Osmanlı-Rus savaş hattından fersah fersah uzakta olan Çorlu’daki tehcir, geleceği fısıltı gazetesiyle duyurulan 6-7 Eylül vahşeti, korkudan dilini konuşmayan, çocuklarına öğretmeyen insanlar, hakaret sözcüğü haline getirilen bir kimlik… Doksan altı yıllık ömrü bu tarihin içinde geçen Mari Tomasyan, 2007 Mart’ında Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın Mehmet Barış’ı Seviyor adlı askerlik ve savaş karşıtı dans gösterisinde konuk oyuncuydu. Çelik bakışlı, dimdik, ufak tefek, asırlık bir zeytin ağacı misali bir kadındı, 80’lerinin ortasındaydı. Mehmet Barış’ı Seviyor vesilesiyle tanıştık, evinde ziyaret ettik, büyük bir kısmını soykırımda yitirdiği ailesinin hikâyesini, görüp geçirdiklerini kendi ağzından dinledik. Mari Tomasyan 11 Mart 2018’de bu dünyadan ayrıldı. Express’in Nisan 2007 tarihli 71. sayısında yayınlanan söyleşiyle, saygıyla uğurluyoruz. Toprağı bol olsun.
Torununuz Mihran Tomasyan’ın yazıp yönettiği askerlik ve savaş karşıtı Mehmet Barış’ı Seviyor adlı gösteride sahneye çıktınız. Sizin için nasıl bir tecrübe oldu?
Mari Tomasyan: Başta biraz çekinmiştim. Kendim için değil, çocuklar için. Hükümet ne der, devlet ne der diye korktum. “Yavrum, nasıl olacak bu?” dedim. “Korkma yaya” dedi, bana cesaret verdi. Konuyu olduğu gibi anlattı. Fikren de katıldım. Geri düşünceli biri değilim, her şeye açığım. Çıktım sahneye. İnsandan çekinen biri değilim. Hiç! Çocukluğumda da korkmazdım. İlkokulda, bizim Çatalca’da müsamere yapılırdı, her sene sahnedeydim. Sesim var, şarkı söylüyorum; oynamayı da severdim, rontlara çıkardım. Çabuk ezberlerim, piyeslere çıkardım. Ondan sonra zaten okula yollamadılar. Köy hayatı işte, annem de mutaassıptı.
Gösterinin ardından torununuz askere gitti. Ermeni olduğu için askerde kötü muamele görmesinden endişe ettiniz mi?
Hayır hayır, hiç çekinmedim. Çok asker yolladım, gidiyorlar, geliyorlar. Buna alışkanlığım var. (gülüyor)
Abiniz II. Dünya Savaşı sırasındaki 20 Kura askerlikle askere alınmış, öyle değil mi? [1941’te 20-45 yaş arası gayrimüslim erkekler 15 günde askere alınmıştı.]
20 Kura’yla sadece yedi ay askerlik yaptı, çünkü yaşı ötekilerden büyüktü. Ondan önce zaten askerlik yapmıştı. Siirt’e göndermişlerdi. Lâkin Siirt’in havası abime yaramadı. Orada çocuğu sıtma tutmuş. “Aman babacığım, ne yapın edin, askerliğimi bedelli yapayım, bu sıtmaya dayanamayacağım” diye mektup yazmıştı. Öyle bir kural vardı, bedelini ödersen istediğin yerde altı ay askerlik yapabiliyordun. Abim, Çatalca’ya yakın olsun diye İstanbul’u istedi. Burada rahat bir askerlik yaptı. Elinden çok iş gelen bir insandı, demirciydi, askeriyenin arabalarını tamir ediyordu. Askerden sonra, ikinci defa 20 Kura için götürdüklerinde, ilk bir buçuk, iki ay korkuyla yaşadık…
Onun 20 Kura ile askere alınması sizi, ailenizi etkiledi mi?
Tabii etkiledi. Alman neredeyse hududa kadar, Bulgaristan’a gelmişti. Bizim Çatalca’da devlet bir tellal çıkarttı. O zamanlar, tellal elinde kocaman bir borazanla sokak sokak dolaşırdı. “İsteyen gidebilir, korkulu günler yaşayacağız, akrabası olan İstanbul’a doğru çekilsin” diye duyuruldu. Abim de “ben askere gidiyorum, sizi de İstanbul’a alayım” dedi ve bizi İstanbul’a getirdi.
Memleketimiz Çatalca’da, yol boyunca, Ermenilerin dükkânları, atölyeleri var. Bir gün, bir general geliyor, bakıyor, Terzi Garbis, Kunduracı Rupen, Demirci Kirkor, Berber Sarkis… “Nedir bu böyle! Askeri mıntıkada Hıristiyan yaşaması yasak” diyor. Gece hepsinin evine jandarma gidiyor. “Yarın sabah ilk otobüsle erkeklerinizin İstanbul’a gitmesi lâzım” diyor.
Çatalca’daki diğer Ermeniler de ayrıldı mı?
Çatalca’da on Ermeni aile vardı. Yalnızca bizim İstanbul’a gelişimiz bu şekilde oldu. Öteki ailelerde genç yoktu, 20 Kura’ya dahil olmadılar. Onlar Çatalca’da kaldılar. Bir buçuk sene sonra, kalan aileler de kovuldu. Çatalca askeri mıntıkadır. O vakit istediğin yerde resim çektiremezdin. Memleketimiz Çatalca bir dağın eteğinde. Çatalca’yı bölen bir yol vardı ve yolun ucunda tren istasyonu. On dakikalık bir araba yoluyla istasyona varılıyordu. İstasyona tren geldiğinde bir araba gider, tren yolcularını alır ve köye getirirdi. Bir akşamüstü, bir general geliyor, askeriyeden gidip alıyorlar onu. O yol boyunca, bütün Ermenilerin dükkânları, atölyeleri var, zaten hepsi zanaatkâr. General bakıyor, Terzi Garbis, Kunduracı Rupen, Demirci Kirkor, Berber Sarkis… “Nedir bu böyle! Askeri mıntıkada Hıristiyan yaşaması yasak” diyor. Gece hepsinin evine jandarma gidiyor. “Yarın sabah ilk otobüsle erkeklerinizin İstanbul’a gitmesi lâzım” diyor. O vakit telefon da yok. Ne Rupen’in Garbis’ten haberi var, ne de Garbis’in diğerinden. Ertesi gün otobüsü beklerken karşılaşıyorlar. Hepsi “acaba ben ne yaptım” şüphesinden sabaha kadar uyumamışlar. Sonra, bunun Ermenilere has bir durum olduğu anlaşılıyor. General “Ermenilerin burada oturması mümkün değil. Erkekler gitsin, İstanbul’da yer bulsun, bir hafta sonra gelip neleri var neleri yok satsınlar, bir hafta içinde de gitsinler” demiş. Biz bir buçuk yıl önce, İstanbul’a gelip Topkapı’ya taşınmıştık. Çatalca’da kalan dokuz aileden ikisi benim dayılarım. Bir de baktık, bir sabah iki dayım birden geldi. Hayrola? “Böyle böyle, bizi attılar, kadınlar orada. Bir hafta sonra gidip neyimiz var neyimiz yoksa satacakmışız” dediler. Dayımlar ve diğer erkekler İstanbul’da bir hafta kalıp döndüler; evlerini, dükkânlarını tabii yok pahasına “sattıktan” sonra (gülüyor) ailelerini alıp İstanbul’a geldiler. Çatalca’ya gitmek Hıristiyana yasak oldu. Hiçbirimiz beş sene Çatalca’ya gidemedik.
Gitmeniz nasıl engellenmişti?
Kâğıt veriyor, beş sene gidemezsin diye.
Ailenizin Çatalca’ya yerleşmesi nasıl olmuş?
Annem de, babam da Çorlulu. Babam demirciydi, saban yapardı, arabaların tekerlerini tamir ederdi, her tür alet yapardı; sıcak demirci deniyordu. Delikanlı çağına gelince, ustasının yanından ayrılıp kendi dükkânını açmak istemiş. Bakmış ki, Çorlu’da birkaç tane demirci var. Çevreye keşfe çıkmış, Kırklareli’ne, Silivri’ye, Çatalca’ya gitmiş. Çatalca’da demirci olmadığını görünce, orada demirci dükkânı açmış.
Babanız yerleştiğinde, Çatalca’da yaşayan başka Ermeni aile var mıymış?
Varmış. O on aileden ikisi Everekli, biri Urfalı, biz Çorluluyduk, bir de Bahçecikli vardı, semer yapardı. Hepsi Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelmiş insanlardı. Adam bakmış terzi yok, terzi dükkânı açmış, kunduracı yok, kunduracı açmış…
Orada nasıl kabul görmüşler?
Çok iyi kabul görmüşler ve tehcirden kurtulmuşlar. Onların kurtulduğu gibi, Silivri de kurtulmuş. O zamanki kaymakam bey çok iyi bir insan mıydı, merhametli miydi? Tehcir zamanı, “bu insanların hiçbir ziyanı yok, köylüm istifade ediyor, saban yaptırıyor; kimisi terzi, üstümüzü başımızı diktiriyoruz; kimisi ayakkabımızı yapıyor. Bu adamların zararı yok” diyor. Kimseyi göndermiyor. Silivri nahiyesi de Çatalca’ya bağlı olduğu için Silivri insanı da tehcirden kurtuluyor. Allah rahmet eylesin, o adamcağızı ben tanımadım.
Çorlu tamamen tehcir edilmiş. Annemin sülâlesinden 36 kişi gitmiş, üç kişi dönmüş. Yollarda perişanlık içinde, 60 kişi bir vagonun içinde, çişini, pisliğini oraya yapıyormuş… Tifo gelmiş, tifüs gelmiş… Kayseri’den öte bir yerde onları trenden indirmişler. Yürüyerek devam etmişler, yürüyemez olmuşlar… İki dayım ikiz, bir de büyük dayım, biri anayı, biri babayı, biri de 16 yaşında kızkardeşlerini sırtlamış. Hepsi hasta. Git git git, dayılarımın da takatı kalmamış, mecburen onları ölmeden ağaç altlarında bırakmışlar…
O kaymakam Ermenileri nasıl korumuş?
İsteyen korurmuş. Çok yerlerde olmuş bu. Anadolu’dan da işitiyorum, isteyen kaymakam korumuş.
Babanız o zaman ne yapıyormuş?
Babam o vakit evli. Bekârlığında iki-üç sene çalıştıktan sonra, gidip Çorlu’dan kız almış, annemi getirmiş. Annemin, babamın sülâlesi, hepsi tehcire gitmişler.
Babanız ve anneniz tehcirden hemen haberdar olmuşlar mı?
Hep haberleri varmış. Birbirlerine mektup yazarlarmış. Çorlu tamamen tehcir edilmiş. Annemin sülâlesinden 36 kişi gitmiş, üç kişi dönmüş. Yollarda perişanlık içinde, 60 kişi bir vagonun içinde, çişini, pisliğini oraya yapıyormuş… Tifo gelmiş, tifüs gelmiş… Kayseri’den öte bir yerde onları trenden indirmişler. Yürüyerek devam etmişler, yürüyemez olmuşlar… İki dayım ikiz, bir de büyük dayım, biri anayı, biri babayı, biri de 16 yaşında kızkardeşlerini sırtlamış. Hepsi hasta. Git git git, dayılarımın da takatı kalmamış ve mecburen onları ölmeden ağaç altlarında bırakmışlar… (gözleri doluyor)
Annenizin ailesinden tehcir edilmeyen kimse yok, öyle mi?
Annemin bütün ailesi gönderilmiş. Annem burjuva evlâdı. Babam hizmetkâr çocuğu. Annemin dedesi çok zenginmiş, üç tane çiftliği varmış. O vakit burjuvalara “çorbacı” derlermiş. Şimdi o çiftliklerin yerlerinde köyler var. Silivri’yi geçtikten sonra Güzelce diye bir yer var, oranın adı Çöplüce çiftliğiymiş, dedeminmiş, Muratlı ve Kınıtlı çiftliği de dedeminmiş. O araziler tehcirden sonra metruk olduğu için Müslümanlara verilmiş. İyi ama, biz terk etmedik ki toprağımızı, bizi devlet nakletti. Toprağımıza da sahip çıkması gerekmez mi? Üç dayım kurtulmuş, dört yıl sonra dönünce Çorlu’ya gitmişler. Bir de bakmışlar ki, her yer işgal edilmiş, başkaları gelmiş. Büyük dayım, “Çorlu’ya geleceğime, mezara gitseydim daha iyi olurdu” demiş. “Ablamın yanına, Çatalca’ya gidelim” demiş. Onlar da böylece Çatalca’ya gelmişler.
Tehcir sırasında annenizin ailesi hastalıktan ve o ağır şartlardan mı ölmüş, öldürülenler de olmuş mu?
Bakımsızlıktan, hastalıktan gitmişler.
Üç dayınız nasıl hayatta kalmış?
Der Zor’a, Suriye’ye kadar gitmişler, dört sene orada kalmışlar. Büyük dayım babam gibi demirciymiş, orada bir demirci dükkânı açmış. İkiz çocukların biri berbermiş, diğeri de terzi. Onlar da abilerine demircilik işinde yardım etmiş. Büyük dayım orada Tekirdağlı gariban bir kadın bulmuş. O kız da bütün sülâlesini kaybetmiş. İhtiyar bir kadın “siz üç erkeksiniz, kimseniz yok. Bu kız da ortada kalmış, ben kendimi zor doyuruyorum, ona bakamıyorum. Bunu sana vereyim, kendine eş al” demiş. Büyük dayım yengemle Der Zor’da böyle evlenmiş. Annemin annesi, babası, dayıları, kardeşleri, 36 kişiden üç kişi tehcirden geri dönmüş.
Babanızın ailesi tehciri nasıl yaşamış?
Babam ilk haberlerden sonra, babasını ve anasını Çatalca’ya aldırmış. Babaanneme Müslüman gibi olsun diye çarşaf giydirmişler, dedemi de uydurmuşlar bir şekilde ve onlar Çatalca’ya gelmiş.
Ailenin diğer fertlerine ne olmuş?
Babamın iki erkek kardeşi geri dönmüş. İki erkek kardeşle bir kız kardeşi de yollarda ölmüş. O kız kardeşin altı yaşındaki çocuğu kurtulmuş. Biri onu almış, Bulgaristan’a götürmüş, o çocuk orada büyümüş. Sonradan abim Varna’da ziyaret etmişti onu.
O çocuğun akıbetinden nasıl haberleri olmuş?
Onu Bulgaristan’a götüren ihtiyar kadın anneme mektup yazmış, “görümcenin çocuğunu Bulgaristan’a getirdim” diye.
Babanızın ailesinden geri dönenler nereye kadar gitmişler?
Onlar da Der Zor’a gitmişler. Orada bir buçuk yıl kaldıktan sonra, biri Bulgaristan’a, biri de Çatalca’ya gelmiş. Çatalca’da babamın yanında altı ay kadar oturmuş amcam, sonra Yunanistan’a gitmiş.
Dayılarınız tehciri anlatırlar mıydı?
Büyük dayım anlatırdı. Sinirli bir adamdı, “evime Türk girmeyecek!” derdi. (gülüyor)
Hiç Türk arkadaşı, ahbabı var mıydı?
Var var, ama evine sokmuyor. Yoksa dışarıda hep Türklerle, kiminle konuşacak ki? Allah için, komşularımız iyi insanlardı. Herkes kötü değil. Dayım sert bir erkekti. Belki de yaşadıklarından dolayı sinirliydi. Yaşadıkları onu daha çok etkilemiş mi acaba, bilemiyorum. İkizler hiç anlatmazdı. Biri Çatalca’ya gelmiş, biraz kalmış, “burada berber var, bana iş yok” demiş ve İstanbul’a gitmiş. O vakit delikanlılar İstanbul’dan Fransa’ya kaçıyormuş, dayım onlarla Marsilya’ya gitmiş. 25 sene mi, 35 sene mi, Kevork dayımdan haber alınamamış. Seneler sonra bir mektup geldi Marsilya’dan. Hayatın zorlukları içinde kardeşleri aklına gelmemiş herhalde.
Yıllar sonraki mektupta ne yazmış?
“Ben sağım. Evvela bir Çorluluyla evlendim, üç çocuğum oldu. O öldü. Şimdi bir Yozgatlı dulla evliyim, onun da üç çocuğu var…” Üç tane kendinin, üç tane karısının, dört tane de ikisinin, on çocuk. “Seninkiler, benimkiler, bizimkiler…” diye espri yaparlarmış. (gülüyor) Sonradan çok gelip gitti, her yaz geliyordu. O da öldü şimdi.
Büyük dayınız tehciri nasıl anlatırdı?
O olayları aklından atamazdı. En çok 16 yaşındaki kızkardeşine üzülürdü. “O nasıl öldü? Ölmeden bıraktım onu” diye taşıyamadığı için kendisine kızardı. “Hadi annem, babam yaşlıydı da, kızkardeşim çok gençti” der, nohut gibi gözyaşı dökerdi arkasından… (ağlıyor… Kızı Takuhi Tovmasyan’ın yazdığı Sofranız Şen Olsun kitabından annesinin, babasının fotoğraflarını gösteriyor)
Korku annemde de hep vardı. Arkadaşlarımız, komşularımız Müslüman Türktü, beni kaçırırlar diye annemin ödü kopardı. O sebepten okula yollamadı. Annemle babam bizden gizli bir şey konuşacakları zaman Ermenice konuşurlardı. Evimizin ana lisanı Türkçeydi. Biz Ermenice konuşacağız diye ödleri kopuyordu.
Dayınızın anlattıkları sizde nasıl bir etki yaratırdı?
Çok etkilenirdim. Korku annemde de hep vardı. Arkadaşlarımız, komşularımız Müslüman Türktü, beni kaçırırlar diye annemin ödü kopardı. O sebepten okula yollamadı. Çok zeki bir çocuktum. Bir sene ağladım, yollamadı beni okula. Okumaya hâlâ çok hevesim var.
Siz okula Çatalca’da gittiniz, değil mi? Ermeni okulu var mıydı?
Ne Ermeni okulu vardı ne de kilise. Türk okulunda okudum. Abimle aramızda 14 yaş fark var. Daha çok Rum olduğu için, o zaman Rum okulu varmış, abim Rum okuluna gitmiş, su gibi Rumca bilirdi.
Evde annenizle babanız Ermenice mi konuşurdu?
Kendi aralarında Ermenice konuşurlardı. Ama bizimle hep Türkçe konuşurlardı. Korkuyorlardı. Yalnız bir tek aile vardı, o kadın korkmazdı, anneme de kızardı, “neden çocuklarla Ermenice görüşmüyorsun” diye. “Lisan lisandır” derdi. Annemle babam bizden gizli bir şey konuşacakları zaman Ermenice konuşurlardı. Evimizin ana lisanı Türkçeydi. Biz Ermenice konuşacağız diye ödleri kopuyordu. (gülüyor)
Annenizin, babanızın, sizin Ermeni isimlerinizin dışında, Müslüman isimleriniz de var mıydı?
Babamın adı Asadur. Çorlu’da çıraklık zamanında, herkes Asadur aşağı, Asadur yukarı övermiş… Devamlı gelen bir müşterileri bir gün babamın ustasına “Asadur deme be buna, Alev de” demiş. Adam sanki yapıştırmış gibi, o günden sonra babamın adı Alev’e, ondan da Alef’e dönmüş. Babamın ismi Alef Usta kalmış. Çatalca’da babamı Alef diye bilirlerdi.
Annenizin adı ne?
Annemin adı Akabi. Abimin adı Partuh, benimki de Mari. İkinci ismimiz yoktu hiç. Yalnız, soyadı alırken, biz Donikyan’dık ama, “yan”ı kabul etmediler. Bunun üzerine, abim de babam öldüğü için, babamın takma ismi “Alev”i aldı.
İlkokuldayken sınıfınızda başka Ermeni çocuklar var mıydı?
Benim sınıfımda yoktu, ama başka sınıflarda vardı.
Türklerle ilişkiniz nasıldı o zamanlar?
Çatalca’nın ahalisiyle fazla sorun yaşamadık. Bugün bile gittiğimizde deli olurlar. Birbirimizi çok severdik. Hâlâ burnumun direği sızlar. Öyle “gâvur” desinler filan, hiç bilmem. Bizim memlekette yoktu. Ben o lafı burada öğrendim. (gülüyor)
Kilise yoktu demiştiniz, ibadetler, cenazeler, vaftizler nasıl yapılırdı?
Beni vaftiz için İstanbul’a getirmişler. Bilenler dua okurdu. En yaşlı kişiye papazlık görevi verirlerdi… Ölüler de İstanbul’a gelirdi. Ama babam Çatalca’da gömülü. Çok daha eskiden biraz daha fazlaymış Ermeni nüfusu, Rum mezarlığının yanında bir de Ermeni mezarlığı yapmışlar, küçücük bir yer. Dedem, yayam ve çocukken ölen bir ablam, oradaki Ermeni mezarlığında gömülü. Babam, ölmesine iki-üç saat kala anneme, “bak Akabi, beni buradan başka yere götürür gömersen, hakkımı helâl etmem. İki elim yakanda kalır. Ne kilise istiyorum, ne başka şey, anamın, babamın, kızımın yattığı yeri istiyorum” demiş. Çarşıda babamı çok severlerdi. Tellal çıkardılar, filanca saatte Alef Usta’yı mezarlığa götüreceğiz diye. İki imam birden geldi babamı mezara götürmeye, başta Müslüman mahallesinin imamı, arkada Patriyotların imamı vardı… Ama bugün Ermeni mezarlığı yok edildi, Müslüman mezarlığının içine katıldı. babam Çatalca’dan ayrılmak istemedi ama, biz bugün babamızın mezarını bulamıyoruz. Mezarı bile yok oldu.
Babanız, anneniz dindar insanlar mıydı?
Kendi dinlerini yaparlardı. Bizim Perhiz zamanımız vardır, Perhiz tutulurdu. Paskalya’da yumurta boyanırdı, istavrozlarını takarlardı. Evde Ermenice konuşmazlardı ama, dini adetlerimizi öğretirlerdi.
Annenizin, korktuğu için ilkokuldan sonra sizi okutmadığını söylediniz. Bunu böyle söyler miydi?
Annem beni okuldan aldıktan sonra, terzi yanına yolladı, terzi oldum. Bir binbaşı komşumuz vardı, karısı gelip bana elbise diktirirdi. Genç bir kadındı, beni çok severdi, arkadaş gibiydik. Kocası ava gider, bıldırcın avlardı. Kadın gayet güzel pilavlar pişirir, üstüne bıldırcınlar koyar, bize getirirdi. Annem korkudan onları çöp tenekesine dökerdi. Kadının da 23-24 yaşlarında bir erkek kardeşi vardı, çocuk yazları Çatalca’ya gelirdi. Annem “o kafasına koydu, seni kaçıracak” derdi. Bize getirdiği yemekleri büyü yapılmıştır korkusuyla atardı. Annem hep korkuyla yaşadı. O kadın bana çok ilgi gösteriyor diye ödü kopardı.
Beşinci sınıftayken bir müsamerede tatsız bir olay gelmiş başınıza…
İlkokulun son senesi, bitirme müsameresi var. Bilirsiniz, Gazi’nin Gençliğe Hitabesi vardır. Allah yattığı yerde nurlar içinde yatırsın, öğretmenim Ferhat Bey vardı, çok iyi bir insandı. Bütün sınıfa ödev verdi, “herkes hitabeyi ezberlesin, güzel söyleyene müsamerede okutacağım” dedi. Sınıfın bir kısmı Patriyot, Türkçeleri iyi değil. Benim evde lisanım Türkçe, ezberim de kuvvetli olduğundan, “Mari Asadur, gene sana vereceğim bu işi” dedi. Piyesler bittikten sonra, en son sahneye çıkacağım ve Gençliğe Hitabe’yi okuyacağım. Beni bir bayrağa sardılar, sahneye çıktım, okuyorum. Bu müsamerelere askeri erkân da gelirdi. Hitabe’nin yarısına geldim, ön sırada oturan rütbeli askerlerin arkasından genç bir subay ayağa kalktı. Herhalde birinden bir şey duydu, “bak şu Ermeni kızına, ne güzel okuyor” dediyse biri… “Bulamadınız mı bir Türk kızı da bu gâvura verdiniz bu görevi!” diye bağırdı. Çok fena oldum, sustum, bayrağı söktüm, yere attım ve arka tarafa kaçtım. Nasıl ağlıyorum! Perdeyi kapadılar, öğretmenlerim geldi, şöyledir böyledir, teselli ediyorlar… Ferhat Bey “Mari, şimdi sahne açılacak ve tekrar söyleyeceksin” dedi. “Söylemem Ferhat Bey” dedim. “Paşa hazretleri sizi istiyor” dedi. Bir elimden Ferhat Bey, diğer elimden öğretmen Muzaffer Bey tuttu, beni paşanın önüne götürdüler. Paşa beni sevdi, saçımı okşadı, “Kızım, cahil bir çocuk o. Kusuruna bakma. Biz senden tekrar dinlemek istiyoruz” dedi. Tekrar çıkarttılar ama, artık ne söyledim, bilmiyorum.
Anne-babanız da bu olaya tanık oldu, değil mi? Belki de o yüzden anneniz okula devam etmenizi istemedi.
O subay bağırınca, onlar korkudan dışarı çıkıp gitmişler. Okul bize bayağı uzak, epey bir süre gittikten sonra, babam toparlanıp “Akabi, biz gidiyoruz da kızı kime bıraktık, yürü dönelim” demiş, o denli şaşırmışlar, paniklenmişler. Geri dönmüşler. Sonra beni aldılar ve evimize gittik. Annem zaten okumaya meraklı değildi, içine kapanık mıydı neydi, bilmiyorum. Biraz geri düşünen, mutaassıp bir insandı. Beni bir de Atatürk istedi.
O nasıl oldu?
(Sofranız Şen Olsun’un kapak fotoğrafını göstererek) İşte bu fotoğrafın çekildiği gün, biz Çatalca’dan Florya’ya gelmiştik pikniğe. Buradaki akrabalarla da sözleşir, Florya’ya pikniğe giderdik. Bu fotoğraftan bir tek ben sağım, hepsi öldü. Sağ taraftaki başı bağlı kız Mannik, çok cebbar bir şeydi, biraz da okumuş. Piknik alanında haber yayıldı ki, istasyona Mustafa Kemal Paşa gelmiş. Mannik babama, “dayı, ben görmeye gideceğim, Mari’yi de götüreyim” dedi. Babam izin verdi. Tuttu elimden, beni de götürdü. Annem kırmızı göğüslüğümü giydirmiş, üstünde sırma işlemeyle eski Türkçe harflerle ana mektebi yazıyordu. Gittik, Mustafa Kemal Paşa inmiş aşağı, yanında erkânı, İnönü, Fevzi Çakmak… Bayağı bir kalabalık. Ben hop hop zıplıyorum. Atatürk Mannik’e parmağıyla işaret etti, “bu çocuk ne yapmak istiyor” diye sordu. O da “elinizi öpmek istiyor” dedi. Atatürk “bırakın çocuğu” dedi. Koşa koşa yanına gittim. Bugün gibi hatırlıyorum. Adamın külotlu pantolonu, elinde de uzun bir bastonu var. Bir eli cebinde. Ben elini cebinden çektim ve öptüm. Adamın bir hoşuna gitti, tuttu kucakladı beni. Bana sualler soruyor, ben cevaplıyorum. “İsmim Mari” dedim. “Sen nerede oturuyorsun kızım?” dedi. “Çatalca’da oturuyorum” dedim. “Ne okuluna gidiyorsun?” dedi, “Türk okuluna gidiyorum” dedim. “Bu yazıda anaokulu yazıyor” dedi. “Bu yıl anaokuluna gidiyorum, gelecek sene birinci sınıfa gideceğim” dedim. “Neler öğrendin?” dedi. “Şiirler öğrendim” dedim. Ben orada başladım ezberden okumaya, bir şiirler… Adamın hoşuna gitti, tekrar kucakladı. “Matmazel, gelir misiniz?” dedi, Mannik’i çağırdı. “Ben bu çocuğu alacağım. Onu okutacağım. Bu çocuk başka türlü bir çocuk” dedi. Mannik “çocuğun annesi babası var” dedi. Mustafa Kemal “ben çocuğu istiyorum, git söyle” dedi. “Siz çocuğu bana verin, yalnız gidersem korkarlar, ben anlatırım” dedi kız. Babam çok fena oldu. “Dünyada vermem, ben okuturum çocuğumu!” dedi. Ağlıyor adam, çok fena oldu. “Mustafa Kemal Paşa alacak mı çocuğumu?” diyor. Mannik aldı beni, Mustafa Kemal’in yanına gittik, “babası çok fena oldu, ağlıyor” dedi. Atatürk “Madem öyle, ben kimsenin çocuğunu zorla almam. Lâkin, söylüyorum, okutsunlar bu çocuğu” dedi. Ondan sonra, benim kafamda yer etti, okuyacağım da okuyacağım diye.
Mustafa Kemal “bu çocuğu alayım, okutayım” dediğinde siz korkmuş muydunuz?
Yok, anlayamadım belki de. Çok ufaktım, altı yaşındaydım. Kader işte, okulu bitirdiğim sene, babam hayata veda etti. Evin reisliği annemin eline kaldı. Babam hayatta olsaydı okuturdu beni.
Bu olay nedeniyle babanızda da sizi kaybetme korkusu oldu mu?
Nasıl korktuğunu anlatmam zor. Dili tutuldu, kekelemeye başladı. O kadar çok korkmuştu. Günlerce konuşamadı. O vakitler, Atatürk’ün en kuvvetli zamanı, babam korkmakta haklı bir yerde, alırsa elinden, bir daha belki gösterir, belki göstermez.
Babanızın ölümünden sonra Çatalca’da çok kaldınız mı?
Babam 1933’te öldü. Zaten babam sağken abim işi ondan devralmıştı, çünkü babam yaşlanmıştı. 1941’de Çatalca’yı terk ettik.
Varlık Vergisi siz Çatalca’dayken mi çıktı?
İstanbul’dayken, abim askerden gelince, Varlık Vergisi’ni ödedik. Askerden dönünce, abim Topkapı’da bir demircinin yanında çalışmaya başladı. Adamla ortaktılar ama, abimi işçi göstermişti. Varlık Vergisi işçilere 500 lira geldi. Askerden yeni gelmiş, değil 500 lira, 500 kuruşu bile yok. Mecburen, Çatalca’daki arsasını sattı. Çatalca’da arsa almıştı, ev yapacaktı…
O arsa Çatalca’daki tek mülkünüz müydü?
Evet, başka mülkümüz yoktu. Varlık Vergisi’yle o da gitti. Çatalca’da oturduğumuz ev kiraydı. O arsa 500 liraydı; aslında, o vakit 500 lira da paraydı. Bütün Hıristiyan işçilerden 500 lira vergi istendi.
İstanbul’a ilk geldiğinizde Topkapı nasıl bir yerdi?
Topkapı’da küçük ahşap evler vardı. Biz yengemin bir akrabasının evine kiracı geldik. Elekçi Mahallesi derlerdi; Elekçi, Çingeneyle Türk arası bir şey, ne Çingene ne Türk. Elekçi Mahallesi’nde Ermeni, Elekçi karışıktı, kaynaşmışlar. Kiminin anası Ermeni, kiminin babası. Rum daha seyrek vardı. Rumlar Yedikule’de çoktu. Ben Yedikule’ye gelin gittim, Rumluk içine girdim.
Evlenmeniz nasıl oldu?
(gülüyor) Annem evlendiğinde Çatalca’ya, çok samimi arkadaşı Takuhi de İstanbul’a gelin gidiyor ve birbirlerinin nereye gelin gittiklerini duyuyorlar ama, gidiş-geliş zor olduğundan buluşamıyorlar. Bir gün Takuhi duyuyor ki, Akabi İstanbul’a gelmiş. Büyük gelinine, “kalk gidelim” diyor. O gün annemle yengem bir yere gitmişlerdi, ben yalnızdım, açtım kapıyı, iki yabancı kadın. Kayınvalidem olacak kadın “ben senin mamanın arkadaşıyım, belki ismim geçmiştir kızım, benim adım Takuhi” dedi. Hakikaten de annem çok anlatırdı, “ah, Takuhi’yi bir gün görsem” diye. Evvela kaynanam bana âşık oldu! (gülüyor)
Nasıl bir kadındı?
Vallahi eski bir kadın, diktatör. Sayılmayı çok isteyen bir kadındı.
Size “kaynanalık” yaptı mı?
Her dediğini yapıyordum. Altı ay nişanlı durduk, altı ay boyunca annem kafamın etini yedi: “Benim yüzümü yerlere geçirme yavrum! Sakın senden bir şikâyet duymayayım, evlâdım demem…”
Takuhi Hanım sizi beğendikten sonra oğluyla nasıl tanıştınız?
Oğluna anlatmış. Bir gün oğluyla geldiler, gördüler. Aramızda 12 yaş fark var. Oğlu “çocuk mu oynatacağım ben” demiş. (gülüyor) O vakit ben 20 yaşındaydım, o da 32. Kaynanam tutturmuş, beş sene sonra evlendik. Beş sene boyunca çocuğunun kafasının etini yemiş.
Sizin o arada beğendiğiniz, gönlünüzü çelen başka biri yok muydu?
Nereden olsun?
Eşinizin adı neydi?
Bedros.
Sonuçta nasıl oldu da Bedros Bey’le evlendiniz?
Bakıyor ki annesiyle başa çıkamıyor, “evet” diyor, “ama, sonradan bir anlaşmazlık çıkarsa, sebep sensin” diye de ekliyor. Takuhi “o öyle bir annenin kızı ki, onun çeyreği olsa yeter bana” diyor. Takuhi de arkadaşını çok seviyor. Geldiler istediler, abim de verdi. Bizim zamanımızda, genç kızlara ister misin, istemez misin diye sormazlardı.
Bedros Bey’den hoşlanmış mıydınız?
Vallahi, önceleri biraz ürktüm gibi. Sonra, zamanla alışıyor insan.
O ne iş yapardı?
Kuyumcuydu. Çok sinirli bir insandı, ama evliliğimiz iyi gitti. Lâkin, sabır lâzımdı karşısında. Ben sabırlıydım. Kaynanama da sabrettim. 12 yıl boyunca aynı evde oturduk.
Eşinizle Ermenice mi konuşurdunuz?
İşte orada ilk zamanlar çok sıkıldım. Eşim çok güzel Ermenice konuşurdu. Eskiden kuyumcu çarşısı bir Ermeni okulu gibiymiş. Kuyumculuk Ermenilere ait bir iş. Bir öğretmen kadar iyi Ermenice bilirdi.
Eşiniz okula ne kadar gitmiş?
Dördüncü sınıfa kadar gitmiş. Lâkin çarşıdaki eğitim Ermenice.
Onların evinde, annesi de Ermenice mi konuşurdu?
Yok yok, annesi bilmiyor.
O neden bilmiyor?
Öğrenmemiş. Belki de beni istemesinin bir sebebi de benimle Türkçe konuşacak olması. İstanbul kızı istememiş, İstanbul kızlarının hepsi Ermenice biliyor o vakit. Yalnız ben kocamın bir arkadaşına, bir misafirliğe gittiğimiz vakit çok sıkılıyordum.
Bedros Bey sizin Ermenice bilmemenize ne diyordu?
Öğrenmemi istiyordu. Nereden öğreneceğim, zor. Çocuklarla öğrendim; çocukları anaokuluna verdikten sonra, ben de defter kalem aldım, başladım öğrenmeye. Çok güzel okuyorum, biraz zor yazıyorum. Ermenicede imlâ çok zordur. Yazıya da fazla önem vermedim ama, Türkçe gibi okurum.
Ermenice gazete, kitap okursunuz yani, öyle mi?
Ohooo, her gün Ermenice gazete okurum. Konuşma da var, okuma da var, yazı biraz zor.
Yedikule’deki hayatınızdan neler hatırlıyorsunuz?
60 yıl evvelki ev hayatları zor hayatlardı; sular aşağıda, sarnıçta, sarnıç biter, çeşmeye gidersin… Zordu. 1947’de evlendim, 1961’de Bakırköy’e taşındık. Bakırköy’e gittikten iki sene sonra, kocam göz tansiyonu nedeniyle gözlerini kaybetti. Mesleği de mıhlayıcılıktı, işi bırakmak zorunda kaldı.
Kocanız gözünü kaybettikten sonra sizin de hayatınız çok değişiyor…
Tabii, 42 yaşından sonra iş hayatına atıldım. Zaten terziydim. Çok kalabalık bir aileye gelin gittim. O dedi etek, diğeri dedi pantolon, öbürü dedi bluz… Hiçbir karşılık beklemeden terzi gibi çalıştım. Kocam gözünü kaybedince, “çalışacağım” dedim. O da “ne yapacaksın?” dedi. “Ne bileyim, bir konfeksiyona girmek istiyorum” dedim. “Olmaz öyle şey, sen maydanoz almasını bilmiyorsun. Dışarı çıktığın yok. Nasıl çalışacaksın, evde çalış” dedi. Evde çalışınca, fiyat söylemek zor geldi. Herkes tanıdık, yabancıya da dikeceğim ama, onlardan sıra yok. (gülüyor) Bir tanıdık beni bir ay çalıştırdı, kayınvalidesine elbise, kendine elbise, çocuklarına pantolon… Ay başında kadın bana 30 lira para yolladı, ben 130 lira kazanırım diye hesaplıyordum. Ertesi gün, Hürriyet aldım, ilanlara baktım, kapı kapı gezdim. Adamlar “yaşlısınız, biz genç istiyoruz” diyorlar, beni beğenmiyorlar. Beş-altı yere gittim, yok, olmuyor. Son gittiğim yerde adam şöyle bir baktı, “biz genç arıyoruz” dedi. “Beyefendi, bir hafta çalışayım, para da istemiyorum, deneyin, bir genç kadar çalışamayacaksam çıkarım” dedim. Adam “patron dediğin, etrafında genç kadınlar görmek ister” dedi. İşte al sana laf! Çok fena oldum. İki-üç gün sonra, bir cenaze vardı, evimiz de kiliseye çok yakın. Kocamla bir ahbabımız cenazeye gitmişler. Bizde âdettir, cenazeden sonra kahve verilir. Kocam arkadaşını kahve içmeye bize davet etmiş. İkisi geldiler, kahveleri pişirdim, o ahbaba “senin çok tanıdığın vardır, konfeksiyonu olan bir arkadaşın var mı, ben iş arıyorum” dedim. İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş. “Vaftiz babam, İstanbul’un en birinci konfeksiyonunun sahibidir, Çift Kaplan derler. Ben senin için görüşürüm, ihtiyacı varsa söyler” dedi. Karşı komşumuzun evinde telefon vardı, o telefon numarasını verdim. Ertesi gün bu ahbabımız aradı, “makinelerde iş yokmuş, ütüye gelirse gelsin dediler” dedi. Ben de “çalışmak değil mi, ütüye giderim” dedim. Gittim, beş sene ütüde çalıştım. Güya makineden bir kız çıkarsa, onun yerine geçeceğim, kızlar çıkıyor ama, patron beni yerimden oynatmıyor. Patronumuz da fazla konuşmayan bir insan, bir de tabii yaklaşamıyorsun. Rahmetli, ağır gölgeli bir adamdı. Sonradan iyi bir insan olduğunu anladım, ama gölgesi ağırdı. Ütü mütü, çalışıyorum. Öğle tatillerinde, ekmeğimi yer, sonra da makine başına oturur, gar gar diker, hevesimi alırdım. Yine öyle bir gün, Singer’de çalışırken, patron başıma dikildi. “Hayrola” dedim. “Madam Mari, sizinle konuşmak istiyorum, gelir misiniz?” dedi. Gittim. Yukarı kata çıktık. “Burayı da aldım, tanzim ettiriyorum. Bir de sizin görmenizi istiyorum” dedi. Koskocaman bir odayı ütü dairesi diye ayırmış, “burası ütü dairesi olacak, buraya sizi şef yapacağım” dedi. “Ben o işi kabul edemem” dedim, “çalışanlarla baş edemem. Siz bana bir iyilik yapmak istiyorsanız, beni makineye alın, yok olmaz, ütü derseniz de, ütüde çalışırım…” Güldü, “Madam Mari, siz geldiğiniz günden beri orada ustabaşısınız, haberiniz yok” dedi. “Ben oradan günde şu kadar düzine iş alırdım, şimdi onun iki mislisini alıyorum, çünkü sizi örnek alıyorlar. Siz, bilmeden, şeflik yapıyorsunuz” dedi. “İyi öyleyse” dedim, şef oldum. Beş sene işçilik, on sene de şeflik yaptım, kıt kanaat da olsa evi ben geçindirdim, çocuklarımı okuttum.
Efraim diye Bulgaristan göçmeni bir ev sahibimiz vardı, Menderes’in faytonunu sürerdi. 6-7 Eylül’den bir ay evvel, kapıda Rum komşumuz Atanasya ile oturuyoruz, bu Efraim “ah madam, bir ay sonra İstanbul’da kıyamet kopacak” dedi. Komşumla biz “ne kıyameti” dedik. “Vallahi bilmem, hazırlanıyorlar, İstanbul ayağa kalkacak” dedi. “Niçin?” “Bilmiyorum, sizin milletlere karşı çok hırslılar” dedi. Meğerse duymuş adam, faytonda konuşurlarmış.
Terfi etmenizi eşiniz nasıl karşıladı?
O benim yapabileceğimi biliyordu ama, belli etmiyordu, kendisi biraz diktatördü. (gülüyor) Kendisini üstün görmekten hoşlanırdı. Ermenice bilmemem yüzünden daima ikinci planda kalmış bir insanım. Bunun zorluğunu çok çektim. O vakit ev gezmeleri var, gidiyorum, ben hiçbir şey anlamıyorum. Sonra öğrendim, öğrendim ama, öğrenene kadar da, o üstünlüğü ele aldı.
Ailenizin yaşadığı korku ve endişeleri, siz kendi ailenizle yaşadınız mı?
Yok yok, o bende hiç olmadı. İnsanın aklına geldikçe burnunun direği sızlıyor ama…
Eşinizin ailesinde tehcire gidenler var mı?
Şimdi bir tehcir var, bir de askerlik var. Diyelim ki, bir ananın babanın iki tane çocuğundan biri asker olursa, o aileyi tehcire götürmüyorlar. Kayınvalidemin annesi ve babası iki çocuğunu askere vermiş, tehcirden kurtulmuş ama, onlar da askerde ölmüş.
Yani Bedros Bey’in dayıları…
Evet, dayıları. Takuhi’nin iki erkek çocuğu olduğu için, kendi çocuklarına abilerinin isimlerini vermiş: Bedros ve Sarkis.
6-7 Eylül olduğunda neredeydiniz?
Sayfiyede, Florya Galatarya’da, şimdiki adıyla Şenlikköy’deydik. Efraim diye Bulgaristan göçmeni bir ev sahibimiz vardı, Menderes’in faytonunu sürerdi. 6-7 Eylül’den bir ay evvel, kapıda Rum komşumuz Atanasya ile oturuyoruz; bu Efraim “ah madam, bir ay sonra İstanbul’da kıyamet kopacak” dedi. Ama, Efraim bir hoştu da. Karısını falan döverdi, bir tuhaf adamdı. Rum komşumla biz “ne kıyameti” dedik. “Vallahi bilmem, hazırlanıyorlar, İstanbul ayağa kalkacak” dedi. “Niçin?” “Bilmiyorum, sizin milletlere karşı çok hırslılar” dedi.
Arabacı Müslüman mıydı?
Müslüman. Ama adı Efraim. “Size karşı çok hırslılar. Korkuyorum, burada da bir şey olmasın” dedi, “ben istemem evimdekilere zarar gelsin. Ödüm kopuyor” dedi. Karısı “Efraim, deli deli konuşma” dedi, konuyu kapattı. Meğerse duymuş adam, faytonda konuşurlarmış. Biz de onun konuşmasını ciddiye almadık, “abuk sabuk konuşuyor” dedik, inanmadık. Hakikaten, bir ay sonra, sabahleyin erkenden kapı tıkladı, Efraim. “Hayrola Efraim!” dedim. “Haberiniz yok, İstanbul kalktı koptu” dedi. Galatarya’da eskiden kalma çok büyük bir otel vardı, çok meşhurdu, Papazyan Oteli diye geçerdi. Oraya Ermeni, Rum aileler gelir, sezonluk otururlardı. “Otel altüst olmuş. Akşamdan beri burayı bekliyorum, buraya gelmesinler diye. Papazyan’ı da dayaktan öldürmüşler” dedi. Adamı hastaneye kaldırıyorlar, sonra da hastanede öldü. Galatarya’da tek ziyan gören yer orasıydı. “İstanbul çok fenaymış” dedi. “Eyvah!” dedik.
Bedros Bey neredeydi?
O daha işe gitmemişti, sabahın altısı. Hemen radyoyu açtık.
Radyoda ne vardı, hatırlıyor musunuz?
Spikerler anlatıyor…
Yağma yapanları, saldırganları kollayarak mı anlatıyorlardı?
Yağma diye konuşmuyorlardı. İşte şöyle böyle… Atatürk’ün evine bomba mı konmuş ne, onları söylüyorlardı.
Radyo yayını insanları kışkırtacak gibi miydi?
Yok yok. Bizim evimiz Yedikule’de, Gençağa Sokağı’nda. Beş-altı Müslüman evi var, bir tek biziz Ermeni, kalanı olduğu gibi Rumdu. Biz üst katta oturuyoruz, alt katı da bir Anadolulu Ermeniye, Sarkis Çerkezyan’a (Yasemin Gedik’in derlediği anıları Dünya Hepimize Yeter adıyla Belge Yayınları’ndan çıkan, eski TKP üyesi Sarkis Çerkezyan) kiraya verdik. Adamı tanımıyoruz, evi kiraya verdik, bir ay sonra Galatarya’ya sayfiyeye gittik.
Sarkis Bey tek başına mı yaşıyordu?
Yok canım, karısı, anası, çocukları, hepsi var.
Siz o zamanlar Sarkis Bey’in siyasal faaliyetlerinden haberdar değilsiniz, öyle mi?
Hiçbir şey bilmiyoruz. Onun neler yaptığını 15 sene evvel öğrendim. (gülüyor) Biz Demokrat Partiliyiz.
6-7 Eylül günü, Sarkis Bey evde miymiş?
Florya’dan Bedros ve Rum komşumuz Hristo, iki erkek, el ele verdiler, “kalkalım bir gidelim” dediler. Saat üç buçuk, dört gibi erkekler geldi. Sarkis, bizim evi kollamış. Hıristiyan evi diye baskına gelmişler. Sarkis “yahu Hıristiyanlar Galatarya’da, bu evi ben tuttum” demiş. Eve Türk bayrağı asmış, annesinin başına yemeni bağlatmış, gelenlere bir de kahve ikram etmiş. “Ben Türküm, Müslümanım” demiş. Konuşması da Müslüman gibi, Anadolu erkeği zaten… Ertesi günü biz de Yedikule’ye, mahallemize gittik. Parçalanmış yataklardan, perdelerden geçilmiyor sokaklar, bütün eşyalar atılmış. Buzdolabı kırığı mı, şişeler mi… Ellerine ne geçmişse atmışlar. Yanımızda zengin bir Rum aile vardı, bir şey bırakmamışlar, camları çerçeveleri indirmişler. Üç kilise ateşe verilmiş, kiliselerin kubbeleri falan gitmiş. Karşımızda oturan, yaşlı Madam Katina vardı, ablasının adını hatırlamıyorum, onlar korkudan arka arkaya öldüler. İşte bundan sonra da göç başladı, artık korktular.
Siz kendinizi tehdit altında hissettiniz mi?
Hiçbir gün gitmek aklımızdan geçmedi, geçmiyor da. Dışarısını sevmiyoruz. Gelinimin iki kardeşi Amerika’da. Gelinim ziyarete gittiğinde “orası bize göre değil” dedi.
Ermenistan’a gitmeyi istediniz mi?
Ermenistan’a Sovyetler zamanında gittim. Vallahi o vakit çok rahattılar, şimdi çile içindeler. Hepsinin gayet güzel evleri vardı. Tek eksiklikleri vardı, o da yurtdışına çıkamıyorlardı. Bugün serbestlik var ama, şimdi de geçim derdi var. İngilizce öğretmeni burada hizmetçilik ediyor, doktor geliyor, ihtiyara bakıyor, altını temizliyor. Çok çileliler.
Yurtdışında yaşayan akrabalarınız daha çok hangi ülkelerde?
Amerika’da kocamın akrabaları var. Berber dayımın çocukları Fransa’da. Bulgaristan’da akrabalarımız var, Yunanistan’da amcamın kızı vardı, Rum bir çocukla evlenip Amerika’ya gitti. Yukarı Amerika’ya mı gitti, aşağı Amerika’ya mı, zor hayatlarla mı karşılaştılar, ne oldular, bilmiyorum. Bir de Ermenistan’da akrabalarımız var. Tehcirde, Der Zor’dan Çorlu’ya dönüyorlar, oradan Bulgaristan’a gidiyorlar. 1946’da Ermenistan dışarıdan gelenleri kabul ediyor ve oraya göç ediyorlar.
Sizin ve eşinizin ailesinden en yaşlı siz misiniz?
Benden başka sağ kalan yok gibi. Çatalca Ermenilerinden üç kişi kaldık. Ben, çocukluk arkadaşım Krikor ve dayımın kızı Silva.
Hrant Dink öldürüldüğünde ne hissettiniz?
Vallahi çok fena oldum. O günü hiç unutamam. Haberi veren akrabama da hâlâ içimde kin var. Telefon çaldı. “Mari, başın sağolsun” dedi. “Kim, kim?” diyorum. “Hrant” dedi. Çok fena oldum. Çok severdim Hrant’ı, o da beni çok severdi. Hrant’la ve Rakel’le biz bir ara Tuzla’da bir evde yaşadık. Hrant’tan çocukluğunu da dinlemiştim. Hrant öksüz, anası babası ayrı, iki kardeşiyle beraber Gedikpaşa Protestan kilisesinde okuyorlar. Hrant daha sonra Üsküdar’daki Surp Haç Tıbrevank Lisesi’ne gidiyor.
Hrant’la Rakel’in evlendikleri zamanı hatırlıyor musunuz?
Tabii, düğünlerine gitmişim. Nikâhtan sonra, Kurtuluş’un aşağılarında bostan içinde bir ev tuttular. Bizimkiler hep giderlerdi oraya. Bir de Tuzla’da kampları vardı, yazın orada yaşıyorlardı.
O kampa Hrant çok emek vermiş…
Çok. Çok büyük bir arazisi vardı, çocuklar kampın içinden denize inerlerdi, ağaçlıktı…
Agos’u okur muydunuz?
Tabii. (gülüyor) Agos’un müptelâsıyım. Hrant’ın son yazısını da okudum. Biliyormuş olacakları! Evinden çıkarken, karısını öperek ayrılmış. Rakel anlattı, “o gün öyle bir sarıldı ki, Hrant, ne oluyorsun?” demiş. Sanki biliyormuş. Arkadan vurdular. Evlât gibi severdim. O da bana, “mayrik” derdi. “Mayriğim benim, annem sensin” derdi. (ağlıyor)
Çok severdim Hrant’ı, o da beni çok severdi. Hrant’la ve Rakel’le biz bir ara Tuzla’da bir evde yaşadık. Agos’un müptelâsıyım. Hrant’ın son yazısını da okudum. Biliyormuş olacakları! İnsan istiyor ki, asıl fail bulunsun. Her gün, yeni bir haber var mı diye gazetelere bakıyorum. Ama asıl fail yok ortada. Koruyorlar…
Cenazesine gittiniz mi?
Gidemedim. O kalabalığın içine giremezdim. Zaten o günlerde çok kötüydüm, tansiyonum yükseldi, çok fena oldum.
Hrant’ın öldürülmesinden sonra sizde ağır basan duygu ne oldu?
İnsan istiyor ki, asıl fail bulunsun. Her gün, yeni bir haber var mı diye gazetelere bakıyorum. Ama asıl fail yok ortada. Koruyorlar…
Bu cinayetten sonra çocuklarınız için endişelendiniz mi?
Bazı içime şüphe giriyor. Hrant’ın karısı çok müthiş bir kadın. O gece hemen evlerine gittik, “Rakel’ciğim, çok zor” dedim. “Benimki zor değil yaya, ölene zor. Belki de bir gün biz güleceğiz” dedi. Güçlü bir kadın. Hrant çok gençti, daha 52 yaşındaydı. Sonra kötü bir insan değildi ki. Rakel üç küçük çocukla uğraşırdı, kadının başında bir yığın iş var. Hrant akşam eve beş tane öksüz getirir! Karagözyan Yetimhanesi’nden, oradan buradan yetimler bulur, Rakel’in başına getirirdi. Rakel onları yıkayacak, paklayacak, doyuracak… Kadın da bambaşka. Hrant kadar iyi bir insan o da.
Bugünlerde ABD’de Ermeni Soykırımı yasa tasarısı oylanacak. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Dünyada iyilik olsun. Ben bunun taraftarıyım.
Sizce Türkiye’nin ne yapması gerekiyor?
Eğer Türkiye yola girmiyorsa, bizimkiler yola girsin. Baktın deli, dön geri. Birinden birinin yola girmesi gerekiyor. Madem ki bu adam bunu kabul etmiyor, siz de “evet” deyin. İki keçi ne olur?
Ama onca acının üzerine…
Ama sonu gelmiyor, bir yandan insan gidiyor. Müslümanlardan da gitti. Hırsın sonu gelmiyor. Madem ki siz iyisiniz, vazgeçin! Baktın deli, dön geri!
Sizin de içinize oturmuyor mu?
Ama yoksa çaresi, bu devam edecekse, daha kötülük doğacaksa, dönersin geri. Kin olmaması lâzım. Bak, evlâdımız gitti. Ne Rakel’in ne de Hrant’ın eşi var. Hrant’ın hiç kimseye karşı kini yoktu. Kinden bir şey çıkmıyor. Kin, iyilik getirmiyor. İnsan daima hoşgörülü olmalı, o zaman her taraf gülistan olur. Bunlar da “asmadık, kesmedik” mi diyorlar, “olmuş” diyorlar, “o Osmanlıydı, bugünkü cumhuriyet” diyorlar… Bizimkiler, akıllıysalar yol göstersinler. Belki onlar da yola girecek, insan değişecek. Kinin sonu gelmez. Ah, ne oldu? Al sana. Aslan gibi delikanlı gitti. Günah değil mi, üç tane çocuk babasız kaldı. Ben bilirim onların çektiği çileyi… Bir gün bana telefon açtı: “Mayrik, biliyor musun, gelin hamile! Kız geliyor.” “E iyi!” dedim. Çocukları çok severdi. “Beş tane kız olsun” dedi. “Hrant, neden bu kadar çok kız istiyorsun?” diye sordum. “Erkek olursa, bir daha çocuk yapmayacaklar” dedi. Ama, son torunu görmek kısmet olmadı. (gözleri doluyor) Bir de isim tartışılıyormuş, oğlu başka isim istiyormuş, Hrant Nare olsun istiyormuş. Şimdi Nare doğdu…
Express, sayı 71, Nisan 2007