Keith Richards: Şövalyelik kalemim değil
Yeni bir albüme başlıyorsunuz ve Charlie (Watts) kansere yakalanıyor. “Bu iş buraya kadarmış” deyip vazgeçmeyi düşünmüşsünüzdür herhalde.
Keith Richards: Yoo, sadece Mick’e “hadi bakalım horoz, geç davula, ben de bası çift dikiş yaparım” dedim. Vazgeçmek diye bir mevzu olmadı hiç.
Mick ve siz… Evlilik nasıl gidiyor?
Zevce kim? Merak ettiğiniz bu, değil mi? Eli maşalı olan kim? Mick iyi oğlandır, iyi kızdır. (“My Old Dutch”ı mırıldanıyor) “Kırk yıldır beraberiz…”
Mick’in solo albümü Goddess in the Doorway için “Dogshit in the Doorway” (Antredeki köpek boku) yorumunu yapmıştınız. Şövalye unvanını aldığında da “kıçımın majestesi” dediniz.
Laafımı sakınacak biri değilim. Şövalyelik meselesi de milletin gözüne sokulacak bir hadise değil.
Onun için bir de iyi bir şey söyleyin. Müthiş bir “frontman”, öyle değil mi?
En iyilerden biri. Otis Redding var, James Brown var, beyazlardan da Mick. Solo meselesine gelince, ona şunu sorarım: “Niye başkalarıyla yapınca bir şeye benzemiyor bebeğim? Bu grubun ne kadar mühim olduğunun farkında değilsin.”
Bu turne için siz ve Ron Wood bir “Haklar Bildirgesi” kaleme aldınız. Grup üyelerinin yapabileceği ve yapamayacağı şeyleri beyan eden bir metin bu, öyle değil mi?
O içişlerimiz. Madde bir: Gammazcılar taşaklarından asılır. Bu, başkasının işine burnunu sokmakla ilgili bir düzenleme. Şu “siyaseten doğruluk” meselesi siktiriboktan bir dalga. Gestapoluk. “Haklar Bildirgesi”nin hedefi grup üyeleri değil, promosyoncular ve sigortacılar. Beni sigortalamayı istemek için insanın aklını peynir ekmekle yemiş olması lâzım!
Bıçak taşımak da haklarınızdan biri galiba…
Tabii ki. Soğuk çelik, büyüleyici bir hadise, insanlar ateşli silahları umursamıyor, ama sustalıyı çektiniz mi, kullanmanıza hiç gerek kalmıyor.
Geçmişte Ron Wood’a bıçak çekmişliğiniz var, öyle değil mi?
Çenesi düşmüştü, kapattırmam gerekiyordu. Anlattıklarını dinleyen bir sürü insan vardı etrafta. Benim yaptığım bir ünlem işaretiydi. (Bıçağı Ron Wood’un gırtlağına dayayışının taklidini yapıyor) “Bu lâfın yeri burası değil, amcık ağızlı!”
Mick’e şunu sorarım: “Niye başkalarıyla albüm yapınca bir şeye benzemiyor bebeğim? Bu grubun ne kadar mühim olduğunun farkında değilsin.”
Mick’e hiç bıçak çekmediniz, bu ilginç…
Henüz değil. Mick’i doğramak için bir sebep yok. Beni o kadar kızdırmadı hiç. Gırtlak gırtlağa geldiğimiz oluyor ama.
Sizi en çok ne korkutur?
Bayan Tanrı. Bay Tanrı kendini iyi hissetmiyordur, karısını gönderir. Yüzünde çamur maskesi, saçında bigudiler…
Sizi kadınlar erkeklerden daha çok korkutuyor galiba.
Erkekleri idare edebiliyorum, ama kadınlar… Gerçi allahın gudubeti bir herif olmama rağmen harika kadınlar tanıdım.
Siz bir zampara olarak görülmediniz, öte yandan Mick…
Mick’in çükü burnundadır. Küçüktür de. Taşakları büyük, çükü ufaktır, inanmıyorsanız Marianne Faithfull’a sorun.
Bir zamanlar Rolling Stones’un cinsel tehdit olarak algılanmasının sebebi Mick’in çükü müydü?
O minnacık şey mi? Yok canım. Biz sadece Beatles’ın yaptığı her şeyin tersini yapıyorduk. Onlar temiz-efendi çocuklardı, biz kravatsızdık.
Siz de şövalye olmak ister miydiniz?
Bana teklif etmediler, çünkü reddedeceğimi biliyorlardı. Şövalye olmak için diz çökmek gerekiyor, ben kimsenin önünde diz çökmem. Bana uymaz. Zaten Mick’i de şövalye yapan kraliçe değil, Charlie. (Prens Charles’ı kastediyor) Mick gelip “şövalyeliği kabul etmem için Tony Blair çok ısrar ediyor” demişti. Ben de “yine de reddedebilirsin” demiştim. Neticede, Mick’in istediği bir şeydi, istediği oldu. Ama o mevzu benim kalemim değil.
Johnny Depp, Karayip Korsanları’nda oynadığı Jack Sparrow rolünde sizden ilham almış. Karayip Korsanları II’de Sparrow’un babası rolünü canlandıracağınız doğru mu?
Umarım oynayacağım. Fakat biz bir buçuk yıl yollarda olacağız. Onlar da çekimleri Bahama’da yapacaklar. Bakalım nasıl olacak? Hevesliyim doğrusu. Dandik bir bıçak yerine koca bir kılıç kullanma fırsatım olacak. Makyaja da ihtiyacım yok, öyle değil mi? Ne hikâye ama, bunca yıl blues yap, sonra siktiriboktan bir korsan olarak hatırlan.
Mick’le 1961’de, Dartford tren istasyonunda tanışmıştınız. Tanışmanıza Mick’in elindeki blues plakları vesile olmuştu. O gün o istasyonda Mick’in yanısıra Dylan, Lennon ve Bono olsaydı, hangisini seçerdiniz?
Mick’i seçerdim. Hemşeriyiz çünkü.
“Ass Like That” hoşuma gidiyor. Eminem zeki velet, değil mi? Daha iyi rap yapanları dinledim, ama bu oğlanın ortaya çıkardığı bütünlük harikulâde.
Birisini diriltmek elinizde olsaydı, kimi diriltmek isterdiniz?
(hiç duraksamadan) Muddy Waters. Hiç şüphesiz Muddy…
Brian Jones?
Onu diriltmek istemezdim. Götleğin tekiydi.
Bu albümdeki yol haritanız nasıldı?
Bir kere eksik kadroyduk. Temel atma işini Mick’le ikimiz yaptık. Gerektiğinde davul ve bas çaldık. Mick’in şahane gitar çalışı çok iş gördü. Ben alt katta yatıyorum, stüdyo üst katta. Bir gece, bilmediğim bir Muddy Waters şarkısı çalınıyor zannettim. Bir baktım, Mick “Back Of My Hand”in slide gitar bölümü üzerine çalışıyor. Hep iyi bir akustik gitarcı olmuştur Mick. Ama bu seneye kadar elektro gitar dizginleyemediği bir vahşi hayvandı. “Aman tanrım” dedim, “bizim oğlan nihayet söktü bu işi”…
Charlie Watts’ın sağlığı nasıl, turneye çıkmaya nasıl ikna ettiniz onu?
Charlie gayet iyi. Hastaneden çıkar çıkmaz salvo atışlara başladı derhal. Bu da sağlığının yerinde olduğunun kanıtı. Eğer kemoterapinin etkisi buysa, yarından tezi yok, ben de girerim. Hiçbirimiz bu turneye ayak sürüyerek çıkmadık. Hele Charlie hiç sürümedi. Bu albümdeki bütün şarkılar canlı çalmaya çok müsait, iyi bir hissiyat dolaşıyor ortalıkta.
Turneye çıkmadan önce uyguladığınız bir fitness programı var mı?
Var tabii: Provalar. Fitness’tı, programdı, rejimdi, o işleri soracağınız adam Mick. Ee, tabii, onun sahne alanı benimkinden çok daha geniş. Benim programım şu: Sabahları kalktığımda “aa ne güzel” derim, “bakalım gün neler getirecek?..”
Bir seferinde şöyle demiştiniz: “Rolling Stones’u bırakmanın tek onurlu ve mantıklı yolu ölmektir.” Sırada kim var sizce?
Nostradamus değilim ki birader. Belki de hep birlikte gideriz.
Charlie Watts: Normalde insanlar ölür
Nasılsınız?
Charlie Watts: İyiyim, teşekkür ederim. Ama bir yılda dört sefer hastaneye girip çıktım. Hayatımdaki ilk hastane macerası bu.
Kanser teşhisi çok ürkütücü bir şey herhalde…
İki-üç yıldır boynumda bir yumru vardı. Habis bir ur olduğu tespit edildi, alındı ve kanser teşhisi kondu. Aynısından sol bademciğimde de olduğu görüldü. Yattığım yerde şöyle düşünüyordum: “Normalde insan ölür…”
Grup sizi ziyarete geldi mi?
Allah muhafaza. Gelmelerini istemedim. Ailemin gelmesini de. Bu durumlarda en iyisi –en azından bana göre– tek başına olmak. Tamamen yalnız olmak. Tıpkı canı yanan bir köpek gibi.
Hastaneden çıkıp albümde çalmak nasıl bir duyguydu?
Çok ürkütücü. Mick ve Keith güzel takılıyorlardı. Davulu Mick kotarmıştı. Yaptıkları iş çok kıyaktı. Kendi kendime şunu sordum: “Benim katabileceğim bir şey var mı?” Çok ürkütücüydü.
According To The Rolling Stones adlı kitapta “her turneden sonra gruptan ayrılmaya karar verdiğiniz” söyleniyor.
Yok öyle bir şey. Biri bir şey uyduruyor, sonra o tekrarlanıp duruyor.
Bu turneden sonra guptan ayrılmayı düşünüyor musunuz?
Stones yarın bitse hiç dert etmem, başkalarıyla çalarım. Dert ettiğim tek şey şu: Stones noktayı koyduğunda, umarım bu gürültülü patırtılı olmaz. Sessiz sedasız biter.
Caz tutkunu olduğunuz biliniyor, bugünün sanatçılarından özellikle beğendiğiniz biri var mı?
Eminem. “Ass Like That” hoşuma gidiyor. Zeki velet, değil mi?.. Daha iyi rap yapanları dinledim, ama bu oğlanın ortaya çıkardığı bütünlük harikulâde.
Ron Wood: Bir sürü fallik dalga
Resim yapıyorsunuz, müzik yapıyorsunuz, çoluk çocuk sahibisiniz. Böyle birini günde bir buçuk şişe votka içmeye sevk eden ne?
Ron Wood: Kırk yıllık alışkanlık. Hayat boyu sürmüş bir alışkanlığı değiştirmek kolay değil. Ayrıca, Stones diye bir şey var, hadisenin parti boyutundan vazgeçmek zor.
Hâlâ grubun “yeni üyesi” gibi hissediyor musunuz kendinizi? 1975’ten 1990’a kadar yevmiyeli elemandınız.
Birkaç turne öncesine kadar dediğiniz gibi hissedkiyordum. Aslına bakarsanız, ilk zamanlarda meseleye konsantre olamayacak kadar leylâydım. Sonra sonra kendimi zorlayarak adapte oldum. 1975’te sözleşmeyi imzalarken o zamanki menajerim Bob Ellis, “sana yardımcı olayım mı?” diye sormuştu. “Nasıl yani?” dedim. “Sözleşmeyi başaşağı tutuyorsun” dedi.
Yeni albümdeki şarkılara katkınız oldu mu?
Hiç kafa yormadım doğrusu. Şu sıralar Michael Keaton’ın yeni filmi The Winged Boy’un soundtrack’ini yazmakla uğraşıyorum.
Keith Richards size bıçak çekmiş, öyle mi?
Ya, hey yarabbim! Son turneyi hadisesiz atlattık neyse ki. Öncekilerde, “gırtlağını keserim ama, ortalık kirlenir” derdi. Hırlaşıp dururduk hep.
“Mick Jagger’ın Ruhu” diye bir tablo yapacak olsanız, hangi renkleri kullanırdınız?
Bol bol mavi ve yaldız sarısı. Öyle bir sürü çalışmam var. Temel renk mavi ama.
Semboller ne olurdu? Sterlin işaretleri mi?
(düşünüp taşındıktan sonra) Yok! Bir sürü fallik dalga…
Keith Richards’ı nasıl resmederdiniz?
Bol bol kirli kahverengi kullanırdım, saçına da bir sürü çerçöp iliştirirdim.
Mick Jagger: Çay ve sahanda yumurta
Keith Richards bu albümü “eski günlerdeki gibi diz dize oturup yaptığınızı” söylüyor.
Mick Jagger: Öyle oldu epey. Öncekiler de öyleydi aşağı yukarı. Bu seferki biraz daha yoğundu, çünkü Charlie yoktu. Keith, albümlerin başlangıç safhasında Charlie’nin de olmasını ister hep. Birlikte kotarmak en iyisi tabii. Karavana atmaktan kaçınmanın en sağlam yolu o.
Yeni muhafazakârlar –neo-con’lar– için yaptığınız şarkı bir “dejâ vu” duygusu veriyor. Kırk yıl önce de Siyah müziği yaparak ırklara bölünmüş Amerika’yı sarakaya almıştınız. Şimdi de “Hıristiyan”, “ikiyüzlü”, “vatansever” ve “bok tulumu” kelimeleriyle kafiye yapıyosunuz…
Bugünlerde öfke eşiği geçmişe kıyasla çok daha yüksek. O şarkının sözleri rap’te söylenen şeylerin yanında solda sıfır kalır. Aslına bakarsanız, ilk zamanlarda Rolling Stones’un kendisi bizatihi politik bir şeydi, bizim öyle bir niyet ve çabamız olmadığı halde. “Neo-Con” ise benim Amerika’nın bazı kesimlerine bakışımı dile getiriyor.
“Rain Falls”da bir kadınla tanışıyorsunuz, sevişiyorsunuz. Sonra size sahanda yumurta ve çay yapıyor. Buraya kadarı güzel. Sonra yağmur yağmaya başlıyor ve televizyonda “bir sürtük hayat hikâyesini 40 sterline satıyor” deniyor. Bu şarkı bir Britanya eleştirisi mi?
Evet. Hepimiz burada yaşıyoruz, Britanya’nın harika bir yer olduğunu nereden çıkarıyoruz? Şarkıyı yazarken bir kadının benimle yaşadıklarını basına satması gibi bir tema yoktu aklımda. Daha çok, etrafımızda olup bitenlerin ucuzluğu, bayağılığı, cafcaflılığı ve zevksizliği vardı. Aklıma Jude Law gibi bir tip de geldi, yeni Hugh Grant o…
Hugh Grant’in yaşadıkları sizin de başınıza gelmiştir herhalde.
(mütereddit ve kısık bir sesle) Dürüst olmak gerekirse, pek değil.
Ama geldi…
(rahatsız bir gülümsemeyle) Kırk yılda bir-iki kez insanın başına gelmemesi pek beklenemez. Benim hayatımda sık olan bir şey değil. Yakın zamanlarda olmadı hiç.
Sevişme sonrasında sahanda yumurta ve çay mı hoşunuza gider?
Sahanda yumurta ve çay, doğru zamanda, herkesin hoşuna gider. Doğru zamandaysa çok severim. Yanlış zamanda zevk vermez. Sabahları…
Sevişme sonrasında?
Evet, ama sabah! Bakın, bu albüm hakkında ilk konuştuğum gazeteci sizsiniz. Bu söyleşilerden 15 tane yaptığımda iyice zırvalamaya başlıyorum, ne dediğimi bilemez oluyorum.
Peki, diyelim Mick Jagger’a tav olmuş bir kadınım. En çok hangi özelliğim cezbedici gelir? Yumurta yapabiliyor olmam mı, iyi eğitim almış olmam mı, “şık” ve “fit” olmam mı?
Bu çok saçma bir soru. Şıklığı bir kenara bırakalım bir kere. Yumurtayı ben de yapabilirim. Mesele beceriklilik ve “fit”likse, o bende var zaten. Gerisinin de bir mânâsı yok.
Keith Richards’la “60’ların sizin çükünüzün eseri olup olmadığını” konuştuk.
Güzel lâf. Yorum yok.
Büyük bir iddia…
Çok basit bir cevap verdim. Bu konudaki son sözüm şu: Dumura uğratan bir iltifat.
İlk zamanlarda Stones’un kendisi bizatihi politik bir şeydi, öyle bir çabamız olmadığı halde. “Neo-Con” ise Amerika’nın bazı kesimlerine bakışımı dile getiriyor.
Kötü şöhret hoşunuza gidiyor muydu?
Bir tarafımın hoşuna gidiyordu, ama yaptıklarımızı yapmamızın sebebi o değildi. Saçımız herkesinkinden bir santim daha uzundu. Bir Beatles’a, bir de bize bakın. Onlardan daha efendi, daha parlak saçlı kim olabilir ki?
Kötü şöhretli rock eleştirmeni Albert Goldman’a bakılırsa, popüler kültür tarihinde eşi görülmemiş bir “sado-eşcinsel-canki-şeytani-kinayeci-zenci-kötücül” imaja sahipsiniz…
Salla Albert, salla! Saydıklarınız içinde büyük lezzetler var.
Sado-eşcinsellikte mi mesela?
O Brian (Jones) için geçerli belki de. Ama bütün bunlar zaten Albert’in fantezileri.
Sizin Brian Jones’la…
“İş tuttuğumuz” mu söyleniyor? Çok sonradan çıkan bir rivayet. Sado-eşcinsellik, Brian için geçerli olabilir. Üzerinde Nazi üniforması, kafasında sarı bir perukla tekerlekli sandalyede oturan bir Brian Jones, “Have You Seen Your Mother, Baby”nin reklam fotoğrafı olabilir.
Anita Pallenberg sizin Brian Jones’la yatmış olabileceğinizi söylüyor…
Yerinizde olsam, o lafa kıymet vermezdim.
Stoned filminde Brian Jones’la öpüştüğünüzü görürseniz, dava açar mısınız?
Kesinlikle! (kendi kendine konuşur gibi) Öyle bir şey yapacaklarını sanmam. Tırstılar o mevzudan. (tekrar yüksek sesle) O film, Brian’ın öldürüldüğü iddiasını öne süren bir kitaptan uyarlama. Cinayet iddiası olmasa, film olmaz. Ciddiye almaya değmez, para için yapılan bir film.
Fotoğrafçı David Bailey anlatıyordu, bir gün restoranda bıraktığı bahşişi araklamışsınız…
Aman yarabbi! Ne güzel hikâye. Tanıdığım en acımasız insanlardan biridir o. Üç kuruşa tamah eden bir tiptir. Şimdi kalkmış neler söylüyor…
Yalan mı söylüyor?
Bilmem. Belki de yolsuz zamanıma denk geldi ve öyle oldu. 1963’ten bir anı kimin umurunda?
Diyelim ki 18 yaşında bir rock fanıyım, cebimde de 200 sterlin var. O parayla yeni bir gitar mı, yoksa Stones konserine iki bilet almamı mı tavsiye edersiniz?
Stones konserine bir bilet ve ucuz bir gitar almanızı tavsiye ederim. Yeni albümde çok iyi bir gitar kullanıyorum, 50 euro’ya almıştım. Gerçi sadece slide çalabiliyorum, çünkü fretboard’unda pek iş yok. Ama idare ediyor neticede.
1961’de, Keith’le tanıştığınız tren istasyonunda Dylan, Lennon ve Bono da olsaydı, grup kurmak için kimi tercih ederdiniz?
Bu zor. Peki ellerinde hangi plaklar var? Önemli olan o, değil mi? İsimlerinin, tiplerinin bir önemi yok ki. Bob Dylan hep yalnız bir kovboydu, onu geçelim. Bono benden en az on yaş küçük. Gelip muhabbet açmaya kalksaydı, kıçına tekmeyi yerdi. Geriye Keith kalıyor.
Keith Richards da aynı soruya “Mick’i seçerdim” cevabını verdi.
Bu hoş. Ee, onu uyandırmışlığım vardır biraz. Hadi noktayı koyalım. (Provaya devam etmek üzere kalkıyor, kafeteryadan geçerken teknik ekipten biri “nasıl geçti söyleşi?” diye soruyor. “Çüküm hakkındaydı daha çok” diyor.)
Çeviren: Yücel Göktürk
Roll, sayı 61, Şubat 2002