Ekoloji Birliği olarak Demokrasi Konferansı’nda yer almaya, konferansın saptadığı 21 sorun alanından Ekoloji’ye katkı sunmaya nasıl karar verdiniz?
Utku Şahin: Ekoloji Birliği’nin amacı Türkiye’deki doğa, çevre ve kent örgütlerini anti-kapitalist, sermaye karşıtı bir mücadele zemininde bir araya getirmekti, alanı bu düzeyle sınırlıydı. Elbette kadın ya da emek mücadelesi gibi diğer dinamiklerle bağlar kurmak adına hedeflerimiz vardı. İktidarın bir ekoloji politikası yok ve bu kendi başına bir zorluk. AKP iktidarı ülkedeki demokratik alanları baskılayarak buna eklenen başka zorluklar da çıkarıyor. Mesela, doğa mücadelelerini mahkemelerle, çeşitli hukuk süreçleriyle kazanabiliyorduk, artık bu da mümkün olmuyor. 15 Temmuz sonrasındaki KHK’larla birlikte, ormanlık alanların, kıyıların yağmalanmasında ve enerji alanında daha saldırgan politikalar izlenmeye başlandı. Faşizmin kurumsallaşması olarak tarif ettiğimiz süreç bizi diğer dinamiklerle yan yana gelmeye zorluyor. Temel sorunumuz kapitalizm; ekolojik kriz kadar kadınları, LGBTİ+ bireyleri sömüren, toplumdan dışlayan, şiddete maruz bırakan olguların kaynağında Türkiye’deki sermaye düzeni var. Karşısında mücadele ettiğimiz şey ortak olduğuna göre, baskı altındaki diğer dinamiklerle birlikte demokratik ve özgür bir Türkiye için birlikte mücadele etmek gerekli.
Muzaffer Asma: Bizim için demokrasi, toplumsal yaşamın nasıl kurgulanacağı, bunun doğayla barışık halinin nasıl olabileceği sorularına cevap aramak demek. Demokrasi Konferansı Ekoloji Alanı’nda çalışmakla, mesela emek alanında mücadele eden bir işçinin toplu sözleşme yaparken ekolojik bir toplu sözleşmeyi de düşünebilmesini sağlamayı amaçladık. Başka alanlar kendi hak mücadelelerini sürdürürken doğanın haklarını da aramak gibi bir dertleri olsun istedik. Bugüne kadar sadece alan mücadelesini, yani kendi köyünü, deresini, ağacını, ormanını düşünerek hareket eden anlayışı biraz daha evrensel bir boyuta taşıyıp kavramlarını ekolojiyle yoğurmayı hedefledik. Ayrıca, doğanın bir parçası olarak yaşama ihtimalimiz bütün tahribatlara rağmen hâlâ mevcut, ama bunları tüketmek üzereyiz, bu farkındalığı yaratmaya çalıştık. Bu imkânlar da tükenirse, doğa için bir sorun olmaz, o var olmaya devam eder, ama bir tür olarak bizim varlığımız tehlikeye girer. Varlığımızın devam edip etmemesi kendi eylemlerimize bağlı. Bu varoluşu artık kâr, para ve kapitalist üretim ilişkileriyle sürdüremeyeceğimizi doğa bize havadan, denizden, her yerden söylüyor, yaptığımız her eylemi suratımıza kusarak böyle yaşanmayacağını, böyle bir geleceğin olmayacağını bize gösteriyor. Konferansta, tüm alanlarla birlikte başka bir yaşamı aradığımız, bu arayışı rekabetçi ve tahakkümcü anlayıştan çıkarıp paylaşımcı ve doğayla barışık bir anlayışa dönüştürmenin yolları üzerine düşüneceğimiz bir alan yaratmaya çalışıyoruz.
Konferansta eğitimden ekonomiye, emekten çocuk haklarına 21 alanda mücadele eden sendikalar, odalar, dernekler ve çeşitli platformlar çalışma grupları oluşturdu ve “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusuna cevap arandı. Ekoloji Alanı’nda bu yan yana gelişi nasıl örgütlediniz?
Asma: Ekoloji Birliği Türkiye’deki örgütlü ekoloji ve çevre hareketini büyük ölçüde kendi bünyesinde toplamış bir yapılanma; dört yıllık deneyimimiz var. Demokrasi Konferansı’nda ekoloji alanında yan yana gelmeye diğer alanlara göre biraz daha hazırdık. Toplamda 67 bileşenle konferans sürecine katıldık. İki-üç aylık hazırlık döneminde ekoloji mücadelesine ideolojik, politik ve bilimsel katkılar sunmaya çalışan yapılarla temasa geçtik. Hazırladıkları raporları, belgeleri derleyip toparladık. Tebliğimizi buralardan yola çıkarak, ekolojiye bakış açımızın ne olması gerektiğini özetleyen bir çerçeve metni şeklinde yazdık. Ekoloji mücadelesi diğer birçok alan mücadelesinden farklı olarak sadece ülke sınırları ve ülkenin yönetim biçimiyle alâkalı değil, evrensel bir mücadelenin parçasıyız. Hem iklim krizi hem de doğanın bu sistem nedeniyle tahrip edilmesi karşısındaki duruşumuz evrensel. Bugüne kadar özellikle bizim gibi ülkelerde, ekoloji mücadelesinde çevre terimleri hâkim olageldi. Oysa bu, dünyayı insan ve çevresi olarak ikiye bölen, insan merkezli bir bakış açısı. Acilen bunun değişmesi gerektiğini düşünüyorduk, onun için bu yönde kavramsal adımlar attık ve ekoloji terimlerini, kavramlarını ve bakış açılarını Demokrasi Konferansı’na taşımaya çalıştık.
Ekoloji mücadelesinde çevre terimleri hâkim olageldi. Bu, dünyayı insan ve çevresi olarak ikiye bölen, insan merkezli bir bakış açısıydı. Acilen bunun değişmesi için ekoloji terimlerini, kavramlarını ve bakış açılarını Konferans’a taşımaya çalıştık.
Demokrasi Konferansı’nın sekretarya üyeleri, Türkiye’deki karanlık tablonun bir parçasının da, demokrasi güçlerinin dağınıklığı ve aralarındaki anlaşmazlıklar olduğunu söylüyor. Ekoloji Alanı’nda bu zorluğu yaşadınız mı?
Şahin: Siyasal hareketler arasındaki kimi rekabetçi tutumlar ekoloji hareketinde daha az miktarda, daha küçük boyutlarda. Ancak başka bazı sorunlar var: Birincisi, geçmişten beri bir yerellik tartışması sürüyor. Bir yanda kent merkezlerinde ve Türkiye çapında bir ekoloji hareketine ihtiyaç olduğunu savunan, diğer yanda ekoloji hareketinin yerellerde, özellikle kırsal alanda doğrudan köylülerin özgücüne dayanması gerektiğini savunan iki tez var. Biz ikinci tezi şu nedenle reddettik: Artık nüfusun büyük çoğunluğu kentlerde yaşıyor, ülkenin politikalarını belirleyen yerler esasen kent merkezleri. O halde, sadece kırsal alanda mücadele vermek, yani sadece tarım alanlarını, ormanları, kıyıları savunmak yetersizdir, artık İstanbul’un, İzmir’in, Ankara’nın ekolojik çeşitliliğini de savunmak gerekir. Ekoloji hareketinin evrenselliği zaten bu anlayışı dayatıyor. Yaşadığımız orman yangınlarının en temel nedeni iklim krizi olduğuna göre, iklim krizine neden olan politikalara karşı nasıl mücadele edeceğiz? Hem ülke düzeyinde bir mücadele verilmeli hem de küresel düzeyde bağlantılar kurarak bu mücadele yükseltilmeli. Uluslararası iklim hareketinin gittiği yönü kavramaya çalışan, Türkiye’de bunun anti-kapitalist formunu arayan bir eğilim izledik. İkincisi, ekoloji aktivistlerinin yaş aralığı oldukça büyük. İnsanlar daha ziyade emekli olduklarında, yerleştikleri kıyı şeritlerini koruma refleksiyle bu mücadeleye dahil oluyor, bu da ekoloji hareketinin hızlı davranması, kitleselleşmesi önünde bir engel oluşturuyor maalesef. Üçüncüsü, Demokrasi Konferansı’nın Ekoloji Alanı içindeki tüm arkadaşlar –kimi kent merkezlerinde, kimi yerellerde– zaten kendi alanlarında aktif mücadele yürütüyor. Bunca yoğunluğun içinde demokrasi mücadelesinin diğer bileşenleriyle ittifak içinde bir mücadeleye daha başlamak zor oldu tabii. Fakat yoğunluğumuz bu gerekliliği ortadan kaldırmıyor, o halde daha fazla enerjiye, örgütlenmeye ihtiyacımız var.
Konferans sürecinde diğer alanlarla etkileşiminiz oldu mu?
Şahin: Aslında ekoloji hem tüm alanların merkezinde hem de hepsiyle yan yana. Ekonomi ve doğa politikalarını birbirinden ayırmak mümkün değil. Fakat nasıl bir ortak çalışma yürüteceğimiz önümüzdeki ayların konusu olacak. Ekoloji Alanı olarak şu andaki ihtiyacımız kendi içimizde bazı tartışmalar yapmak. Planladığımız çalıştay bunun için bir fırsat. Ekoloji hareketi, peş peşe yaşadığımız korona, müsilaj, orman yangını felaketlerinden sonra hem Türkiye’de hem de dünyada kendine kuvvetli bir zemin buldu, çünkü bütün bunlar küresel ekolojik yıkımın sonuçları. Tartışmamız gereken şey şu: Bu yok oluş ve yıkım sürecine karşı egemenlerin bir çözüm üretmesini mi bekleyeceğiz, yoksa ekoloji hareketi olarak bu yönde adımlar mı atacağız? Kendi adımlarımızı atmaya başlamamız lâzım.
Asma: Demokrasi Konferansı bileşenleri toplumda aktif muhalefet yürüten kurumlar. Asıl mesele aralarında bir geçişkenlik, bir bağ olmaması. Her mücadele alanı kendi sorunlarına gömülmüş vaziyette, ötekini görmeyen bir yerden hayata bakıyor. Yatağan Termik Santrali’ni protestoya gittiğimizde santraldeki işçiler bizi taşlıyor mesela. Ya da küçük çiftçiyi desteklemek için gittiğimizde sera işçileri taşlıyor. Bu durum emek alanında mücadele eden örgütlerin kusuru ve ayıbı değil mi? Sendikalara şunu söylüyoruz: Bütün toplu sözleşmelerinize ekolojik yaklaşımı ekleyin. İşçilerin tükettikleri gıdanın, barınma koşullarının, yaşadıkları kentlerin, soludukları havanın sağlıklı olmasını sağlayacak maddeler de koyun sözleşmelere. İstediğiniz kadar devrimci sendika olun, bu şartlara müdahaleniz yoksa, bu ciddi bir sorun demektir. Tüm örgütlerin kendi yapılarını, işleyiş biçimlerini gözden geçirmelerinde fayda var. Kapitalist yapılarla aynı örgütlenme biçimlerine sahipler. Büyük çoğunluğu hiyerarşik, merkeziyetçi ve cinsiyet, yaş gibi alanlarda tahakküm ilişkilerini devam ettiriyor. Demokrasi Konferansı’nın sağladığı en önemli fırsat, yan yana geldiğimiz diğer sorun alanlarındaki yapılanmaların kendilerini gözden geçirmelerini ve alanlarının sorunlarını ekolojik biçimde çözmeye çalışmalarını önermek oldu.
İklim kriziyle birlikte etkisi artan ve ekokırım olarak adlandırılan yıkımı her gün yaşıyoruz. Ekoloji Alanı bileşenlerine göre ekokırımın nedenleri ne?
Şahin: Maalesef bir ekoloji politikası yok. Türkiye, Paris İklim Anlaşması gibi aslında yetersiz bir anlaşmayı bile onaylamadı. Kırlara yönelik enerji ve madencilik kaynaklı saldırılar yaşıyoruz; ormanlık alanlar, nehirler ve kıyılar en çok sözde enerji ihtiyacı ve madencilik için yağmalanıyor. AKP iktidarı koltuğa oturduğundan beri enerji, madencilik ve bir de beton-asfalt sermayesi diyebileceğimiz sermaye gruplarını güçlendirdi. Beşli çete olarak adlandırılan şirketlerle birlikte bir beton-asfalt sermaye düzeni kurdu. İşin kötüsü, sadece iktidarın değil, diğer partilerin yönettiği belediyelerde de ciddi bir betonlaşma olduğunu görüyoruz. Asfalt dediğimiz malzemenin bir fosil kaynak olduğunu, iklim krizini büyüttüğünü, betonun da ısı tutucu özelliğiyle iklim krizini artıran bir unsur olduğunu anlatmamız gerek. Atık yönetimi çok önemli başka bir sorun, müsilajı da yaratan bu. Ülkenin doğa politikalarına dört-beş yılda yapılan seçimlerle müdahale etmek çok zor. Sadece tahrip edilen alanları savunma aşamasında kaldığımız bir düzleme itiyor bu bizi. Ülkenin acilen nitelikli bir ekoloji programına ihtiyacı var. Mesela fosil kaynaklardan vazgeçmemiz gerek. Doğal yaşam alanlarının tamamıyla koruma altına alınması şart. Endüstriyel hayvancılığın bitirilmesine yönelik hazırlıklar yapılmalı. Beton-asfalt belediyeciliğinden vazgeçilmeli. Bu taleplerin hayata geçebilmesi için insanların söz hakkı olmalı, bu da ancak demokratik ortamın güçlendirilmesiyle mümkün.
Tebliğinizde “İklimi değil, sistemi değiştir” diye özetlediğiniz bir çağrıda bulunuyorsunuz ve Yeşil Yeni Düzen, Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi çözüm önerilerinin yıkımın yer değiştirmesinden ibaret olduğunu, karbondioksit emisyonunu kısıtlamak gibi çözümlere umut bağlanamayacağını vurguluyorsunuz. O halde sistemi nasıl değiştirebiliriz?
Asma: Sorunu yaratanlar sorunu çözemez. Sorunun çözümü sorunun mağdurlarından çıkar, temel perspektifimiz bu. Yeşil Yeni Düzen veya Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi sözleşmeler neredeyse on-yirmi yıllık periyodlarla karşımıza çıkıyor ve aslında kapitalist kurumların kendi aksaklıklarını gidermeyi, sorunu zamana yaymayı amaçlıyor. Neredeyse elli yıldır insanlar buna karşı mücadele ediyor, ama ülkeler fosil yakıtları kullanmaktan bir adım bile geri atmadıkları gibi, sürekli rekolte yükseltiyor. Ayrıca, bu sözleşmelerin toplumsal bir karşılığı da yok. Bunun en basit örneğini İstanbul Sözleşmesi’nde yaşadık. Cumhurbaşkanı o sözleşmeyi bir gecede çöpe atabildi. Yani kapitalistlerin yöneticileri, CEO’ları, politikacılarıyla kafa kafaya verip bir otuz sene daha nasıl çalabiliriz numaralarına kanmamak gerek, çünkü üretim biçimleri ve teknolojileriyle dünyayı kirletmeye devam ediyorlar. Bizim bu numaralara karnımız tok demek istiyoruz. “Nasıl bir çözüm, nasıl bir gelecek?” sorusuna ancak yan yana gelerek, birlikte mücadele ederek ve mücadele deneyimlerimizi paylaşarak cevap verebiliriz. Ortak akılla, eşit bir düzlemde herkesin haklarının güvence altında olduğu bir toplumsallığı, böyle bir demokrasiyi yarattığımızda çözüm de kendini gösterecektir. O yüzden biz ekolojistler, bir ideolojik önerme yerine, bir mücadele alanı önermesi yapıyoruz. Yani birlikte öğreneceğiz ve yeni toplumsallığı birlikte yaratacağız. Neler yapmayacağımızı, o toplumsallığın nasıl olmayacağını tarihe bakarak söyleyebiliriz.
Konferans bileşenleri aktif muhalefet yürüten kurumlar. Asıl mesele bu kurumlar arasında bağ olmaması. Her alan kendi sorunlarına gömülmüş vaziyette, ötekini görmeyen bir yerden hayata bakıyor. Sendikalara şunu söylüyoruz: Bütün toplu sözleşmelerinize ekolojik yaklaşımı ekleyin
Neler yapmayacağız?
Asma: Kapitalist bakış açısını, meta üretici aklı alıp yerine ihtiyaç ekonomisini, ihtiyaç aklını devreye sokmalıyız. Bu ihtiyaç aklı kapitalizmin bize öğrettiği türden bir akıl olmayacak; doğayı tüketmek yerine barış içinde yaşayabileceğimiz, varlıkların kendi ekosistemleri içinde kendi doğalarını, kendi haklarını koruyabilecekleri bir ortak yaşamın imkânlarını birlikte araştıracağız, birlikte öğreneceğiz. Sihirli değneğimiz yok, ama ne yapmamamız gerektiğini biliyoruz artık. Kapitalist üretim ilişkilerinin ruhumuza, kimliğimize, bedenimize, her şeyimize yüklediği bu kirli bakış açısından kurtulmanın yollarını aramalıyız.
Şahin: Yeşil Mutabakat dedikleri süreçlerin hepsi aslında greenwashing’den, “yeşil göz boyama”dan ibaret. Güncel bir örnek: Orman yangınlarının yaşandığı bölgeye BP petrol şirketi bağış yapacağını söyledi. Bu şirketler iklim krizinin en büyük sorumluları. Dünyadaki ekolojik yıkımı ve iklim krizini büyütenler nüfusun çok küçük bir kısmı, belki yüzde 1’i. Ama sorunun kaynağı oldukları için çözümü onlardan bekleyemeyiz. Ekoloji politikaları ancak bizim toplumsal baskımızla değişebilir. “İklimi değil, sistemi değiştir” derken de genel anlamda kapitalist sistemden bahsediyoruz. Ancak şu anda tahrip edilen doğayı korumak için kapitalizmin tamamen yıkılmasını bekleyemeyiz, bu yüzden halen kapitalizm içinde yaşarken onun ekoloji politikalarını değiştirmek için mücadele etmemiz gerekiyor, çünkü gidebileceğimiz başka bir dünya yok. Zenginler kendilerine küçük kaleler inşa ederken dünya yoksullarının göçe, yıkıma zorlanacağı bir sürece doğru hızla yaklaşıyoruz. İklim krizine bağlı göçleri yaşamaya başladık bile. Dolayısıyla, kapitalizmi bugünden yıkmaya başlamak gerekiyor. Bunu söylerken kışlık sarayın basılması gibi bir şeyden değil, kapitalizmin yayıldığı, güçlendiği, inisiyatif kazandığı alanları parçalamaktan söz ediyoruz. Kapitalist ilişkileri bulunduğumuz her yerde an be an parçalamaya başlarsak, enerji şirketlerini, maden şirketlerini doğal yaşam alanlarından atar, kentlerde yapmak istedikleri yağmayı engellersek, sistemi belli oranda değiştirebiliriz. Oluşturacağımız baskıyla anayasal düzlemde bir ekoloji politikasını teminat altına alırsak, bu gibi kazanımlarla bize dayatılan yaşama karşı farklı bir yaşamı adım adım kurabiliriz.
İklim krizinin vahim sonuçlarından biri de ekofaşizm. İklim krizinin sebep olduğu ekolojik yıkımdan yoksul kitleleri ve “öteki” olarak damgalanan kesimleri sorumlu tutarak hedef tahtasına koyan bu küresel eğilimin küçük ölçekli belirtileri Ege ve Akdeniz’deki orman yangınları esnasında görüldü. Ekofaşizm, ekolojik krize karşı mücadelenin anti-faşist ve ırkçılık karşıtı düzlemi de içererek yürütülmesi gereğini önümüze koyuyor. Ekoloji krizinin bu boyutuna nasıl bakıyorsunuz?
Şahin: Ekolojik yıkım insanları ve toplumları ciddi şekilde etkiliyor ve şöyle bir sonuca yol açabiliyor: “Yıkım o kadar büyük ki, buna karşı kişisel olarak bir şey yapamam.” Bu nedenle insanlar sadece kendi hayatlarını koruma refleksiyle hareket edip geri kalan herkesi, özellikle de kendi ülkesi dışındakileri ötekileştirebiliyor. Bunu pandemide de yaşadık. Marketlerde insanlar birbirlerinin elindeki ekmeği almaya çalıştı. Bunun karşısına halklar arasındaki dayanışmayı koymak gerek. Burada sınıfsal bir ayrım da söz konusu: Ülkemizde ve dünyada yoksulların tepesinde yaşayan ve insanları yoksullaştırarak bu konuma sahip olan bir avuç zengin var. Kentte de, kırda da ekolojik örselenmenin en büyüğüne maruz kalanlar yoksullar. Zenginler İstanbul’da Polonezköy ya da Beykoz gibi ormanlık ve havanın daha temiz olduğu yerlerde, yoksullar havanın daha kirli olduğu yerlerde yaşıyor. Depremlerde, sellerde en fazla yoksullar ölüyor. Ayrımı bu şekilde koyup geri kalan bütün insanların ve tüm canlı türlerinin kaderinin ortak olduğuna vurgu yapmalıyız. Sorunu “öteki” olanda görmek ve onu düşmanlaştırmak karşısında bir başka önerme yapmak için Aykut Çoban’ın kullandığı bir kavram işimize yarayabilir: Ekolojik yurttaşlık. Geldiğimiz aşamada ulus devletlerin sınırları önemsizleşti. Ekolojik yıkım dediğimiz şey sınır tanıyor mu? Peki, ulus devletlerin vatandaşlık tanımı bu durumu karşılıyor mu? Hayır. Öyleyse ekolojik yurttaşlığı gündeme almalıyız. Dünyanın her yeriyle ilgili söz hakkımız olmalı, özellikle de yoksulların. Ekofaşizmin engellenmesi için en önemli dayanaklardan biri bu.
“İklimi değil sistemi değiştir” derken kapitalist sistemden bahsediyoruz. Kapitalizmin yıkılmasını bekleyemeyiz, bugünden yıkmaya başlamak gerekiyor. Bunu söylerken kışlık sarayın basılması gibi bir şeyden değil, kapitalizmin yayıldığı, güçlendiği alanları parçalamaktan söz ediyoruz.
Asma: Kürt, Afgan, Suriyeli gibi bir ötekimiz hep olur, hatta ötekinin ötekisi de olur, öyle bir coğrafyada yaşıyoruz. Kaosu kendisi için bir kazanç olarak gören bir akıl var karşımızda. Düşmanlaştırma politikalarını toplumun tüm hücrelerine nüfuz ettirmiş vaziyetteler. Demokrasi Konferansı’nda bu konuyu “ekoloji ve barış” başlığı altında tartıştık, çünkü savaş aynı zamanda bir ekolojik yıkımdır. Düşmanlaştırma politikalarıyla topluma tahakküm etmek toplumsal yarılmalara neden oluyor. Göç sorununa mevcut tahakkümcü akılla, düşmanlaştırma politikalarıyla çözüm bulmanın mümkün olmadığını hep birlikte yaşayarak göreceğiz zaten. Bunun üstesinden gelebilmek için düşmanlaştırma politikalarının tamamını ortadan kaldıracak bir akla ihtiyacımız var. Muhalefetin mevcut düşmanlıkları körükleyen bir tarzda yürüyor olması büyük handikap. Şu anda toplumun en ciddi, hatta belki ekokırımdan da büyük sorunu bu düşmanlaştırma politikaları.
Ekolojik alandaki direnişin ön saflarında kentlerdeki işçileri ve emekçileri değil, yerellerdeki köylüleri, özellikle kadınları görüyoruz. Bu yerelliğin aynı zamanda bir kısıtlama olduğundan söz etmiştiniz. Demokrasi Konferansı yerellerdeki mücadeleyi kentlere ve emekçilerin gündemine taşıyabilecek mi sizce?
Şahin: Ekolojik mücadele işçi sınıfının gündemine maalesef tam girebilmiş değil. Bunun nedeni, kentlerde ekolojik yıkımın kendisini farklı göstermesinden kaynaklanıyor olabilir. Mesela İstanbul’da yaşayan bir insan için doğa soyut bir kavram. Oysa otobanların, gökdelenlerin olduğu alanlar da doğanın bir parçası, ama doğa denince hep ormanlık alanları, kırı algılıyoruz, İstanbul’da bunları pek görmediğimiz için doğanın içinde değilmişiz gibi yaşıyoruz. İşçilerin ekoloji alanında farkındalığını yaratacak araçları oluşturmak gerekiyor, çünkü zaten istatistiklere baktığımızda kır nüfusunun çok azaldığını görüyoruz. Hatta kır nüfusunun az olmasının yangınlara müdahaleyi zorlaştırdığı konuşuldu. Dolayısıyla, yeni dönemin işçi sınıfı mücadelesinin ana gündemlerinden biri ekolojik yıkım ve iklim krizi olmalı.
Asma: Bu sistemin sistemden en fazla mağdur olan işçi sınıfı mücadelesiyle değişeceği öngörüsü yerinde duruyor. Ama 1950’lere kadar süren koşullar değişti. Sermaye küreselleşti, kapitalizm tüm canlıları tehdit eder hale geldi. Mağdurların sayısı, sınıfı ve çeşidi çoğaldı. Bu kadar büyük bir mağdurlar kitlesini dikkate almadan, onların dertlerini ve taleplerini, nasıl bir hayat arzu ettiklerini dinlemeden, sadece bir mağdurun dinamiği üzerinden yeni bir toplumsallığın örülmesi düşüncesi yeniden tartışılmalı. Öte yandan, ekoloji mücadelesi iki boyutlu: Birinci boyutu alan savunması, yani köylülerin, işçilerin, kentlilerin ve toplumun çeşitli kesimlerinin yan yana gelip bir topluluk oluşturarak kapitalist yıkıma karşı yaşam alanlarını savunmaları üzerinden yürüyen aks. Çeşitli gıda toplulukları ya da Akbelen ve İkizköy’deki savunmalar buna örnek. İkinci boyutu ise yeni bir toplumsallığın nasıl örüleceği sorusuna aranan cevaplar. Ne olacağını tam olarak bilemesek de, ne olmayacağı konusunda saptadığımız gerçekler var. Bir kere meta üretimi ihtiyaç temeli üzerinden devam etmek zorunda. İkincisi, toplumun tahakkümcü yapısı kesinlikle değişmeli. İster köyde ister kentte, yerelin sürece katılımı olmaksızın bir gelecek kurmak mümkün değil. Bunları yapmadığımız sürece bizim için bir gelecek yok.
Ekoloji mücadelesine Demokrasi Konferansı ne gibi yeni olanaklar sunabilir?
Şahin: Ekoloji hareketini kadın hareketi, sınıf hareketi gibi diğer mücadele dinamikleriyle yan yana getiriyor olması dahi başlı başına önemli. İkincisi, ekoloji hareketinin taleplerinin anayasal düzlemde yer alması için bunun bir demokrasi mücadelesi ile yan yana gelmesi şart. Ekoloji mücadelesinin özneleri olarak kazanımlara ihtiyacımız var ve bu kazanımları elde etmek için de taleplerimizin hem toplumsal olarak kabul görmesi hem de anayasal düzlemde yer alması gerek. Bunları yapmak için Türkiye’deki mevcut sistemin, kapitalist düzenin yıkılmasını bekleyemeyiz, daha acil hareket etmek zorundayız, çünkü doğa her an tahrip oluyor. Üçüncüsü, ekoloji hareketinin hem diğer anti-kapitalist mücadele dinamiklerinden deneyim anlamında öğrenecekleri var, hem de onlarla yan yana gelmeye ihtiyaç duyuyor. Birlikte mücadele bir güç alanı yaratacaktır, çünkü bu güç alanlarının bir ortak noktası var: Faşizmi kurumsallaştırmaya çalışan mevcut despotik devlet yapısı bütün bu alanları baskılamak, ezmek, yok etmek istiyor. Birlikte mücadele etmekten başka şansımız yok. Ekoloji mücadelesi içinde çeşitli bakış açıları var, bunlar elbette farklılıklarını korumaya devam edecek, ama bizim acilen bu otoriter yapıyı yıkıp doğa politikalarını değiştirecek bir sürece ihtiyacımız olduğuna göre, Demokrasi Konferansı bu amaç için önemli bir çekim merkezi olabilir. Şimdi bir çalıştay gündemi var önümüzde. Konuştuğumuz birçok şeyi tartışıp bir program hazırlamayı, bir yol haritası çıkarabilmeyi amaçlıyoruz.
Asma: Tüm alanlardaki hiyerarşik ve bürokratik yapıları ortadan kaldırıp karar alma süreçlerinde ortaklaşmayı, başkalarını dinlemeyi, aklımızı biraz da kendimizi değiştirmek için kullanmayı becerirsek önümüz ciddi anlamda açılır. Sorunları ancak diğer alanlarla birlikte aşabiliriz. Ekoloji mücadelesi şu anda kadın mücadelesiyle birlikte ülke gündeminin en üst sırasında, ama tüm alanlar ve tüm toplumsallığımız bu iktidar zihniyetinin ceberrut tavrından ötürü ciddi tahribatlar yaşadı. Seslerin kadın ve ekoloji alanında daha çok çıkıyor olması, bu alanların üzerindeki yükü de artırıyor. Diğer alanlar da kendi seslerini yükseltmeye başladığında daha umutlu olacağız.
Express, sayı 177, Güz 2021