“Küreselleşme sorgulanıyor” serisinin üçüncü bölümünde, Küresel Güney olarak adlandırılan geç kapitalistleşmiş ülke grubuna odaklanarak, ilk bölümde değindiğim sermayenin uluslararasılaşması ve ekonomi politikalarının buna uygun olarak yeniden şekillendirilmesi dinamiklerini ele alacağım.
İthal ikameci sanayileşme stratejisinin iradi bir yanı olduğunu da vurgulamamız gerekir. İthal ikameci sanayileşme stratejisi yerli sanayinin büyümesi için uygulanan bir dış ticaret ve sanayi politikası olarak özetlenebilir. Bu tanımdan çıkan doğal aktör yerli sanayiciler, ya da 1960’ların ifadesiyle, “milli burjuvazi”dir.
Küresel Güney’in neoliberalizmle buluşması 1980’li yıllarda gerçekleşti. Ancak, 1980’den bugüne doğrusal bir çizgi çekmek mümkün değil. Kendisinden önceki birikim modelinin temel kurumsallaşma biçimlerinin tasfiyesi, karşılaşılan krizler, 1980’de girilen yolun 2000’lerin başında kurumsallaşması ve sonrasında da neoliberalizmin Küresel Güney’deki krizi, geçtiğimiz 40 yılı kuşbakışı da olsa betimlemek için daha gerçekçi. O halde baştan başlayalım, birikim modeli krizinden, yani ithal ikameci sanayileşme stratejisinin tasfiyesinden.
İthal ikameciliğin yükselişi
Kalkınma iktisadının kurucu babalarından sayılan Alman iktisatçı Albert O. Hirschman 1968’de yazdığı “Latin Amerika’da İthal İkameciliğin Ekonomi Politiği” başlıklı makalesinde bu tip bir ekonomi politikasının ancak olağanüstü bir halde ortaya çıkabileceğini anlatıyordu. Hirschman savaşları, ödemeler dengesi krizlerini ve uzun bunalım dönemlerini örnek vermişti. 2020 başından beri yaşadığımız pandemiyi de bu olağanüstü dönemlere ekleyebiliriz.
Tüm bu örneklerdeki ortak özellik ithalatın kısa sürede bıçak gibi kesilmesi. Yani, ithal ikameciliğin gerisinde basit bir gerçek var: Ülkeler ithal ettikleri ürünleri ithal edememeye başladıklarında içeride üretmek zorunda kalabiliyor.
İthal ikameci sistemin en temel özelliği sermaye birikiminin büyük ölçüde iç pazarın genişliğiyle sınırlı olmasıdır. Gümrük duvarları arkasında büyüyen sanayinin ürettiği ürünlerin tüketilebilmesi için ücret artışlarının mümkün olması ve tarımsal destekleme politikalarının uygulanması, sistemin mantığı gereğidir.
İthal ikameci sanayileşme stratejisinin, basitçe ithalatın kesilmesi sonucunda sapılan bir mecburi yön olduğu argümanı yanında, iradi bir yanı olduğunu da vurgulamamız gerekir. Zira, stratejiden söz etmek aynı anda aktörden söz etmek anlamına geliyor. İthal ikameci sanayileşme stratejisi iç pazarın yüksek gümrük duvarlarıyla uluslararası rekabetten yalıtıldığı bir ortamda yerli sanayinin büyümesi için uygulanan bir dış ticaret ve sanayi politikası olarak özetlenebilir. Bu tanımdan çıkan doğal aktör yerli sanayiciler ya da 1960’ların eleştirel kalkınma tartışmalarındaki ifadesiyle, “milli burjuvazi”dir.
Küresel Güney’de kapitalizmin gelişimi
O halde ithal ikamecilik Küresel Güney’de kapitalizmin gelişiminin önemli bir uğrağı olarak görülmeli. Sanayinin oluşması, dolayımsız bir şekilde işçi sınıfının oluşmasını gerektirdiğinden, bu dönemde kapitalist üretim ilişkilerinin pek çok ülkede başat konuma geldiğine işaret edebiliriz. Bu aynı zamanda bir kentleşme hikâyesidir. Koruma duvarları arkasında yükselen milli sanayilerde çalışmak için gerekli olan işçi sınıfı tarımın çözülmeye başlamasıyla mülksüzleşen / işçileşen toplum kesimlerinin kente göçüyle gerçekleşmiştir.
İthal ikameci politikalar, sınırları tanımlanmış bir coğrafyada sermaye birikimini denetleme iddiasını yansıttığı ölçüde, her dönemde sermayenin belirli fraksiyonlarının ideolojisi olmuştur. Sonradan gelenler devletten koruma ve destek talep ederek rekabette ayakta kalmaya çalışmaktadır.
İthal ikameci stratejinin üzerinde yükseldiği sınıfsal yapıyı ve ittifaklar sistemini tartışmak bu yazının sınırlarını aşıyor. Şunu belirtmeden geçmeyeyim: 1945-1980 arası dönemde, son birkaç yılı saymazsak, Bretton Woods sistemi hakimdi. Yani para sermaye hareketleri serbest değildi. Sabit kur rejimi uygulanıyordu. Yurtdışından fon bulmak ancak devletlerden devletlere ya da çok devletin katıldığı konsorsiyumlarla mümkün olabiliyordu. Bu bakımdan, bir çeşit küresel Keynescilikten söz edilebilir.
“Volcker darbesi” pek çok Küresel Güney ülkesindeki ithal ikameci rejim için borç krizinin başlaması anlamına geliyordu. “Washington Uzlaşması” olarak adlandırılan paket, ithal ikameciliğin sonlandırılmasını, özelleştirmeleri ve dış ticaretteki serbestleştirmeleri kredi vermek için koşul olarak kullanmaya başladı.
Ancak yine de, ithal ikameci sistemin en temel özelliği sermaye birikiminin büyük ölçüde iç pazarın genişliğiyle sınırlı olmasıdır. Gümrük duvarları arkasında büyüyen sanayinin ürettiği ürünlerin tüketilebilmesi için ücret artışlarının mümkün olması ve tarımsal destekleme politikalarının uygulanması, sistemin mantığı gereğidir.
Volcker darbesi ve ithal ikameciliğin sonu
“Küreselleşme sorgulanıyor” serisinin ilk yazısında küreselleşmenin büyük ölçüde Batılı ülkelerdeki sermaye sınıflarının 1970’li yıllardaki krize verdikleri yanıtlar tarafından şekillendirildiğini ifade etmiştim. Küresel Güney bu sürecin dışında değildi. ABD’de enflasyonu kontrol etmesi için 1979’da Fed başkanlığı görevine getirilen Paul Volcker sert faiz artışlarına başladığında, sadece ABD ekonomisi resesyona girmedi. “Volcker darbesi” aynı zamanda, ödemeler dengesi kriziyle boğuşan pek çok Küresel Güney ülkesindeki ithal ikameci rejim için borç krizinin başlaması anlamına geliyordu.
Neoliberalizm büyük sermaye kesimleri için sendikaların baskısından kurtulmak için etkili bir program halini aldı. Sendikaların ve muhalefetin güçlü olduğu bir ortamda bu dönüşümün demokratik yollarla gerçekleşmesi mümkün değildi. Dolayısıyla, neoliberalizm pek çok ülkede asker postalıyla geldi.
Borç krizi sonrası uluslarararası kurumların kapısını çalan ülkelere yeni bir ekonomik paket karşılığında borç verilebileceği belirtildi. Daha sonraları “Washington Uzlaşması” olarak adlandırılan bu paket ithal ikameci politikaların sonlandırılmasını, devletin ekonomiye müdahale biçiminin değişmesini, özelleştirmeleri ve dış ticaretteki serbestleştirmeleri kredi vermek için koşul olarak kullanmaya başladı. Dolayısıyla, uluslararası kurumlar (özellikle de Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası) neoliberal politikaların ABD ve Britanya’dan Küresel Güney’e taşınmasına aracılık etti.
Elbette ithal ikameciliğin krizi sadece “dış dayatma”yla açıklanamaz. Koruma duvarları arkasında belirli bir olgunluğa erişen sermaye grupları için iç pazar olanaklarının sınırlarına gelinmesi, dışa açılma talebinin içeriden de gelmeye başladığını gösterir. Dahası, ulusal piyasada işçi sınıfıyla kapışmak zorunda kalmak sendikaların yapısal güçlerini harekete geçirmeleri nedeniyle giderek daha maliyetli hale gelmeye başlamıştı.
Sonuçta, dışa açılma ve neoliberalizm programı iktidar blokunun önemli bir bileşeni olan büyük sermaye kesimleri için hem kârlarını sürdürmek hem de sendikaların baskısından kurtulmak için etkili bir ekonomik ve siyasi program halini aldı. Tahmin edilebileceği gibi, sendikaların ve toplumsal muhalefetin güçlü olduğu bir ortamda bu dönüşümün demokratik yollarla gerçekleşmesi mümkün değildi.
Dolayısıyla, neoliberalizm pek çok ülkede demokratik olmayan yollarla, yani asker postalıyla geldi. Önümüzdeki hafta, geçtiğimiz kırk yılda Küresel Güney ve Kuzey ülkelerinde devletin ekonomideki rolünün ve müdahale biçiminin yeniden tanımlanmasına odaklanacağım. Yani konumuz “küreselleşme ve devlet” olacak.