Bir kasabadaki linç vakasını konu alan Habiba’nın ardından ikinci romanınız Ben Feride, Bu Benim Sesim (Dipnot Yayınları) yayınlandı. Ama daha önceki bir söyleşimizde Habiba’yı ilkin bir senaryo olarak kaleme aldığınızı, sonra romana dönüştürdüğünüzü söylemiştiniz. Bu açıdan “Feride” için bir ilk roman diyebilir miyiz?
M. Ender Öndeş: Aslında diyebiliriz, evet. Çünkü Habiba gerçekten bir senaryo olarak kafamda oluştu. Ben kafamda o filmi çektim, karşı duvarda oynattım. Ama zaman içerisinde olmadı. Olmayınca romana dönüştürdüm. Romana dönüşünce de çok fazla geriye gidişleri olan, okuru çok zorlayan bir şey çıktı ortaya. Bu nedenle Feride (yazar romanın adını kısaca böyle anıyor) bir ilk roman sayılabilir.
Senaryo olarak neden karşılık bulmadı Habiba? Zeki Demirkubuz’a kadar gidiyor, değil mi?
Yazım sürecinde, Habiba ham halindeyken Zeki Demirkubuz’la bir-iki görüşmemiz oldu. Bu metnin üzerine çalışılabileceğini söyledi. Ancak o daha sonra kendi yazdıklarına doğru kaydı. Başkasının yazdığına adapte olmayı uygun bulmayabiliyor yönetmenler. Zaten yönetmenler için nadirdir romandan uyarlamalar. Bu yüzden senaryo öyle kaldı işte.
12 Eylül’den kısa bir süre önce cezaevine giriyorsunuz. Mahpusluğunuz 12 yıl sürüyor. Habiba’yı cezaevinde mi yazmıştınız?
Yok, onun ilham kaynağı daha çok gazetecilik yaşamım ve orada karşılaştığım insan hikâyeleri. Google’dan biraz gerilere giderseniz, 2001’de, Susurluk’ta yaşanan büyük bir linç haberini bulabilirsiniz. Tabii o haber, sadece ilham veren bir şeydi. Ben Habiba’yı yazarken, hatta bitirdikten sonra yaşanmıştı o olay, ama çok etkilemişti beni. Feride ise biraz daha geçmişe, cezaevi günlerine kadar gidiyor. Bugün fark ediyorum ki, hücrelerde tuttuğum defterlerde (nasıl koruyabildiysem onları) bugün yazdığım bazı öykülerimin zeminleri varmış. Feride’nin ipuçları da varmış. Başlamışım aslında yazmaya. Hatta bir tür antrenman olarak senaryo yazayım demişim, oturup böyle bir vaka yazmışım. Bugünkü Feride ise daha önce aynı adla yayınlanmış bir öyküdür aslında. Oggito’da yayınlanmıştı.
O öyküde Feride görmemesi gereken bir şeye tanık oluyor, ama romandan farklı olarak tanıklığıyla baş başa, öylece bir iskelede kalıyor, öykü de orada bitiyor…
Evet, kısacık bir öykü. Feride’yi ne yapacağını bilmez, korkudan yarı delirmiş bir halde iskelede bırakıyorduk. Ama Feride’nin orada çaresiz ve bedbaht bir halde kalmasına gönlüm razı olmadı. Bu benim açımdan yürek sızlatan bir şeydi. Bir parça da vicdani bir yoldan yürümeye başlayınca ortaya başka bir kurgu çıktı ve öykü romana dönüştü.
Çok emin olmamakla birlikte şuna inanırım zaten, iyi öykü okurda genel olarak ziyan edilmiş roman algısı yaratır. O da biraz açığa çıktı zannımca. Öykü bir yaşam parçasını ele alır ve çarpıcı bir şey yapar size. Stephen King’in Karanlık Öyküler diye bir kitabı var, her öyküye dipnot koymuş adam. Çoğunda, “bu öykü sonradan şu romana ilham verdi, bu romana dönüştü” diyor.Dediğim gibi, öykü içinde romanı saklayabilir. Feride de rastgeldi. Zaman içinde notlar aldıkça karakterler eklendi. Belki başka öykülerde de böyle gizlenen romanlar vardır, bilemiyor insan bunu. En son, Öykü Gazetesi’nde Kuşlar isimli bir öyküm yayınlandı mesela, orada da izini sürsen nerelere gidebilecek bir macera var…
Korkunun miktarı arttığında, kolektif korkma hali başladığında, haysiyet denen şeyle korku karşı karşıya geliyor ve her zaman değil ama, bazen haysiyet kazanıyor. Kazansın yani!
Romanda Feride’yi o iskeleden alıyor, başka mekânlara, başka olaylara sürüklüyorsunuz. Başına da gelmedik kalmıyor…
Feride “iyi huylu” bir hizmetçi. Dedikodudan hoşlanmayan, sakin, bir sürü badire atlatmış munis bir insan. Ama bir cinayetin örtbas edilmesine tanık olduktan sonra olaylar başlıyor ve üzerine gidildiğinde ne hale gelebiliyor, görüyoruz.
Başlangıç itibarıyla yapabileceklerinin farkında değil aslında. Fakat işler büyüdükçe ve risk arttıkça korku da büyüyor. Belli bir yere kadar dehşet ve korku içinde. Yalnız, kimsesi yok, yardım edecek Allah’ın kulu yok. Çok yalnız bu insanın içinden korku ve dehşetle beraber başka bir şey çıkıyor. Hızlı mı çıkıyor, bu eleştirilebilir belki, ama olaylar hızlı gelişiyor zaten.
Perihan Feride’ye, “Korkmana gerek yok artık. Korkulacak bir şey varsa, birlikte korkacağız. Bu çukurdan çıkarız biz. Bir yolunu buluruz mutlaka. Sakın korkma!” diyor.Birlikte korkma hali var. Kolektif bir korku belki de. Ama bu korku zamanla “deli cesaretine” bırakıyor yerini. Korku, bir cesaret biriktiriyor mu?
“Deli cesareti” diye bir laf vardır. Toplumda yaygındır. Sıyırmışlık hali. Evet, bunu Feride’ye söyleyen Perihan da korkuyor aslında. Baştan itibaren cinayeti işleyen şahsın kimliği üstüne bir şey demesek de ne olduğunu biliyoruz; riskli bir adam, nüfuzlu biri, eli kolu uzun. Okuyucu günümüz örnekleriyle özdeşleştirebilir bunu. Ama özetle, risk büyük. Risk büyük olduğu için Feride’ye yardım edenler de korkuyor. Korkulmayacak gibi değil. Ama o arada korku bir başka şeyi yaratıyor. Tam da dediğiniz gibi, korkunun miktarı arttığında, kolektif korkma hali başladığında, haysiyet denen şeyle korku karşı karşıya geliyor ve her zaman değil ama, bazen haysiyet kazanıyor. Kazansın yani!
Önemli bir boyut da tanıklık. Zaten tanıklıkla açılıyor hikâye. Cinayet sonrası kodamanların örtbasına tanık olan Feride, bu tanıklığı bir eyleme dönüştürüyor. Tanıklığa, tanığın “fiiline” dair ne söylüyor roman?
Belli bir yere kadar Feride kendini bir özne olarak algılamıyor, bu işten de kaçmak istiyor. Çok uzunca bir süre, “delirmeden” önce, aslında gitmek istiyor. Bu işe karşı mücadele edecek gücünün olmadığını, sefil biri olduğunu düşünüyor. Niyeti hep gitmek. Tanıklığının ertesi günü süper bir kahraman çıkmıyor içinden, aslında en sonunda bile çıkmıyor. Bir süper kahraman değil hiçbir zaman. Aksine, bundan kaçmak isteyen, korkan, ne yapacağını bilmeyen, insanlara da yük olmak istemeyen bir kafada. Fakat ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyor. Ona yardım eden insanların niyeti de en iyi ihtimalle Feride’yi beladan uzaklaştırmak, şehirden ve hatta ülkeden uzaklaştırmak. O performansı ne Feride kendisinden bekliyor ne de etrafındaki insanlar. Ama tanıklığı başladığı andan itibaren bir şeyler değişmeye başlıyor. Belli bir noktada gözlerindeki ifade bile değişiyor. Daha ne yaptığını bilen, tasarım yapabilen birine dönüşüyor. Bence o zaman hikâyenin öznesi oluyor.
O öznenin ve diğer karakterlerin mekânı Işıktepe. Mahalle Feride’ye kalkan oluyor bir yerde, onu koruyup kolluyor, saklıyor, kaçırıyor, bazen yalnız bırakıyor…
Mahallenin koruduğu, kolladığı filan yok aslında. Bütünsel olarak mahalleden söz ediyorum, tek tek insanlardan değil. İstanbul’un şu an hızla yozlaşmaya devam eden, ama bir taraftan da kalbimizde yeri olan mahalleleri bunlar. Çünkü oralarda maceralarımız vardır, insanlarımızı kaybetmişizdir. Ama pek de övülecek durumları yok. Bu mahallelerin genel atmosferi maalesef son yıllarda malûm. Dayanışmadan bahsedebiliriz, ama sınırlı bir dayanışma. Yine de Feride’ye soluk aldıran ve öğreten bir dayanışma aynı zamanda.
Romandaki mahalle aklımıza Tarlabaşı’nı, Gazi’yi, belki Nurtepe’yi filan getiriyor. Benzer bir muhitte yaşadınız mı?
Doğduğum, büyüdüğüm şehir olan Manisa’nın şöhretli bir mahallesindeydim: Sazmahalle. Lümpeni de çoktu, devrimcisi de. Tren istasyonuna ve akıl hastanesine yakın bir emekçi mahallesidir. Göçmen ağırlıklıdır. Mahallenin iyi çocuklarının devrimci olmasından ötürü, zamanında sola yaklaşmış bir mahalledir. Genelde böyle olur bu işler zaten. Yoksa mahallenin kendiliğinden, geçmişten gelen bir hikâyesi yok. Mahallede devrimci olan çocukların hepsi temiz çocuklar, kötü maceraları yok. Hâlâ sevilirler. Severim Sazmahalle’yi. Bugün bile mahalle sınırları içine girdiğimde omzumun birini düşürerek yürüdüğümü hissederim. Geçenlerde gittim, omzumun biri aşağıdaydı. Onca yıl sonra öyle yürüdüğümü fark ettim. (gülüyor) Ha bir de, lâkabı olmayan bir tane insan hatırlamam o mahallede. Bazı insanların isimlerini bilmem hâlâ: “Tosbağa”, “Kumpir” vb. Tuhaf tuhaf lâkaplar.
Sizin lâkabınız neydi?
Kuri’ydi…
Ne demek “Kuri”?
Korkunç zayıf bir çocuktum. 47 kiloydum. Mermi isabet etmezdi bana, o derece zayıftım. Lâkap da oradan, “kuru”dan geliyor. “Mermi isabet etmez” derken mecaz değil. Son yakalandığımda iki yerimden yaralanmıştım, ama parkamın kenarlarında ve kapüşonunda en az beş-altı delik vardı. O kadar yani!
Biz onları yenebiliriz, mümkündür. Bu nasıl örgütlendiğimizle, nasıl bir zekâyla yürüdüğümüzle ilgilidir. Yapılamaz gibi görünen işler yapıldı bu memlekette.
Cezaevine de o afişleme sırasındaki çatışmadan sonra girdiğinizi anlatmıştınız daha önce. Afişlemeyi yaptığınız yer Sazmahalle’miydi?
Yok, şehrin başka bir yerindeydi. Bizim Sazmahalle zaten çok rahat olduğu için, orada yakalanmak söz konusu değildi. Biz orada üç renkli, gölgeli yazılama bile yapabiliyorduk. Hani şimdi gençler grafiti yapıyorlar ya, onun kralını yapıyorduk (gülüyor). Zaman zaman bir devriye geçse de kimse kimseye bulaşmıyordu pek. Başka türlü zamanlar tabii. Bir de ovaya açılan bir mahalle olduğu için, zor bir durumda kendini karanlık kanal yollarına vursan arkandan kimse gelmez, gelemez. Avucumuzun içi gibi biliyoruz her yeri. Bir de dönem farklı. Mahalledeki askeri kışlanın duvarına yazı yazarken, geçen yıllarda kaybettiğimiz kasap Ramazan abi vardı, bir yandan da o nöbetçi askerle teskere muhabbeti yapıyor filan. Asker “abi küfür yazmayın ha” diyor, öyle günler. Rahat değil tabii, ama faşistlerle devrimciler arasında ikiye bölünmüş şehirlerde kendi bölgende rahat oluyorsun. Spor kulübümüz vardı mesela, orası öyle bir yerdi.
Adı neydi?
Donatım Gençlik’ti adı. Amatörde fena da değildi. Mahallede Zirai Denetim Kurumu vardı, resmi olarak o kuruma bağlıydı kulüp, ama mahallenin abileri yönetiyordu. Onca pisliğin içinde kulüp binası gençler için tertemiz bir yerdi. Değişik bir ortam yani.
Sazmahalle’de şimdi atmosfer nasıl, eski halinden eser var mı, politik durum ne?
Şimdi tabii bütün o mahalle dokusu bozulmuş, binalar yükselmiş filan. Bizim o güzelim ara sokaklarımız yok. Yine de belli bir atmosfer var, daha doğrusu artık CHP’nin hâkim olduğu bir atmosfer. CHP yönetim seçimlerinde herkes Sazmahalle’yi dikkate alır, orayı yedeklemek ister. Tabii devrimci bir ortam değil bu. Yani durum ülkenin diğer köşelerinden çok farklı değil. Buna rağmen, hâlâ sevimlidir bence. Mahallenin devrimcileri hep dürüst, düzgün ailelerin çocuklarıydı, belli bir saygınlıkları oldu. Cezaevinden çıktığım günden bu yana defalarca gittim, şu ana kadar hiçbir yerde çay parası ödeyemedim. Öyle bir atmosferi var bugün bile.
Seçim sürecinde Manisa için umutluydunuz. İzlenimlerinizi “Olursa tarih olacak” başlıklı bir yazıyla kaleme almıştınız. “Ta 1950’lerden bu yana ‘sağın kalesi’ olarak bilinen Balıkesir, Manisa, Aydın hattı ilginç bir hat. Sol, hatta CHP bile uzun yıllar buralarda tam bir başarı sağlayamadı; bu yüzden orada yaşamayanlar pek anlayamaz belki, ama 14 Mayıs’ta gerçekten tarihi bir sonuç çıkabilir ortaya” diyordunuz. Ama olmadı…
Yeşil Sol’un vekil alma ihtimali gerçekten vardı. Çünkü Turgutlu, Salihli gibi ilçeler ve Manisa’nın benim bilmediğim mahalleleri; şehrin altında Kürtlerden oluşan bir tane daha şehir var şu anda. Mümkündü yani. Yazı iyimserdi, ama ihtimal vardı. Aday belirleme işleri gecikti, uygun bir aday da değildi bence aday olan kişi. Bir dahaki sefere belki olur. Fakat tabii, Ege’de birçok yerde olduğu gibi, Kürt hareketi ile orada yerleşik sol arasında büyük bir açı var. Yerleşik sol dediğim, yeni kuşak devrimci gruplar değil, onlar zaten çok güçlü değil. Solun geçmişte çeşitli siyasal hareketlerden gelen eskileri, yerleşik olanları çoğunlukla CHP’de istihdam edilmiş durumda. Belirli bir yorgunlukla kendilerince CHP’de “en solda” olanı filan destekliyorlar, onlar da ne kadar soldaysa. HDP’lilerle araları iyi, ama o kadar. HDP’lilerin de onlarla arası iyi, ama o da o kadar. Kısır bir durum yani. Mesela Turgutlu’da durum biraz daha iyi. Tanıdığım bizim ekipten arkadaşların neredeyse tümü HDP ile birlikte davranabiliyor. Öte yandan, Manisa muazzam bir işçi kenti oldu. En büyük şirketlerin fabrikaları –İzmir’e yakınlıktan ötürü– orada, ama orada da sendikal gelişme çok kuvvetli değil. Bu, dönemle ilgili bir şey. Mesela Turgutlu, tuğla fabrikası işçilerinin karakol basıp adam aldığı zamanları da yaşadı, ama şimdi durum böyle.
Korku akıllandırıyor Feride’yi. Korku ve öfke, adeta şeytani bir aklı ve çözüm yollarını ortaya çıkarıyor. Yapma iradesi, yapmanın yollarını ve yöntemlerini beraberinde getiriyor. Duvarın üstünden atlıyor Feride, bir dünyadan ötekine geçiyor. Orada işler değişiyor.
Kitaptaki mahalleye, Işıktepe’ye dönelim… İlginç bir karakter olarak Murat var. Aslında yok, ama var, mahallede değil, ama her yerde. Hayatta mı, değil mi, bilmiyoruz. Onun hayaletimsi varlığı ne söylüyor bize?
Romanın ana karakteri denebilecek kişilerden biri Murat. Ondan bahsediliyor sadece. Ama anlıyoruz ki, saygı duyulan bir insan. Cezaevindeki, mahalledeki insanların hepsi bir şekilde Murat’a değmiş. Bir hayalet gibi bazı bağlantıları oluşturuyor. Yüksek bir olasılıkla da ölmüş, ortalıkta yok. Yine de insanların hikâyelerinde bir yeri var. Ama öte yandan, ablasının hayatında dolayımlı bir rolü var. Sonuçta bırakıp gitmek zorunda kalmış; gitmeden önce de pek bir hayrı olmamış ona. Feride çok sevdiği kardeşçiğine sitem de ediyor aslında yer yer. “Sen beni bıraktın, ben de kuzumu” diyor. Yani, bir yönüyle romanın saygın adamı, ama onun da kusurları var. Ortalama devrimciliğin bir tık üstü diyelim. Yine de Şiyar’ın “Murat abilerin zamanında daha iyiymiş mahalle” sözü, Murat gibilerin yabana atılamayacağını anlatıyor bize.
Uzun yıllar cezaevinde kalmış, idamdan dönmüş bir yazara ait olduğu için kitaptaki şu sözü ayrıca konuşsak: “Mahkûm 24 saat düşünür, gardiyan 8 saat.” Öyle midir?
Öyle. Tünel kazılıyor. Senin 24 saat aklın fikrin o tünelde, ama diğeri mesai yapıyor, 8 saati bitsin diye bakıyor. (gülüyor) Bir de tünel patlayınca filan “ben aslında fark ettiydim ama” gibi laflar ederler. Bok fark ettiydin. Ruhun bile duymadı. Mal mal bakıyordun ve hiçbir şey görmüyordun. Gerçek hayatta da öyle. Hem dünyada hem burada bazı güçlerin her şeye bütünüyle hâkim olduğu, hatta bizim onlara bir şey yapamayacağımız izlenimi var. Komplo teorilerinin özü bu zaten. Hem bütün dünyayı hem bu ülkeyi, her yeri yönetenlerin çok güçlü oldukları, asla onlara ulaşılamayacağı, onlara zarar verilemeyeceği fikrini hiçbir zaman benimseyemedim. Bunlar devrimci mücadele açısından da son derece zararlı fikirlerdir. Biz onları yenebiliriz, biz onlara zarar verebiliriz, mümkündür. Bu nasıl örgütlendiğimizle, nasıl bir zekâyla yürüdüğümüzle ilgilidir. Devrimci zekâyı küçümseyen, insan zekâsını küçümseyen, insanın zora düştüğünde, sıkıştığında yapabileceklerini küçümseyen hiçbir şeye katılmadım hayatımda. Çünkü gördüm, yaptık. Yapılamaz gibi görünen işler yapıldı bu memlekette. Ne mutlu bana ki bazılarında ben de oldum.
Romana bağlayarak gidersem… Feride süper biri filan değil. Ortalama, kendine yetecek bir aklı ve yaşama iradesi var. Korku akıllandırıyor onu. Korku ve öfke, adeta şeytani bir aklı ve çözüm yollarını ortaya çıkarıyor, askeri bir birim gibi çalışmaya başlıyor kafası. Çünkü bir yere kadar kaçıp gitmek, uzaklaşmak istediği şey, sonunda ona o kadar büyük bir acı yaşatıyor ki, artık görülmesi gereken bir hesap haline geliyor. Yapma iradesi, yapmanın yollarını ve yöntemlerini beraberinde getiriyor. Duvarın üstünden atlıyor Feride, bir dünyadan ötekine geçiyor. Orada işler değişiyor.
Şiir, öykü, roman… Bunlar arasındaki yolculuğunuz nasıl?
Şiir bence öznelliği çok fazla olan bir şey. İnsan gerçekten geriye dönüp baktığında kendisi bile şaşkınlık hissedebilir yazdıkları karşısında. Çünkü öyle zannedildiği gibi, akşam güneşine bakıp yazılmıyor şiir. Çok daha karmaşık bir şey. Özellikle o kitabın (Yüksek Bir Gönül Makamına) oluştuğu dönem, benim hayatımın biraz daha karanlık, karmaşık bir dönemiydi. Daha doğrusu üst üste binen şeyler vardı hayatımda. Karmaşık bir şekilde akıp defterlere doluyordu onlar. Şiirlerde yer alan kimi “kodları” ben biliyorum. “Madem sen biliyorsun da ne diye okutuyorsun ulan millete” denebilir. Okunur okunmaz, ama öyle bir şey şiir, çok öznel. Birçok insan şiirden bu yüzden hoşlanmıyor belki de. Edip Cansever’in yüzlerce şiiri var, ama “Ahmet Abi”yi seviyoruz ya da “masa da masaymış ha” diyor, onu seviyoruz. Adam kendisi de bıkmış o şiirden. Yani bazı şiirlerdeki öznel kodlar okura çok şey vermeyebiliyor. Roman öyle değil, anlaşılabilir bir hikâye anlatmak zorundasınız. Basit demiyorum, anlaşılabilir. Hani insanları dereden karşıya geçirmek için taşlar koyarsın ya, çok sık koyduğunda anlamı kalmaz, köprü yap daha iyi. Çok aralıklı koyduğunda da millet boğulur kalır orada. Biraz böyle bir şey. Roman zor anlaşılır olabilir, ona bir şey demem. En son, geçtiğimiz aylarda, Mario Vargas Llosa’nın Dünya Sonu Savaşı romanını okudum. 800 küsur sayfa. Tuğla gibi. Sabrettim, okudum ama. Brezilya’da bir Hristiyan tarikatının ayaklanmasını anlatıyor. Bu nedenle internete bile girdim, yardım aldım. Karakterlerin isimlerini bir kâğıda yazdım, karıştırmamak için. Ama büyük zevk aldım. Roman yazmış adam. Yani romanda her şeyi yine karmaşık anlatabilirsiniz, ama şiirde olduğu gibi tamamen öznel bir yerden, ancak kendinizin anlayabileceği bir yerden yürüyemezsiniz.
Siz de “Feride”de karakterleri uzun uzadıya tarif etmiyor, anlatmıyorsunuz. Hatta karakterlerin dahi çoğu zaman olayları çok anlatmadığı, olayların karakterleri anlamamıza yardımcı olduğu bir anlatı hâkim…
Bir edebiyat eleştirisi gibi algılanmasın lütfen, haddime değil, ama ben roman ve öykülerde yazarın fazla konuştuğu ve karakterlerini çok fazla tarif ettiği bir tarzı çok sıcak bulmam. Şahsi görüşüm bu. Tamamen zevk meselesi, olabilir. Yani ben isterim ki insanlar o öykülerde kavga etsinler, öpüşsünler, sevişsinler, bağırıp çağırsınlar ve ben onların nasıl karakterler olduğunu bu hadiselerin içinde anlayayım. Onların yaptıklarıyla, söyledikleriyle, davranışlarıyla anlayayım. Yoksa yazarın bir karakterin nasıl bir insan olduğunu, ruh halini üç sayfa anlatması bana sıcak gelmiyor. Doğruluk-yanlışlık diyemem, herkesin kendi bileceği iş sonuçta, ama bana sıcak gelmiyor.
Mihail Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don’u koca bir kitaptır. Gregor, Aksinya… Ta ne zaman okudum, hâlâ aklımdadır karakterleri. Onların davranışlarından ben bir yere varıyorum. En azından böyle anlıyor, böyle zevk alıyorum okuduğumda. Bana bir karakteri yazar anlattığında değil de o karakteri kendi davranışları içinde kavradığımda daha gerçek gibi geliyor karşımdaki şey. En önemlisi de, sinemada, romanda ve öyküde heyecanın olması gerektiğini düşünüyorum. Bu, aksiyon anlamına gelmiyor. Aksiyon başka bir şey. Ama okuyucu ya da seyirci “bundan sonra ne olacak, nereye varacak bu” demeli kendisine.
İlgisiz birinin kötü bir şeye tanık olup hedef haline gelmesi, birçok dizi ve filmin klasik işleyişidir. Bu anlamda bir orijinalliği yok gibi görünüyor, ama çok katmanlı bir hikâye Feride’ninki. Birçok karakter hikâyeye girip çıkıyor ve her giren, Türkiye manzarasından bir parçayı ekliyor oraya.
Bu bağlamda aklınıza gelen başka örnekler neler?
Andre Malraux’nun İspanya İç Savaşı’nı anlatan Umut diye bir romanı var. Birkaç defa okumuşumdur üstelik. O çok çarpmıştı beni. Roman telefon başında başlıyor. Madrid’deler, Franco’nun ayaklanması başlamış. Şehirleri arıyorlar tek tek. “Zaragoza, ne durumdasınız” diyor örneğin, “Orospu çocuğu, ele geçirdik burayı, oraya geleceğiz yakında” diyor karşıdaki. Yarım saat sonra yine arıyor aynı yeri, bu kez devrimciler cevap veriyor: “Şehir elimizde, bütün faşistleri içeri tıktık.” Ya da başka bir yeri arıyor, arkadan silah sesleri gelirken cevap veriliyor: “Pezevenk faşistler dört kere saldırdı, püskürttük, salud!”
Dehşet bir roman, benim için başka bir şeydi. Çok büyük bir heyecanla başladım ve hiç kesilmedi bu duygu. Bu her romanda olur mu, olmayabilir. Bu bir edebiyat görüşü gibi algılanamaz tabii, bir roman anlayışı. Ama genelde okuru bağlayan, okurun merakını ve heyecanını canlı tutan kitapları daha çok severim. Son zamanlarda okuduğum Soğuk Deri diye bir kitap vardı. Albert Sanchez Pinol’un, Jaguar’dan çıktı. Çok ilginç bir kitap. Hiç hayatımda öyle bir roman okumadım. Bir adadaki fener bekçilerini anlatıyor. Adada yaratıklar var. Yaratıklar fenere sürekli saldırıyor. O yaratıkların vahşi olduğu varsayılıyor fenerdekiler tarafından. Fenerde de iki kişiler alt tarafı. Kitabı bitirince anlıyorsun ki, çok katmanlı bir şekilde dil meselesine, sömürgecilik meselesine dahil bir iş. Çünkü fener bekçilerinin “yaratık” dediği canlıların oranın yerlileri olduğunu fark ediyorsun. Ama dümdüz de okuyabilirsin kitabı. Macera gibi.
“Feride” de öyle. Sürekli bir kovalamaca ve kaçış hali var, bu yönüyle bir polisiye belki. “Kötü adamlardan kaçan bir kadının hikâyesi” diye de okunabilir, ama Türkiye’nin can alıcı meselelerine, kadın cinayetlerine, Kürt meselesine, ırkçılığa, yoksulluğa dair de bir kitap…
Aslında şöyle denebilir; ilgisiz birinin kötü bir şeye tanık olup hedef haline gelmesi, birçok dizi ve filmin klasik işleyişidir. Bu anlamda konunun kendisinin bir orijinalliği yok gibi görünüyor, ama çok katmanlı bir hikâye Feride’ninki. Birçok karakter hikâyeye girip çıkıyor ve her giren, Türkiye manzarasından bir parçayı ekliyor oraya. Herkes nihai olarak Feride’nin macerasına bağlanan bir şekilde kendi hikâyesini anlatırken, farklı sınıfları ve sorunları genel hikâyeye katmış oluyor. Kadın cinayetlerinden Kürt meselesine, ırkçılığa kadar bir sürü şey, meseleye Feride üzerinden dahil oluyor.
Kötü adam meselesi şöyle aslında. Bir yanından bakıldığında, Selim kitaptaki bütün karakterlerden daha kötü. Selim kendi poposunu korumak için her şeyi, ama her şeyi yapabilir ve üstelik “açıklanabilir” hale sokabilir. Ama söz kitabın başındaki cinayeti işleyen faile gelirse, o başka türlü bir kötülük. Orada, küçük insanlara her şeyi yapabileceğini, her haltı yiyebileceğini ve bunu yaptığı için asla hesap vermeyeceğini, kimsenin kendisine ulaşamayacağını düşünen biri var. Bunu kime istersen benzet, ama var böyle bir kötülük bugün. Hani mitinglerde filan “şundan şundan hesap soracağız” diye slogan atarız ya, karşımızdakiler bunu yapamayacağımızı, kendilerine dokunulamayacağını düşünerek bıyık altından gülerler. Ama o iş öyle değil işte. Bundan o kadar emin olmasalar iyi olur. Feride’nin artık kaçmaktan vazgeçerek yaptığı şey o bakımdan mühim. Bütün o korumaları, güvenlikleri, zırhları delen bir yolun mümkün olduğunu, bir başka sınıf ve cins kardeşinin dayanışmasıyla ve ortak bir öfkeyle “yapılamaz” denenin yapılabileceğini gösteriyor. “Biz bir orduyuz” diyor ya, tam öyle: Yeraltının ordusu.
Daha önceki söyleşimizde şiir için “şair kendi şiirine yeniden döndüğünde bile bütün düğümleri tam olarak çözemeyebilir” demiştiniz. Romana döndüğünüzde, Feride’de çözemediğinizi düşündüğünüz düğümler var mı?
Feride belki fazla iyimserlikle eleştirilebilir. Zamanın ruhuna baktığımızda, ilişkilerin aşırı dayanışmacı olması ve tam günümüzün gerçeğine denk düşmemesiyle belki eleştirilebilir. Bu da bir tercih. Örneğin, çok gerçekçi bir hikâye yazmış olsaydık, Feride’nin kitabın belli bir noktasında herkes tarafından kazıklanmış, ortada bırakılmış bir karakter olarak öldürülmüş olması gerekirdi. Ama bir şekilde hâlâ mevcut olan bir atmosfer onu canlı tutabiliyor. Ayrıca şu eleştiri de yapılabilir. Bazı karakterlerin akıbetlerini bilmiyoruz. Evet, örneğin Gulnora’ya ne oluyor, bilmiyoruz. Feride’ye de ne olduğunu bilmiyoruz aslında. En son bir boşlukta kalıyor, ama yapacağını yapmış olmanın huzuruyla kalıyor o boşlukta. Bundan sonrasını sanırım çok önemsemiyor artık.
Son söz?
Bir hikâye, bir konu ya da bir karakter bulursun ve çok iyidir, sağlamdır, ama sen ona lâyık olamayabilirsin. Bu korkunç bir şeydir. Senin yeteneğin ya da anlatma biçimin onu ziyan edebilir. Benim en büyük kaygım her zaman bu olmuştur. Açık söyleyeyim, şu anda bile hâlâ Feride’ye yetebildim mi, bu hikâyeye yetebildim mi, kaygılıyım. Çünkü öyledir, her zaman burada bir eksiklik olabilir mi diye hissedersin. Umarım öyle bir şey olmamıştır. Olmadığını düşünüyorum, ama içimin sıkıntısı işte. Belki de Feride’ye âşık filan olmuşumdur, bilmiyorum ki? (gülüyor)