“Hayriye Hanım” üçlemesiyle tanıdığımız Figen Şakacı, bu defa bir romanla değil, öyküleriyle karşımızda. Peki bu edebiyatın kurucu, oluşturucu, genişletici unsurları ne? Çiftleşme döneminde bir tilkinin sesinden bir kırlentin tarihimizdeki yerine, babaya itaatten anneye esarete, evlerden sokaklara, anadilinden aylaklık hakkına uzun menzilli bir okuma…
2011-2017 arası Hayriye’yle, 2013’te yayınlanan Pala Hayriye ve 2017’de Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı ile geçti. Hayriye’nin çocukluğundan başlayan, kırklarına ve sonrasına uzanan bir dönem. Bir ömür. Onun kendini kurma, varolma çabaları. Hayalleri, kavgaları, kaçışları, hesaplaşmaları… Ona mesafelenebildin mi bu öyküleri kitaplaştırırken?
Figen Şakacı: Hayriye’yle birlikte geçen altı yıl değil, Bitirgen’i (2011) yazmaya başlamam ve yayınlanması arasında da bir beş yıl var, her kitap arasındaki uzun süreleri de eklersen hakikaten ömrümün on beş yılı onunla geçti. Bir karakter üzerinden sadece büyüme hikâyesini anlatmak değildi derdim, aynı zamanda toplumsal atmosferi, her bir kitabın dilini ve kendine özgü dünyasını kurmaktı. Üçüncü romanım Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? diğerlerinden daha çok yordu beni. Memleket yanıyordu –ki yangın hiç sönmedi– ve ben ıssızlıkta kaybolmuş bir kadını arıyordum. Bu arada geçen zamanda öyküleri yazıp yazıp bazen dergilere veriyor, bazen de kendime saklıyordum. Bir gün öykü kitabı olur diye düşünmeden yazıldılar. Hayriye’nin 80’ler, 90’lar ve 2000’lerde geçen hikâyelerinden sonra yeni dil ve anlatım olanaklarına ancak farklı farklı öyküler yazarak erişebileceğimi ve öykü zamanıyla dinlenebileceğimi biliyordum. Takdir elbette okurun, ama bu yirmi iki öykünün içine dalınca Hayriye’nin dilinden epey uzaklaşmış, kendisiyle de vedalaşmış oldum.
Kesekli Tarla’daki öyküler ne zaman yazıldı? Üçleme döneminde mi, sonrasında mı?
Kesekli Tarla içinde on yıl önce yazdığım öyküler de var, on üç yıl benimle gezen, anlatılmayı bekleyen öyküler de… Her kitap çıkıp da bir sonrakine geçmeden önce uzun bir araştırma, bol bol yürüme mesaisine devam ediyor, bir yandan da öykülerle birlikte yan yollara sapıyordum. Kendimi bir yazar olarak farklı disiplinler içinde sınamak hoşuma gitti; bu arada iki tiyatro oyunu da yazdım, müzikal de ve iş gereği dizi senaryoları da, hatta yeni bir çocuk kitabına da başladım. İnsanı canından bezdiren memleket ve dünya hali karşısında yaşadığım çaresizliğin tek ilacı yazmaktı.
Şehrin sokaklarında, elimiz cebimizde en son ne zaman rahat rahat yürümüştük, girdiğimiz çıkmazlardan korkmadan, kimseye adres sormadan kaybolmayı, yeni yollar bulmayı ahir ömrümüzde ne kadar doya doya yaşadık? Bu hâlâ gündemimizde olan ve bütün ağırlığıyla kadınların üzerine çullanan bir soru. “Pala Hayriye” o yüzden bir kaçış hikâyesiyle başlar.
Covid-19’la tanışmamızla kitabın matbaaya gitmesi aşağı yukarı aynı günlere denk geldi. Şimdi ne olduğu belirsiz bir aralıktayız. Sen nasıl hissediyorsun? Bu pandemi bize neler yapıyor sence?
Bu tür felaketlerin içinden geçerken hissiyatımı üretime dönüştürmekte acele etmem. Zamanın akışında ortaya çıkan tahribatın etkilerine bakmayı, anlamayı beklerim. Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı romanını da böyle uzun bir bekleyişten sonra yazdım. Kafamda kurguladığım biçimden ve yazmaya başladığım bölümlerin hepsinden de bir gecede vazgeçtim. Çünkü o sıralarda Cizre yakılıp yıkılıyor, bodrumlardan cesetler toplanıyordu. Suruç olmuştu –ki öldürülen o gençlerin gülüşlerini, o ışıklı bakışlarını unutmak mümkün mü?– arkasından Ankara’da patlayan bomba, derken Tahir Elçi’nin göz göre göre katledilişi çoğumuz gibi beni de perişan etti. Uzun süre hiçbir şey yazamadan, tanıklığın da bir tür suç ortaklığı olduğunun derin kederiyle, sürgit bir kahroluşun içinde kayboldum ve uzun bir bekleyişten sonra Hayriye Hanım da bu ruh halinden nasibini aldı. Ondan geriye kalan ve Rüya’nın da okudukça içinde kaybolduğu her metinde derin bir öfkenin, çaresizliğin, hesaplaşmanın izleri okurların dikkatinden kaçmamıştır herhalde.
Pandemi ise bilmediğimiz bir durumun içinde belki yine bir kayboluş demekti, ama aynı zamanda başka bir hayatın mümkünlüğü üzerine de düşünme fırsatı tanıdı… Hızla, hırsla, apartmanlarda geçen zamanımıza bir durup bakma hali… Tabii bir yandan da ölüm korkusuyla yaşama arzusu arasında sıkışıp kalmışlık durumu; bir daha kimseye dokunamayacak mıyım, arkadaşlarımla kahkahalar atarak şu meyhanede oturamayacak mıyım, başıma bir şey gelirse hangi hastaneye koşmalıyım sorularının kâbus olarak üzerimize çökmesi… Ölü sayıları arttıkça kaygı da bütün ağırlığıyla boğazımıza çöktü ya, ben de bir gece çalışırken her şeyi bıraktım ve oturdum, vasiyetimi yazdım. Aniden ölürsem de ablam başucumdaki defterimi bulursa diye ona hitaben. Sonra bir rahatlık geldi bana, her gün açıklanan ölü sayılarına bakmaz oldum. Bir gün kapı çalacak, beni almaya gelecekler gibi bir bekleyiş… Bizi bu ıssızlıkta bırakıp giden Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak romanında geçer ya “ölmek ayrı şey, ölüme gitmek ayrı şey” diye, sanki tam da o yol ayrımına gelmek, durup baktığımda da sevdiklerim hariç hiçbir şeyle derinden bir bağ kurmadığımı, kuramadığımı görmek… Belki ben de bu dönemde biraz Hayriye Hanım’a dönüşmüş olabilirim, tek gidişli bir yolculuk hazırlığına.
Hayriye’nin Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?’dan bir cümlesi: “Ben bu kadar zikzak çiziyorum, sen niye bir kez olsun yolunu şaşırmıyorsun lan Rüya, fanusta mı büyüdün be mübarek?” Öykülerin ana kişisi kadınlar ve hatta yine kimi erkekler, zikzak çizenler. Yolunu şaşıranlar, ama bu şaşırmadan şikâyet de etmeyenler, bile isteye yolunu şaşıranlar. Şaşırmasalar, bu hayatla hiç baş edemeyecekler…
Burnunun dikine gidenlerin yalpalaması, çıkmazlara girmesi, zikzak çizmesi kaçınılmaz. Kendini herhangi bir duruma, kuruma, kişiye, dogmaya hizalamadan var edebilmenin bedeli peşin ödenir çünkü. Bu sizin hayatla olan gizli sözleşmenizdir ve bunu en kolay önünüze fırsatlar çıktığında anlarsınız. Para için ruhunu iktidara satanlar, kariyer için ensede boza pişiren bir patrona boyun eğenler, aman düzenim bozulmasın, başımda biri bulunsun diye mutsuz bir evliliği sürdürenler ve her türlü ilişkisini alacak hesabı üzerinden değerlendirenlerin tam tersi bir istikamette gidiyorsanız neyden şikâyet edeceksiniz; akıntıya karşı kulaç atmak bir seçim, bir ilke meselesi çünkü. Hoş bizim buralarda ilkeydi, seçimdi falan çok ihtiyaç duyulan kavramlar değil, değerlerimiz borsa gibi inip çıktıkça bulunduğu kabın şeklini alan, güçlünün etrafında pervane olan insan sayısı da artar ve onların mutlaka “mantıklı” açıklamaları olur. Öykülerimde de, hayatımda da uzak durduğum, anlamaktan ve dinlemekten yorulduğum insan türleri… Gözünü seveyim şaşırmaktan şaşmayanların.
“Hep İlk” öyküsündeki kadın, “Kendimi her türlü yasa, boşluğa yamıyorum. Sonra karşısına geçip seyrediyorum bu yeni beni” diyor. “Taş Gibi Kadın”daki, “Kendini bir hikâyeye kahraman olarak yamamaya çalışmak”tan söz ediyor. Örnekleri kitaptan çoğaltabiliriz. Dillendirmeseler dahi, Fidan, hatta Aygül… ve hatta Ömer, Adem… cinsiyet fark etmeksizin işte hep o zikzak çizenler. Hem hayata hem kendi hikâyelerine hem de bir kurmacaya “yamanma”ya çalışanlar. Bu “yamanma”nın, kendini yamamanın anlamını ters yüz ediyor, onu olumlayan bir yerden yeniden tanımlıyor ve kuruyorsun galiba, değil mi?
Sözünü ettiğin öyküleri farklı zamanlarda –aralarında nerden baksan iki-üç sene vardır– yazdım ve ancak yan yana getirdiğimde farkına vardım dediğin şeyin. Yamanmak mı bilmem, istersen kendine bir hikâyenin içinde yer edinmek diyelim. Gerçi benim karakterlerin edindiği o yer de az dingildek değildir hani. Yani diyeceğim, neyi tutsa elinde kalanların, mânâlandırdığı herhangi bir yaşantının kıvamını bir türlü tutturamayanların, kendi hikâyesinden şöyle afili bir kimlik kartı çıkarmaya çalışırken tökezleyenlerin, kendini çok mühim, pek gizemli biriymiş gibi paketleyeceğim derken eli ayağına dolaşanların başlarına gelen durumlar, tam da o eylem içindeki halleri ilgimi çekiyor. Eskiden otobüse bindiğim zamanlarda karşı koltukta oturan birine gözümü dikerdim, hem de ne kadar rahatsız ettiğimi fark etmeden. Niyetim o yüze bir hikâye yamamak değildi aslında, dediğim gibi, bilinçsizce yapardım bunu. O kişinin eve girdiğinde terlikleri kapı önünde mi duruyor, mutfağında fayans mı var, yerler marley mi, kaç odalı bir evde yaşıyor, kaçıncı durakta inecek gibi ardı arkası kesilmeyen sorular… Sonra ben de otobüsten iner, o kişiyi ânında unuturdum. “Taş Gibi Kadın” öyküsünü yazarken birden durdum, ben bu kadını nereden tanıyordum? Gözümün hafızası mıydı bana bunu yazdıran, yoksa ben mi farkında olmadan hikâyenin içine sızmıştım? Hâlâ cevabını bilmiyorum, belki de o otobüs yolculuklarından birinden çıkıp gelmiştir ve bana kendi hikâyesini dikte ettirmiştir.
Bazen karakterlerden yola çıktım, bazen sadece küçük bir olaydan. Kim yaşar bu olayı, Fidan kimdir, Gülistan kim? Aygül nasıl bir evde oturur, yüklük var mıdır mesela, ayağını altına mı alır, bağdaş mı kurar, kafasında bir çatkıyla mı dolaşır, eteğini donuna mı sıkıştırır, kimdir o? Onunla tanışmadan ne anlatabilirim ki?
Burada biraz duralım: Aylaklık erkek yazarların, erkek tiplerinin elinden alınabilir mi artık?
Aylak Adam’ı okurken de, Aylaklığa Övgü’yü hatmederken de hep aynı şeyi düşünmüşümdür. Şehrin sokaklarında, elimiz cebimizde en son ne zaman rahat rahat yürümüştük, girdiğimiz çıkmazlardan korkmadan, kimseye adres sormadan kaybolmayı, yeni yollar bulmayı ahir ömrümüzde ne kadar doya doya yaşadık? Bu hâlâ gündemimizde olan ve bütün ağırlığıyla kadınların üzerine çullanan bir soru. Pala Hayriye o yüzden bir kaçış hikâyesiyle başlar. Sabaha karşı sokağa çıkmanın ve oradan dünyaya açılmanın, genç bir kadının, Hayriye’nin hayatında nelere mâlolduğuyla, ona neler kazandırdığıyla alâkalı mühim bir mevzu. Beyazıt, Süleymaniye gibi kendine mesken tuttuğu yerlerle Hayriye Hanım’ın izini süren Rüya’nın Eminönü, Sirkeci civarında dolaşırken artık kendini ait hissettiği hiçbir mekânın olmayışına içlenişi arasında da böyle hüzünlü bir köprü kurulmuş oldu. Her ne kadar Russell aylaklığı çalışmaya karşı bir başkaldırı gibi ele alsa da, yazar olarak aylaklığa hep ihtiyacım olmuştur, yazacağım her neyse onun provası olur, hikâyeyle birlikte başıboş gezinme halini severim… Rastlaşmalara, çarpışmalara, çukurlara, hayretlere, dalgınlıklara, uğultulara, keşiflere, hüsranlara kalabalıklar içinde kaybolarak ulaşılabilir zannımca. Öykülerimi yazarken de böyle aylaklıklar çok yaptım. Belki bundan sebep kitaptaki birçok öyküde ev içlerine sıkışmışlığın yanısıra, “Taş Gibi Kadın” öyküsünde ya da “Fidan’ın Boynu”nda olduğu gibi alıp başını gidebilmenin esenliğine karakterlerim de erişsin istedim. Hatta bir ara kitabıma isim ararken Ç’aylaklığa Övgü mü koysam diye düşündüm. Bu kadar iddialı bir isim de fazla geldi sonra; nasılsa yazdıklarımla derdimi dillendirmiştim. Burada da yekten söyleyeyim: İşini bilen, kurnazlığıyla övünen, hiç yaş tahtaya basmamakla böbürlenenlerin pişmanlık, suçluluk gibi ateş çemberinden geçmeyenlerin yanında ya da yerinde olacağıma çaylaklığı, sokaklardan sistematik bir şekilde elimizi eteğimizi çekmemizi isteyenlere inat aylaklığı tercih ederim. Yazarken de, yaşarken de Turgut Uyar’ın “Efendimiz Acemilik” metnini hiç aklımdan çıkarmam.
Tam bu bağlamda bir alıntı: “Denizden esen, estikçe ürperten rüzgâr olmasa bok atılacak bir sürü şey bulurdum. Evet, huysuz bir kadınım ben. Dünyaya yamuk bakar, gözüme batan her şeyi tek tek ayıklarım. En ufak bir kıymığı kanırta kanırta yaraya çeviririm. Sanıyorum, kocam da bu yüzden evi terk etti.” Taş gibi kadın, ama bakalım neden taş gibi? Sonu mühim, “spoiler” vermeyelim. Ilgıncar’lar, Aysel’ler, Zenîme’ler, Tante Rosa’lar, Dirmit’ler… ve nicesiyle, kandan değil de kadınlıktan bir akrabalıkları var mı kadınlarının? Kendini, diyelim ki bu deltanın neresinde konumlandırıyorsun?
Sözünü ettiğin bir deltadan ziyade bir umman… Saydığın kahramanların her birinin meşrebimde de, üslûbumda da mutlak bir katkısı var. Çağdaşım kadın yazarların Suat Derviş’ten, Zabel Yesayan’dan, Tomris Uyar’dan, Leyla Erbil’den, Adalet Ağaoğlu, Sevim Burak, Selçuk Baran, Nezihe Meriç ya da Sevgi Soysal’dan etkilenmeden, o köklenmiş dertleri kendi dillerine tercüme etmeden, yeni bir biçem ve söylem arayışlarına girmeleri çok zor. İlla gelenekten beslenmeli ve aynı istikametten gitmeliyiz demiyorum, onlardaki cüreti miras alıp yeni dil arayışlarına girmek, sözcüklerin boynunu çıt diye kırarak kendi ağzına oturanı bulmak, sadece fazla erkek bir dünyaya değil, topyekûn ataerkiye tos vurmak için bu cüret şart çünkü; yazıda da, yaşantıda da başına buyrukluktan yanayım… Kendi yazınsal serüvenimi hata yapmaktan, yalpalamaktan korkmadan, bundan sonra yazacaklarımı bir proje gibi değil, yeni bir deneyim gibi görerek, sınırlarımı zorlayarak devam ettirmeyi istiyorum.
Burayla da ilişkilenerek Kesekli Tarla’ya dönelim. Kıyıda olma halinin direngen bir damar olup pıt pıt atışına. “Hal ve Gidiş”, “Fidan’ın Boynu”, “Başkalarının Hayatı”, “İki Sabun Bi İlif”, “Korpus Kallasum”… Kadın karakterlerin güç ya da güçlü olma kaygısı taşımıyorlar. Kendilerini de buradan kurmuyorlar. Aile, evlilik, aşk, beden, cinsellik, hepsiyle bir dertleri var, pek çoğumuz gibi. Bizim de hesabımız kitabımız hiç bitmiyor. Bu pıt pıt atan damar bir baş etme, direnme aracı, yolu mu, açık ya da örtük? Bir yazar olarak bu tercihin kaynağında neler var?
Yaşamla bağım öyle denizci düğümü gibi değil, pamuk ipliği desen o da değil. “Tavrım bir şeyi bulup coşmak”, sonra da kıç üstü oturmaktır. “Pıt pıt atan” o damar bazen inattan, bazen adaletsizliklere karşı öfkeden, bazen yoksunluktan, bazen kalleşlikten, bazen de seni edilgenleştirmeye çalışanlara karşı durmaktan beslenir. Bir yandan kendi içimizde ya da aramızda kurduğumuz mahkemelerde adam asmaca oynarken, diğer yanda adaletten ve demokrasiden bahsetmek ne kadar mide bulandırıcıysa, bütün bunları tek tek muhataplarının yüzüne vurmak da o kadar yorucu. O yüzden “Fidan’ın boynu” kıldan ince değil, her türlü zulme, düştüğü aşktan aldığı yaraya rağmen o boyna fularını takar ve çeker gider. Bu ülkede insanın kendini gerçekleştirebilmesi, kendine alışması, kendi olmakta ısrar ve inat etmesi ne kadar zorsa, kendini bulması da o kadar zor. O yüzden büyümek de bitmez, olmak da, oldurmak da…
Bir gün kollarımda kızarıklıklar çıktı, öyle kaşınıyor ki, dayanamıyorum. Anneme gösterdim, “aaa bunlar dabaz” dedi. Merhem falan sürmeyecekmişim, bir dört yol ağzına gidecekmişim, bir kova da su alacakmışım, başımdan aşağı dökerken “ben dabaz oldum, havlamaz oldum, hav hav” diye bağıracakmışım. Kızarıklıklar ânında geçermiş… Kendime söz vermiştim annemin bu dilini dolaşıma sokacağıma, edebiyatımla hemhal edeceğime…
Bu damarın hep canlı kalmasının bir yolu da anlatımdan, dilden geçiyor olsa gerek. Örneğin, öykülerinin atmosfer ve tonu. Sonra, monolog ya da iç monologlarının depresif bir kuyuya dönüşüp okuru da içine çekebilecekken böyle olmaması. Kişilerin kendi kendileriyle hızlı, seri, açık, dolambaçsız konuşuyor. Üzerimize çöktü çökecek ağır havayı dağıtıyor. Öykü, bir karanlığa, kasvete kendi üzerine kapanmıyor; dışa, dışarıya, başka bir ihtimale, damla ya da demet bir ışığa açılıyor… Orası ne olur, bilinmez, ki bilmek çok da mühim değil. Galiba bunda gündelik dili, argoyu, deyimleri, atasözlerini tüm olağanlığı içinde kullanmanın da etkisi var. Kurulan değil, yaşayan bir dil. Başka bir açıdan, anadili Türkçe olana dilini hem öğreten hem hatırlatan hem de yeniden sevdiren bir dil bu. Ne salt kitâbi ne sadece sokak. Bu dil nerelerden beslendi, besleniyor?
Okuduğum herhangi bir kitapta dünyanın en güzel hikâyesi de anlatılsa, eğer dili ağzımı sulandırmıyor, elimi kaşındırmıyorsa, o anlatının içine çok giremiyorum. Özlü sözlere, 140 karakterli lafı gediğine koymaklara heves eden, okura akıl-öğüt vereceğim, yazar olarak kendimi parlatacağım diye telaşa kapılan yazar metnin içinde mutlaka görünür çünkü. Kurmacanın en sevdiğim yanı okuru anlattığı her neyse ona inandırmaktır, inandırıcı olacağım diye kırk dereden su getirmek değil. Üçlemeyi yazarken de, öykülerde de bazen karakterlerden yola çıktım, bazen sadece küçük bir olaydan. Kim yaşar bu olayı, Fidan kimdir, Gülistan kim? Aygül nasıl bir evde oturur, yüklük var mıdır mesela, ayağını altına mı alır, bağdaş mı kurar, kafasında bir çatkıyla mı dolaşır, eteğini donuna mı sıkıştırır, kimdir o? Onunla tanışmadan ne anlatabilirim ki? Nasıl anlattığım ise, kitabın sonunda da söylediğim gibi, “ana dilimden” kaynaklı olsa gerek. Annem en ufak bir şeyi anlatırken öyle metaforlar kullanır, öyle taklitler yapardı ki, kimden bahsettiğini o adını vermeden şıp diye anlardım. Misal pazara mı gitti, döndüğünde elinde bir sürü sebze ya da meyvenin yanında hikâyelerle gelirdi. Sözgelimi domates seçerken onu ittirip öne geçen bir kadından mı bahsediyor, o hiç değinmese de kadının saç renginden kıyafetine kadar her şeyi görürdüm. Sen ne yaptın diye sorunca, muhteşem bir finalle konuyu kapatırdı. Ne lafı uzatırdı ne de fazladan sahne alırdı. Sadece olanı ballandırır, ağzımızda bir tat bırakır ve döner arkasını giderdi. Benim bir dönem yaptığım stand-up’larda da, yazdıklarımda da en çok onun sesi çınlamıştır kulağımda. Hatta burada komik bir anekdot da anlatayım: Bir gün kollarımda kızarıklıklar çıktı, öyle kaşınıyor ki, dayanamıyorum. Anneme gösterdim, “ne yapacam anneciğim bunları, çıldıracağım artık” dedim. Annem koluma şöyle yakından baktı, “aaa bunlar dabaz” dedi. O ne demek diye sormaya kalmadan, çözümü yapıştırdı. Merhem falan sürmeyecekmişim, bir dört yol ağzına gidecekmişim, bir kova da su alacakmışım, başımdan aşağı dökerken “ben dabaz oldum, havlamaz oldum, hav hav” diye bağıracakmışım. Kızarıklıklar ânında geçermiş. Düşünsene benim annemin aklına uyup, Taksim meydanına çıkıp havladığımı falan… (gülüyor) Bunları anlatırken komik olmaya, güldürmeye çalışmazdı, gerçekten bunun bir tedavi yöntemi olduğuna inanırdı. Sağlığında onun ağzından dökülen her şeyi yazdığım bir defter vardı. Bitirgen’e başlamadan önce kendime söz vermiştim annemin bu dilini dolaşıma sokacağıma, kendi edebiyatımla hemhal edeceğime… Zaten Kesekli Tarla ismi de onun bana söylediği bir sözden mülhemdir.
Dil, anlatım demişken azıcık daha duralım burada. Bitirgen’de onlu yaşlarındaki bir kız çocuğunun dilinden konuşuyordun. Onu temsil etmiyor, o role bürünmüyordun. Bu, öykülerinde de böyle. Ki en güzel örneği “Ağıtsayaç”. Öldürülenler dile geliyor, sen onlar adına, onlar için konuşmuyorsun. Onlar ölüler, ama konuşmaya devam ediyorlar. Her biri birer özne, anlatıcı. Çoklu anlatıcılı bir öykü bu. Ki ajitasyona oldukça açık bir meseleyi ele alıyorsun: Kadın cinayetleri! Ama ne mağdur ne de kurbanlar. Bu dil ve bakış tercihinin temelinde yatan ideolojik tercihler neler? Bir anlatı dilini buradan kurmanın yolu nerelerden geçiyor?
Her şeyden önce mağdur dilini sevmiyorum. Aylardır “Gülistan Doku nerede” diye sora sora dilimizde tüy bitti. Daha onun akıbeti belli olmadan Pınar Gültekin’in öldürülüşü hepimizi yaktı geçti. Onun acısı tüterken gün içinde ortadan kaybolan kadın haberleri arka arkaya sökün etti. Bize bu iktidarın sunduğu iki seçenek mi var: Ya yaşamın her alanından elini etini çekmeni isteyen zihniyetinsin ya da toprağın! Kendileri imzalayıp sonra da yan çizmeye çalıştıkları İstanbul Sözleşmesi’nin ilk maddesinde açıkça yazıyor: Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak, kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak. Bunun güvencesini vermeyen, kadınları değil katilleri koruyan bir sisteme karşı ne yapacağız? Bir cins-kırıma doğru gidiyoruz, bu durum karşısında sokaklara dökülen kadınları yerlerde sürüklüyorlar, acımızı bile yaşayamıyor, Pınar’ın, Fatma’nın, Özgecan’ın, Emine Bulut’un ve bir çırpıda isimlerini bile saymaya nefesimizin yetmediği öldürülen kadınların yasını tutamıyoruz. 18 yıllık iktidarın bilançosu 15.557 kadın cinayeti. Alın size sayacın durumu! Bundan kimse bizim kadar korkmuyor, endişe duymuyorsa vay halimize, diğer yandan siyaset sahnesinde taksiciler kadar hükmü geçmeyen kadınların birbirleriyle didişecek, ayrı düşecek zamanı ve lüksü yok! Birbirimize tutunmaktan, yan yana yürümekten başka çaremiz de…
O öyküde anlattığım bıçaklanıp yol kenarına atılan travesti Fatih K. gibi kim bilir kimler var, artık sayamaz olduk. Bu ülkede tıkır tıkır işleyen tek mekanizma ne yazık ki Anıt Sayaç. Ben onun adını “Ağıtsayaç” koydum, ama öyküde konuşanların hiçbiri ağlamıyor ya da mızırdanmıyor. Çünkü bunu yapsaydım, çok ayıplardım kendimi. Onları öldürenlerin her biri elini kolunu sallayarak ortalarda dolaşıyor ve her gün yeni bir katil çıkıyor. Öldüren, döven, horlayan, psikolojik şiddet de dahil her türlü büyüklenmeyi kendine hak gören, durmadan kadınlara akıl veren, hatta utanmadan hamilelik konusunda bile konuşmaya kalkan erkekler ordusuna, kız çocuklarını potansiyel karıları olarak gören zihniyete karşı öfkemle ancak bu öyküyü yazarak başedebildim. Ki dediğim gibi yazarken böyle yoğun duygulardan uzak durur, yatışmayı beklerim. Bu kez yapamadım, içimden bir alev topu çıktı, katillerin suratına tükürdü gitti. Çoğumuzun malûmu olan kadın cinayetlerine de, cinsiyetçi söylemlere de kendi edebiyatımda yer vereceksem bunu bir gazete haberi tonunda değil, onları dinleyerek, dillendirerek ve yazar olarak kenarda durarak verebilirim. Bu tercih elbette ideolojik olduğu kadar, belli bir edebiyat terbiyesinden geliyor. Uzun yıllar karşılaştırmalı edebiyat dersleri aldığım Tomris Uyar, bir öyküyü okurken ve okuturken hep durur, yazar burada bana bir şey mi gösteriyor, bir şey mi anlatıyor diye sorardı. Ben de öykünün içinde uzun anlatımlar ve kanaat bildirimlerindense, göstermeyi anlatmaya yeğlerim.
Tomris Uyar, bir öyküyü okurken ve okuturken hep durur, yazar burada bana bir şey mi gösteriyor, bir şey mi anlatıyor diye sorardı. Ben de öykünün içinde uzun anlatımlar ve kanaat bildirimlerindense, göstermeyi anlatmaya yeğlerim. Başka türlüsüne elim de gitmez, dilim de dönmez.
“Hepsi Bu”da, kediyle yaşayan kadının değil de kedinin hem anlatıcı hem öykü kişisi olmasının, bizim hem onun hem de onunla ilişkisi üzerinden kadının hikâyesini öğreniyor olmamızın bu temsil etme/etmeme tercihiyle bir bağı var mı? Sözü öznenin kendisinin kurmasının?
O öykü de aslında aynı saikle yazıldı. Kediyi mi insanlaştırıyorum, anlatıcıyı mı kediye yanaştırıyorum, onun gözünden insan ne, insanın gözünde kedinin yarattığı duygulanımlar ne ifade ediyor? Bu sorular kafamı kurcaladı. Tabii özellikle kedilerle kurduğumuz ilişkilerde onlara insan isimleri takmamız da dahil olmak üzere başka bir dinamik var. Çocukluğumdan beri hep kedilerle yaşadım ve bir gün dile gelip “saçmalama Figen ya” ya da “helal olsun kızım sana” diyeceklerinden nerdeyse emindim. Aysel kedisi de onlardan biri işte. Az laf sokmuyor, zaten kimseye de ağzını açtırmıyor, benim yazar olarak ona hükmüm nasıl geçsin?
Dilimizden, günümüzden de eksik olmayan ezel ebed meselelerimiz de var tabii. Mesela, baba! Öykülerinde hasta babalar, ölmüş babalar, var ama yok babalar var. Anne tam olarak böyle olmasa da benzer; ne kutsal, yüce, vazgeçilmez ne lanetlenesi. Kayıp, deli, varla yok arası. Aile hem kök, bağ, yer, yurt hem de zincir, kaçılası, uzaklaşılası. Burada ne salt bir yıkım ne de güzelleme söz konusu sende. İkisi arasında salınmakla beraber, hâlâ cevabı verilmemiş, kolay kolay da verilemeyecek, ipte asılı birkaç soru: Baba/anne/aile bizim neyimiz olur?
Freud’un lafı mıydı, yoksa başka birinin mi, ama mealen şöyle: “Her çocuk kederlidir, çünkü anne-babası vardır.” Buradan baktığın zaman ontolojik ve aynı zamanda biricik bir sorun olarak duruyor çocuk olmak. İnsan türünün, özellikle de çocukluk evresindeki aczine çok üzülürüm… Gümüşlük Akademisi’nde Latife Tekin’le Bitirgen ve Dirmit atölyesinde beraberken konuşmuştuk. Latife, “şimdi genç yazarlar boyuna aile, anne-baba yazıyor, biz daha çok toplumsal olaylara odaklıydık” demişti. Ben de öykülerime bakarken ve yazarken aynı şeyi düşündüm: Evet, hasta ya da ölmüş babalarla uğraşıyorum, babaların yetkisini elinden almaya, rütbelerini sökmeye, anneyi ya da anneliği anlamaya çalışıyorum. Coğrafya kaderdir, aile kısmettir diyeceğim nerdeyse. Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı romanında da bu aile meselesini ters yüz etmeye çalışmıştım. Hayriye, kendine yeni bir benlik hayali kurarken, diyelim ki adım Hayriye değil de Hülya olsaydı diye başlıyor ve Avrupa’da bir hayata kadar uzanıyor, sonra yorgun düşüp vazgeçiyor ve kendi hakikatine dönüyordu. Calvino der ya hani, “Yalnızca bir el, kalem tutan ve yazan kopuk bir el olsaydım. Bu eli kim hareket ettirecekti? Adı sanı belli olmayan kalabalık mı, zamanın ruhu mu, ortak bilinçdışı mı? Bilmiyorum.” Aslına bakarsan ben de bilmiyorum. Ama mutlaka kişiliğimde de, yazdıklarımda da annemden devraldığım dil, babamdan gördüğüm sevgi, çevrenin kem gözleri, aile kurumunun dayattığı kurallar, devletin her daim ensemizde duran kılıcı ister istemez etkili olmuştur. Zaten amacım ve meselem buydu, bir sorunun peşinden gitmek: Bu ülkede kız çocukları nasıl büyür, neler yaşar? Hayriye’den yola çıkarak üçlemeyi yazmaya soyunduğumda, öykülerle boğuşurken de hem bu soruya cevaplar arıyor hem de hasar tespit çalışmaları yapıyordum. İçine doğduğumuz aile bize neler yapar, neler katar, sonra biz bunlarla nasıl baş ederiz, kendimizi nasıl var ederiz? Hayriye “artık kimsenin kızı değilim” derken köksüzlüğe işaret etmiyordu sadece, bir özyıkıma kalkışıyor, kendini sabitlendiği yerden sökmeye çalışıyordu; dünyaya savurmaya, hatta parçalanmaya ve o parçaları tek tek toplayarak kendine bir kimlik bulmaya… Bu sadece psikolojik bir inşa süreci değil, aynı zamanda yüklendiğimiz bütün kültürel kodların, Fanon’un deyimiyle, toplumsal bilinçdışının ve o hasarların hesabını sormakla, onların her birinin kişiliğinizdeki etkilerine bakmakla, anlamakla ilgili. Özetle, babaya itaati, anneye esareti sorgulamadan yürünen yol da keseklidir kesekli.
Öykülerinde ev, salt bir mekân, atmosfer kurma, meram anlatma aracı değil. Çeşitli kılıklarda çıkıyor karşımıza. Bir ihtiyaç olarak ev, kaçılan, terk edilen evler, hem kurmak hem yıkmak istenen evler… Necatigil der ya, “Evlerle savaşımız / Savaşların çetini”. O tabii bunu daha sınıfsal bir yerden de kurar. Sen evi, evleri çok açıdan sorunsallaştırıyorsun. Nedir meselemiz bizim evle?
Burada yolumuz Necatigil kadar Gaston Bachelard’a da çıkar herhalde. Kitaptaki “Ben hangi kutunun içindedir?” öyküsünü yazarken her ikisini de hatırladım, yeniden yeniden okudum. O öykü de zaten Birikim dergisinin “Eşya bize ne anlatır?” dosyası için yazılmıştı. Mekânın Poetikası’nda Bachelard’ın sorduğu sorudan hareket ettim ve nerelere gittim: “Nasıl oluyor da gizli odalar, ortadan kalkmış odalar, unutulmayan bir geçmişi barındıran barınaklar haline geliyor? Dinginlik kendine nerede ve nasıl ayrıcalıklı durumlar bulabiliyor? Geçici barınaklar ve rastlantısal sığınaklar, özel düşlerimizde kimi zaman nasıl nesnel hiçbir temeli olmayan değerler kazanıyor?” Bu soruyla birlikte, burnuma bir koku geldi. Yeni yıkanmış bir beton kokusu; biraz tuzlu, harçlı, serinlik hissi veren, çok uzaklardan kekikler toplayıp avcuma ufalayan ve beni bu duyguyla uzun süre baş başa bırakan bu soru ve onun beraberinde getirdiği koku. O öyküyü üç aya yakın bir sürede yazarken hep o koku eşlik etti bana. Necatigil’in “Evin Halleri” şiirini ise uzun yıllar önce okumuş ve o zaman yaşadığım aile evimizi –e hali, –de hali, –den hali diye çekiştirip genişletmeye, oradan kaçacak bir tünel kazmaya başlamıştım. Seneler sonra da aynı hisle kalakaldım. Evin sadece bir sığınak ya da barınak değil, ansızın bir hapishaneye dönüşebileceğini salgın da bize fena öğretti. Hatta hiç unutmuyorum, karantina zamanı bir pencereden yaşlı bir kadın bacaklarını uzatmış, ellerini havaya açmış, kafası içerde, bir kısmı dışarda, “bıktım artık” diye bağırıyordu. Kadının damarlanmış bacaklarına, ayaklarına, ellerine yan pencereden bakarken “işte” dedim, “aslında bu senin de hayatının bir fotoğrafı”. Elin, kolun, gözün dışarda, ama kendin içerdesin. Evin en yalın hali yıllardır bu benim için. Uzun süre dışarı çıkmadığımda ya da çıkar çıkmaz huzursuzlanıp eve koşar adım döndüğümde aslında hep aynı döngüye varıyorum: İçerdeyken dışarıyı, dışardayken içeriyi düşünmek ve dönüştürmek. Eskiden dışarı çıkınca virüs kapıp öleceğim korkusu yoktu da, şimdi şuraya gitsem gaz mı yerim, şurada otursam biri ileri geri konuşup canımı mı sıkar, orada bir makarnaya otuz lira vereceğime evde mi yapsam, dışarda arkadaşlarla eğlenirken yan masadan birileri sarkar da olay mı çıkar diye diye düşünüp kendimi eve kapatırdım, sağolsun ev de elimi hiç boş çevirmedi. Oysa benim için esaslı bir evden çıkış denize atlamak, dağ bayır dolaşmak, bir ağacın dibine çökmek, bir köpekle koşturmak, bir kediyle rastlaşıp selamlaşmak demek. Ancak o zaman geri dönüş bir aciliyet içermiyor, hatta Hayriye Hanım’ı yazarken bir gün şnorkel ve gözlükle denize açılmış, gümüş balıklarını seyre dalmıştım. Güneşin ışıkları suda kırılarak, balıklar sağımdan solumdan geçerek beni kendi âlemlerinde öyle bir ağırlamışlardı ki, o hipnotize olmuş rahatlık hissiyle uyuyakalmışım. Kendime geldiğimde ya da dünyaya geri döndüğümde nasıl bir yabancılık, nasıl bir şaşkınlık halindeydim, anlatamam. “Kızım, insan evinde, yatağında uyur, denizde uyunur mu” derken anladım ki, o hal canlılar âleminin bir köşesine ilişip “hah burada da fena durmuyorum hani” demekmiş. Ev terk etmek, kaçmak, dönmek, düzenlemek, yapmak, yıkmak için ille şartsa da, artık güvenli bir mekân değil. Hele apartman hayatı insana göre hiç değil; ya sabaha karşı üst katlardan bangır bangır müzikler çalar, ya diğeri çarşafını asıp burnunuza dayar, sizi ne sizle ne de evinizle baş başa komazlar. O yüzden tenhalıkta ferahlık vardır.
Çocukluğumdan beri hep kedilerle yaşadım ve bir gün dile gelip “saçmalama Figen ya” ya da “helal olsun kızım sana” diyeceklerinden nerdeyse emindim. Öyküdeki Aysel kedisi de onlardan biri işte. Az laf sokmuyor, zaten kimseye de ağzını açtırmıyor, benim yazar olarak ona hükmüm nasıl geçsin?
Set işçisinin çalışma koşullarına cinsiyet üzerinden kurulan tahakküm, güç, otorite ilişkileri; evlilik, kadının kendisi olarak varolabilme çabasına kentin dönüşümü, dönüştürülmesi; edebiyat dünyasına yönelik eleştiriye kültürel, sınıfsal pozisyonlar sızıyor. Merkezde akan, ana hattı kuran bir sorunsal var, ama sızmalarla beraber akıyor. Öykülerinde kesişimsel bir bakıştan söz edebilir miyiz?
Nasıl kişisel olan politikse sınıf çatışmasına dayanan her türlü ilişki de edebiyatın meselesidir. Eşle, işle, evle kurulan her temas hem bir kesişimi hem de bir ayrışmayı beraberinde getirir. Öyküye duygusunu veren, ona can katan sızmalardır, hatta okurda yarattığı ince bir sızıdır. Ham gerçekliği olduğu gibi ortaya koymak, ahkâmdan medet ummak, yazar olarak politik tavrımı belli edeceğim diye öykünün iç zamanına müdahale etmek başvuracağım bir yol değil. O sızmalar bulduğu deliklerden baş verir, sonra kendi yoluna gider. Yazdıklarımda bir “kahraman”a ihtiyaç duymamam bu yüzden belki. Dağ gibi babaların hükmünü geçersiz kılanları, iktidarını tuzu kuruluğuna dayandıranları, bununla yetinmeyip kanaat önderliğine soyunanları, umut tacirlerini, insana ait ne kadar saf duygu kalmışsa ona aşk süsü verip hem kendini hem başkalarını kandıranları, kültür dünyası dediğimiz ve bence artık iyice amorflaşan o yapı içinde yer edineceğim, ün elde edeceğim diye olur olmaz zamanlarda sahneye fırlayanları öykü karakterleri haline getirdiğim doğru. Ama şunu da anlatmadan geçmeyeyim: Geçen eylül ortası, yine yazmak için bir ücraya sığındım. Bozcaada’da bir dostumun evine. Kimsecikler yok, ev de tepelerde bir yerde, müstakil ve serin. Ne yazacağımı bilmiyorum, boyuna yürüyüp duruyorum, yemekler yapıyorum, “burada başıma bir şey gelse kimi ararım” sorusunu öteleyip duruyorum. Derken sabaha karşı uykumun arasında bir kadın çığlığı duydum. Nasıl güçlü, nasıl bir feryat figan ses… Kalktım, balkona çıktım. Karanlığın içinden yükselen çığlığa daha bir yakın olmak istedim, o anda ürpertiden çok bir merak düştü içime. “Aa bu bir vaşak sesi” dedim. Hiç vaşak sesi duymuşluğum yok, uyduruyorum. Hemen internetten araştırdım, dinledim. Evet, duyduğuma benziyor ses, ama tam da değil. Sonra tilkilerin seslerini aradım, nasıl, ne zaman bağırıyorlar… Hah, onlarınkine daha yakındı bu duyduğum ses. Meğer çiftleşme zamanı böyle bağırırlarmış, gecenin karanlığında çığlık çığlığa eş arıyorlarmış. Helal olsun tilkilere! Ertesi sabah bilgisayarın başına oturup “Bilmediğin Şeyler Var Şeyda” öyküsünü yazmaya başladım. “Madem gece bu seslerin peşine düştün, Fidan’ın canına kast eden kocası Salih’i de dinlemelisin, kimdir o, tanımalısın” dedim. Diyeceğim, illa kadın hikâyeleri anlatacağım derdi beni gerer. Faniliğimizi, bu canlılar âleminde zerre kadar yer kapladığımızı unutmadan, bütün sesleri duymak istiyorum, onların kendi dillerine kulak kesilmek istiyorum. Sözünü ettiğin kesişimsellik herhalde buralarda tezahür ediyor. Çünkü Salih de, kedi Aysel de, Ömer de, İrfan da bu saikle dile geldiler.
Öykülerde çürüme ve hastalık temalarının katman katman kurulmasını da bu kesişimsel bakış sağlıyor olsa gerek. Beden hasta, evler, şehir, toplum, sınıf… hepsi hasta. Hepsi çürüyeyazmış. Mecaz anlamıyla baskı, zorbalık, tahakküm, güç, ikiyüzlülük, sahtelik… Ve “İnceldiği yerden kopan tek şey, inceliğin kendisi. Paldır küldür yaşadığımız için bunu bile görmüyoruz.” (“Hal ve Gidiş”) Bu hoyrat çağın özeti bu cümle.
İnsan hep çürüktü, hiçbir zaman iyi biri olmadı ki. Hannah Arendt’in bir kavram olarak ele aldığı “kötülüğün sıradanlığı”nı herkes diline doladı da, iyilik nedir, iyi insan olmanın yolları nelerdir, niye hiç konuşulmuyor? Biz hâlâ “kuşları, keçileri öldürme, zeytin ağaçlarını kesme” diye bağırıyoruz. Öldürmeyeceksin şartının koşulduğu on emirden bu yana geçen yüzyıllara rağmen hâlâ bunun için yırtınmamız bizleri iyi insan yapmaz, ancak naçar canlılar haline getirir ve getirdi de nitekim. Diyeceğim, iyilik, kötülüğün terazisinde ölçülemez. Misal muhbirlik, linç de bir insana yapılan en ağır kötülüklerden biridir. Bir insan neden muhbir olur, nasıl olur diye düşünürken bir gazete haberine rastladım ve “İsmail’in gör dediği” öyküsünü ondan yola çıkarak yazdım. Yaktığı canları, söndürdüğü ocakları, yaptığı kaçakçılıkları, ihbarları okuyunca gerçekten hayretler içinde kaldım. Ama o İsmaillerden her zaman mebzul miktarda vardı. Ben sadece birinin yüzüne ışık tuttum. Çürüme meselesine gelince, salgınla birlikte dilimize pelesenk olan “sosyal mesafe” sosyal medyayla birlikte daha çok görünür oldu. Kime yakın olduğunuz, kime uzak düştüğünüzle değerlendiriliyor artık. İki kişi arasındaki en kısa mesafe bir tweet’le aşılabiliyor, bir tweet’le ya da bir tıkla en az bir karış açılabiliyor. Mikro düzeyde lobi faaliyetlerini, cemiyetleşme girişimlerini oturduğunuz yerden seyredebiliyorsunuz artık. Ne diyeyim, Allah herkesin layıkını versin.
Latife Tekin “şimdi genç yazarlar boyuna aile, anne-baba yazıyor, biz daha çok toplumsal olaylara odaklıydık” demişti. Ben de öykülerime bakarken ve yazarken aynı şeyi düşündüm: Evet, hasta ya da ölmüş babalarla uğraşıyorum, babaların yetkisini elinden almaya, rütbelerini sökmeye, anneyi ya da anneliği anlamaya çalışıyorum.
Ya ilişkiler; flörtler, sevgilikler, evlilikler… “Başkalarının Hayatı”, “Ana Ekran”… Yürümüyor, boğuyor, insanın üzerine çöküyor. Sen “ama kararmayın, köprüden önce son çıkış mümkün olabilir, aman ha kaçırmayın” diyor gibisin. Olumlanan bir son. Bitmiyor, başlıyor gibi bazı öyküler. İlişkilenme biçimlerindeki genel kabullere, tekçiliğe, bir yazgı olarak kabullenene itiraz olarak da okumak mümkün.
“Başkalarının Hayatı” öyküsü, aşk uğruna kendini unutanları, kendinden vazgeçenleri ve kendini hatırlamak için gerisin geri yürüyerek –evet, yine o kesekli tarlada– kendine kavuşmayı dileyenleri düşünerek yazıldı. “Ana Ekran” ise tamamen yas duygusuna yakından bakmak için… Ölümden sonra yasla ayrılıktan sonraki yas birbirine bu kadar benzemeseydi, Karacaoğlan da önümüze devasa sorunlar olarak “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”ü koymazdı herhalde. Yas duygusu insana neler yaptırır ya da yas tutan bir insan neleri yapamayacak hale gelir, ertelenmiş bir yasın insanın burnundan acı acı gelmesi ne demektir? Tabii annemi kaybettikten sonra iyice üşüştü bunlar başıma… Annemin ölümünün üstünden on üç yıl geçti; o hastanedeki ekrana ben de baktım ve ancak şimdi yazabildim “Ana Ekran” öyküsünü. Bu zamana kadar o yas duygusundan çıkış bulamadığım için mi, yoksa ancak yazarak kurtulmayı beklediğim için mi bilmiyorum gerçekten. İlişkilerdeki genel kabullere gelince, içtenlikle söylüyorum, elli yaşıma dayandım, hâlâ inanmayı seçerim. İnatla, ısrarla ve evet, hüsranı da göze alarak. Herkesin birbirinden bir “tıkla” şıp diye vazgeçtiği, elinde silgiyle ya da mahkeme tokmağıyla dolaştığı, yakınlarından başlayarak herkesi hal ve gidişine, çıkarına göre puanladığı böyle sefil bir çağda, birbirini koşulsuz kabul eden dostluklara, yediğim bütün kazıklara rağmen güvenirim. Şüpheyle yaklaştığım kimseyle de arkadaş olamam. İnandıklarımın yanında da onlar beni sevdiğime pişman edene kadar dururum. Reflekslerim öz savunmadan ziyade dışarı doğru çalışır, herhangi bir durumun içinden geçmek, üstüne yürümek, bodoslama dalmak şeklinde.. Ha özüyle sözünü kendi vicdanında tartmayanlardan sıtkım sıyrılmaz mı, hem de hemen. Özetle, nasıl yaşıyorsam öyle de yazmaya çalışıyorum.
Bunun için de hatırlamak, unutmamak, öfkeden ve direnmekten vazgeçmemek gerekiyor herhalde, ki Kesekli Tarla’da bu, öykü dışından da destekleniyor. İki alıntı var kitapta. Gülten Akın ve İnanç Avadit’ten. İlki unutmamayı, bağışlamamayı, düşmanını sevmemeyi, susmamayı, büyük kavgayı beklemeyi tembihliyor. Bununla açılıyor kitap. Sonra ikincisi, “ormanın düşman ve anne olduğu o çok eski zamanları” hatırlamak. Hatırlamak, unutmamak çok katmanlı. Hem kurgu, teknik hem atmosfer ve onu kuran öğeler hem de tematik olarak. Ama tüm bunların yanında, buraya kadar konuştuğumuz her ne varsa hepsine dair bir hatırlama, unutmama çabası ve çağrısı olarak da okunabilir bu öyküler. Hem hakikate hem okura karşı etik bir sorumluluk taşıyorlar, ama bu zihnine, diline bir bağa, engele dönüşmüyor…
Benim bildiğim iki türlü yaklaşım var: Birincisi insanı ayakta ve hayatta tutanın unutmak olduğu, diğeri de geçmişle hesaplaşmadan, eski defterlerin arasında kaybolmadan kendiliğe, geleceğe varmanın çok da düze çıkarmayacağı… Yazarın dünyasını daha geniş alanlara açansa birindeki konfor değil, diğerinin meşakkatidir. Öykülerde geçen çatı katları, yüklükler, duvar kâğıtları, eski mektuplar, kokular, renkler hafızanın ve hatıranın içinden süzülüp çıktı karşıma. Kurgu tekniğinin sıkça başvurduğu bir yöntemdir geriye dönüşler, şimdi’den dün’e bakışlar. Ben de hem bu yöntemi hem de serbest çağrışımı kullanmayı seçtim. Gerçi seçtim dediğim de, her öykü önce duygusuyla gelir oturur göğsüme. “Aralık” öyküsündeki Adem’in bir yılbaşı gecesi yaşadığı yalnızlık, “Süprem”deki Ömer’in silik bir annenin eteğine yapışarak sevilmeyi dile(n)mesi ya da “Sarı”daki oğlan çocuğunun ocak başında şahit olduğu o manzara önce benim içime oturdu, orada çok durdu. Oradan uzaklaştığım anda, Adem’i kuran, Ömer’i anlatan olmaktan çıkıyorum. Oyuncuların farklı rollere hazırlanması gibi, kendi içinde başka başka benlerden biriyle rastlaşmayı bekliyorsun galiba. Dilin ritmi, öykünün yapısı, kurgunun akıcılığı, karakterlerin özellikleri, mekânın tasviri, zamanın sunumu gibi teknik ayrıntılar hep yazdıktan sonra dikkate aldığım şeyler. Şimdi geri dönüp baktığımda ben de o öyküleri yazan kendimi hatırlamıyorum… Her defasında bir daha yazamayacakmışım gibi bir endişeyle dolarım da, anca taşma noktasında dönüp masamın başına otururum. Galiba beni yazmaktan vazgeçirmeyen yegâne itki o endişe, hafızanın nereden dürtülüyorsa oradan harekete geçirmesi. Bu ister kolektif hafızayla şekillenen kimliklerimiz olsun, ister sözgelimi bir kırlentin kişisel tarihimizdeki yeri, öyküye konu olan o an kıymetli benim için. Romanlardan sonra öykülerle soluklanmamın nedeni herhalde o ânın kıymetini bilmek. İnanç Avadit’in “bir çocukluğu vardı insanın hatırla” ya da Louise Glück’ün “dünyaya bir kez çocukken bakarız, gerisi hatıradır” dizeleriyle tetiklenen öykülerin hangileri olduğu zaten okurların gözünden kaçmayacaktır. Yazma hevesi ve heyecanıyla dolu öğrencilerime “Yazma Cesareti” atölyelerinde de hep bunu söylüyorum: Önce hafızayı bir serbest bırakın, derdinizi bulun ve peşinden gidin, nasılsa iyi bir öykü bittikten sonra başlar, siz ona dışardan baktığınızda, okurken sesler, kokular duyduğunuzda, o ânın içinde kaldığınızda…
“Bakkal Hüsnü’ye Verilen Ödül” ile “Sevgili Düşmanım” edebiyat dünyasına içeriden bir eleştiri galiba, değil mi? Neler olup bitiyor yayınlanma, ödül, jüri mekanizmalarında? Bir yandan korkunç bir satış, pazarlama çağı. Yazar kitabıyla baş başa. Ama bu yola sapsa yazar, yol tuzaklar, kapanlarla dolu. Patikalardan yürümek isteyenlere ise zaman, yayınevi, tanıtan, eleştiren, okur acımasız sanki. Ne olacak bu tuhaf hâl, ne dersin?
Dediğin gibi, nitelikli tartışmaların yapıldığı bir edebiyat dünyası var mı, emin değilim. Dijital siteler açma cesaretini gösteren kişisel ve iyi niyetli girişimlerle, Varlık gibi köklenmiş, Notos gibi ayakta kalmakta inat etmiş dergiler dışında edebiyata yatırım yazar tanıtımları üzerinden yürüyor malûm. Bir yandan da evet, her yazar kitabı okunsun ister. Elbette hiçbir yerde fotoğrafı dahi dolaşıma girmemiş yazarlar yok mu, var. Peki benim önümde iki seçenek mi var, ya gizlenmek ya da ortada olmak gibi… Ya da müstear isimle yazsam, çakma bir fotoğrafı yaysam daha mı değerli olacağım? Zaten kimin nerede, ne kadar görüneceğine de her zaman biz değil, irili ufaklı lobiler karar veriyor. Yine de has okurun kudretine inanıyor, ona yaranmak için tek bir cümle dahi kurmamaya ant içiyorum.