“Gölgede ve Güneşte Futbol”... Eduardo Galeano’nun ünlü kitabını 2022 Dünya Kupası’na uyarlarsak, güneş kısmı fazlasıyla var, öldüresiye… Gölge ise binlerce kölenin cesedi. Her nevi karanlığın dörtnala koşturduğu Katar’ın ev sahibi seçilmesinden hazırlık sürecinde yaşananlara, modern köleliğin en çarpıcı örneklerinden boykot çağrılarına, 2022 Dünya Kupası yaşadığımız dünyanın bir terazisi, spor-siyaset ve değerler ilişkisinin verdiği en büyük sınavlardan biri.
Görüntü çoğumuzun zihnine kazındı, sosyal medyada dünya çapında hararetli tartışmalar yarattı. 11 şubat günü bu yıl Katar’da düzenlenen FIFA Dünya Kulüpler Kupası finalini Meksika temsilcisi Tigres’i yenen Alman devi Bayern Münih kupayı kaldırmaya hazırlanıyor. Seremonide geleneksel protokol icabı önce hakemlere madalya veriliyor. Maçın hakemleri birbiri ardına önce FIFA başkanı Gianni Infantino’yu selamlıyor (Covid sebebiyle artık alıştığımız yumruk tokuşturma usulüyle), ardından da Katar kraliyet ailesi üyelerinden Şeyh Joaan bin Hamad bin Khalifa Al- Thani var.
İlk iki hakem Al-Thani’yle umruk tokuşturup devam ediyor. Buraya kadar her şey yolunda. Tek sorun sıradaki iki hakemin, Edina Alves Batista ve Neuza Beck, kadın olması. İki kadın hakem şeyhin önünden hiçbir selamlaşma, hatta karşılıklı bir bakışma bile olmadan geçip gidiyor. Infantino’nun madalyalarını verdikten sonra Batista ve Beck’e nispeten uzunca bir şeyler söylemesi ister istemez şeyhle bir temasta bulumamalarını tembihlemesi olarak yorumlandı.
Infantino’nun bunu o sırada söylemiş olduğunu kendisi de hakemler de yalanladı, fakat her halükârda sonuç aynı. Edina Alves aynı turnuvada birkaç gün öncesinde beşincilik için oynanan maçta erkekler arasında oynanan resmî bir FIFA müsabakasında baş hakemlik yapan ilk kadın olarak tarihe geçmişti, yardımcı hakemleri de kendisi gibi Brezilyalı Neuza Beck ve Arjantinli Mariana de Almeida’ydı. Bu da bir Katar ironisi olarak kayıtlara geçti.
Bu olaydan sadece birkaç gün sonra, bir kriz de yine Katar’ın düzenlediği uluslararası kadınlar plaj voleybolu turnuvasını Alman ikili Karla Borger ve Julia Sude’nin müsabaka sırasında bikiniyle oynamanın yasak olması sebebiyle boykot edeceğini açıklamasıyla patlak verdi. Kısa sürede gelen tepkilerin ardından, Katar otoriteleri geri adım attı ve 23 Şubat’ta bikininin yasak olmadığını açıklamak zorunda kaldı.
Katar’ın alametifarikası: “Soft power” aracı olarak spor
Katar’ın 2000’lerin başından itibaren spora yaptığı dev yatırımları uluslararası sahnede imajını tazelemek ve özellikle batı ülkeleri nezdinde itibarlı bir aktör olarak kabul görebilmek için bir “soft power” aracı olarak kullandığı herkesin malûmu. İki milyon nüfuslu ve 2000’lere kadar herhangi bir spor alanında herhangi bir geçmişe, geleneğe ve altyapıya sahip olmayan bu emirlik kraliyet ailesinin doğrudan kontrol ettiği yatırım stratejisiyle ve büyük ölçüde doğal gazdan gelen sınırsız finansal kaynaklarıyla birkaç yılda dünya spor endüstrisinin en önemli aktörlerinden birine dönüştü.
2022 Dünya Kupası’nın Katar’da yapılacağı açıklandığında, gerekli altyapının yüzde 10’una bile sahip olmayan, insan hakları ihlâlleri sicili son derece kabarık, yaz aylarında sıcaklığın 50 dereceye vardığı bu küçük çöl ülkesinin Avustralya, Japonya, ABD ve Güney Kore gibi adayların arasından seçilmesi büyük tartışmalar yaratmıştı.
Öyle ki, bugün Avrupa’nın en zengin futbol kulüplerinden Paris Saint-Germain (PSG) onların, dünyanın birçok ülkesinde futbol liglerinin ve Şampiyonlar Ligi’nin yayın haklarına sahipler. Dünya atletizm şampiyonalarından kış sporlarına (!), en prestijli tenis turnuvalarından Dünya Erkekler Hentbol Kupası’na, onlarca dev organizasyona ev sahipliği yapan Doha şimdiden kendisini bir spor başkenti olarak dayattırmayı başarmış görünüyor ve bu girişimleri daha da çoğaltmak için dört yana para dağıtmaya devam ediyor.
Halen bir Formula 1 parkuru sahiplenmek için müzakere halindeler ve geçtiğimiz yaz 2032 Olimpiyat Oyunları’na da resmen adaylıklarını koydular. 2013’ten bu yana büyük paralar karşılığı neredeyse tamamen (16 oyuncunun 11’i) devşirme oyunculardan kurulu Katar Erkek Hentbol milli takımı 2015’te Dünya ikincisi olarak, kurallar yeteri kadar esnediği takdirde paranın yalnızca organizasyon kapasitesi değil, çabuk başarı da getirebileceğini gösterdi. Zaten yeteri kadar para harcanıp, gerekli iktidar ilişkileri devreye sokulduğunda esnemeyecek kural, görmezden gelinmeyecek sorun, üzeri örtülmeyecek skandal olmadığı teorisi bir doktrin olarak Katar projesinin temelinde yatıyor. Her geçen gün verilen (ve daha önemlisi verilmeyen) tepkiler bu durumu kanıksatarak teoriyi gittikçe genelgeçer bir kurala çeviriyor.
Şaibeli bir seçimin perde arkası
Tüm bu örnekler arasında hiç kuşkusuz en çok konuşulan Katar’da (teorik olarak) düzenlenecek 2022 Dünya Kupası. Önce kısaca hafıza tazeleyelim. 2 Aralık 2010’da, 2022 FIFA Dünya Kupası’nın Katar’da yapılacağı açıklandığında, tarihinde herhangi bir futbol başarısı görülmemiş, gerekli altyapının yüzde 10’una bile sahip olmayan, insan hakları ihlâlleri sicili son derece kabarık, üstüne üstlük turnuvanın oynandığı yaz aylarında[1] sıcaklığın 50 dereceye vardığı bu küçük çöl ülkesinin Avustralya, Japonya, ABD ve Güney Kore gibi adayların arasından seçilmesi haliyle çok büyük tartışmalar yaratmıştı.
Tüm bu haklı eleştirilerin ötesinde, olayın özellikle Fransa’da halen mahkeme sürecinde olan bir yolsuzluk boyutu da mevcut. Katar’ın Dünya Kupası projesinin anahtar figürlerinden üçü Fransızdı. Dönemin cumhurbaşkanı ve sonradan PSG’nin sahibi olacak Katarlı Nasır el Halifi’yle yakınlığı bilinen Nicolas Sarkozy, dönemin UEFA başkanı ve FIFA başkan yardımcısı olan Michel Platini ve bir başka futbol efsanesi kariyerini dört sene önce noktalamış Zinédine Zidane. Zidane’a Katar tarafından projelerini desteklemesi için ne kadar para verilmiş olduğu hâlâ netleşmiş değil, birçok kaynak 13 milyon avro olduğunu iddia ederken, Zidane üç milyon diyor. Buraya kadar yasal olmayan bir durum yok.
Sarkozy rüşvet alarak Katar adına baskı yapmakla suçlanıyor ve soruşturmaların en önemli şüphelisi. 2019’da Fransa’nın yolsuzlukları araştırma kurumu tarafından kısa süreli gözaltına alınan Platini ise Sarkozy tarafından kullanıldığını ve tamamen bağımsız sebeplerle Katar’ı desteklemeye karar verdiğini söylüyor.
Esas şaibeli vaka 23 Kasım 2010’da Fransa cumhurbaşkanlığı sarayı Elysée’de düzenlenen “gayriresmî öğlen yemeği”. Masanın etrafında Nicolas Sarkozy, (daha sonra oyunu Katar lehine kullandığını kabul edecek olan) Michel Platini, dönemin Katar Başbakanı ve şu anki Emiri Al-Thani ve dönemin Katar Dışişleri Bakanı şeyh Hamad ben Jassem Al-Thani. İçeriğinin henüz tam olarak netleşmediği ve halen Fransız mahkemeleri tarafından sorgulanan görüşmeden yaklaşık bir hafta sonra, Katar Dünya Kupası seçimini kazandığı gibi, sekiz ay sonra da PSG futbol kulübü 76 milyon avro karşılığında Qatar Sports Investments’a (QSI) satılacaktı.
Cumhurbaşkanlığı sona erdikten sonra PSG’nin başkanlığını üstleneceği dahi iddia edilen ve kulübün Paris’teki maçlarında VIP tribünde daima patron el Halifi’nin yanında voy gösteren Nicolas Sarkozy, doğrudan kişisel çıkarlarını güderek (kısacası rüşvet alarak) Katar adına baskı yapmakla suçlanıyor ve şu anda soruşturmaların en önemli şüphelisi. 18 Haziran 2019’da Fransa’nın yolsuzlukları araştırma kurumu tarafından kısa süreli gözaltına alınan Platini ise ısrarla Sarkozy tarafından kullanıldığını ve tamamen bağımsız sebeplerle Katar’ı desteklemeye zaten önceden karar verdiğini söylüyor.
FIFA destekli modern kölelik
Gelelim Dünya Kupası için on yılda neredeyse sıfırdan nasıl ultra modern stad ve alt yapıların hangi koşullarda inşa edildiğine. Sadece yaklaşık yüzde 10’u Katarlılardan oluşan ülke nüfusunun çoğunluğunu başta Güney Asya ve Afrika’dan gelen göçmen işçiler oluşturuyor (ortalama olarak her Katar vatandaşına beş göçmen işçi denk geliyor). Bu işçilere dayatılan insanlık dışı çalışma koşulları ve maruz kaldıkları ırkçılık Dünya Kupası macerasından önce de tabii ki tüm dünyada biliniyordu.
Fakat 2010’da başlayan bu “çılgın proje” adına kurban edilen işçilerin durumu tüm insanlığın haysiyetini sorgulamasını gerektirecek seviyeye çoktan gelmiş durumda. Körfez ülkelerinin birçoğunda da mevcut “kefalet sistemi” kapsamında çalışmaya başlarken pasaportlarına el konan, cüzî maaşlar altında kelimenin gerçek anlamıyla ölene kadar çalıştırılan göçmen işçiler hakkında dünya basınına dönem dönem yansıyan haberler her defasında yarattığı geçici öfkenin yatışmasıyla gündemden düşüyordu.
Dünya çapından sivil toplum örgütlerinin baskısı sonucu, 2016’da kefalet sistemi kâğıt üzerinde kalkmış, geçtiğimiz yıl da teorik olarak işçilerin ülkeyi terkedebilmelerinin resmen önü açılmış olsa da Uluslarası Af Örgütü bu değişikliklerin büyük ölçüde göz boyamadan ibaret olduğunu açıklıyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü ise açıkça modern kölelikten söz ediyor. 14 milyar dolara malolan sekiz stadın (buna ek olarak şu ana kadar bir yeni havaalanı, otoyollar ve hatta sıfırdan bir şehir inşa edilmiş durumda) yapımı için ağırlıklı olarak Bangladeş, Hindistan ve Pakistan’dan gelen işçiler dolaşım hakkından mahrum, çoğu zaman üzerlerindeki hakimiyeti artırmak için maaşlarını aylarca gecikmeli alarak, 50 dereceye varan sıcakta, aşırı uzun saatler boyunca inşaatlarda çalıştırılıyor.
Katar’da Dünya Kupası hazırlıkları kapsamında çalışırken hayatını kaybeden göçmen işçi sayısı 6500’ü aşmış durumda. Aralık 2010’dan bu yana, ortalama her hafta 12 göçmen işçi Katar şantiyelerinde ölüyor! Ki bu rakamlar hakikatin sadece bir kısmını ifade ediyor.
Tüm bunlar kapalı kapılar ardında, Kuzey Kore gibi dünya kamuoyunun kısıtlı haber alabildiği bir yerde değil, hepimizin gözünün önünde, onlarca uluslararası örgütün gözlemi altında ve FIFA’nın koşulsuz desteğiyle yaşanıyor. Öyle ki, FIFA yetkilileri geçtiğimiz hafta yapılan açıklamada Katar şantiyelerinde “sağlık ve güvenlik önlemlerinin son derece sıkı olduğunu” ve dünya çapında gerçekleştirilen birçok başka büyük inşaat projelerine göre hayatını kaybeden işçi rakamlarının “zayıf” olduğunu söyleyebiliyor. Hakikatse kan dondurucu.
The Guardian gazetesinde, 23 Şubat’ta yayınlanan ve tamamen resmi rakamlara ve araştırmalara dayanan detaylı yazı yeni bir şok dalgası yarattı. Katar’da Dünya Kupası hazırlıkları kapsamında çalışırken hayatını kaybeden göçmen işçi sayısı 6500’ü aşmış durumda. Aralık 2010’dan bu yana, ortalama her hafta 12 göçmen işçi Katar şantiyelerinde ölüyor! Ki bu rakamlar hakikatin sadece bir kısmını ifade ediyor, zira büyük ölçüde göçmen işçi gönderen ülkeler Hindistan, Bangladeş, Nepal, Sri Lanka ve Pakistan’dan 2010-2020 arası için ulaştırılmış resmî rakamlar. Dolayısıyla bu feci tabloya Filipinler ve Kenya gibi çok sayıda göçmen gönderen, fakat kayıplara dair herhangi bir veri sunmayan ülkelerden işçiler ve 2021 yılının kayıtlara henüz alınmamış bilançosunun da eklenmesi gerekli. Dolayısıyla somut bir rakam verebilmek imkânsız. Hayatını kaybeden işçilerin geçindirebilmek umuduyla arkalarında bırakıp gittikleri çaresiz, parasız ve en ufak bir güvenceye sahip olmayan aileleri dramın bir başka boyutu.
Katar tarafı tabii ki ölüm vakalarının büyük çoğunluğunun “doğal sebeplerden” kaynaklandığını iddia ediyor. Fakat otopsi yapılmasına izin verilmediği için bu iddianın herhangi bir dayanağı yok. BM’ye bağlı Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) araştırmaları, Katar’ın iklim koşullarında yılın en az dört ayında açık havada çalışan işçilerin sırf sıcaklık sebebiyle risk altında bulunduğunu açıklamıştı.
LGBTİ+ hakları, ekoloji, sporcu sağlığı ve IŞİD’e destek
2010’daki seçimin şaibesi ve Orta Çağ koşullarında çalıştırılan işçiler fazlasıyla yeterli olsa da Dünya Kupası’nın Katar’da yapılmasına karşı çıkmak için geçerli sebepler bunlardan ibaret değil. Eşcinselliği yasaklayan ve teorik olarak idamla cezalandıran Katar LGBTI+ örgütlerinin de hedefinde. Turnuvanın oynanacağı mevsimdeki aşırı sıcakların sporcuların sağlığı için tehlike oluşturduğu da ciddi bir endişe kaynağı. Yaz aylarında çölün ortasında dünyanın en büyük spor buluşmasını düzenlemenin ekolojik açıdan ne kadar akıllara zarar olduğu da bir başka dev sorun. Ve tabii ki Katar’ın başta IŞİD olmak üzere çeşitli İslâmcı terör örgütlerine büyük finansal destek verdiği suçlamaları da cabası.
Dünya Kupası hazırlıkları son sürat devam ederken Katar’ın bir yandan da tarihinin en ciddi diplomatik krizini geçirdiğini de hatırlayalım. 2017’de Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır önderliğinde başlatılan Katar’a karşı diplomatik yaptırımlar büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandı ve geçtiğimiz ocak ayında resmen sona erdi. Yıllar önce Katar üzerindeki amirliğini kaybeden Suudî Arabistan emirlikle sünni İslâm dünyası üzerinde hakimiyet için büyük rekabet içinde.
Suudiler ve Mısır alenen terörü finanse etmekle suçladıkları Katar’ın başta Müslüman Kardeşler hareketi ve İran’la olan göreceli yakınlığından da büyük rahatsızlık duyuyor. Fakat ülkenin tek kara bağlantısı olan sınırının Riyad tarafından kapatılmasına ve hava sahasının ablukaya alınmasına kadar varan ve üç buçuk yıl süren bu kriz Katar’ın ne ekonomisine ne de diplomatik kapasitesine kayda değer bir hasar vermiş görünmüyor. Komşularının tehdidi altında yaşama hissini perçinleyen bu süreç, Katar yetkililerine göre, ülke içindeki birliği güçlendirmenin yanı sıra Katar’ı geçtiğimiz yıllarda dünyanın en fazla silah ithalatı yapan ülkesi haline getirmişti (kaynak: Stockholm International Peace Research Institute, aktaran The Guardian, 23 Şubat 2021).
Üst kademe subaylar dışında neredeyse tamamen başta Pakistanlı, Yemenli ve Somalili göçmenlerden oluşan 12 bin kişilik Katar ordusunun kapasitesinin kat kat üzerinde silah rezervi olduğu biliniyor. Körfez’deki diplomatik krizin iyice hareketlendirdiği bu piyasa, başlıca silah ihracatçısı ülkeleri de Doha önünde sıraya soktu: Fransa, Britanya, ABD, Almanya, Rusya, İtalya, Çin, Norveç gibi ülkeler bu kârlı pazara ortak olabilmek için her geçen gün yeni müzakerelere girişiyor.
2010’daki seçimin şaibesi ve Orta Çağ koşullarında çalıştırılan işçiler fazlasıyla yeterli olsa da Dünya Kupası’nın Katar’da yapılmasına karşı çıkmak için geçerli sebepler bunlardan ibaret değil. Eşcinselliği idamla cezalandıran Katar’ın, başta IŞİD olmak üzere, çeşitli İslâmcı terör örgütlerine büyük finansal destek vermesi de cabası.
Boykot çözüm mü? “Çözüm” ne demek?
Katar 2022’ye bir buçuk yıl kala tablo böyle. Peki ne yapılabilir? Ne yapabiliriz? Söz konusu güç dengeleri, astronomik para hesapları ve gittikçe daralan takvim göz önünde bulundurulduğunda, FIFA’nın Katar’a desteğini çekmesi ve Dünya Kupası’nı “son anda” başka bir organizatöre vermesi ihtimali gerçekçi değil. Dolayısıyla, akla gelen ilk fikir kuşkusuz boykot.
2010’da Katar’ın şaibeli biçimde seçilmesinden beri dönem dönem farklı kesimlerce dile getirilen Katar Dünya Kupası’nı boykot etme çağrısı şu ana kadar hiç kitlesel bir yankı uyandırmamıştı. Son günlerdeki gerginlikler ve The Guardian makalesinin dünya çapında dikkatleri yeniden konuya çekmesi kaçınılmaz olarak tekrar boykot kelimesinin telaffuz edilmesine yol açtı.
Peki, nasıl bir boykot? Bazı ülke federasyonlarının takımlarını Katar Dünya Kupası’na göndermeyeceklerini açıklaması mı? Şimdilik çok azınlıkta da olsa da Fransa’da bu yönde çağrı yapan siyasiler var[2]. 2017’de Alman Futbol Federasyonu başkanı Reinhard Grindel bir daha büyük spor müsabakalarının organizatörlüğünün terörü destekleyen ülkelere verilmemesini söyleyerek Almanya hükümetinin UEFA’yla Katar 2022’yi boykot ihtimali üzerine konuşacağını açıklamıştı. Benzer boykot çağrıları dönem dönem Danimarka ve İspanya gibi ülkelerden de gelmişti, fakat şu anda bu yönde somut herhangi bir gelişme yok.
İkinci ihtimal bazı futbolcularının takımları katılsa da bireysel olarak Katar’da oynamaya gitmemesi olabilir. Bu durumun yaygın olmasa da tarihte örnekleri mevcut. En ünlüsü, 1978’de Arjantin’de oynanan Dünya Kupası’na katılmayı reddeden Alman futbolcu Paul Breitner. Daha yakın geçmişten bir örnek olarak da 2018’de Avrupa’da yılın kadın futbolcusu seçilen Norveçli oyuncu Ada Hegerberg’in Norveç Futbol Federasyonu’nun cinsiyetçi tutumlarını protesto etmek için 2019’da Fransa’da düzenlenen Dünya Kupası’nı boykot ettiğini hatırlayabiliriz.
Şu ana kadar Katar 2022’yi boykot etme niyetini resmen açıklamış bir futbolcu yok, fakat ihtimal dışı bir durum da değil. Daha da önemlisi, gerçekleştiği takdirde bu tür protestonun medyatik etkisinin çok büyük olacağı açık. “Boykot ancak kitlesel olursa anlamlı olur” => “Kitlesel olma ihtimali çok düşük” => “Dolayısıyla boykot anlamsız”, şeklinde işleyen abes kısırdöngüyü de tamamen geçersiz kılar. Zira söz konusu olan seçim boykotu yapan anonim vatandaşlar değil, milyonlarca insanın her maçını izleyip, sosyal medyadan takip ettiği, reklamını yaptıkları ürünleri satın aldığı ve tüm bunların sonucu olarak son derece kitlesel bir etkiye, söz ve hareket alanına sahip oyuncular.
Evet, ilk bakışta çok boş bir umut gibi gözükebilir. Hatta Lionel Messi gibi bir kısmı yıllarca üzerlerinde doğrudan Katar reklamıyla oynamış futbolculardan böyle bir hamle beklemek saflık olarak da algılanabilir. Fakat son yıllarda bazı taşların yerlerinden oynamakta olduğu bir gerçek.
Özellikle ABD’de, “sporcu siyasete karışmaz” söylemi son zamanlarda süratle kan kaybediyor. Çok değil, daha 2016’da, siyahlara karşı ırkçılığı maç öncesinde millî marş okunurken tek dizi üzerine çökerek protesto eden Amerikan futbolu oyuncusu Colin Kaepernick o dönemde kısıtlı destek görmüş, iktidara gelmeye hazırlanan Donald Trump ve yardakçısı medya örgütleri tarafından uğradığı saldırılar sırasında hiçbir NFL takımı yardımına gelmemişti. Bugün gelinen noktaysa çok farklı.
Trump iktidarına, polis şiddetine ve sistemik ırkçılığa karşı gittikçe yaygınlaşan kitlesel hareket, ABD’nin görece en “ilerici” spor ligi olan NBA ve oyuncuları başta olmak üzere, sporcuların gittikçe daha fazla söz almalarını tetikledi. Fox News gibi yandaş medyalar “shut up and dribble” [sus ve topunu oyna] gibi mide bulandırıcı bir sloganla karşı atağa kalksa da Black Lives Matter hareketiyle birlikte cin tamamen şişeden çıkmış oldu. NBA takımları resmî maçları boykot etti, lige kısa süreli ara verildi, hatta play-off’ların iptal edilmesi bile konuşuldu. Bu arada 2019 Kadınlar Dünya Kupası sırasında andığımız LGBTI+ militanı ve Kaepernick’e ve ırkçılık karşıtı protestolara en başından itibaren destek veren efsane futbolcu Megan Rapinoe’yu da tekrar selamlayalım.
Öte yandan, “parasal çıkar olan yerde asla bir futbolcu sponsorlarını kaybetme riskini almaz” önyargısını kıracak bir gelişme de Barcelona’nın Fransız yıldızı Antoine Griezmann’ın geçtiğimiz yıl, hiç beklenmedik bir şekilde Çin devi Huawei’yle olan sponsorluk ilişkisini tek taraflı olarak bitirmesi oldu. Daha önce Fransa’daki polis şiddetini de açıkça eleştiren Griezmann, Huawei’in Çin’de Uygurlara karşı uygulanan vahşete yüz tanıma sistemi geliştirerek destek olduğunu açıklayarak ilişkisini keserken markadan alacak olduğu milyonlarca avrodan vazgeçmiş, “spor tüketimi” alanında dünyanın en büyük piyasası haline gelen Çin’i karşısına alarak birçok sporcunun aklından bile geçmeyecek bir tutum almıştı.
Peki ne yapılabilir? Ne yapabiliriz? Söz konusu güç dengeleri, astronomik para hesapları ve gittikçe daralan takvim göz önünde bulundurulduğunda, FIFA’nın Katar’a desteğini çekmesi ve Dünya Kupası’nı “son anda” başka bir organizatöre vermesi ihtimali gerçekçi değil. Dolayısıyla, akla gelen ilk fikir kuşkusuz boykot.
Boykotun tek hedefli bir araç olmadığını ve tek bir somut amaca ulaşmadığı takdirde ille de başarısız olduğu anlamına gelmediğini de unutmayalım. Söz konusu olan Katar Dünya Kupası’nın iptal edilmesi ya da edilmemesinden ibaret değil. Aksine, turnuvanın büyük protestolar ve boykot çağrılarına rağmen düzenlenmesi ve bu bilinçle takip edilmesi Katar’da yaşananlara dair en olumlu etkiyi yaratabilir. Mesela eli kanlı askeri cunta döneminde Arjantin’de düzenlenen 1978 Dünya Kupası’na karşı Fransa önderliğinde boykot çağrıları yapılmış, Avrupa’da oldukça ses getiren bu girişim turnuvanın düzenlenmesini engelleyemese de tüm dünyanın dikkatini Jorge Rafael Videla liderliğinde yürütülen “kirli savaş”a çekmeyi başarmıştı[3].
Tüm bunlar bir yana, en anlamlı boykot tabii ki izleyicilerinki olur. Zira futbol endüstrisinin bu devasa ve kirli sistemini işleten, en büyük gelir kaynaklarını yaratan faktör seyirciden başkası değil. Bunun başında da televizyon yayın hakları geliyor. Boykotun etki gücü, neleri değiştirebileceği, ne koşullarda başarılı olabileceği karmaşık sorular. Bizim kendimize sorabileceğimiz soru ise gayet basit: Tüm dünyanın gözleri önünde köle cestlerinin üzerine inşa edilen stadlarda oynanacak futbol maçlarını, projeye destek veren ve bizim üzerimizden kazandıkları milyarların kendilerini haklı görmeye yettiği yüzlerce sponsorun reklamlarını da yutarak, televizyon karşısında izlemek hangi vicdanla mümkün olabilir?