Sarmısaklasak da mı saklasak, sarmısaklamasak da mı saklasak? Yoksa hiç mi oralı olmasak? Lenin’i ne yapmalı? Anti-komünistler gibi Boris Karloff’laştırsak mı, Stalinistler gibi bürokratik diktatörlüğe payanda mı yapsak, Troçki gibi tezlerine sadık mı kalsak, Rosa Luxemburg gibi sol eleştiriye mi tabi tutsak? Ekim Devrimi ve sonrası düz bir çizgi mi, leninizmin ne kadarı Lenin, ne kadarı kendisinden sonraki “zamanın ruhu”? Ölüm döşeğinde niye partinin yeniden yapılandırılması üzerine kafa yoruyordu, aksayan neydi? “Devlet ve Devrim”de söyledikleri devrimin devletinde neden karşılık bulamadı, “bütün iktidar sovyetlere”den “bütün iktidar partiye” çizgisine niçin ve nasıl gelindi?
Bunlar, sosyal medyadaki yaygın tabirle “deli” sorular, kestirme cevapları olmayan, “kırk akıllı”nın yıllardır cebelleştiği sorunsallar. Öyle ya da böyle, Lenin 150 yaşında ve evet, yaşıyor. Sadece solun muhayyilesinde, “ne yapmalı”nın güncelliğinde değil, sağcı ideologların ve siyasetçilerin dilinde, Netflix dizilerinde, zamane komplo teorilerinde… Soldan eleştirileri bir yana koyalım, bu şeytanlaştırmanın günümüzdeki ideolojik işlevi ne? Lenin’in Boris Karloff’laştırılarak yaşatılması kimin için nasıl yararlar sağlıyor? Kitaplara, filmlere, dizilere, “ince kıyım” doğranan Lenin portrelerine yakın plan.
ABD Başkanı Bush 2006 yılının eylül ayında “teröre karşı savaş” ve El Kaide ve benzeri örgütlerle mücadeleye dair yaptığı bir konuşmada Lenin’e beklenmedik bir atıfta bulunur. Bin Ladin gibilerinin tehditlerini ciddiye almama eğilimini eleştiren Bush şöyle devam eder: “Tarih bize şeytani ve hırslı insanların sözlerini ciddiye almamanın vahim bir hata olduğunu öğretiyor. 1900’lerin başında Avrupa’ya sürgün edilmiş bir avukat ‘Ne Yapmalı?’ adlı bir broşür yayınlar ve bunda Rusya’da komünist bir devrim yapma planını ortaya koyar. Dünya Lenin’in sözlerini dikkate almadı ve korkunç bir bedel ödedi. Onun kurduğu Sovyet imparatorluğu on milyonlarca insanı katletti ve dünyayı termonükleer savaşın kıyısına getirdi.”
“Teşbihte hata olmaz” deyip geçmemeli. Bush’un Lenin’e dair sözleri Bolşevizm ve Ekim Devrimi’ne ilişkin elbette hiç de masum olmayan bir yaygın yanlışlar zincirine istinat etmekte. Bu yaygın yanlışlar dizisi ya da Sovyet tarihinin en önemli uzmanlarından Moshe Lewin’in deyimiyle, “çeşitli yayın ortamlarında aşikâr hakikatler olarak sergilenen bir dizi metodolojik hata”, başka “bilgi alanlarında görülmeyen son derece katı bir kamusal söylem” oluşturur. Bu yaygın yanlışlar dizisinin ilkine göre, Bolşevik parti Lenin’in mutlak otoritesi altında, profesyonel devrimcilerden oluşan, aşırı merkeziyetçi ve iç demokrasiden yoksun dar bir komplo örgütüdür: 1902’de yayınlanan Ne Yapmalı? ile Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 1930’larda aldığı monolitik ve aşırı merkeziyetçi biçim arasında tam bir devamlılık vardır. Bu galat-ı meşhurdan hareket edince diğer yaygın yanlışlara giden yol açılmış olur: Bir “fesatçılar örgütü” devrim değil, ancak darbe yapabilir. İşte Bolşeviklerin “merkeziyetçi”, “monolitik” örgütünün gerçekleştirdiği “darbe” de Rusya’yı parlamenter demokrasi haline getirecek “normal” tarihi rotadan saptırarak onu kanlı bir diktatörlüğe sürükler.
Siyasal başarı uğrunda her yolu mubah gören pragmatizmin doruğu olarak sunulan Lenin imgesi öyle karanlıktır ki, tarihçi Lars Lih onunla, Hollywood’un “kötü adam” duayenlerinden olan, en çok da Frankenstein rolüyle hatırlanan oyuncuya atıfla “Boris Karloff Lenin” diye dalga geçer.
Bush’un sözlerine temel olan bu yaygın yanlışlara dayanan yorum biçimi, Soğuk Savaş dönemi Batı yazınınca şevkle benimsenmekle kalmadı, bugün de adeta verili kabul edilir oldu. Britanyalı tarihçi Edward Acton, bundan yıllar önce bu hususa dair şöyle yazıyordu: “Bolşevik zaferinin amansız, komplocu bir azınlığın ürünü olarak sunulması, Batı’da konvansiyonel bilgeliği öyle uzun zaman boyunca etkilemiştir ki, devrim üzerine popüler kabullerde silinmez bir iz bırakmıştır. Her ne kadar yakın zamanlı uzman çalışmaları bu kabule dair önermelerin çoğu üzerine gölge düşürmüşse de, ona bağlı çalışmalar yayınlanmaya devam etmekte ve Batılı medya yorumculuğu açısından geçer akçe olmayı hâlâ sürdürebiliyor.”
Oysa monolitik ve ultra merkeziyetçi bir örgütsel anlayışın tersine Bolşevikler, devrimin arifesinde oldukça demokratik, çoğul ve desantralize bir örgüt görünümündeydiler. Tarihçi Mike Haynes, hâkim olan kanının tersine, Bolşeviklerin başarısının sırrını, diğer partilerin aksine “esnek ve demokratik bir parti” yapısına sahip olmalarında görür. Böylece tabandaki radikalleşme ve demokratikleşme diğer partileri etkisizleştirir ya da bölerken Bolşevik partide yansımasını çok daha kolay buluyordu.
Devrim üzerine artık klasikleşmiş çalışmalarıyla tanınan tarihçi Alexander Rabinowitch, “Bolşevik partinin esas olarak Lenin tarafından kontrol edilen birleşik, otoriteryen, bir konspirasyon örgütü olarak geleneksel imajının (…) gerçeklikle pek az ilişkisi olduğunu” özellikle vurgular: “Söz konusu olan sadece yukarıdan aşağıya, Mart 1917’den itibaren Bolşevik örgütünün, hepsi parti politikalarının şekillenmesine yardımcı olan sol, sağ ve merkezci fraksiyonlara sahip olması değildi. Bana göre en az bunun kadar önemli olan, 1917’de bırakın Rusya’nın bütününü, Petrograd’da hâkim olan istikrarsız, yerele göre çeşitlenen ve sürekli değişen koşullarda Bolşevik merkez komitesinin kâğıt üstünde ona tabi olan birimleri kontrol etmesinin basitçe mümkün olmaması gerçeğiydi. Alt örgütler talep ve taktiklerini sahada gelişen duruma ilişkin yaklaşımlarına uyarlı olarak biçimlendirmekte görece özgürdü.”
Hal böyleyken Bolşevizmi “profesyonel devrimcilerden mürekkep elitist bir kumpas örgütü” olarak tanımlayan tarih dışı görüş yaygın bir kabule mazhar olmuş, çeşitli vesilelerle tedavülde kalan baskın, neredeyse sağduyusal bir tema haline gelmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken, bu temanın basitçe bir örgütsel form tartışmasına dair olmadığıdır. Bolşevizmin varsayılan seçkinci, aşırı merkeziyetçi ve katı disiplinli yapısı, bizatihi devrimin bir kumpas ya da bir darbe olarak değerlendirilmesine, hatta devrimin daha sonraki yozlaşmasının da temel bir nedeni olarak sunulmasına hizmet etmektedir.
Strelnikov’lar
Bu yaklaşıma göre, Bolşevik parti gözünü iktidar hırsı bürümüş, iktidarı ele geçirmek için her şeyi mubah gören ahir zaman Cizvitlerinden ya da en iyi durumda hayat ağacının yeşilliğini kendi kafalarındaki modele uydurmak için budayan doktriner fanatiklerden mürekkeptir. David Lean’in yönettiği meşhur Dr. Jivago (1965) filmindeki Bolşevik komutan Strelnikov (Tom Courtenay) bu tipin tam bir örneğidir. Strelnikov gözaltına alınıp sorgulanmak üzere zırhlı trene götürülen şair Yuri Zhivago’ya (Ömer Şerif) eskiden onun şiirlerinin hayranı olduğunu, ancak bunun ne kadar yanlış olduğunu anladığını aktarır. Strelnikov’a göre, Jivago’nun şiirleri fazlasıyla kişisel, duygusal, aşırı “özel”dir. “Oysa” diye devam eder Strelnikov, “Rusya’da özel hayat ölmüştür, tarih onu öldürmüştür”.
Strelnikov’lardan müteşekkil Bolşevik örgütünün başında siyasal sinizmin, siyasal başarı uğrunda her yolu mubah gören pragmatizmin doruğu olarak sunulan Lenin bulunur. Bu Lenin imgesi öyle karanlıktır ki, tarihçi Lars Lih onunla, Hollywood’un “kötü adam” duayenlerinden olan (en çok da Frankenstein rolüyle hatırlanan) oyuncuya atıfla “Boris Karloff Lenin” diye dalga geçer. Lih’in dalga geçtiği şeye, yani Lenin’in gözünü kan bürümüş bir cani olarak resmedilmesine çok farklı bağlamlarda rastlamak mümkün.
Mesela sosyal medya mecralarında çok tutulan testlerden biri olan ve katılımcıların hangi caniye daha çok benzediklerini test etme imkânı buldukları “Murderous Villain Test” uygulamasında Lenin seçeneğinde şunları okuruz: “Vladimir Lenin gibi siz de entelektüel yeteneklerinize güven duyuyor ve sizin yolunuzun en iyisi olduğunu anlamakta başarısız olanları ortadan kaldırmak anlamına da gelse dünyayı kendi vizyonunuza göre dönüştürmek istiyorsunuz.” Uygulamadaki Lenin’in kısa biyografisindeyse onun “toplama kampları kurduğu ve binlerce siyasal muhalifini öldürme emrini şahsen verdiğini” öğreniriz.
“Boğa”nın aktardığı kesiti, yani Lenin’in bedensel ve zihinsel sağlığını hızla yitirdiği dönemi ele alan Moshe Lewin’in “Lenin’in Son Mücadelesi”ni okumuş olanlar için bu portre son derece şaşırtıcıdır. Lenin bu dönemde yeni Sovyet devletinin maruz kaldığı bürokratik dejenerasyon karşısında çaresizce çözüm arar. Sokurov’un hasta Lenin’i ise bambaşka bir insandır.
İngiliz edebiyatı profesörü David Mikics’in şu satırları günümüzde kamusal söyleme hâkim olmuş Lenin imgesi açısından temsil edicidir: “Bolşeviklerin iktidarı alışlarının 100. yıldönümünde, Lenin’in sadece bir kitle terörü taraftarı değil, moral değerleri başaşağı çevirmeyi istemiş bir insan olduğunu hatırlamalıyız. Mirasçısı Stalin gibi onun için de ölüler sadece sayılardan ibaretti. Onun için insan yaşamının o çok önemli ve uzaktaki komünist gelecek karşısında hiçbir değeri yoktu.”
“Seni kurşuna dizme özgürlüğüm”
Söz konusu Lenin imgesi elbette bir hayli köklüdür ve Soğuk Savaş devrinden itibaren popüler imgelemde yer etmiştir. Mesela BBC tarafından 1974 yılında yayınlanan ve Hohenzollern, Habsburg ve Romanof hanedanlarının çöküşünü aktaran The Fall of Eagles (Kartalların Düşüşü) adlı dizide Lenin’i Patrick Stewart canlandırır. Stewart Lenin’den sonra hayatını Star Trek: The Next Generation ve devam filmlerinde Kaptan Jean-Luc Picard ve X-Men filmlerinde de Profesör Charles Xavier olarak sürdürecektir.
Dizideki Lenin, Lars Lih’in andığı şu “Boris Karloff” lâkabını fazlasıyla hak eder. Mesela, sürgünde Troçki ile tanışmasını konu edinen bölümde, Lenin kendisinden daha genç devrimciye düşmanın sadece çarlık istibdadı ve hâkim sınıf değil, devrimin önünde duran herkes olduğunu anlatır şevkle. Kendi deyimiyle, “devrimin düşmanı objektif olarak en iyi arkadaşın, sevgilin, partili yoldaşın, yerel parti biriminin sekreteri, parti gazetesinin editörü olabilir.”
Franklin J. Schaffner’ın yönettiği 1971 yapımı Nicholas and Alexandra adlı epik filmde Lenin (Michael Bryant) “Cinayet, kundakçılık, terör. Bize iktidarı verecek her şeyi kabul ederim. İktidar! Uzlaşarak iktidarı ele geçiremeyiz. Yıllar da geçse terör ve iktidar!” diyerek kendinden geçen bir fesatçıdır. Kendi gibi düşünmeyen herkesten nefret ettiğini gördüğümüz Lenin bir ara Troçki’ye “Elbette istediğini söyleme özgürlüğün olduğunu kabul ediyorum. Sen de benim bunları söylediğin için seni kurşuna dizme özgürlüğüm olduğunu kabul etmelisin” diyebilecek kadar kendini kaybetmiştir.
Daha yakın zamanlı bir örnek Alexander Sokurov’un yönettiği Boğa (Taurus) adlı film. 2001 tarihli film Hitler ve İmparator Hirohito’nun konu edildiği bir üçlemenin parçası. Filmde felç geçirmiş Lenin’in yaşamının son günleri aktarılır. Lenin’i dış dünyayla bağı kesilmiş, muhafızlarla çevrili bir konakta son günlerini geçiren bir hasta olarak ele alan film, Vladimir Ulyanov’a dair bir portre çizme çabasında bütünüyle başarısız olarak artık acze düşmüş bir tiran karikatürü sunar izleyiciye.
Tam da Boğa’nın aktardığı kesiti, yani Lenin’in bedensel ve zihinsel sağlığını hızla yitirdiği dönemi ele alan Moshe Lewin’in artık klasikleşmiş Lenin’in Son Mücadelesi’ni okumuş olanlar için bu portre son derece şaşırtıcıdır. Lewin’e göre, Lenin bu dönemde yeni Sovyet devletinin maruz kaldığı bürokratik dejenerasyon karşısında çaresizce çözüm arar. Sokurov’un hasta Lenin’i ise bambaşka bir insandır. Filmde nöbetler geçiren yardıma muhtaç Lenin eşi Krupskaya’dan ona işkence hikâyeleri okumasını isteyen, uykudan uyandığında çeşitli cezalandırma biçimlerini ve insan bedeninden döverek nasıl et kopartılabileceğini tartışan gaddarlık ve şiddet tutkunu bir bunaktır.
Devrim “House of Cards”ın bir tür Rus versiyonuysa, Lenin de “post-truth” siyasetinin isim babası, mucididir. Yakın zamanlı bir Lenin biyografisinin yazarı olan Sebestyen Trump’ın yalan, dezenformasyon gibi araçların kullanımında Lenin’le büyük benzerlik taşıdığını savunur.
Lenin’in “Kara Kitabı”
Komünizmin “insanlık dışı suçlarını” sayıp dökmeyi hedefleyen Komünizmin Kara Kitabı’nın yazarlarından Stéphane Courtois için de Lenin Marx’tan çok Neçayev’in öğrencisidir ve onun fanatizmini daha ileriye taşıyan, o temelde bir devlet kurarak terörü sistematikleştiren isimdir. Ne Yapmalı? adlı eserinden itibaren geliştirdiği devrimci parti anlayışıyla, “Neçayev’in büyük Alman, İngiliz, hatta Fransız sosyalist örgütlerindeki anlayıştan çok farklı olan modelini almış, geliştirmişti”. Bu açıdan bakıldığında, Bolşevik devrimini izleyen şiddetin nedeni “Leninci ideoloji ve baştan aşağı ütopik bir emel olan, gerçek yaşamdan bütünüyle kopuk bir öğretiyi uygulama isteği” idi.
Devrimin 100. yıldönümü Lenin’e dair bu yaygın ve maksatlı tasvirlerin ısrarla tedavüle sokulduğu bir vesileye dönüşür. Mesela bir Netflix yapımı olan ve yönetmenliğini Cal Seville’in yaptığı The Russian Revolution adlı belgesel söz konusu biyografik yaklaşıma sadık kalarak devrimi Romanov ve Ulyanov aileleri arasında, Lenin’in büyük kardeşi Saşa’nın idam edilmesiyle başlayan bir kan davası olarak aktarır. Böyle bir anlatı biçiminde kitlelere yer yoktur, işçiler, köylüler ve askerler ancak bir komplo dehası olarak sunulan Lenin ve onun (terör) örgütünün manipülasyonları aracılığıyla sahneye çıkar. Lenin burada da Marx’tan çok Çernişevski’nin öğrencisidir ve Bolşeviklerse Avrupa sosyalist hareketinin bir parçasından çok bir terör hareketi olarak sunulan popülizmin kitleselleşmiş ve askerileşmiş bir versiyonundan ibarettir.
Devrimin yüzüncü yılında Rusya’da, hem de devlet televizyonunda gösterime giren Troçki adlı televizyon dizisi de devrime dönük hazımsızlığı benzer bir biyografik yaklaşımla ortaya koyar. Dizide devrim “kozmopolit-Yahudi”, vatansız Troçki’nin (ve Parvus’un) yabancı hükümetlerin desteğiyle yürüttüğü kumpaslarının ürünüdür. Troçki’nin bir “Yahudi-Bolşevik” olarak sunuluş biçimindeki antikomünizm ve Yahudi karşıtlığı Rusya’da günümüzde hâkim politik kültür açısından endişe verici bir işarettir. Alman sosyal demokrasisinin liderlerinden olup Rus devrimci hareketi üzerinde 1900’lerin başında belli bir etkisi olan Parvus’un “ihtilal kışkırtıcısı Yahudi finansçı” olarak sunumu, Nazi propaganda filmlerindeki klişeleri andırır.
House of Cards ve Lenin
Dahası var. Günümüzde Lenin ve onun partisi tam da zamanımıza has melanetlerin bir atası olarak sunulur. Buna göre, devrim House of Cards dizisinin bir tür Rus versiyonuysa, Lenin de Frank Underwood’un sinizm ve cinai hırslarının bir asır önce cisimleşmiş halidir; tarihçi Victor Sebestyen’in deyimiyle “post-truth” siyasetinin isim babası, mucididir. Yakın zamanlı bir Lenin biyografisinin yazarı olan Sebestyen Bolşeviklerin amaç için her türlü aracı mubah gören bir fanatikler topluluğu olduğu klişesini tepe tepe kullanarak Donald Trump’ın yalan, dezenformasyon gibi araçların kullanımında Lenin’le büyük benzerlik taşıdığını savunur.
Sebestyen’e göre Lenin, “bize Batılı diktatörlükler kadar demokrasilerde de tanıdık olan demagog türüne aittir. O iktidar arayışında halka her şeyi vaat etti. Karmaşık sorunlara basit çözümler sundu. Utanmazca yalan söyledi. Sonradan ‘halk düşmanları’ diye etiketlediği bir günah keçisi tanımladı. Kendisini, kazanmanın her şey olduğu şeklinde meşrulaştırdı. Lenin, yorumcuların onun zamanından yüz yıl sonra ‘gerçek-sonrası siyaseti’ dedikleri şeyin isim babasıydı.”
“Russia 1917: Countdown to Revolution”, “Lenin’in günleri yeniden mi geliyor?” sorusuna tarihçi Montefiere’nin yanıtıyla biter: “Bugünün dünyasında yaygın olan coşkun popülizm ve hakikat sonrası siyasete dair çok şey Lenin’e, o mutlak siyasal manipülatöre kadar geri götürülebilir.”
Bir adım öteye giderek Donald Trump, Viktor Orban, Nigel Farage, Marine Le Pen ya da Jaroslaw Kaczynski gibi ahir zamanlara ait otoriter-sağ siyasal figürlerin aslında Batı sağının geleneğinden çok Bolşevizme yakın oldukları, hatta aslında Bolşevizmin yeni bir versiyonuna işaret ettikleri belirtilebilmektedir. SSCB, özellikle de Stalin devrine dair çok sayıda çalışması olan tarihçi Anne Applebaum’a göre, bütün bu figürler, Lenin ve Bolşeviklerin demokrasiye karşı nefretleri, her türlü uzlaşmaya karşı çıkmaları, siyasal manipülasyon tekniklerinde uzmanlaşmaları ve belli sosyal grupları başka gruplar aleyhine kışkırtmaları, şiddeti bir siyasal araç olarak kullanmaları gibi bir dizi özelliği paylaşmaktadırlar. Dolayısıyla Ekim’in yüzüncü sene-i devriyesinden çıkarılacak “ders”, Bolşevikler gibi aşırı grupların merkez siyasetin buhranından yararlanarak güçlenmelerinin yaratacağı büyük tehlikeleri hatırlatmaktan ibarettir.
Lenin ve Bolşevizmle sağ popülizm arasında kurulan rabıta, Applebaum’a has, nev-i şahsına münhasır bir garabet de değil. BBC’nin devrimin yüzüncü yılı vesilesiyle hazırladığı ve Renny Bartlett’in yönettiği, Russia 1917: Countdown to Revolution adlı belgesel “Lenin’in günleri yeniden mi geliyor?” sorusuna tarihçi Simon Montefiere’nin yanıtıyla biter: “Bugünün dünyasında yaygın olan coşkun popülizm ve hakikat sonrası (post-factual) siyasete dair çok şey Lenin’e, o mutlak siyasal manipülatöre kadar geri götürülebilir. Lenin fanatik bir Marksist olsa da aslında pragmatizmin ustasıydı. O siyasetin kimin kimi kontrol ettiğine dair olduğunu ve amaçlarına ulaşmak için her yolun mubah olduğunu anlıyordu.”
Bolşevizmi ve devrimi sağ otoriterizmin güncel yükselişiyle bağlantılandırmaya dönük girişimlere daha “resmi” düzeydeki platformlarda dahi rastlanır. Mesela Avrupa Parlamentosu’nda 1917’deki “totaliter devrime” dair tartışmalar esnasında, AB’den Sorumlu Estonyalı Bakan Matti Maasikas “popülist akımlar Avrupa entegrasyon sürecini tehdit ediyor. Bu hususu vurguluyorum, zira Bolşevik ideolojinin kökeni popülizmdir” diye konuşur. Litvanyalı parlamenter Sandra Kalniete ise 1917 devrimine dair konuşmasında, “yükselen otokratik eğilimlere ve sağ ve sol popülizm biçimlerine karşı Avrupa değerleri yeniden canlandırılmalı” demekten kendini alamaz.
IŞİD ve Bolşevizm
Bolşevizm ahir zamanlarda sadece radikal sağ popülizmle eş tutulmaz; Bush’un Lenin ve Bin Ladin’i mukayese etmesi gibi, Bolşevikleri IŞİD’le karşılaştırmaya dönük de şaşırtıcı yaygınlıkta bir eğilim var. Mesela Amerikalı popüler tarih kitapları yazarı Arthur Herman’a göre, Lenin terör ve zor yoluyla yeni ve daha iyi bir dünya yaratabileceğine inanıyordu. Herman’a göre, Lenin’in totalitarizm ve nihilizmi birleştiren zihin dünyası günümüzde IŞİD ve El Kaide’de vücut bulmaktadır.
Enzo Traverso’nun deyişiyle, “devrimi düşünmek bile suçla özdeşleştirilmiştir ve 20. yüzyıl tarihinin ‘totalitarizm’ bölümünde arşivlenmiştir. Yeni Restorasyon’un tarihçileri komünizmi totaliter bir ideoloji ve pratik diyerek topyekûn mahkûm etmeye giriştiler.”
Tarihçi Niall Ferguson Washington’daki Komünizmin Kurbanlarının Hatırası Vakfı’nda yaptığı konuşmada, İslâmcıların Bolşeviklerin başarısını tekrar etme riski olduğuna dair inancını aktarır. Ferguson bir başka konuşmasında da “Ortadoğu’da hilafet kuran heriflerin” küçümsenmemesi gerektiğini, çünkü bulundukları konumun “kabaca Bolşeviklerin 1917’deki durumuna” benzediğini belirtir.
Tarihçi Orlando Figes de bu koroya katılarak 1917 devrimine dair popüler kitabının yeni önsözünde şöyle der: “IŞİD’in kullandığı bütün yöntemler –devrimci bir devlet kurmak için savaş ve teröre başvurma, takipçilerinin tabi olduğu fanatik bağlılık ve askeri disiplin ve propagandanın etkili biçimde kullanılması– önce Bolşevikler tarafından iç savaş sırasında mükemmelleştirilmişti.”
Kimden hesap sormalı?
Bolşevizmin ahir zamanın felaketlerinin bir öncüsü sayılması basit bir teşbihte hata değil elbette. Şu son otuz küsur yılda devrim fikrinin itibarsızlaştırılması ve devrimin hafızasının likidite edilmesi sürecinde egemenlerin ne kadar yol kat ettiğinin meşum bir işareti. Birçok tarihçinin vurguladığı ve popüler hissiyatın bir parçası olmuş hâkim kanaate göre Ekim, sosyalist bir ütopya kurmaya dönük ideolojik girişimin yol verdiği ve başında Lenin’in olduğu korkunç bir suçtur. Sonuçta Ekim’in yüzüncü yılında, Albert O. Hirschman’ın “gericiliğin retoriğinin” temel tezlerinden biri olarak andığı “aksi tesir tezi” bütünüyle hâkim olmuş gibidir. Kökleri demokrasinin yozlaşarak tiranlığa yol açacağına dair “antik” argümana, daha modern zamanlardaysa mesela Edmund Burke’ün Fransız Devrimi üzerine yorumlarına kadar giden bu “teze” göre, “toplumu belirli bir yönde itme girişimi, toplumun hareket etmesiyle, ancak ters yönde hareket etmesiyle sonuçlanacaktır”. Buna göre, Ekim Devrimi gibi “özgürlüğe ulaşma girişimleri toplumu köleliğe sürükleyecek”, insanlık durumunu iyileştirmeye dönük her sistemli ve bütünlüklü çaba, ister istemez tiranlığa yol açacaktır.
Devrim cinai bir suç, Bolşevizm de komplocu bir kriminal örgütten ibaretse, onu günümüzün otoriter rejimleriyle, aşırı sağla, hatta ve hatta cihatçı-mezhepçi şiddetle özdeş kılmanın yolu açılır. Bu yolu döşeyen liberal totalitarizm karşıtlığı, komünizm ile faşizmi özgürlüğün Janus başlı düşmanı, modern totalitarizmin iki ayrı örneği sayar. Buna göre, komünizm de tıpkı faşizm gibi içkin olarak totaliter bir teori ve pratiktir; komünizm ile faşizmin “suçları” arasında bir “simetri” vardır. Bu yazının başında andığımız konuşmada Bush’un, Bin Ladin’in öncülü olarak sadece Lenin ve Ne Yapmalı?’yı değil, aynı zamanda Hitler ve onun Kavgam’ını da anıyor olması şaşırtıcı değil.
Dolayısıyla, günümüzde, Enzo Traverso’nun deyişiyle, “devrimi düşünmek bile suçla özdeşleştirilmiştir; devrim otomatik olarak ‘komünizm’ kategorisine indirgenmiş ve yirminci yüzyıl tarihinin ‘totalitarizm’ bölümünde arşivlenmiştir. Devrim Terörle özdeşleştirilmiş ve Terör de canice bir ideolojinin tutarlı bir şekilde gerçekleştirilmesine indirgenmiştir. […] Yeni Restorasyon’un tarihçileri komünizmi içkin olarak totaliter bir ideoloji ve pratik diyerek topyekûn mahkûm etmeye giriştiler. Her türlü özgürlükçü boyutundan yoksun kalan komünizm belleği tiranlar yüzyılının arşivinde sınıflandırıldı.”
Bülent Arınç 2006’da Lenin’in mozolesini ziyaret ederken “Lenin’i ölü görmek çok güzel” demişti. Ölümüne sevinilen sadece Lenin değildir elbette, devrimin kendisidir. Devrimin yenilmesi yetmez. Onun bir daha dirilmemek üzere yerin yedi kat dibine gönderilmesi, hafızalarda ölmesi gerekir.
Yüz yıl önce katledilen Rosa Luxemburg, devrimin hemen akabinde, Bolşeviklere dönük ciddi eleştirilerde bulunmaktan çekinmezken onları tarihsel bir kırılmaya “cüret etmeleri” dolayısıyla heyecanla övüyordu. Günümüzde ise kınanan, eleştirilen, itham edilen tam da bu cürettir. Oysa, Daniel Bensaid’in dediği gibi, “hesap soruyor olmamız gerekenler, karar verme ânında buna cüret edememiş olanlardır. […] Başarısız ve ihanete uğramış devrimlerin bedelini ve zaman risk alma zamanıyken kaçıp gidenlerin sorumluluğunu kim açıklayabilir? Almanya ve Avrupa için 1918-1923 arasında tamamlanmadan sonlandırılmış devrimin nasıl bedellerle sonuçlandığını kim söyleyebilir?”
Tarih “olmuş olandan” ibaret değilse eğer şu soruyu sormak meşrudur: Faşist barbarlığın ve savaşın müsebbibi devrimlerin olmuş olması mıdır, yoksa mesela Almanya’da 1918-1923 yıllarında devrimin gerçekleşmemesi, gerçekleşememesi midir? Rusya’da başlayan işin Avrupa’nın geri kalanında tamamlanamaması mıdır? Eğer illa lüzumluysa kimden hesap sorulmalıdır?
Yüzyıl önce Alman devrimi proto-faşistlerin, yani müstakbel nazizmin kadrolarının önünü açan sosyal demokrasi ve “merkez” tarafından ezilmişti. Yüz yıl sonrasının neo ya da post-faşizmlerinin önünü açansa sağı ve “soluyla” günümüzün (Tarık Ali’nin deyimiyle) “aşırı merkez”idir. Polonya’dan Türkiye’ye, Brezilya’dan Filipinler’e, Avusturya’dan Hindistan ve ABD’ye günümüz melanetlerinin öncülü de müsebbibi de aşırılıkçı “Bolşevizm” ve onun ardılları değil, sağı ve “soluyla” o liberal merkezin kendisidir.
O dönem TBMM Başkanı olan Bülent Arınç, 2006 yılında, Moskova’da Lenin’in mozolesini ziyaret ederken “Lenin’i ölü görmek çok güzel” diye konuşmuştu. Ölümüne sevinilen sadece Lenin değildir elbette, bizatihi devrimin kendisidir. Devrimin bitmesi, yenilmesi yetmez. Onun bir daha dirilmemek üzere ölüp yerin yedi kat dibine gönderilmesi, hafızalarda ölmesi gerekir. Alain Badiou’nun belirttiği üzere, amaç insanların belleğinde devrimci hadiseyi öldürmek için onu “kana susamış ve uğursuz bir masala” dönüştürmektir. Bu çabanın, tarihin sonlandığı, devrimsiz bir geçmiş ve gelecek yaratma gayretinin bizi getirdiği yer ortada. Devrimin hafızasının defterinin dürülmesi, bizi sonsuz bir şimdinin müstakbel barbarlığına götürüyor. Tam da bu nedenle yok sayılan, tehdit altındaki bir mirasın varisleri olarak bizler, onu yeniden belleklere yüklemenin koşullarını yaratma yükümlülüğüyle karşı karşıyayız.