Yıllardır başta Metis ve Ayrıntı’dan çıkanlar olmak üzere siyaset, kültür ve düşünce hayatımızı etkilemiş pek çok kitabın çevirmenliğini veya editörlüğünü üstlenen, bu zanaatı bir sanat ve düşünce pratiği olarak icra eden Tuncay Birkan, İnkılâp Yayınları için hazırladığı 18 ciltlik Refik Halid Karay derlemesiyle Türkçe edebiyat tarihine de dev bir hizmette bulunmuştu. O merak ve çalışma Metis’ten yayınlanan “Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri 1930-1960” ile asıl meyvesini verdi. Neden o dönemi incelemeyi seçti, o yılların yazarları ve tartışmaları bugün bize ne söyleyebilir, gazete sayfalarında kalmış yazılar ne gibi cevherler barındırabilir? Express’in yaz sayısında Tuncay Birkan’la tarihten güncelliğe doğru bir tur yaptık. Aynen naklediyoruz.
İlk telif kitabınız olması itibariyle hayli “oylumlu” sayılabilir Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri…
Tuncay Birkan: Yazdıklarımın bu boyutta olduğunu tahmin etmiyordum, bir baktık, beş yüz küsur sayfa olmuş. Üstelik malzemenin çok az bir kısmını yorum süzgecinden geçirebildim gibi geliyor. O kadar muazzam bir alana saçılıyor ki her şey… En azından belli konularda odaklayayım dedim. Bıraksalar herhalde iki bölüm daha yazardım. Ama kim okurdu bunca kalın bir şeyi, o belli değil.
Aslında sizi çevirilerinizden, editörlüğünüzden, yani dille ilişkinizden tanıyoruz. Buna kavramsal dağarcığımızın dünyayla irtibatını kurma çabası da denebilir. Bir de “keşke daha çok yazsa” dedirten az sayıda yazınızdan… Yıllar içinde daha ziyade yabancı kaynaklarla iştigal etseniz de, Refik Halid Karay’ın yazılarını Memleket Yazıları üstbaşlığıyla 18 ciltte derlemeniz göz alıcı bir uğraştı. Refik Halid’in gazete sayfalarında kalmış yazıları nasıl ilginizi çekmişti? Bu kitapla o ilgi arasında bir bağ var mı?
Uzun yıllar mesai verdiğim bu alanda yayınladığım, çevirdiğim şeylerin kullanılmasını istemişimdir hep, şöyle ya da böyle. Biraz editörlük hastalığı belki de. Bir şeyler yayınlıyorsun ve bunların birtakım yansımalarını görmek istiyorsun. “Kitap güzel olmuş”, “çeviri iyi olmuş” gibi değil de, bir yerlerde kullanıldığına rastlamak istiyorsun. Bunu gördükçe de mutlu olurdum zaten. Ne bileyim, birisi Karatani’den bahsettiği zaman, bir başkası Rancière’den bir kavramla bir şeyleri analiz etmeye çalıştığı zaman… Ama bunlar hep bölük parça kalan tatminler, kesmiyor insanı. Kendim bir şeyler yapayım diye düşünüyordum. En iyi bildiğim şey olan edebiyat hakkında yazmayı öteden beri isterdim.
Eski yazarları bilmiyoruz, ama bilmeden haklarında kesin yargılara varıyoruz. Bugünün ölçüleriyle onların bambaşka bir dünyaları vardı, bambaşka bir değer dünyası, bambaşka bir edebiyat anlayışı… Bu anlayışı sadece “ilkel” diye kodladığımızda oradan anlamlı bir şey çıkması zaten imkânsızlaşıyor…
Edebiyata yaklaşımda bir haksızlık yapıldığı duygusu vardı bende hep. Sevdiğim eski yazarlar “ilkel” diye kodlanıyordu sürekli, buna itiraz eden bir şey yazmak aklımın bir köşesinde duruyordu epeydir. Refik Halid’le ilgilenirken bunu çok daha net gördüm. Bir defa, pek de bilinmediklerini anladım. Bilmiyoruz, ama bilmeden haklarında kesin yargılara varıyoruz. Bugünün ölçüleriyle onların bambaşka bir dünyaları vardı, bambaşka bir değer dünyası, bambaşka bir edebiyat anlayışı… Bu anlayışı sadece “ilkel” diye kodladığımızda oradan anlamlı bir şey çıkması zaten imkânsızlaşıyor…
Onların dertlerinin ne olduğunu anlama meselesi benim için öne çıkmaya başladı bir yerden sonra. Bir defa, dönem yazarlarının zannettiğimden çok daha fazla dünyaya açık olduklarını, özellikle de gündelik hayatla her an temas içinde olduklarını gördüm. Bir tür büyülenme yaratıyor insanda açıkçası. Zaten benim ilgilendiğim tarz teorinin içinde, gündelik hayatı teorileştirme meselesi hep vardı, özellikle Frankfurt Okulu, Kracauer, Walter Benjamin… Bunun bir tür Türkiye versiyonunu yapmak mümkün olabilir mi diye düşünüyordum, ama tabii onlar kadar kavramsal donanımım yok. Aslında benim kendi dilim de pek kavramsal sayılmaz, o dille yazmıyorum, öyle yazmak içimden gelmiyor. Dışarıdan taşımaymış gibi geliyor, öyle yazmaya çalıştığımda rahatsız oluyorum. O yüzden, üslûbumu laubali bulanlar olmuş, twitter’da gördüm. (gülüyor)
Halbuki edebiyat teorisinin, tarih felsefesinin pek çok kılçıklı meselesini çok rahat ve gayet anlaşılır şekilde aktaran ve “pratiğe döken” bir metin bu kitap…
Bu biraz da editörlük pratiğimle ilgili galiba. Editör olarak sürekli devasa bir malzemeyle karşı karşıya kalıyorsun, yayınlanmış binlerce kitap arasından hem sana hem de genel okura hitap edebilecek olanı seçip okumak bile büyük iş, üstelik okuduklarının çok daha azını yayınlanmaya değer buluyorsun. Bütün bunlar muazzam miktarda metni hızla asıl derdini kavrayacak şekilde okuma terbiyesi veriyor insana. Arka kapak yazısını yazarken “bu kitabın derdi bu” demeyi öğreniyorsun. Bu terbiye olmasaydı bu kadar dev bir malzemeyle uğraşmayı göze alamazdım doğrusu. Her şey dallanıyor, budaklanıyor, saçaklanıyor çünkü.
Refik Halid derlemesini kendiniz mi yapmak istemiştiniz, siparişle mi oldu?
Hiç öyle bir niyetim yoktu aslında. O kadar çok yazısı olduğunu bile bilmiyordum. Kütüphanede gazetelerdeki yazılarını görünce “herhalde birileri, bazı araştırmacılar yapar” diye düşünmüştüm, çünkü bazı yazıların üzerinde işaretler vardı, tarih atılmış falan. Birkaç sene sonra hiçbir şey çıkmayınca “yazık günah değil mi” duygusuyla “ben yapayım bari” dedim. Ama çok memnun olduğum bir iş. Fena ilgi görmedi, bazı kitapları ayrıca sattı, özellikle mutfakla ilgili olan (Mutfak Zevkinin Son Günleri).
Refik Halid, Osmanlı üst-orta sınıfının geleneksel hayatını bildiği kadar, mondain, alafranga bir adam… İttihat Terakki yıllarını büyük ölçüde sürgünde geçiriyor. Fakat Hürriyet ve İtilâf iktidarında, üstelik çok genç bir yaşta, bugünle kıyaslarsak hem Anadolu Ajansı’nın hem Sabah gazetesinin hem posta idaresinin, yani bütün medya ve iletişimin başında gibi bir pozisyonda…
Peyam-ı Sabah’ın başında Ali Kemal var, Refik Halid orada yazıyor, beraber bir şey yapıyorlar. Posta idaresi de Türk Telekom gibi bir şey olabilir, tabii hâlâ kamu kuruluşu olsaydı.
150’likler arasına katılması Mustafa Kemal’le telgraf başında yaşadığı tartışmadan, Ankara’dan gelen talimatları valilere iletmeme ısrarından ötürü mü?
Hem ondan hem de Aydede’den. Aydede’de Milli Mücadele’yle sürekli alay eden yazılar yazdığı ve yazdırdığı için. Diğerleri zamanında çark etmeyi bilmiş, o biraz geç kalmış. (gülüyor) Ali Kemal de İzmit’te linç edilince, adamcağız nasıl kaçtığını bilememiş herhalde… Ben aslında Refik Halid’i sağ zihniyetin elinden almak istedim. Onlarla aynı yerde değil aslında. Kendisi de bir sürü yerde sonradan yazıyor bunu. Hakkında kim ne yazmış diye internette aramaya hâlâ devam ediyorum, arada bazı yazılar çıkıyor, sağ entelektüellerde tek tük hayal kırıklığı izleri görüyorum, hoşuma gidiyor. (gülüyor) “Bu adam harf inkılâbını bile desteklemiş” diyorlar mesela. Tanımak istedikleri adamla gerçekteki arasındaki farkı gördükçe soğuyorlar. Onların soğuması güzel ama, benim istediğim kesimin ısınmasını bekliyorum, orada hâlâ yeterli gelişme olduğunu söyleyemem. (gülüyor)
Refik Halid’i sağ zihniyetin elinden almak istedim. Onlarla aynı yerde değil aslında. Sağ entelektüellerde tek tük hayal kırıklığı izleri görüyorum, hoşuma gidiyor. “Bu adam harf inkılâbını bile desteklemiş” diyorlar mesela. Tanımak istedikleri adamla gerçekteki arasındaki farkı gördükçe soğuyorlar. Onların soğuması güzel ama, benim istediğim kesimin ısınmasını bekliyorum, orada hâlâ yeterli gelişme olduğunu söyleyemem.
Minelbab İlelmihrab gibi şahane anı kitaplarından izini sürebileceğimiz siyasi kişiliğinin yanında Refik Halid büyük bir edebiyatçı, ayrıca mizahçı. Cumhuriyetten önceki edebi üretimiyle 1938’de sürgünden dönüşünden sonraki kitapları arasında belirgin bir farklılık var mı? Mesela 1938’den sonrasına bir tür melodram romancılığı demek mümkün mü?
Kısmen o melodram damarı var. İlk başlarda yazdığı romanlar öyle değil aslında. Yezid’in Kızı (1939) ve Çete (1940) biraz popüler ve devletle ilişki kurmayla ilgili şeyler. Sürgün (1941), Anahtar (1949) ve Bu Bizim Hayatımız (1950) ise romancılık iddiası taşıyan kitaplar. Bence en iyileridir yazdığı romanlar arasında. 1950’den sonra melodram moduna geçiyor. Popüler hassasiyetleri çok iyi koklayan biri olduğu için görkemli burnunun da sayesinde (gülüyor), orada biraz fazla ödün verebiliyor. Ama o romanlarda bile muazzam sayfalar var. İnanılmaz bir benzetme kabiliyeti var. İnanılmaz bir işitmesi, koku alışı var. Duyuları bu kadar kuvvetli çok az yazar vardır.
Aslında bu anlamda gazete yazıları da çok iyi. İtilâfçıyken de, sürgündeyken de, döndükten sonra da hep “Türkçeyi en iyi kullanan yazar” deniyor onun için. Bunun sebebi ne?
Edebiyata ilişkin genel bir şey söyleyeceğim: İyi bir edebiyatçının çok iyi bir gözü olması gerekir bence. Mesela ben asla iyi bir edebiyatçı olamam. Bende hiç göz yoktur, sadece fikirleri kovalayabiliyorum. Etrafını kaydetme ve kaydettiklerini çok düzgün ve etkileyici cümleler halinde söyleyebilme yeteneği var Refik Halid’de. Sadece teşbihlere indirgenecek bir şey değil bu. Zamanının diğer yazarları gibi o da bu yüzden küçümsenmiş. Halbuki teşbih, onun yazma becerisinin sadece bir parçası. Bunu zaten doğal bir biçimde yapıyor. Zorlama yaptığı bir tek kitabı vardır, Bir İçim Su (1931) adlı yazılar derlemesi. İngilizcede purple writing denen şeye benzer, aşırı güzel yazmaya odaklandığı zaman neredeyse zevksizleşen bir şey vardır orada. Ama mesela gündelik yazılarında doğal, konuşur gibi yazabiliyor, çok iyi görüyor, gördüğünü ânında dilin içine aktarabiliyor. O dille muazzam bir zenginlik yaratmış. Zaten o zamanın yazarlarının çoğu bence güzel bir Türkçeyle yazıyor. Vâ-Nû da, Peyami Safa da çok güzel yazıyor mesela. Reşat Nuri’nin Türkçesini de çok beğenirim. Yakup Kadri ara ara aksar, ama iyidir. Aslında, Halide Edip dışındakilerin hemen hepsinin Türkçesi iyidir. (gülüyor) Türkçenin düzgün ve kurallı olması değil burada mesele, önemli olan Türkçede yapabildikleri, Türkçede söyleyebildikleri. İlk defa dile gelen şeyler olması, duyusallık dediğimiz şeyin dile tercüme edilmesi… Bence insanlara Refik Halid’de çarpıcı gelen bu.
1919’da yazdığı ve Memleket Hikâyeleri’nin açılışını yapan Yatık Emine sade dili ve neredeyse gerçeküstü tonuyla, hele Türkiye’de son dönemde yükselen kadın düşmanlığının bilgisiyle bakınca, emsalsiz bir başyapıt…
Muazzam bir şey tabii. Onun filmini (Ömer Kavur, 1974) görmüştüm ilk, hikâyeyi sonradan okudum. O kadar güncel ki.
Anadolu toplumunun kötücül olabilecek potansiyelinin bu kadar iyi farkına varan bir de Kemal Tahir var galiba, özellikle köy romanlarında, Yediçınar Yaylası ve devamında…
Hiç idealizasyon yoktur Refik Halid’de. Nefret de yoktur aslında onda, Kemal Tahir’in tersine. Kemal Tahir’in insanları daha gerçekçi anlatmak için bazen fazla natüralizme kaçtığı yerler var. Yine de çok iyi bir köy romancısıdır. Diyalogları müthiştir. Refik Halid’inse en zayıf yanı o. Romanlarını ikna edici bulmama nedenimiz de bu. Hikâyelerinde diyaloğa mümkün olduğunca az giriyor, o yüzden orada daha başarılı.
Refik Halid diliyle muazzam bir zenginlik yaratmış. Zaten o zamanın yazarlarının çoğu bence güzel bir Türkçeyle yazıyor. Vâ-Nû da, Peyami Safa da çok güzel yazıyor mesela. Reşat Nuri’nin Türkçesini de çok beğenirim. Yakup Kadri ara ara aksar, ama iyidir. Aslında, Halide Edip dışındakilerin hemen hepsinin Türkçesi iyidir.
“Kemal Tahir’i verelim, Peyami Safa’yı alalım” gibi bir laf vardı bir ara, değil mi?
Yalçın Küçük’ün lafı. Tabii öyle olmuyor o işler. (gülüyor) Peyami Safa’yı almak kolay değil, bünye kabul etmez. Kemal Tahir’i de vermemek lâzım bence. Düşünür Kemal Tahir’i verebiliriz, oradan bir kaybımız olmaz. Edebiyatçı Kemal Tahir’in edebiyata getirdiği bir solculuk da var. Nabizade Nâzım’ın 1891’de yazdığı Karabibik’ten beri bir hayli ilkel köylü temsilleri yapılmış. Köylülerin gerçek anlamda birer özne olarak edebiyata girmesini ilk sağlayan kişi bence Kemal Tahir.
Kemal Tahir Galatasaray Liseli, saraya yakın bir ailenin çocuğu. Romanlarına aldığı köylülerle ancak uzun hapishane yıllarında tanışabiliyor. Yani kitapta da epey tartışılan Yahya Kemal’in “Mektepten Memlekete” tezinden hareketle bakarsak, memlekete gidince karşısında masum köylüler bulmuyor.
Entrika kabiliyeti olan insanlar olarak tahayyül ediyor köylüleri. Neredeyse Şarkiyatçılığın Şarklılara bakışı gibidir köylüye romantik bakış, saf, temiz… Köylü yazarlar kuşağının yarattığı imge de böyle. Ağanın, imamın sömürüsü altındaki insanlar… Kemal Tahir bunun çok da doğru olmadığını anlamamızı sağladığı için solcuların ondan vazgeçmemesi gerekir. Yahya Kemal’de ise organikçi bir tasavvur var, memleket ona kucağını açmış gibi, çok dolaysız bir ilişki gibi düşünüyor. Bunun böyle olmadığını Ataç, Peyami Safa hemen ona anlatıyor aslında. Sonradan o formülün yaygınlaşmasında galiba Tanpınar’ın emeği fazla. Memleketi daha monolitik, daha millici ve yerlici bir formülasyona kavuşturma işini galiba Tanpınar yapmış. Kemal Tahir’de ise kötücüllük eğilimini abartma hali görülebiliyor bazen. Köylülerin iyiliğe de muktedir olabildiğini onda hiç görmüyoruz, silme menfaatperest hepsi, diğerkâm tek bir davranışları yok. Hep hesap var, kafalarında kırk tilki dolaşıyor sürekli. Bu da başka bir aşırılık, ama ilk anda o romantik imgeyi kırmak açısından işe yaramış.
Bir de Kemal Tahir’de Ermeni Soykırımı meselesi var, hem köylü hem hükümetten failler her türlü itirafı yapıyorlar romanlarında, veya ağanın zenginliğinin kaynağını böyle işaret edebiliyor. Bu da edebiyatımızda çok rastlanan bir şey değil.
Bir de fikriyata sokan, en azından bahseden Hikmet Kıvılcımlı var 1930’larda. Başka ben de pek bilmiyorum. Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaki birkaç dize bile ancak ’60’larda okunabildi. Bir unutuş, görmezden gelme, yok sayma söz konusu. Kitapta bahsi geçen öznelerde de bu mesele yok. Onların dünyaya bakışını, edebiyat ve memleket meselelerini tahayyül edişlerini ele aldığım için kitapta da bu konu yok.
Gerçi tam da bu dönemde Dersim Katliamı, Varlık Vergisi gibi ayrımcı politikalar, katliamlar var.
Oralarda da korku var. Devletin ne olduğunu biliyorlar bence. Oralarda ben bir sessizlik görüyorum daha çok. Dersim’de, Varlık Vergisi sırasında olanların vahşetini çoğunun farkettiğini düşünüyorum. Devletin gözü dönmüşlüğünün onlar da farkında. Ses etmemelerinin sebebi korku. Şimdilerde dünyayla temas edebilme ve destek alabilme imkânı var, ama o zamanlar Türkiye bayağı kapalı bir ülke. O kapalılıkta kimvurduya gitme olasılıkları çok fazla, kimse de onlara sahip çıkmaz. Nâzım Hikmet’e sahip çıkılması için bile onun açlık grevine yatması, Türkiye kamuoyunun ayağa kalkması gerekti, bu da anca 12 sene geçtikten sonra yapılabildi. Dünyaya “bakın burada bir haksızlık yapılıyor” diye seslenilen öncü bir hareket aslında Nâzım Hikmet’i çıkarma kampanyası (1949-50). Yoksa o kapalılık içinde insanlar devletle fazla yakınlar. Şu andan baktığımızda ahlâken çok hoşumuza gitmeyebilir, ama gerçek durum da bu. Şu anda bile, bir sürü şey oluyor, kaç kişi konuşabiliyor?
Dersim’de, Varlık Vergisi sırasında olanların vahşetini çoğunun farkettiğini düşünüyorum. Devletin gözü dönmüşlüğünün onlar da farkında. Ses etmemelerinin sebebi korku. Şimdilerde dünyayla temas edebilme ve destek alabilme imkânı var, ama o zamanlar Türkiye bayağı kapalı bir ülke.
Kitapta 1930-1960 dönemini ele alıyorsunuz ve zikrettiğiniz “üç avangardı” buraya yerleştiriyorsunuz. Nitekim onlar da bildiğimiz üslûplarınca ilk edebi eserlerini ’30’ların başlarında veriyor, ’60’ların başlarında da hayata veda ediyorlar. Onlara belki “cumhuriyet kuşağı” denebilir. Bir de o kuşağın öncesi, “üç modern” veya “erken modernist” var: Ahmet Hâşim, Yahya Kemal, Tanpınar. Onlara da “meşrutiyet kuşağı” denebilir mi?
Onlar biraz proto-modernist; modernizmi hazırlayan tipler. Gerçek anlamda modernizmin İkinci Yeniciler ve 1950 kuşağı öykücüleriyle başladığını düşünüyorum ben şahsen. Onları bu anlatının dışında bıraktım. Zaten kitabın bir devamını yazacak olsam 1960’tan değil, 1950’lerden başlardım, o sıralarda başka bir şey başladı çünkü. Ben 30’larda başlayıp 60’ların başında sona eren bir ilişki tarzı hakkında yazmaya odaklandığım için, onlar sadece karşıtlık yaratacak örnekler olarak girdiler kitaba. Hâşim kuşağına gelince, onlar savaştan sonra verimli ve anlamlı şeyler üretti. Modern edebiyatın Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında kurulduğunu, ayrıca dünyaya da açıldığını söylemek mümkün. Şiir alanında öncülerin Hâşim ve Yahya Kemal olduğu kesin.
Onlardan önceki kuşak Abdülhamit istibdadı altında suskun sayılabilir, ama onların öncesi de “kurucu kadro”, Şinasi, Namık Kemal gibileri. Onlara “Tanzimat kuşağı” denebilir. Kitapta “bu meselelerin ucu, mazisi nereye varabilir” diye tartışıyorsunuz, en azından buraya kadar gelinebilir herhalde.
Bu tür bir eleştiri de geldi, “kitap fazla ortadan başlıyor” diye. Bu eleştirinin geleceğini öngörerek kitabın bir yerinde temas etmiştim de, çünkü başlangıç arayışının sonu yok sahiden.
1930-60 kuşağının edebi üretimi büyük ölçüde gazetelerle, gazete yazılarıyla destekleniyor. “Kurucu kadro” da aslında yeni edebiyat üretimlerini gazetecilikle beraber yürütüyor, bir defa ilk Türkçe gazeteleri yayınlıyorlar…
Evet, çok belirgin özelliklerinden biri. Kitapta da ele aldım, özellikle Tanpınar bunu vurguluyor. Orada başladığını kabul ederim, ama başlayan şeyin adına “modern edebiyat” mı demeli, yoksa “edebiyat” mı demeli sadece? Orada bir kurum olarak edebiyatın başladığını düşünüyorum ben. Daha öncesinde de edebi ürünler var, ama o başka bir şey. Bir şeye bir isim koymak, edebiyat diye bir şeyden bahsediyor olmak söz konusu olan. Edebiyat kamuyla birlikte varolan bir şey. Kamu da gazetelerle, dergilerle oluşabilir. Ama modern edebiyat daha başka bir şeyler istiyor. Onun da savaş sonrası dönemde başladığını, ama asıl 1930’lardan itibaren tam anlamıyla yerine oturduğunu düşünüyorum.
1930’lar nasıl bir dönem? Uzun savaş yıllarından geçilmiş, saltanat ve hilafet kaldırılmış, aynı zamanda Büyük Buhran dönemi, ama sinema, otomobil gibi teknolojik yenilikler de hayata giriyor, dil öğrenenlerin, sanatla ilgilenenlerin sayısı artıyor veya yaygınlaşıyor…
İşte o dönüşümün etkileri, siyaseten de, kültürel olarak da ancak 30’larda hissedilmeye başlanıyor. 1920’lere çekilmemek için iki nedenim var. Birinci neden şahsi: eski yazı bilmemem. Öğrenmeyi de istemedim, çünkü o zaman kitap bitmezdi. (gülüyor) Bir yandan da 1920’ler aşırı çalkantılı bir dönem. Siyaseten birçok şey kurulurken birçok şey de ezilip geçiliyor. Edebiyat bakımından ciddi bir şey hemen hemen yok. Edebiyatçılar zaten “kuruluş” tartışmalarına katılmamış. “Milli edebiyat” tartışmalarında net bir şekilde gördüm, özellikle Vâ-Nû “edebiyatçı milli edebiyat için artık geç kalmıştır” diye konuşuyor, “zamanında yaratacaktınız milli edebiyatı, geçmiş olsun”… Yani “yeni bir devlet, yeni bir ulus çoktan kurulmuş zaten, onu zamanında onunla birlikte terennüm etmedin, artık bu ancak bir nostalji konusu olabilir” demeye getiriyor. Ben de öyle düşündüm, 1920’lerde edebiyat o kadar etkili olmuyor. 1930’larla ve özellikle gazetelerin iktidar karşısında tam güvenli mesafeyi bulup istikrar kazanmalarıyla birlikte etki alanı genişliyor. Yeni harflere geçilmesinin de etkisi var sanıyorum. 20’lerde en önemli şey bir tek belki Hâşim’in denemeleri, gündelik gazete yazıları. Ondan önce Falih Rıfkı’nın başlattığı bir şey var. Ziya Gökalp sayesinde sürgünden kurtulduktan sonra Refik Halid’in oluşturduğu bir şey var. Türkçede modern düzyazıyı esasen bu üçünün kurduğunu düşünüyorum.
20’lerde en önemli şey bir tek belki Hâşim’in denemeleri, gündelik gazete yazıları. Ondan önce Falih Rıfkı’nın başlattığı bir şey var. Ziya Gökalp sayesinde sürgünden kurtulduktan sonra Refik Halid’in oluşturduğu bir şey var. Türkçede modern düzyazıyı esasen bu üçünün kurduğunu düşünüyorum.
Falih Rıfkı’yı da pek bilmeyiz aslında, özellikle de esas faaliyet alanını, gazete yazılarını…
Evet, sadece bir nefret figürü olarak bilinir bazı çevrelerde, “Kemalizmin sermuharriri” olarak. Ama bunun dışında ele alınmayı hak eden bir değeri de var. Bu isimlere sadece siyaseten bakmak bizi bazen körleştiriyor. Körleşme değil de, bakmaya bile tenezzül etmez hale geliyoruz. Falih Rıfkı’da sadece faşizan bir şey gören ve nefret eden arkadaşlarım var. Tamam, bu var, yok diyecek halimiz yok, ama… Bu önemli bir şey, unutmayalım, bir kenara koyalım, ama bunun dışında bu adamlar ne yapıyordu, ne diyordu, bir bakalım… Biraz da bu engelleri aşmak için yazdım bu kitabı.
Peyami Safa’yı çok sık anmış olmaktan dolayı pişmanlığınızı dile getiriyorsunuz önsözde…
(gülüyor) Pişmanlık değil de, nefret figürü olmaya gerçekten çok layık olabilecek şeyler yapmış, bu anlamda tam bir “love-to-hate man”. İnsanları ihbar etmiş, içeri alınmaları için neredeyse işaret edip uğraşmış, ağzında köpüklerle saldırmış. Bunları unutmak o kadar kolay olmuyor, ama bunlara indirgenemeyecek ölçüde enteresan bir adam her bakımdan.
Kitabın başlangıç tarihini, 1930’u bir-iki yıl geriye alalım. 1928-29 itibariyle Peyami Safa Beyoğlu boheminin asal bir parçası. Tanpınar’ın onunla kokain denediği söylenir, halbuki Peyami Safa o sıralar torbacılarla düzenli ilişkisi olan bir adam. Bu dönem İstanbul biraz kendi haline bırakılmış galiba…
Evet, çok da ilgilenmiyorlar İstanbul entelijensiyasıyla. Yapmayı istediğim şeylerden biri de bir İstanbul-Ankara kitabı. Ercüment Ekrem’in Ankara’daki dünyanın ne kadar farklı olduğunu İstanbullu okurlara anlatmaya çalıştığı uzun bir yazı dizisi var 1930’ların sonlarında. Gerçekten öyle. Nurullah Ataç mesela, Ankara’ya gittikten sonra şu an bilinen Ataç haline gelmiş. Tabii benim daha ilginç bulduğum, İstanbul’daki Ataç. (gülüyor) Resmi çevrelere yakın olmanın getirdiği başka bir şey olmuş o kuşağın yazarlarında. Gözetim altında olma hissi de var. Nahid Sırrı’da da vardır buna benzer bir durum, o da İstanbul’a döndükten sonra daha ilginç şeyler yazmış gibime gelir.
Kitapta zikrettiğiniz “üç avangard” Nâzım Hikmet, Peyami Safa ve Nurullah Ataç. Sonradan Türk sağının ve ona yönelik tepkilerin sembol ismi haline gelen Peyami Safa 1929’da Cumhuriyet gazetesinde yazıyor. Romancılığının yanında, Türkiye’deki az sayıda sanat yazarından ve düşünüründen biri, resim sanatıyla çok ilişkili…
O dönemin en özendiğim şeylerinden biridir, o zamanın edebi entelektüellerinin başka merakları da var. Şu an pek görmediğimiz bir şey. Müzikle ilgili, resimle ilgili çok ciddi yazanlar var. Bedri Rahmi gibi ressam-yazarlar, Malik Aksel gibi isimler var. Bu iç içelik sayesinde bir entelijensiya havası daha fazla var bugüne göre. 1960’larda bu kısmen devam etmiş, 70’lerin ortalarından itibaren bence tavsamış, edebi kamu ve diğer kamular ayrışmış.
Nâzım Hikmet 1928’de Türkiye’ye dönünce Peyami Safa onun bir şiirini Cumhuriyet’te yayınlıyor ve bu sebeple gazeteyle arası açılıyor.
Yayınlıyor, ama o sebepten mi ayrılıyor, tam emin değilim. O zaman için Nâzım’ı yayınlamak çok da olağanüstü bir şey değil. Kitabı biraz da dönemin anketleriyle kurdum. İlk aktardığım 1929 tarihli ankette insanların en çok saygıyla, neredeyse huşuyla andıkları isim Nâzım Hikmet. Komünist oluşunun ne kadar sakıncalı olduğu binlerce kez söylenerek de olsa, mutlaka ona ve şiirlerine saygıyla yaklaşıyorlar. Peyami Safa Cumhuriyet’ten onun yüzünden ayrılmamış olabilir.
Dönemin yazarlarını “ilkel” diye, Kemalizmin emrindeki gönüllü hizmetkârlar diye kodlayarak ne yazabilirsiniz ki haklarında? Bunun doğru yanları da var, ama sadece bunlarla hiçbir şey söylemiş olmuyoruz. “Bunun dışında ne yapıyorlar” deyince, ilginç şeyler çıkmaya başlıyor. Bunlardan biri de Nâzım Hikmet’in gördüğü kabul.
Sonra epey bir dönem yakın dostluk ediyorlar, Resimli Ay’da beraber çalışıyorlar…
Hatta Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun (1930) ilk basımını Nâzım Hikmet’e adar. Yaklaşık dört sene bayağı yakın bir ilişkileri olduğu söylenebilir. 1928’de ilk örgütlenmelerden olan Edebiyatçılar Birliği kurulduğu zaman Nâzım Hikmet’i edebi kamuoyuna prezante eden isimlerden biri de Peyami Safa. Tam koptukları 1935’e kadar hep yoğun ilişkileri olmuş.
Resimli Ay’daki ünlü Putları Yıkıyoruz kampanyası büyük bir sansasyona yol açıyor, ama edebiyat kamuoyunda asıl Nâzım Hikmet’in şiirleri büyük bir yenilik ve şaşkınlık yaratıyor, böyle denebilir mi?
Ve çok yaygın kabul görüyor. Bu beni şaşırtan şeylerden biriydi. Hoşuma giden şey, yazma sürecinde kitabın bana çok şey öğretmiş olması. Kendi önyargılarımla yazamazdım bu kitabı. Araştırma denen şey bunun için önemli. Sadece kendi kanaatlerimize göre tarih yazarak veya tahlil yaparak çok da anlamlı bir şey yapmış olmuyoruz. Malzemeye açık olmak gerek. Öbür türlüsü zaten sıkıcı da bir şey oluyor. Dönemin yazarlarını “ilkel” diye, Kemalizmin emrindeki gönüllü hizmetkârlar diye kodlayarak ne yazabilirsiniz ki haklarında? Bunun doğru yanları var, ama sadece bununla hiçbir şey söylemiş olmuyoruz. “Bunun dışında ne yapıyorlar” deyince, ilginç şeyler çıkmaya başlıyor. Bunlardan biri de Nâzım Hikmet’in gördüğü kabul.
Peyami Safa’nın sonraki dönüşümü de ilginç, en azından Türk sağının zihniyet kodlarını izlemek açısından. Necip Fazıl gibi tanımlı bir İslamcılıktan da hareket etmiyor mesela.
Evet, onun hakkında daha ayrıntılı bilgiye ihtiyacımız var. Tam anti-komünist sağcılığın kurucusu aslında. Nâzım Hikmet’le yakın ilişkisinin kefaretini mi ödüyor kendince, bu ilişkinin başına kakılmaması için herkesten fazla mı konuşuyor, bilemiyorum. Bazı sezgileri muazzamdır. Yalnızız romanında (1951) galiba, gördüğüm en iyi solculuk tanımlarından biri vardı: İnsanı yardım alma alçaklığından kurtaracak rejimdir sosyalizm! (gülüyor) Kendine rağmen birçok şeyi söyleyebilmiş bir adam. Bir yana atıp geçmek mümkün değil. 1930’larda yazdığı çok ilginç felsefe yazıları var, modern felsefeyi çok yakından ve tutkuyla takip etmiş. Simmel’den bahsettiğini gördüm, o zamanlar ondan bir tek Hilmi Ziya bahsetmişti gördüğüm kadarıyla, ama onun zaten işi bu (tabii onlardan epey önce Fuad Köprülü de var!). “Hakikat” kavramına dair çok ilginç bir yazısı var mesela. Bunların da bir ara derlenip yayınlanması lâzım.
Bu isimlerin romanlarına iyi kötü ulaşılabiliyor, ama külliyatlarında daha geniş yer kaplayan yazılarına ulaşma imkânı yok, kütüphanelerin gazete ve dergi arşivleri dışında.
Evet, asıl mevzu bu. Peyami Safa yine görece şanslı sayılır, yazılarının bir kısmı en azından derlenmiş. Ama yakından baktığımızda, orada olması beklenen bir sürü yazının olmadığını da görüyoruz. Kaba sağcı çerçeveye oturtamadıkları yazıları genelde basmamışlar. Ya da, bir daha asla yayınlamadığı, bayağı Nazizm savunusu yaptığı Millet ve İnsan’daki (1943) gibi daha sağa kaydığı yazılar var. Onları görmezden gelmelerini hadi bir şekilde anlayabiliyorum, ama diğer yazıların onlar için hep fazla gelen bir yanı olmuş, epey seçmeci davranmışlar. Ama güzel bir şey öğrendim yenilerde: Artık Ötüken tam mânâsıyla Bütün Yazıları’nı yayınlamak istiyor Safa’nın…
Genelde kaba ideolojik sınıflandırmalarla bakıyoruz bu yazarlara. O zaman da bu insanların dertlerini, edebiyatta veya gündelik hayatta yapmak istediklerini, rejimle aralarındaki gizli gerilimi anlamış olmuyoruz. Bulanık bir fikrimiz oluyor.
Üç avangard arasına Nurullah Ataç’ı katmanızın nedeni ne?
Çünkü baktığım her yerde o çıktı karşıma. (gülüyor) Bütün ciddi meselelerde söz almış ve çok ilginç, hâlâ çok kafa açıcı şeyler söylemiş, tarihsel bilinç meselesinden ilericilik, ilerleme kavramının sorgulanmasına kadar. Geçmişe bazen fazla indirgemeci bakıyoruz, herkese otomatik olarak ilerlemeci diyoruz, ama mesela Ataç’ın ilerlemeyle ilgili bir yazısı var ki, terakki fikrine getirilmiş bütün eleştirilerin farkında olduğunu görüyoruz. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da da “nasıl bir ilerlemeymiş bu, o zaman bu kadar kayıp niye” diye çok konuşulmaya başlanıyor, Ataç bunların da farkında olduğu halde ilerlemeyi savunuyor. Batı’daki güncel tartışmaları çok iyi takip ediyor. Ama onları tekrar etmekle kalmamış, gerçekten düşünen bir insan. Bence bu üç isim arasında edebiyatta en etkili olmuş figür. Kitap vesilesiyle epey konuşma yaptım, insanların Nurullah Ataç’ı hâlâ öztürkçeci, aşırı Kemalist taraflarıyla tanıdığını gördüm. Asıl önemli olan, edebiyatla düşünmeyi bir araya getiren nadir isimlerden biri olması. Bir diğeri Peyami Safa. Bir diğeri de Nâzım Hikmet. Düşünceyle, düşünmeyle ilgili dertleri olan insanlar bunlar. Dünyadaki tartışmaları çok yakından takip etmeleri önemli. Mesela Peyami Safa’da bunu görünce şaşırmıştım. O felsefi risaleyi yazmak her babayiğidin harcı değil.
1930’ların ve sonrasının dilini düşünürken herhalde öztürkçecilik hareketinin etkilerini hesaba katmak lâzım. Ama kitapta da görüyoruz ki 1935’te yayınlanan Osmanlıca Türkçe Cep Kılavuzu bazı kelimeleri yeniden tedavüle sokunca edebiyat çevreleri çok seviniyor. Birkaç senenin ardından geri aldıkları arasında bugün vazgeçilmez kelimelerimiz var: ahlâk, akıl, asker, beden, defter, din, fikir, hayal, haber, hafta, kalp, kalem…
(gülüyor) Bir yandan da bu yazarların hepsi cumhuriyetçi. Rejimin getirmek istediği dönüşüme hepsi şöyle ya da böyle inanmışlar. Ama bazı anormal şeylere de karşı çıkıyorlar, “dil inkılâbı”nda olduğu gibi. Öyle bir ihtiyacın olduğunu biliyoruz, eski dille ne düşünce ne edebiyat üretilebiliyormuş. O zamanlardan gerçekten okunmaya değer edebiyat metni çok az, düşünce metni hemen hemen hiç yok. Şinasi’nin modern edebiyatı kurduğunu düşündüğümüz dönemden itibaren elli yıl boyunca pek bir şey yok, çünkü dil çok büyük bir engel. 30’ların yazarları da bunu hissediyor ve dilin bir ıslaha muhtaç olduğu hemen hepsinin ortak fikri. Ama bunun yasaklarla, kelimelerin tasfiyesi yoluyla yapılması, o zorlama onlara yanlış geliyor, ilk başta bu oyuna katılıyor gibi olsalar da… Atatürk’ün İsveç kralıyla yaptığı tuhaf bir konuşma vardır, herkes ona öykünerek yazmış birkaç sene, bir heyecan olmuş. Ama kullanabilecekleri kelimeler o kadar azalıyor ki, öyle de yazı yazılmıyor. ‘35’te gelen hamle onları sevindiriyor bu açıdan. Güneş-Dil Teorisi’ni biraz da öyle düşünmek lâzım. Bu teori, “aslında bütün dünya dilleri Türkçe” demek eninde sonunda. Yani onlardan rahat rahat kelime alabiliriz!
Bir ultra-faşizm numunesi, ama böyle bakınca ilginç bir teori.
Kökencilik, bir mitoloji uydurma açısından öyle, ama pratikte böyle bir faydası olmuş, insanlar bir oh çekmiş. Öte yandan, Ataç biraz daha erken, ’30’ların başında öztürkçeciliğe başlamış, ama yavaş yavaş vazgeçmiş. Sonra herkes birden, hatta Nâzım Hikmet de dahil, coşkuyla Atatürk’ün peşinden gittiği zaman o öyle şeyler yapmamış, o zamanki normal dil neyse onunla yazmaya devam etmiş. ’40’larda, Ankara’ya gittikten, artık bu iş gözden düştükten sonra yeniden oraya dönmüş. Onda öyle bir yan da var, herkesle birlikte hareket etmekten hoşlanmıyor, “herkes böyle yapıyor ama, doğru mu acaba” diye düşünüyor. ’40’lardan sonra savrulduğu ultra-öztürkçecilikte biraz bu inatlaşma halinin de etkisi var. Sonraki nesiller için kendi imajına epey balta vurmuş oldu. Kitaplarını okumak hakikaten kolay değildir, bayağı sabır gerekir. Asıl ’30’lardaki yazıları derlendiği zaman ne kadar enteresan bir adam olduğunu daha iyi anlayacağız. Genelde kaba ideolojik sınıflandırmalarla bakıyoruz bu yazarlara. Bu sınıflandırmalar işlevseldir, bir şeye hizmet eder, ama bir yandan da bizlere ayak bağı oluyor, baktığımızda sadece bunları görüyoruz. O zaman da bu insanların dertlerini, edebiyatta veya gündelik hayatta yapmak istediklerini, rejimle aralarındaki gizli gerilimi anlamış olmuyoruz. Böylece bulanık bir fikrimiz oluyor. Devlet dikte ediyor, onlar da mecburen uyuyor ya da uymuyor gibi aşırı kaba bir resim çıkıyor.
Önsözden kitabın meramını da anlatan kallavi bir cümle alıntılayalım: “Haklarında sadece toplumsal-kültürel-ideolojik koşul ve koşullanmaların (Batılılaşma politikalarının, ‘ulus inşası’nın, devletin ve Kemalist rejimin taleplerinin vs.), bir başka deyişle Bağlam’ın pasif ve etki gücü sınırlı ürünleriymiş gibi yazmaya alıştığımız bu insanların, o koşullarla ve Bağlam’la sürekli müzakere halindeki aktif failler olduklarını, hatta zaman zaman o (kültürel, bazen siyasal) Bağlam’ı kısmen de olsa bizatihi kendilerinin şekillendirdiklerini çeşitli meseleler üzerine odaklanarak göstermeyi deneyeceğim.”
Evet, döneme baktığımda bunu çok net gördüm. Buna da dil üzerine yazdığım zaman uyandım ilk. Daha önce yazıp da kitaba eklediğim tek bölüm de orası oldu, Refik Halid’in dil yazılarını topladığım kitabın (Türkçenin Tadı ve Âhengi) önsözü gibiydi aslında. Orada gördüğüm tavrı başka yerlerde, mesela “milli edebiyat” konusunda da sürdürdüklerini gördüm. Devlet onlardan bir şey talep ediyor, bu talebin ideolojik parametrelerine bütün bütün karşı olmasalar bile hoşlanmadıkları çok şey de oluyor. O talebi müzakere ediyorlar, bağlamı başka bir yere çevirip daha anlamlı bir yere varabiliyorlar. Dil mesela böyle. Türkçenin en güzel dönemi bence 40’larda oluşan dil. Hem eskinin mirasını korumak hem de yeni üretilen kelimeleri anlamlı ve güzel bir şekilde kullanmak mümkün oluyor o dönemde.
İnsanların devletle kurmak zorunda kaldıkları bir ilişki var 30’larda, bu dönemden bakıp da bunu onların başına kakmanın mânâsı yok. Hangi koşullarda bu ilişkiyi kurduklarını daha iyi anlayalım diye piyasayla ve devletle ilişkileri bir arada anlatmaya çalıştım. Bu mücadeleleri nasıl verdiklerini görebilmek istedim.
Oraya varmak da deneye yanıla olmuş herhalde. İlk dönemlerdeki Kamalizm, Türkiya gibi kullanımlar hemen aklımıza geliyor, edebiyat dilinde de benzerleri var.
O zamanın en büyük sorunu, en kargaşa yaratan kısım imla. Bunun üzerine hep düşünmüşler. Ama herkes kendi teklifiyle geliyor ve bundan uzun süre vazgeçmiyor. Mesela o zaman yazdığı denemelerde Halid Ziya’nın tamamen kendine özgü, ondan başka hiç kimsenin kullanmadığı bir imlası var. “Ne bu böyle” diye rahatsız olmuş okuyanlar. Ama hemen hepsi için geçerli bu. Tutarlılık yok birçok yerde. İsimlerin yazılışında bile öyle: Semih Lütfi, Semih Lütfü, adamın adı hangisi, bilmiyoruz, ikisi de kullanılmış. (gülüyor) Bu imla meselesini toparlarız, beraber bir şey yaparız diye bir hevese gelmiş zavallılar, 1940’larda komisyonlar kurulduğunda. Şunun da altını çizmek isterim: İnsanların devletin kurduğu komisyonlarda yer almasını devletin emrine girmeleri olarak düşünmek yanlış olur. Kitapta da söylüyorum, bir tür demokratikleşme umudu var. Devlet bizim de sözümüzü dinleyecek, bizim söylediklerimiz de bir şey yaratacak ümidi ve beklentisiyle gidiyorlar o komisyonlara. Bu imla meselesini halledelim, bu felsefe terimleri meselesine bir şey getirelim, bir arada konuşalım, böyle düşünüyorlar.
O komisyonlarda, milliyetçilikleriyle tanınan yazarlar kullanışsız ve anlaşılmaz bir kelime üretmek yerine yabancı kelimenin kendisini kullanalım diyebiliyorlar. Bugün de benzer sorunlar var. Siz de mesela kitapta “olumsallık” kelimesini kullandığınız bazı yerlerde yanına “zorunsuzluk” diye eklemişsiniz.
Evet, bazen tek başına olmuyor çünkü. Çevirmen olarak yaşadığımız sıkıntıların temelinde de bütün bunlar var. Özellikle düşünce metinlerinin çevirilerinin en büyük sorunu kavramlar. Gerçi ben sentaksla ilgili daha ciddi sorunlar olduğunu düşünüyorum, o ayrı. Kavram sorununu bu yoğunlukla yaşamamızın en büyük nedeni tarihimiz aslında, tarihte bu sorunların komisyonlarla halledilebileceğinin zannedilmesi. Her önüne gelenin bir komisyon kurup bir de kimseyi dinlemeden, önerileri, itirazları, eleştirileri dikkate bile almadan iş görmeye çalışması. Kitapta yazmadım, 40’lardaki felsefe terimleri komisyonu anormal karşılıklar bulmuş mesela. Peyami Safa’nın çok sert eleştirileri var “bunlar nasıl laflar” diye. Sadece “beğenmedim, hoşuma gitmedi” gibi değil, “bu şundan dolayı olmaz, bu şu sebepten tamamen yanlış” demiş, bugün de kullandığımız bir sürü kelimenin neden sorunlu olduğunu o zamanlar anlatmış. Sadece o değil, başkaları da yazmış, ama dinleyen yok. Komisyonlarla bu işi kapatmaya çalışmış devlet. Türk Dil Kurumu da öyle.
TDK’nın farklı dönem komisyonlarında, kılavuzlarında farklı imla tercihleri var hep.
Şimdilerde genel olarak ulusalcı denebilecek yazarların çoğu Ömer Asım Aksoy’un kılavuzunu kullanıyor. Ya da 1980 öncesi TDK sözlüğünü kullanmaya çalışıyorlar. Editörlüğe başladıktan bir süre sonra bir sözlükçe yapmak zorunda kalmıştım çevirmenler için, adını da Muhtaç Sözlük koymuştum. Çünkü sadece sözlüklerde olan bir sürü kelime var ve insanlar bunu gerçekten var zannediyorlar. “Başsızcılık” diye bir şey yok mesela, birisi zamanında uydurmuş, tutmamış, hiç kullanılmamış. Sözcüklerin bir kullanım değeri vardır, doğru da türetilmiş olsa kullanılmamışsa yoktur aslında o sözcük. İnsanlara bunu hatırlatmak için yapmıştım o küçük sözlüğü…
O zamanların tartışmaları daha verimli olabilseymiş, çok daha güzel sonuçlar elde edilebilirmiş. Türkçenin zenginleşmesi açısından da çok daha iyi olabilirmiş. Bunu biraz da el yordamıyla bizim kuşak çevirmenler yapmaya çalıştı. Bizden öncekilerde aşırıcı bir tavır vardı, onlar ya öztürkçeciydi ya da Osmanlıcacı. Bizim kuşak o ayrımı reddetti.
Çevirilerde kavram sorununu bu yoğunlukla yaşamamızın en büyük nedeni bu sorunların komisyonlarla halledilebileceğinin zannedilmesi. 40’lardaki felsefe terimleri komisyonu anormal karşılıklar bulmuş mesela. Peyami Safa’nın çok sert eleştirileri var “bunlar nasıl laflar” diye…
Tahsin Yücel ekolünün çevirilerini de anmadan geçmeyelim, zor okunurlukları açısından.
Maalesef öyle. Ama sorun sadece kavramlarla ilgili değil, o kavramları kullanmakta ısrar ettiğin zaman sentaksı da bozuyorsun. Sentaks bozulduğu zaman da hiçbir şey anlamaz hale geliyor okur. Bu tip çevirinin en başarılı örneklerinden bazılarını verebilmiştir Tahsin Yücel bence, öztürkçeci olduğu halde dil duygusu sağlam bir insan olduğu için. Bir sürü metni okunabilir durumdadır, o kelimelerin yerine daha normal ve kullanılan kelimeleri kafandan koyarak okuyabilirsin. Ama takipçileri onun kadar yetenekli ve başarılı değil. Bu tür çevirilerle editörlüğüm boyunca epey karşı karşıya geldim maalesef. (gülüyor) Tahsin Yücel dışında bir tek Ömer Aygün’ü görmüşümdür öztürkçeci olduğu halde çok güzel bir sentaksla cümlelerini kurabilen. Bunu yaptıktan sonra ve “kılgısal” gibi laflarla anlaşılmazlığa vardırmadığı ölçüde bence kabul edilebilir. Ama ’40’larda bazı fırsatlar kaçmış, insan buna üzülüyor. Bir şeyleri insanlar görmüş, ama konu tamamen siyasete kurban edilmiş. 1950’li yıllarda Demokrat Parti her şeyi geri almaya, her şeyin en koyu Osmanlıcasına dönmeye çalışmış. Hatta Refik Halid’in yazılarında da vardır “bu ne böyle, ben bile anlamıyorum” şeklinde eleştiriler. DP kendince bir şeyi kurtarmaya çalışıyor, ama o kurtarma değil, restorasyon oluyor. Hem de neredeyse 1910’ların dilini restore etmeye çalışıyor. Bu durum da bir reaksiyon yaratmış tabii. ’60’lardan ’90’lara kadar öyle sürüyor aslında. Sağcı bir dille yazıyor, solcu bir başka dille. Gereksiz tartışmalarla çok zaman geçmiş.
Dönemin edebiyat dilinde gazetelerin, fıkra yazarlığı pratiğinin etkisi nasıl?
Dilin oturmasını sağlaması açısından, yani daha dolaylı bir etkisi var. Ama gazete yazarlarının çoğu edebiyatçı olduğu için, sürekli gündelik hayatın içinde ve onun meseleleriyle ilgilenmenin getirdiği bir yazma rahatlığına, kolaylığa, akıcılığa sahip olmaları, iletişimin değerini anlamaları onların edebiyatçılığına da etki ediyor bence. Refik Halid’in mesela, 1920’deki ilk roman denemesi İstanbul’un Bir Yüzü’yle köşe yazarlığı yaptıktan sonra, ’40’lardaki, ’50’lerdeki romanları arasında bir fark var. O iletişim değerinin daha rahat ayırdına varıp o dili daha kolay oluşturabildiği anlaşılıyor. 1920’lerde daha bir ıkınarak yapmış bunu. Belli bir kuşak da, mesela Sait Faik’in de dahil olduğu kuşak, gazetelerin temsil ettiği her şeye tepki duyarak üretmişler edebiyatlarını. O ortak dilde, ortak beğenide, oradaki tartışmalarda gözden kaçırılanların ne kadar önemli olduğunu hissetmişler. “Gazetede adam gibi bir şey yayınlanmaz” duygusunu ilk duyanlardan biri Sait Faik.
Sait Faik çok bilinçli olarak devletten, devletle ilişkili her yerden uzak durmayı tercih etmiş bir adam, ’40’lardan sonra özellikle. Sık sık karakollara, mahkemelere çağrılıp süründürüldüğü için çok fena dili yanmış. Poetikasının da bir parçası olarak onların temsil ettiği her şeyden uzak durmuş ilk kişi belki de.
Sait Faik de benzersiz bir yazar, varlığı ve etkisi belki ancak Nâzım Hikmet’le karşılaştırılabilir…
Müthiş bir adam. Kitapta keşke daha çok yer alabilseydi. Aslında tam anlamıyla modernist edebiyatın düzyazıda ilk başladığı insan sayılabilir 1950’lerden itibaren yazdıklarıyla. Çok bilinçli olarak devletten, devletle ilişkili her yerden uzak durmayı tercih etmiş bir adam, ’40’lardan sonra özellikle. Sık sık karakollara, mahkemelere çağrılıp süründürüldüğü için çok fena dili yanmış. Poetikasının da bir parçası olarak onların temsil ettiği her şeyden uzak durmuş ilk kişi belki de. Daha önce müzakere hali var, “devlet bizi de belki dinler” gibi bir umut da barındıran bir hal bu. Yer yer dinlediği de olmuş devletin, çok nadiren. Kitabın son bölümünde bu umudun soluşunu anlatmaya çalıştım. Devlet onları dinlemediği gibi şüpheli durumuna getirmiş, takip etmeye başlamış. Hayatlarıyla, geçimleriyle ilgili meselelerde devletin onlara bu kadar duyarsız kalması müzakere halinden artık vazgeçmeye başlamalarında bayağı etkili olmuş. Örgütlenme mücadelelerini biraz da ondan anlattım. İnsanların devletle kurmak zorunda kaldıkları bir ilişki var 30’lu yıllarda, bugünden bakıp da bunu onların başına kakmanın mânâsı yok. Hangi koşullarda bu ilişkiyi kurduklarını daha iyi anlayalım diye piyasayla ve devletle ilişkileri bir arada anlatmaya çalıştım özellikle. Bu mücadeleleri nasıl vermişler, onu görebilmek istedim. Ama en temel hakları konusunda bile devlet bir şey yapmayınca, polisiye takibat da arttıkça, giderek daha da soğumuşlar.
Dönemin, özellikle 30’ların gazeteleri de enteresan. Tan mesela, birçok yeniliği getirmiş, hayli gelişkin bir yayın galiba.
Akşam da öyle. Kalite açısından o ikisinin yanına şu anda yaklaşan yok. Tamam, muhalif gazete olarak bilinmesine rağmen Tan’ın bile devletle ilişkisinde sorunlar var, Varlık Vergisi’ni desteklemişler, İnönü güzellemeleri yapmışlar, ama özellikle kültüre ayırdıkları sayfaların yanına hem boyutu hem niteliği itibariyle yaklaşmak kolay değil. Bir tek belki 70’lerde Politika gazetesi onlara yaklaşmış gibi. Sonra da öyle bir gazetemiz olmamış açıkçası.
Refik Halid’in Tan’da yazması nasıl olmuş?
Herkes onun kendi gazetesinde yazmasını istiyor, ama çoğunun bütçesi küçük, o geçinmek de istiyor. Affedilmesine karşı çıkan Cumhuriyet gibi gazeteler zaten olmaz. Seçebileceği iki gazete var, ya Tan ya Akşam. İkisini de idare ediyor bir süre, sonra düzenli yazmak için Tan’ı tercih ediyor. Solcular arasında biraz daha rahat ediyor sanki. (gülüyor)
Tan’ı çıkaran Serteller ilginç karakterler.
Özellikle de Sabiha Sertel. Zekeriya Sertel’de iktidar çevreleriyle mecburen kurmak zorunda kaldığı ilişkilerin bozduğu bir yan var doğrusu. Sabiha Sertel her zaman radikal, onun yüzünden gazete kaç kere kapanmış.
CHP-DP sürekliliğini görmek açısından kitapta önemli ipuçları var. Aslında tek parti CHP’si içinde DP’yi de barındıran bir koalisyon.
Son zamanlarda en azından sağ Kemalizm – sol Kemalizm tezleriyle o dönem monolitik bir blok olduğu fikri yumuşatılmaya çalışılıyor. Kemalizm genel bir fikir, halbuki insanların özellikle dış dünyadaki olaylarla birlikte oluşmuş bir siyasi kimlikleri var. Mesela Ahmet Emin Yalman’ın çok önceden oluşmuş bir liberal kimliği var. Hüseyin Cahit Yalçın’ın belli okumalarından ve dünya olaylarına bakışından getirdiği başka tür bir liberalliği var. Peyami Safa hiçbir zaman liberal olmamış, yavaş yavaş Action Française’cilerin fikirlerine yanaşıyor. Özellikle Fransa’daki tartışmalar çok etkili olmuş gibi geliyor bana siyasi kimliklerin oluşumunda. 1936’da Halk Cephesi’nin kurulması, bizdeki entelijensiya içindeki ayrışmaların net bir yere oturmasına yol açmış. İspanya İç Savaşı’yla da birlikte pek çoğu pozisyonlarını almışlar. Hepsi kendine Kemalist diyor, cumhuriyetçi olduğunu söylüyor, ama ayrımlar ortak paydadan daha ilginç aslında.
İspanya İç Savaşı gazetelere nasıl yansıyor? Anarşistlere kafayı takanlar da olmuş galiba.
Nizamettin Nazif Bolşevik olduğu için sevmiyor anarşistleri. Savaşın onların disiplinsizliği yüzünden kaybedildiğini düşünüyor. Köşe yazarlarında önemli bir kısım cumhuriyetçilerden, solculardan yana. Peyami Safa gibi az sayıda isim diğer pozisyonda. Genel bir tarafsızlıkla vermeye çalışıyorlar haberleri, ama mesela Cumhuriyet gazetesinin eğiliminin ne olduğu biliniyor, onlar sağcılardan yana.
İnsanların peşinde sürekli polis var. Orhan Veli artık Ankara’da yaşayamaz hale gelmiş, kaçmış İstanbul’a, kaldığı otel odalarını basmışlar hep. Onu bile takip ediyorlar. Orhan Veli’nin, arkadaşlarının çok büyük kısmı gibi gayet naif istekleri var aslında. Devletin Altı Ok’unu oluşturan ilkeleri onlar ciddiye alıyorlar. Devlet açısından bakıldığında, enayilik yapıyorlar. “Biz onu öyle söylüyoruz ama, çok da inanmayın” diyor devlet aslında.
’40’lar hayli sert yıllar, özellikle ‘38’de Nâzım Hikmet’in hapsedilmesinden sonra…
İnsanların peşinde sürekli polis var. Orhan Veli artık Ankara’da yaşayamaz hale gelmiş, kaçmış İstanbul’a, kaldığı otel odalarını basmışlar hep. Onu bile takip ediyorlar ve takip ettiklerini hissettiriyorlar. Orhan Veli’nin, arkadaşlarının çok büyük kısmı gibi gayet naif istekleri var aslında. Devletin Altı Ok’unu oluşturan ilkeleri onlar ciddiye alıyorlar. Devlet açısından bakıldığında, enayilik yapıyorlar. “Biz onu öyle söylüyoruz ama, çok da inanmayın” diyor devlet aslında. (gülüyor) Çoğunun sosyalizmin s’sinden haberi yok zaten. Sonradan öğreniyorlar, içeri atıldıkça, mahkemelik oldukça. Sovyetler Birliği sempatisi çok az insanda var. Suat Derviş’te var mesela, kocasıyla da (Reşat Fuat Baraner) ilgili… Yaptığı geziden de etkilenmiş. Sabiha Sertel’de de var. Yani partililerde, TKP’lilerde var doğal olarak. Geri kalan çoğunluk için en fazla anti-emperyalist denebilir. Ama devlet öyle bakmıyor, fakirlikten bahsediyorsan hesap soruyor.
DP kurulma aşamasındayken CHP’den kopmuş bulunan Bayar, Menderes ve Fuad Köprülü Sertel’lerle bir araya geliyor, 1945 sonunda beraber Görüşler dergisini çıkarma girişiminde bulunuyorlar. Bu buluşma da hayli ilginç.
Türkiye’de liberallerle solun ittifak kurmasının başlangıcı için ’80’ler, Yeni Gündem zamanları düşünülür genellikle, bu gözden kaçar. “Ceberrut devlete karşı bir ittifak politikası” denebilecek bir şey. Çok kısa sürse de, denenmiş. Dergiye Bayar ve Menderes yazmamış, ama başında isimlerini vermişler. Derginin kapatılma gerekçesi de abuk subuk, orak-çekice benziyormuş logosu. Devlet bin pişman zaten o sıralar demokrasiye geçtiğine. (gülüyor) İstemeden, mecburen geçiyorlar elbette, ama geçer geçmez, karşılaştığı muhalefetin şiddeti devleti çok korkutuyor. İlginç, çalışılması gereken bir dönem. Oradaki ara figürler önemli. Tevfik Rüştü Aras mesela, hem sola yakınlığıyla hem liberallerle ilişkisi sayesinde o ittifakın kurulmasına önayak olan isimlerden biri. Bir diğeri Cami Baykurt; bugünkü Antikapitalist Müslümanların öncülerinden sayılması gereken bir adam.
Kendilerine bakışlarında Doğululuk, Batılılık şimdi onlara yüklediğimiz anlam kadar yer tutuyor mu? Öyle olmadığını gördüm. Devletin söylemine yaklaştıkça bu konunun belirginliği artıyor, ama insanların entelektüel mesailerinde bu onlar için birincil mesele değil, hatta bayağı gerilerde. Yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlar daha çok. Eski-yeni tartışmaları onlar için daha önemli. Eskiyi olduğu gibi Şark’a, yeniyi de olduğu gibi Batı’ya aktarma bence daha sonraya ait bir fikir.
Liberallerin ABD’deki anlamıyla liberalmiş gibi davrandıkları nadir anlardan biri 1946’daki bu ittifak. ’80’lerden sonra da hemen hemen aynı şey oldu. Belli çevrelerde çok küçümseniyor, ama liberal aslında solcu demek. ABD tarihini biraz bilen biri liberal dendiğinde solcu denmek istendiğini çok net biçimde anlar. Bizdeki “sol liberal” adlandırmasının görmeyi engellediği şeylerden biri de bu. Türkiye’de liberallerin liberterleştiği nadir tarihsel momentlerden biri ’45’ten sonraki dönem. Ama anti-komünizm paydasında hemen birleşmişler, zaten iktidarı ele geçirdikten sonra en fazla yaptıkları şey komünist tutuklamaları, öğrencilere yönelik zulüm. Bazı tarihçiler ısrarla görmek istemiyor ama, bu anlamda da CHP dönemiyle DP’ninki arasında tam bir süreklilik var. Döneme bakarken Demokrat İzmir gazetesinin 1959’da yakılıp yıkılması da ilgimi çekti. Tan matbaasının yakılışını (1945) tek parti iktidarını tel’in etmek için herkes konuşur, bu olay hatırlanmaz.
Dönemin edebiyat üretiminden bugüne, tabii Nâzım Hikmet dışında, en çok Tanpınar’ın kaldığı görülüyor, özellikle Doğu-Batı tartışmalarında söylediklerinin de etkisiyle…
Evet, Doğu-Batı paradigması açısından bakılınca onu anlamlı bir edebiyat üretimine çevirebilmiş insan olarak Tanpınar’ın kaldığı söylenebilir. Kitapta şunu sorguluyorum: Böyle bakınca sadece Tanpınar’ı görebiliyoruz, ama sadece buradan mı bakmalıyız? Peki onların kendilerine bakışlarında Doğululuk, Batılılık bizim onlara yüklediğimiz anlam kadar yer tutuyor mu? Ben öyle olmadığını gördüm. Devletin söylemine yaklaştıkça bu konunun belirginliği artıyor, ama insanların entelektüel mesailerinde bu onlar için birincil mesele değil, hatta bayağı gerilerde bir mesele. Yeni bir hayat kurmaya çalışıyor o insanlar. Eski-yeni tartışmaları onlar için daha önemli. Eskiyi olduğu gibi Şark’a, yeniyi de olduğu gibi Batı’ya aktarma bence daha sonraya ait bir fikir. Onlar “yeni bir hayat kurmamız lâzım” diye düşünüyorlar. Bu yeni hayatın içinde Batı’dan elbette bol bol unsur var ama, özellikle işlerine gelmeyen şeylerde “her şey Batı gibi olmasın canım” diyen de var, mesela kadın da sokağa çıksın tabii canım, ama fazla da sokakçı olmasın gibi. (gülüyor) Muhafazakâr refleksler de zaman zaman devreye giriyor yani. Ama eninde sonunda yeni bir hayat kurma arzusu daha kuvvetli.
O dönem bu kadar yakıcı bir mesele değil Doğululuk veya Batılılık. Tanpınar gibi daha formüle edilmiş şeyler peşinde koşan insanların derdi o. Kısmen de Peyami Safa’nın Türk İnkılâbına Bakışlar’da (1938) yapmaya çalıştığı bir şey, ki bu da onun entelektüel mecrası içinde istisnai bir durum. Başlangıçta Fatih-Harbiye’yle (1931) çok yapıyor bunu, ama sonraki gündelik tavır alışlarında, fikir üretişlerinde temel meselesi bu değil, nadiren uğradığı bir durak. “İlla kökenlere inersek bunu buluruz” gibi bir şey en fazla. Bunu demesi de normal, sağcı bir adam. Solcu yazarların da derdi “aman Batılılaşalım” değil. Onların biraz nefes alalım, biraz özgürleşelim gibi daha bize yakın dertleri var. Böyle bakınca onlarla daha fazla bağ kurabiliyoruz, hâlâ bize söyleyecek lafları olduğunu görüyoruz. Biraz bunu yapmaya, böyle bakmaya çalıştım.
Kitapta söylediğiniz gibi, “pozitif yorumsama”…
Tam olarak. (gülüyor)
Daha önce okumadığınız, kitaba hazırlanırken keşfedip beğendiğiniz bir yazar var mı?
Romancı, öykücü olarak değil ama, denemeci kimliğiyle var. Adnan Adıvar muazzam bir denemeci. Vâ-Nû, Vâlâ Nureddin, çok enteresan bir adam. Onun ilgi alanının genişliğine çok insan yaklaşamıyor bile. Peyami Safa’dan bile fazla yazı yazmış bir adamdan bahsediyoruz. (gülüyor)
Piyasanın da yazarı ne kadar belirleyebileceğini, kendine muhtaç bırakabileceğini anlatan, bunu gören tek kişi belki de Ataç. “Devletin talimat vermesi iyi bir şey değil belki ama, sanki piyasa vermiyor mu, piyasanın getirdiği dayatmalar yok mu” diyor. Hem piyasanın hem de devletin istibdadı arasında insanlar bir yol çizmeye çalışmış. Kolay olmamış, çok zorlanmışlar.
Buna karşılık onunla ilgili ancak genel bir bilgimiz var, Nâzım Hikmet’le dostluğu, ortak kitapları…
Halbuki o zamanın belki de en etkili figürü olabilir. Bir sürü insanın “acaba o ne diyor” diye baktığı birkaç kişi var, onlardan biri de Vâ-Nû. Sözlerine kıymet verilen, dinlenen, önemli bir insanmış. Çoğu zaman ilginç şeyler söylemeyi de başarmış. O yüzden ondan bir derleme mutlaka yapmak istiyorum. Sonra, Naci Sadullah mesela. Romanı felaket, çekilecek bir şey değil, ama köşe yazarlığı çok ilginç. Romancı olarak Cevdet Kudret’i beklediğimden iyi buldum. Sınıf Arkadaşları (1943) gerçekten çok enteresan bir roman. Epigraflar koyuyor her bölümün başına, kısa kısa çok modern bir tarzda yazmış. Bir de İlhami Bekir Tez’in Taşlıtarladaki Ev’i (1944), Kemal Ahmet’in Sokakta Harp Var!’ı (1932) ilginç deneyler. Dönemin bütün bu az bilinen romanları arasında kesinlikle en iyisi Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı’dır (1943) ama bence. Genel olarak öykücüler daha ilginç denebilir belki.
O dönemden kalıp bugün çok okunmaya başlanan bir de Sabahattin Ali var. Ne diyorsunuz bu fenomene?
Bilemiyorum, herhalde romantizmle falan açıklamak lâzım. O zamanlar da farkedilmiş, farkedenlerden biri Nahid Sırrı. “Sabahattin Ali kendine gerçekçi diyor, ama bayağı romantik yahu” diye yazıları var. (gülüyor) Özellikle Kürk Mantolu Madonna’da (1943) öne çıkıyor bu durum. Ben de çok severim o kitabı, ama pek de anlam veremiyorum bugünkü popülerliğine. Ona bu kadar ilgi gösterilirken, ne bileyim, Sait Faik’e de onun onda biri kadar ilgi olsa daha anlamlı bulacağım, ama bir kitap etrafında dönen bir şey. Stefan Zweig da mesela bu aralar Türkiye’de acayip popüler, herkes Zweig basmaya çalışıyor. En umulmadık şeyler inanılmaz satıyor. Zaten yıllardır yayıncılık yapıyorum, ne satar ne satmaz, hâlâ anlamış değilim. Başarısız yayıncılardan biri sayılabilirim bu açıdan. (gülüyor) Editörlüğümde bulduğum en çok satan kitap Nietzsche Ağladığında (Irvin D. Yalom, Ayrıntı) olmuştu. Onu da gerçekten o gözle bakarak seçmiştim. Hah dedim, Nietzsche var, ağlamak var, hislilik var, bu gider. (gülüyor) Herhalde birkaç baskı yapar diye düşünüyordum, doksan baskı olmuş. Çevirdiğim kitaplar zaten çok satmaya müsait değil. Yine de hakkını yemeyeyim: Zizek’ler, Richard Sennett’ler fena gitmiyor.
Son yıllarda çeviri ve yayıncılık dünyası karışık. Çok satan kitapların çevirisinde belli bir baskının üzerini ödememek üzere bir sözleşme maddesinin dayatılmasının ardından bir de bandrol dolandırıcılığı çıktı…
Felaket işler. Ama bu ülkede hiçbir şey uzun sürmüyor, hafıza sıfır. Kitabın son bölümündeki telif ve yazar, çevirmen hakları meselesini “buna ben girmezsem kim girecek” diyerek yazdım. Bu aktivistlik boyutu benim için her zaman önemli. Bizim gibi entelektüel işçilerin yaşadığı sömürü koşullarına çok yakından tanık olduğum için müdahil de olmak istedim. Çevirmenler Birliği’ni kuran ekipte gönüllü olarak, çok yoğun çalışarak yer aldım. Bu çabanın tarihini bu kitapta işlemek bu açıdan önemliydi. Hazin tabii, o zamandan bu yana bir sürü şeyin değişmemiş olduğunu görüyorsun. Hatta orada yapılan mücadelelerin tamamen unutulmuş olduğunu görmek beni en çok üzen şeylerden biri oldu. 1970’lerde, Yaşar Kemal ve Aziz Nesin Yazarlar Sendikası başkanlığı yapıyorlar, bu tarihten hiç bahsetmiyorlar, onlar da bilmiyor çünkü. Kaybolmuş gitmiş çabalar bunlar. Bir şeyleri unutulmuşluktan kurtarma duygusu insana iyi geliyor. Tarih yazmanın kıymetini anladım. (gülüyor) Teoriye fazla meyilli bir insandım doğrusu, hatta tarih kitaplarına hafif burun kıvırırdım.
Ama Walter Benjamin’in tarih tezleri tam da söylediğiniz kıymete işaret etmiyor mu?
(gülüyor) Evet, o da aslında tam da bu duygunun teorisini yapıyor. Ama tabii soyut kalmayıp somut olarak yapınca başka bir şey. O yüzden kitapta bende en çok kalan o üçüncü bölüm. İnsanların gayretlerinin hatırlanmasını sağlamış olduğum için kendime bir gurur payı biçiyorum doğrusu.
Üçüncü bölümün başında işçi sınıfının durumuna dair genel bir döküm yapıyorsunuz. Emeklilik, ücretli tatil gibi kimi işçi haklarının ne kadar geç kazanıldığını görünce siz de şaşırıyorsunuz. Muharrirlere gelene kadar işçi sınıfının da hakları açısından hali parlak sayılmaz o dönemlerde…
Bütün halkın verdiği mücadelenin ufacık bir parçasının da yazarlar tarafından verildiğini göstermek benim için önemliydi. En severek, önemseyerek yazdığım bölüm herhalde o. “Memur-muharrir” gibi saçma önerileri bir yana, burada da Ataç ilginç: Piyasanın da yazarı ne kadar belirleyebileceğini, kendine muhtaç bırakabileceğini anlatan, bunu formülleştiren tek kişi belki de o. “Devletin talimat vermesi iyi bir şey değil belki ama, sanki piyasa vermiyor mu, piyasanın getirdiği dayatmalar yok mu” diyor. Gördüğüm kadarıyla bunu o zaman dillendiren başkası yok. Hem piyasanın hem de devletin istibdadı arasında insanlar bir yol çizmeye çalışmışlar. Kolay olmamış, çok zorlanmışlar. O yüzden, yazarların “küçük bir memuriyet” arayışlarını, düzenli gelir isteklerini çok da küçümsememek lâzım. Hâlâ aynı yerdeyiz aslında. Ama 1940’larda insanlardaki bilinç düzeyi o anlamda daha yüksek bence. Kendilerinin işçi olduklarının farkındalar ve buna göre talepte bulunuyorlar. Sendikalaşmayı o zamanın koşulları yüzünden başaramamış olabilirler ama, en azından kendilerini tanımlamalarında bu çok önemli bir yer tutuyor.
Bugünkü sözleşme dayatmasını veya bunun arayışını nasıl yorumlamalı?
Bu öteden beri varolan bir şey. Türkiye’deki her tür kapitalistin ezberidir bu: Herhangi bir kriz, bir sıkışma durumunda, en başta birlikte çalıştıkları insanların maaşlarından, aldıkları ücretlerden ne kırpabiliriz diye bakmak çok temel bir refleks. Yayıncılar da kapitalist piyasanın parçası olduğu için bu refleks onlarda da var. Bir de editörler ve çevirmenler çok güçsüz aslında. Çevirmen örgütümüz Çev-Bir var, ama yeterli ilgiyi gördüğünü düşünmüyorum maalesef. Çevirmenlerin aldığı para Türkiye’deki en vasıfsız işçinin, ne bileyim, bir temizlik işçisinin aldığı paranın yarısı kadar. Ay hesabına vurduğunuz zaman ayda 1000, 1500 lira arası bir para. Bu paraya çalışacak insanların olması bile mucizeyken, bunun kıymetini bilmek yerine tam aksini yapıyorlar. Çevirmenin normal gelir sağlamasının tek yolu kitabın yeni baskılarından pay alabilmek. Buna bile göz koymak basbayağı alçaklık doğrusu. Bunun farkında değiller ve aslında kendi kuyularını kazıyorlar. Bu işlerden zaten insanların sıtkı sıyrıldı, bir sürü yetenekli insanın koptuğunu gördüm. Bu kadar kalifiye emek isteyen bir işi neden yapsın ki insanlar? Ben de kendi yaptığım işi, editörlüğü birilerinin sömürülmesine aracı olmak gibi görmeye başlamıştım son zamanlarda. Piyasa koşullarına göre en fazla ücreti veren birkaç yayınevinden birinde çalışıyordum üstelik. Yayınevleri için bin lira bir şey değilken çevirmen için hayat kurtarıcı bir fark.
Kitabın sonlarında, beyaz yakalı işçilerin mavi yakalı işçilere göre kendi sektörlerinde örgütlenmede daha başarısız olduğunu, böyle olmasa şu an başka bir siyasal ortamda yaşıyor olabileceğimizi, işçi sınıfı mücadelesinin (veya insanlığın) bir geleceği olacaksa ancak beyaz yakalıların da bu mücadeleye var gücüyle katılması sayesinde olacağını söylüyorsunuz. Ve ekliyorsunuz: “Yıllardır arayıp durduğumuz o büyük harfli Özne biz kendimizmişiz gibi geliyor bana bir süredir!”
(gülüyor) Bunun da çok net farkına biraz o dönemin insanları sayesinde vardım. Sosyalizmin meşhur meselesi olarak, işçi sınıfı da bu kadar konformist ve statükocuyken bizi kim kurtaracak, bu işin öznesi kim olacak diye hep konuşurduk. Ama işçi sınıfı tanımımızın kendisindeki yanlışlıktan kaynaklanıyor bu. Hepimizin işçi olduğunu unutuyoruz. Birtakım statü aldatmacalarına, sözde prestijlere, büyük harfli Kültür’e hizmet etmiş olarak, bunun yanılsamalarına kurban giderek kendi konumumuzu anlamaktan uzaklaşmış oluyoruz. Halbuki biz de işçiyiz, bizi kurtaracak başkası yok. Yapacaksak, biz birlikte yapacağız bir şeyler.
Express, sayı 169, Haziran-Ağustos 2019