2017, Ankara: İmaj Yayınevi.
Musa Toprak, Geçmişten Günümüze Avukatlık Kanunları Cilt IV, 2014, Ankara: Türkiye Barolar Birliği Yayınları.
Seda Kalem ve İdil Elveriş, “Siyaset Yapmak ya da Yapmamak: 2018 İstanbul Barosu Seçimlerine Bir Bakış”, Ankara Barosu Dergisi 2018/4, ss. 163-207, Ankara: Ankara Barosu Yayınları.
Vedat Ahsen Coşar, “Avukatlık Mesleğinin ve Baroların Tarihsel Gelişimi”, Ankara Barosu Dergisi 2018/4, ss. 225-242, Ankara: Ankara Barosu Yayınları.
Ayrıca görüş ve yorumları ile katkı sunan Av.Dr. Mustafa Bayram Mısır’a teşekkür ederiz.
^