Suat Derviş’le tanışmanız nasıl oldu?
Serdar Soydan: Fosforlu Cevriye ve Hiç kitaplarını okumamla başladı. İkisi de beni çok etkiledi. Erişebildiğim az sayıda kitabı vardı. 2000 yılında kütüphanelere gitmeye başladım. Dergi ve gazete tarıyordum. Bazı temalar ve isimler arıyordum aslında. Gazetelerin 1970’lerin sonuna kadar tefrika roman ve öyküler yayınlaması pek çok yazar için ekmek kapısı olmuş. O yüzden bazı yazarların gazete ve dergilerde kalmış, unutulmuş ya da unutmayı seçtikleri eserlerini arıyordum. Nereye bakarsam bakayım karşıma Suat Derviş çıkmaya başladı. Başta pek aldırış etmedim. Çünkü hedefim Suat Derviş değildi. Ama karşıma çıkmaya devam edince neden bu kadar az eserinin kitaplaştırıldığını merak edip araştırmaya başladım.
Suat Derviş’in takma adlı ne kadar eseri var, bir bilgimiz yok. Ama bildiklerimiz bile çok kapsamlı bir külliyat oluşturuyor. Roman sayısı 40’ı geçti. Bunların bazıları novella diyeceğimiz daha az karakterli, olaylı metinler. Bazıları ise kallavi.
Komünistliği, kadınlığı, “öteki” kimliklerinden ötürü yok sayılışı, edebiyat tarihinde yer almayışı beni üzdü. Sonra Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı’nda, Derviş’in Behçet Necatigil’e yazdığı bir mektubu buldum. Necatigil Derviş hakkında uzunca bir yazı yazmış. O yazıda Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nün dördüncü baskısı için Suat Derviş’ten bir biyografi istediğini, Derviş’in de upuzun bir mektup ve biyografi gönderdiğini söylüyor. Necatigil’in yazısında Suat Derviş’in ismini verdiği, tefrika halinde kalan romanları vardı. Ama pek çok edebiyat araştırmacısı bu eserlerin çoğunu bulamadığını söylüyordu. Çünkü Derviş romanlarının isimlerini verirken, gazete adlarını ve yıllarını yanlış söylemiş.
Bilerek mi yapmış?
Bence bilerek değil, unutmuş, küsmüş yazdıklarına. Bir de evden eve, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya göç ederken külliyatını beraberinde götürememiş. Özellikle 1953’te Türkiye’den Avrupa’ya gidişi biraz kaçış gibi. Çünkü o yıl müthiş bir komünist tahkikatı var ve Derviş hiçbir yazısına imzasını atamıyor. Sürekli peşinde sivil polisler var, sürekli soruşturmalar geçiriyor. Derviş kendini güvende hissetmiyor ve yurtdışına gitmeyi seçiyor. Ama ona pasaport verilmiyor tabii ki. Paris’e, Kopenhag’a, Hamburg’a, Berlin’e, Moskova’ya gidiyor. En sonunda, 1960’ta eşi Reşat Fuat Baraner hapisten çıktığında İsviçre’de.
Biyografilerinde genellikle eşi hapisten çıktığında Derviş’in Paris’ten döndüğü yazıyor.
Ülkeleri dolaşma hikâyesi pek bilinmiyor. Yalnızca Paris’e gittiği ve Ankara Mahpusu ile Yalı’nın Gölgesi’ni kitap olarak bastırdığı biliniyor. Ama bilinenin aksine çok daha uzun, karmaşık ve acılı bir süreç. Rasih Nuri İleri Liz Behmoaras’a verdiği röportajda “Suat Derviş’in yurtdışına kaçışı başlı başına bir macera romanı gibidir” diyor. Ama ne yazık ki bu, bilen birkaç kişiyle birlikte unutulup gidecek.
Suat Derviş’i hiç tanımadan kitaplarını okumanız tamamen tesadüf eseri miydi?
Tamamen tesadüftü. Eskiden sahaflar pazar günleri, Kadıköy’deki Akmar Pasajı’nın önüne kitapları sererek satardı. 1999 ya da 2000’de, orada Fosforlu Cevriye’nin 1968 baskısını buldum. Hiç’in 1941’deki ikinci baskısını Beyazıt’taki sahaflar çarşısından almıştım.
Derviş’in kitaplarını yayına hazırlamaya karar vermenize sizi en çok ne teşvik etti?
Başlarda benim için bir oyun gibiydi. Bahsettiğim mektubunda çok fazla eserinden söz etmiş. Ama, dediğim gibi, bilgiler yanlış olduğu için edebiyat tarihçileri gazetelerin Derviş’in söylediği sayılarına baktıklarını, ama eserleri bulamadıklarını söylüyorlardı. Acaba gerçekten bu kitapları yazmış mıydı? Psikolojisini anlamaya çalıştım. Hummalı bir çalışmaya giriştim, adını verdiği gazetelerin her sayısını taradım. Böylece Derviş’in pek çok romanını buldum. Bunlardan biri Derviş’in iki kere tefrika ettirdiği, ama adını anmadığı Gel Eve Dönelim ismindeki çok güzel bir romanıydı.
Suat Derviş’in “Aşk Romanları” adlı otobiyografik bir romanı var ve komünist olduğu için yazacağı eserlerden korkulan, sadece aşk romanı yazmasına izin verilen Fatma Taran adlı yazarın hayatını anlatıyor.
Derviş’in hâlâ gün yüzüne çıkarılmamış eserleri var mı?
Suat Derviş hep komünistliği yüzünden imzasını atamadığını, bu yüzden farklı isimler kullandığını söylüyor. Benim ekseri bulduğum farklı imzalı eserler; Hatice Hatip, Suat Suzan ya da yakın zamanda bulduğum Emel Rıza imzası var. Bunların hepsi aynı anda beş yere yazmak zorunda olduğu için kullandığı takma isimler. Aynı anda birden çok yayın organına çalışacaksanız, bunu patronunuzdan saklamanız, yani takma isim kullanmanız gerekiyor. Ya da aynı gazetede hem öykü yazıyor hem roman tefrika ediyor hem de röportaj yapıyor. O zaman da hepsinde farklı imzalar kullanıyor. O yüzden Suat Derviş’in şu an bilmediğimiz takma adlı ne kadar eseri var, bir bilgimiz yok. Ama bildiklerimiz bile çok kapsamlı bir külliyat oluşturuyor. Roman sayısı kırkı geçti. Bunların bazıları novella diyeceğimiz daha az karakterli, olaylı metinler. Bazıları ise kallavi. Mesela önümüzdeki senenin yayın programında olan Biz Üç Kızkardeşiz muhtemelen yedi yüz sayfalık. İdam cezasını tartışan çok ilginç bir eser. Üç kızkardeşin üvey babalarını öldüren annelerini kurtarmak için avukat tutması ve parasız, bir başlarına Ankara’da kalmalarını anlatıyor. Romanın anne karakteri mahkemedeki savunmasında “Ben neden üç kere evlenmek zorunda kaldım? Çünkü beni eğitmediler, bir erkeğin gölgesinde yaşamak zorundaydım” diyor. O kadar güzel savunma yapıyor ki, feminist bir manifesto gibi konuşması. “Beni bu ataerkil düzen katil etti” diyor aslında.
Bahsettiğiniz takma isimlerin ona ait olduğunu nasıl ayırt edebildiniz?
Derviş’i tanıyanlar sayesinde. Örneğin, Son Posta gazetesinde bir yazı çıkmış, yazarı diyor ki: “Akbaba Mecmuası’nda ‘Evli Bir Kadının Güncesi’ isminde bir eser vardı, kimin diye sordum, Suat Derviş’in dediler.” Böyle bir bilgiye ulaşıyorsunuz, sonra doğruluğunu teyit etmek için eseri okumaya başlıyorsunuz. Üslûba bakıyorsunuz. Suat Derviş’in “ve” ile başlayan cümleleri çoktur. Bu tanıdık bir işaret örneğin. İlk dönem eserlerinde muhayyirü’l-uku, yani akıllara durgunluk veren kelimesi ara-bul yaptığım zaman mutlaka karşıma çıkıyor. Kullandığı kelimelerden ya da cümle yapısından onun Suat Derviş olup olmadığını saptamaya çalışıyorum.
Bu kadar yazabilmiş olmasında temel motivasyonu neydi size göre?
Öncelikle geçim derdi tabii. Ama o dönem herkes geçinebilmek için yazıyor. Mahmut Yesari, İskender Fahrettin, Peyami Safa gibi isimler de Suat Derviş kadar yazmışlar. Ne yazmışlar diye bakıyorsunuz, Fahrettin tarihi roman, Yesari aşk romanları, edebiyat ve tiyatro hatıraları yazmış. Suat Derviş zaten bir gazete çalışanı. Örneğin, “Hıdırellez kutlamalarına git, Çingenelerle görüş” diyerek onu habere yolluyorlar. O da gidip röportajlar yapıyor. Her konuda yazıyor ve 1963’te Türkiye’ye döndükten sonra ünlü bir isim artık. İyi eğitim almış, Avrupa’ya gitmiş, iki romanını orada bastırmış.
“Büyük Ateş”, “Çılgın Gibi”, “Fosforlu Cevriye” aşkı tüm görkemiyle, tüm karanlığı ve ezber bozuculuğuyla anlatan eserler.
Derviş’in eserlerinde ana tema aşk. Bu hep böyle miydi? Kronolojik olarak baktığımızda, bir yazar olarak nasıl seyrediyor konu seçimleri?
Aşk, edebiyatın ve diğer sanatların sıklıkla malzemesi olmuş. Ancak aşk romanı ve kadın yazar eşleştirmesi cinsiyetçi bir algı sonucu daha sık karşımıza çıkıyor. Pek çok kadın yazarı “aşk romanı” yazarı olarak görmeye meyyaldir eleştirmen ve tarihçiler. Suat Derviş’in Aşk Romanları adlı otobiyografik bir romanı var ve komünist olduğu için yazacağı eserlerden korkulan, sadece aşk romanı yazmasına izin verilen Fatma Taran adlı yazarın hayatını anlatıyor. Romanın sonunda, Fatma tüm aşk romanı müsveddelerini yakıyor ve “Açlık çekmem de gerekse bir daha aşk romanı yazmayacağım. Açlıktan ölmemek için bunları yazmak zorunda kalan bir kadının kitabını yazacağım” diyor. Suat Derviş’in aşk romanlarına gelecek olursak, Büyük Ateş, Çılgın Gibi, Fosforlu Cevriye aşkı tüm görkemiyle, tüm karanlığı ve ezber bozuculuğuyla anlatan eserlerdir.
Suat Derviş’in kendisi ve eserleri kolektif hafıza bakımından nasıl bir önem oluşturuyor?
Herkesin, her şeyin, hatta şu an yaptığımız söyleşinin bile toplumsal hafızamızda bir yeri var. Az ya da çok. Örneğin, kadın kimliği yüzünden iş hayatında zorlanmış biri, Suat Derviş’in iş hayatında zorlanan kadınlarına ya da fabrika işçisi genç kızlarına farklı bir gözle bakabilir. Ama bir erkek belki bunu bu kadar içselleştirmeyebilir, oradaki dramı görmeyebilir. O yüzden yıllar içinde daha çok ötekilerin hikâyesini anlatmaya, ötekileri gün yüzüne çıkarmayı seçtim. Ana akım insanlar, örneğin heteroseksüel erkekler ilgimi çekmedi. Bu nedenle Suat Derviş’in kadın, komünist olması, imzasını ve kendini yenileyebilir olması, farklı coğrafyalarda filizlenebilecek kadar güçlü olması beni ona ve eserlerine itti. Derviş hayatını üç-dört kere “reset”lemiş ve kendisini sıfırdan var etmiş. Bu çok büyük bir güç. Zamanla hem çok büyük bir saygı hem de sevgi duymaya başladım ona.
Derviş’in biraz da İstanbul’la ve sokaklarla ilişkisine baksak… Çöken İstanbul’da bir yandan bizi İstanbul’un arka sokaklarında, şehrin görünmeyen yüzünde dolaştırırken bir yandan Boğaz hattında bir tura çıkarıyor. Fosforlu Cevriye’de ise Galata çevresini, Beyoğlu’nu yürüyerek arşınlayan flanöz bir seks işçisi var karşımızda.
Gazeteciliği ve röportaj yazarlığı Suat Derviş’i doğup büyüdüğü İstanbul’dan çok farklı İstanbullarla tanıştırıyor. Teneke mahallelerinde, gece kulüplerinde, yankesicilerin yatıp kalktığı batakhanelerde dolaşıyor. Tabii ki bu birikim 1930’ların sonundan itibaren romanlarını da şekillendiriyor, Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır ve İstanbul’un Bir Gecesi’nden başlayarak. Fabrika işçisi kızlar, veremliler, hayat kadınları arşınlıyor şehrin sokaklarını. Suat Derviş sokak sokak gezdiği şehri sokak sokak gezdiriyor da.
Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum (1944) kitabını yazdığında iş bulmakta zorlandığını, ötekileştirildiğini biliyoruz. Günümüzde bu özelliğinden, komünistliğinden çok az bahsediliyor. Eserlerinde bu siyasi tercihine dair izleri gördünüz mü?
Suat Derviş bir komünist. Türkiye Komünist Partisi’nin genel sekreteri Reşat Fuat Baraner’le evli. Partinin gayriresmi yayın organı diyebileceğimiz, bir süre sonra yasaklanan Yeni Edebiyat dergisini çıkaranlardan. Berlin’den Türkiye’ye döndüğü 1933’ten itibaren sola meyyal olduğunu, zaman içinde görüşlerini netleştirdiğini ve gitgide daha muhalif bir çizgiye kaydığını söyleyebilirim. Romanlarında da dünyanın halini, süregiden düzeni sorunsal haline getiren karakterler, hatta kitleler vardır. Örneğin, Nurbanu ve Safiye Sultanlar döneminde geçen Alev Dudaklı Kadın adlı tarihi aşk romanında yönetim sistemindeki çürüme, İstanbul şehrini adeta kuşatan bir veba salgınıyla sembolize edilir. Halk sık sık ayaklanmakta, bozuk düzene karşı isyanını dile getirmektedir.
“Fosforlu Cevriye” bestekâr Zeki Duygulu’nun yaratımı. Eserin tarihi 1943. Suat Derviş bu popüler şarkıdan yola çıkarak aynı adlı bir roman yazıyor; 1948’de tefrika ediliyor. Romandaki dört bölümün adları şarkının ilk dört dizesi.
Merak edilen bir sorunun da peşine düşmüşsünüz. Filmlere, müziklere konu olan Fosforlu Cevriye Suat Derviş’in kitabından mı geliyor?
“Fosforlu Cevriye”bestekâr Zeki Duygulu’nun yaratımı. Zeki Duygulu bu hicaz makamındaki şarkının hem söz yazarı hem bestekârı. Eserin tarihi 1943. Kısa sürede büyük bir sükse yapmış, her yerde çalınmaya, Safiye Ayla ve Suzan Yakar gibi yorumcular tarafından plaklara okunmaya başlamış. Suat Derviş bu popüler şarkıdan yola çıkarak aynı adlı bir roman yazıyor; 1948’de Gece Postası gazetesinde tefrika ediliyor. Romandaki dört bölümün adları şarkının ilk dört dizesi. “Fosforlu Cevriye”nin ilk sinema uyarlamalarının Suat Derviş’le herhangi bir ilgisi yok.
Suat Derviş yaşadığı tüm baskılara, parasızlığa rağmen “muharrir” kimliğinden vazgeçmiyor. Görmezden gelinmesine, yalnız bırakılmasına rağmen, bir kadın yazar olarak ne yaşarsa yaşasın yazmaya devam ediyor. Günümüzde bile bunu başarmak çok zor. Derviş’in bu kararlı tutumunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bir noktadan sonra insan hayatını kazanmak için yeni işler, yeni uzmanlıklar edinemiyor. Suat Derviş hem matbuatta hem edebiyatta kendisini var edebilmiş. Ciddiye alınan, anketlere ve soruşturmalara dahil edilip görüşleri merak edilen bir imza. Sonradan başına gelenler sarsıcı. Öylesine dışlanmış ve fişlenmişken onu geçindiren mesleğini bırakıp başka bir işe girişebilir miydi? Kendimden yola çıkarak, buna cesaret edemeyebilirdi derim. Suat Derviş de tüm engellemelere karşın en iyi bildiği işi yapmış. Edebiyattan Suat Derviş kadar para kazanamamış pek çok kimse de hayatları boyunca yazmayı sürdürmüş. İnat mı dersiniz, çaresizlik mi, aşk mı? Hepsinden biraz belki de. Ancak Suat Derviş’in beni en çok etkileyen özelliği bu değil. Bir yazar olarak insana ve hayata dair sezgisi. En tecimsel kaygılarla yazılmış romanlarında, en sade suya diyebileceğimiz karakterlerinde bile olan derinlik. Suat Derviş tüm karanlığı, çelişkileri ve güzelliğiyle insanı görmeyi ve kaleme getirmeyi bilmiş.
Derviş için “unutturulmaya çalışılan kadın” tabiri sık kullanılıyor. Ölümünün 50. yıldönümünde bu durum tersine dönmeye başladı mı?
Unutulan yahut unutturulan yazarlarımız hatırlanan, hatırlatılanlardan fazladır. Bu pek çok konuda böyle. Zaman bazı şeyleri eler, pek çok isim anılmaz hale gelir. Yenilere yer açmak için eskileri tavan arasına kaldırırız. Suat Derviş gibileri var bir de, zamanları gelince adeta dirilenler. Dimdik, capcanlı karşımıza dikilenler. Zaman bazılarını yok ederken bazılarının da itibarlarını iade eder. Suat Derviş son yirmi yıldır gün yüzüne çıkıyor. Eserleri art arda basılıyor. Hakkında sempozyumlar, paneller düzenleniyor. Ellinci ölüm yıl dönümünde hiç olmadığı kadar hayatımızda. Bunun bir parçası olduğum için mutluluk duyuyorum. Ömrümün en değerli ve anlamlı çabalarından biri oldu onu tanımak ve tanıtmak.
Suat Derviş “Ben kimsenin karısı olarak yâd edilemem” diyor, ancak ölünce eşi Reşat Fuat Baraner ile gömülüyor. Yakın zamana kadar bir mezar taşı dahi yoktu.
Ölümünden elli yıl sonra Suat Derviş’in artık bir mezar taşı var. Haklısınız, bu yıla kadar adı bile yazmıyordu mezarında. Bu eksiği fark ettikten sonra yayıncısına ve ajansı vasıtasıyla varislerine durumu bildirdim ve onların bilgisi dahilinde, izniyle Suat Derviş’e bir mezar taşı yaptırdım. Son aşkı ve yoldaşı Reşat Fuat Baraner’le yatıyor, aynı mezar taşını paylaşıyor artık. Nüfusta yahut mezarlık defterindeki gibi, Hatice Saadet Baraner değil, Suat Derviş yazıyor taşında. Kendi istediği, kullandığı ve halen bilinen, anılan, saygı duyulan ismi! Reşat Fuat’la birlikte gömülü olması da güzel geliyor bana.
Suat Derviş külliyatına başlamak için bir okuma sırası var mı? Yeni başlayanlara öneriniz olur mu?
Mutlaka Fosforlu Cevriye, Çöken İstanbul, Hiç ve bonus olarak da gotik roman severler için Kara Kitap’ı öneririm. Yakın geçmişte çıkan Gel Eve Dönelim, Yeniden Yaşayabilseydik ve Alev Dudaklı Kadın da onun olgunluk, ustalık dönemi eserlerinden.