KORONA GÜNLERİNDE BİLGİ, UZMAN, ENTELEKTÜEL VE HAKİKAT

Nazlı Ökten
21 Nisan 2020
SATIRBAŞLARI
“Kimin hakikati söyleyebileceği, hakikati hangi konuda söyleyebileceği, hakikati söylemenin sonuçlarının ne olabileceği ve hakikatin iktidarla olan ilişkisi bugün her zamankinden daha çok bir hayat memat meselesi.” Hakikat-sonrası döneme denk gelen korona günlerinde bilgi, uzman, entelektüel ve hakikat üzerine zihin tazeleyici bir değerlendirme…
Sartre ile Foucault, aralarında sırtı dönük Deleuze, hep birlikte sahada (1968)

Bilinen meseldir: Bizanslı alimlerin İstanbul, o günkü adıyla Konstantinopolis, Osmanlı ordusunun kuşatması altındayken meleklerin cinsiyetini tartıştığı söylenir. Bugün de korona olarak söyleyegeldiğimiz Covid-19 dışında kalan her türden düşünce faaliyeti insanda bunu çağrıştırıyor. Bir yandan da hayatın örgütlenmesinin en küçük bir alanını bile –çalışma, yeme, içme, tüketme, seyahat etme, ilişkilenme biçimlerimizin tamamı– dışarıda bırakarak bu tarz bir mücadeleyle başa çıkamayacağımız açık.

Minibüsteki bir “vatandaş” konuşmasının videosu dolaşıyordu komplo teorileriyle mavra yapmak üzere: Virüsün bir biyolojik silah olduğu düşüncesinin insanların aklına bu denli kolay yatmasının bir nedeni var. Topyekûn savaşa benzer bu durumda, iktidarların gizli veya açık sürü bağışıklığı –neden kitle demediğimi yazının sonuna bırakalım– seçimleri kimin hayatını feda etmeye, kimin kendisini sakınmaya yönlendirileceğini belirliyor.

Meleklerin cinsiyeti başka bir çağrışım daha taşıyor. Gelişmiş bilgi üretimi yoğun bir uzmanlaşma içerir; bu, modern bilimin doğası gereği yoğunlaşan bir nitelik taşısa da bilim alanının özerkleşmesinden çok önce, özellikle imparatorluklar gibi kalıcı, uzun süreli ve etkin modellemeler üretebilmiş yapılarda da hakim bir olgu. Şimdilik Çin’in imparatorluk sisteminin bürokratik yapılanmasının çok karmaşık bir eğitim ve sınav sistemi içerdiğini, Osmanlı’da ulemanın saray hayatının örgütlenmesinde ve rızanın üretimindeki rolünü hatırlasak yeter. Bilgi üretiminin herhangi bir alanında çalışan herkes bugün bunda bir tuhaflık görülemeyeceğini bilir.

Korona günlerinin en belirgin yanlarından biri, bilginin niteliği hakkındaki tartışmanın, uzmanlar arası savaşın elle tutulur bir gerginlik kazanması oldu. Sadece birbirlerine değil sunuculara çıkışan konuklar, birbirlerini yetersizlikle, eksiklikle, hatta kimi zaman şarlatanlıkla suçlayan uzmanlar zaten aşina olduğumuz görüntüler, ama ölüm kalım söz konusu olduğunda her şey başka bir boyut kazanıyor.

Farklı uzmanlık alanlarındaki verileri bugün salgın bağlamında gözden geçirmeye çalışırken bile yaşadığımız anlamsızlık duygusu, etki edemediğimiz siyasetin iki dudağı arasında olduğumuzu bilme çaresizliğiyle örtüşüyor. Teknolojinin çoktandır mümkün kıldığı uygulamaların yaygınlaşmasıyla çalışma hayatlarına devam eden beyaz yakalılar olarak, Türkiye gibi ülkelerde fabrikaları, inşaatları doldurmaya devam eden mavi yakalılardan ayrışmamız sayesinde hayatta kalma olasılıklarımızın yükselmesinin adı konmamış şükrüyle, sirkeyle çamaşır suyu arasında gidip gelirken, kendimizi depresif bir çöküşten korumak için sanal dersler aracılığıyla kişisel gelişimimizde yeni bir aşamaya gelmeyi umuyoruz.

Karantinadan “daha iyi bir ben”le çıkmak herkesin umudu, şişmanlık imgesiyle temsil edilen “kaybedenlere” dönüşmek de korkusu.

Dehşetler ve “uzmanlar”

Korona günlerinin en belirgin yanlarından biri, bilgi akışı ve bilginin niteliği hakkındaki tartışmanın, uzmanlar arası savaşın elle tutulur bir gerginlik kazanması oldu. Sadece birbirlerine değil sunuculara çıkışan konuklar, birbirlerini yetersizlikle, eksiklikle hatta kimi zaman şarlatanlıkla suçlayan uzmanlar zaten aşina olduğumuz görüntüler, ama ölüm kalım söz konusu olduğunda her şey başka bir boyut kazanıyor.

Günümüzün uzmanlık dünyasında belli bir konuda konuşabilmek için o konuda alınan diplomaların sonrasında da uzmanlık alanlarında çalışmalar yapmak, literatürü takip etmek, kimi zaman da doğrudan bu konuda araştırma yapmak gerek. Ancak, bugün üniversite diplomalarıyla edinilen unvanlar, bir çalışmanın bilimsel olarak nitelenmesi için yeterli değil. Üniversite alanında bilgi üretiminde, iyisiyle kötüsüyle belirginleşen bir araştırmacı figürü, geçmişin bir kez edinildikten sonra hayat boyu rütbe gibi taşınan akademik derecelerinden fazlasını hedeflemek zorunda. Bir araştırmanın sonuçlarının bilimsel geçerlilik ve yeterlilik koşullarını sağlamak ve kanıtlamak, haklı olarak en temel başlangıç noktası sayılıyor.

Carlos Ampuero, Bahar Ayini, 2012

Sonuç olarak, bilgi üretiminin koşulları katileşip keskinleştikçe, müesses nizamla şu veya bu biçimde çatıştığında ortaya çıkan çelişkileri bertaraf etmek daha da zor hale geliyor. Entelektüel figürünün simgelerinden birinin ve belki de en önemlisinin, Jean-Paul Sartre’ın bu çelişkileri konu alan bir söyleşisi geçtiğimiz günlerde Siren İdemen ve Kerem Eksen’in sade bir derinlik taşıyan –evet, bu mümkün– çevirisiyle Türkçeye kazandırıldı. Michel Foucault ve Pierre Bourdieu’nün Sartre’ı içererek aşma çabaları hakkında daha önce yazdığım bir yazı nedeniyle  Sartre’ın söylediklerine başka türlü kulak kesildim.

Bu videonun sonunda Sartre’a sorulan “sizin için 19. yüzyıl düşünürü diyorlar, ne dersiniz?” minvalindeki sorular, isim vermeden Michel Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler’in yayınlanmasından sonra Sartre’ın kendisine yönelik eleştirisine verdiği cevaplardan bir derleme gibi. Foucault, bu kitabı tanıtırken yaptığı neredeyse tüm konuşmalarda kendisini yapısalcı olarak ve Sartre’ın karşı kutbunda tanımlar. Sartre’ın büyüklüğünün bir kanıtı olan telaşsız, olgun cevap verme halinin bir yıl öncesinde hiç de bu kadar nazik olmadığını biliyoruz.

Foucault, Euripides’in tragedyalarında karşılaşılan parrhesia sözcüğünden yola çıkarken, bu sözcüğün Fransızcada ve Almancada açık sözlülük anlamına gelen “francparler” ve “freimüthigkeit”, İngilizcede ise –Türkçeye ifade özgürlüğü olarak çevrilen– “free speech” anlamına geldiğine dikkat çeker. Bu bir aklına geleni söyleme durumu değil, belirli bir çaba sonucu elde edilen bir hakikat anlatıcısı konumudur.

Sartre, kendi felsefesinin insan, özgürlük ve tarih perspektifine yıkıcı bir darbe içerdiğini bildiği kitabın yayınlanmasından sonra yaptığı bir söyleşide (1966) hem Kelimeler ve Şeyler’deki arkeolojinin geçişleri çözümlemekten aciz olduğunu belirtir, hem de Foucault nezdinde yapısalcılık eleştirisini dile getirerek Lacan ve Althusser’i tartışır. Ama esas suçlaması daha ağırdır:

“Kitabının başarısı onu beklediklerini yeterince kanıtlıyor. Oysa, gerçekten özgün bir düşünce hiçbir zaman beklenilen değildir […] Elbette ki, tarihin ardında hedeflenen şey marksizm. Söz konusu olan yeni bir ideoloji oluşturmaktır; bu, burjuvazinin marksizmin önüne dikebileceği son barajdır.” [1]  

Yine de bu ağır eleştiriler, 1968 ve sonrasında Sartre ve Foucault’nun yan yana, aynı davalar için seferber olmalarını engellemeyecektir. Entelektüel eylemin tanımlarında ayrışmakla beraber, gerekliliği konusunda hemfikir kalacaklardır.

Başka türlü bir entelektüel

Foucault, Entelektüelin Siyasal İşlevi’nde (Ayrıntı Yayınları, 2005) Sartre’ın temsil ettiği klasik “evrensel” entelektüel modelini eleştirirken entelektüellerin artık herkes için iyi ve doğru olan soyut bir evrensellikte değil, mesleki koşullarının ya da yaşama koşullarının  onları yerleştirdiği belirli noktalarda (hastane, laboratuar, üniversite, aile ya da cinsiyet bağları) çalışma alışkanlığını edindiklerini belirtir. Mücadeleler hakkında daha somut ve doğrudan bir bilinç kazanan entelektüellerin, kitlelerin yanında olmalarının nedeni, aynı rakiple karşı karşıya olmalarıdır: “çokuluslu şirketler, polis ve hukuk aygıtı, emlak spekülasyoncuları, vb.”

Bu yeni tür taahhüt altına girme, bağlanma biçimleri Foucault’nun özgül (spesifik) entelektüel kavramını geliştirmesine neden oluyordu. Elbette GIP (Groupe d’information sur les Prisons; Hapisane Bilgi Grubu) ve GISTI (Groupe d’information et de soutien des travailleurs immigrés; göçmen işçiler bilgi ve dayanışma ağı) deneyimleri çok önemli bir rol oynuyordu. Foucault’nun ifadesiyle: “Entelektüelin rolü, herkes hakkındaki ifade bulamamış hakikati söylemek için ‘biraz öne veya biraz yana’ çıkmak değildir. Daha çok iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etmektir: ‘bilginin’, ‘hakikatin’, ‘bilincin’, ‘söylemin’ oluştuğu düzende” (2005; s.32).

Paul Valéry’nin Bergson’un ölümünün ardından yaptığı konuşmada söylediği gibi, felsefenin gerçek değeri, düşünceyi kendi üzerine getirmesidir. Foucault, Kelimeler ve Şeyler’in yayınlanmasından sonra çıktığı bir televizyon programında, felsefenin bu zamana dek kendisine verilen konular üzerinde düşündüğünü, artık düşüncenin kendi üzerine düşünmesinin zamanı geldiğini söyleyecekti. Aynı şey, entelektüel için de geçerlidir: entelektüelin rolü, kime ne yapacağını söylemek değildir. Pierre Bourdieu, “kolektif entelektüel” mefhumunu geliştirmeye çalışırken, Foucault’nun “özgül entelektüel”inin bize siyasetçi olmadan siyasete müdahil olmanın, ama bunu yaparken bilimsel veya edebi dünyaya ait yeterlilikleri ve değerleri gözden kaçırmamanın bir biçimini icat ettiğini söyler.

Joel Lambeth, Post Truth #1-2, 2017

Bilginin kamusallığı

Michel Foucault özgül entelektüel kavramını geliştirirken entelektüelin konumuyla ilgili olarak sadece bir seçim belirtmez, aynı zamanda tarihsel-sosyolojik bir saptama yapar:

“Günümüzde bilginin yayılma mercileri daha önce hiç olmadığı kadar çok ve etkili. Örneğin, 14. ve 15. yüzyılda bilgi, kısıtlı ve kapalı bir toplumsal uzamda tanımlanıyordu. Bilgi sırdı ve bilginin sahiciliği, bilginin dolaşımda olmaması ya da sadece belli sayıda birey arasında dolaşıyor olmasıyla sağlanıyor ve korunuyordu; bilgi yayıldığı andan itibaren bilgi olmaktan çıkıyor ve dolayısıyla hakiki olmaktan çıkıyordu. Halihazırda 17. ve 18. yüzyıllarda başlayan dönüşümün çok ileri bir aşamasındayız: artık bilgi kamusal bir şey halini aldı.

Bilgi, aynı koşullara yerleştirilen her bireyin görebileceği ve saptayabileceği şeyi görmekti. Bu açıdan bilginin yapısı kamusal hale geldi. Herkesin bilgisi var. Sadece, bilgi aynı bilgi değil, ne formasyon açısından, ne kesinlik vs. açısından, ama bir yanda cahiller diğer yanda alimler yok. Bilginin bir noktasında olan, artık hep ve hızla, bilginin başka bir noktasına yansıyor. Ve bu açıdan bilginin hiçbir zaman bu kadar uzmanlaşmadığını ve ancak yine de hiçbir zaman da bu kadar kendi kendisiyle iletişime geçmediğini düşünüyorum.” [2]

Kendi kendisiyle iletişimi kaybolmuş bir bilgi, televizyonlardan olanca hızıyla üzerimize akarken, bu bilgiyle yoğrulmuş bir yaşamla ve ne acıdır ki aynı zamanda ölümle iç içe çalışan sağlık çalışanları, dünyanın bir çok yerinde güvenli çalışma koşulları talep ederken gösteriler sırasında polis şiddetiyle karşılaşıyor. Sadece sağlık çalışanları değil elbette. Temizlik, depolama, ulaştırma sahalarında çalışanların da tehlike altında olduğunu biliyoruz.

Bugünün monarkı veya sultanı, monarklara ve sultanlara da hükmeden “piyasa”. Toprağa, çevreye, hayata saldırının süregitmesini sağlayan şeylerden biri de hakikatin bilgisine saldırı. Hakikat-sonrası dönem, bu yoğun saldırının boyutlarını anlamak için hakikatin her zamankinden daha fazla savunulmaya ihtiyaç duyulduğu bir dönem.

Bilgi ve yetki

Geçtiğimiz günlerde, bir askerde korona virüs teşhis edilmesinin ardından Guam adasında karantinaya alınan beş bin askerin bulunduğu ABD’nin USS Theodore Roosevelt uçak gemisi kaptanı Brett Crozier, savunma bakanlığına mektup yollayarak askerlerin karaya çıkarılması için yardım istedi. ABD basınında yer alan dört sayfalık mektupta “Savaşta değiliz. Denizcilerim ölmemeli” ifadelerini kullanan Crozier, “Hastalığın yayılması sürüyor ve hızlanıyor. Şimdi harekete geçmezsek, en değerli kaynaklarımıza, denizcilerimize gerekli şekilde bakmamış oluruz” dedi.

Guam’da tüm mürettebatın karantinaya alınmasını isteyen kaptan, herkesin gemide kalmasının gereksiz bir risk olduğunu belirttikten sonra 2 Nisan’da görevinden alındı. Crozier’nin görevden alınmasının ardından gemiden ayrılırken mürettebat tarafından alkışlarla uğurlanmasını gösteren video uzun süre hafızalarda kalacak nitelikte.

Crozier, bilgisi ve tecrübesi dahilinde doğru olanı yapmanın askeri emir-kumanda zinciri içinde bile esas olduğu bir etik duruşu simgeliyor. Gıda mühendisi Bülent Şık’ın kanser raporunu açıkladığı için işinden olmayı göze alması gibi. Kapitalist üretim tarzının ve onun etrafında gelişen sosyo-politik örgütlenmenin etkin bir işleyişi için gereken bilimsellik boyutuyla, kâr maksimizasyonu buyruğunun ortaya koyduğu gerekler arasındaki çatışmaların giderek artacağını öngörmek zor değil.

Lushsux, When You’re Both Pieces of Shit And It Works, 2016

Hakikat-sonrasında “parrhesia”

Michel Foucault, Euripides’in tragedyalarında karşılaşılan parrhesia sözcüğünden yola çıkarken, bu sözcüğün Fransızcada ve Almancada açık sözlülük anlamına gelen “francparler” ve “freimüthigkeit”, İngilizcede ise –Türkçeye ifade özgürlüğü olarak çevrilen– “free speech” anlamına geldiğine dikkat çeker. Bu bir aklına geleni söyleme durumu değil, belirli bir çaba sonucu elde edilen bir hakikat anlatıcısı konumudur.

Kimin hakikati söyleyebileceği, hakikati hangi konuda söyleyebileceği, hakikati söylemenin sonuçlarının ne olabileceği ve hakikatin iktidarla olan ilişkisi bugün her zamankinden daha çok bir hayat memat meselesi. Hakikat-sonrası diye tercüme ettiğimiz post-truth kavramının ortaya çıkışıyla, geçmişte ölüm kalımı despotun iki dudağı arasında tanımlanan tebaanın yerini alan, hedefi sağlıklı yaşayan, üreten ve iletişim kuran modern yurttaşı oluşturmak olan yeni tür iktidarın (biyo-iktidar) geldiğimiz teknolojik gelişim aşamasında giderek kendi atık öznelerini oluşturduğu aşikâr.

Sartre, söz konusu söyleşide, atom bombasının babası olarak bilinen Oppenheimer’a gönderme yapıyor. Ünlü fizikçi, yıllar sonra kendisiyle yapılan söyleşide şöyle der: Artık dünyanın aynı olmayacağını biliyorduk. Bazılarımız güldü, bazılarımız ağladı, çoğumuz sessiz kaldı. O an bir Hindu destanı olan Bhagavad Gita’dan bir satır aklıma geldi: Şimdi ölüm oldum, dünyaların yok edicisi oldum.”

Bugünün monarkı veya sultanı, monarklara ve sultanlara da hükmeden “piyasa”. Toprağa, çevreye, hayata saldırının süregitmesini sağlayan şeylerden biri de hakikatin bilgisine saldırı. Hakikat-sonrası dönem, bu yoğun saldırının boyutlarını anlamak için hakikatin her zamankinden daha fazla savunulmaya ihtiyaç duyulduğu bir dönem. Wikileaks yargılamaları sırasında bunun sadece bizim gibi demokratik yapılanmaları kırılgan ülkeler için değil, daha incelikli bir düzeyde “gelişmiş” dünya için de böyle olduğunu gördük.

Dünyalar yok olurken

Sartre, söz konusu söyleşide, referans verdiği fizikçinin adını anmamış olsa da, atom bombasının babası olarak bilinen Oppenheimer’a gönderme yapıyor. McCarthy soruşturmalarından payını alan ünlü fizikçi, yıllar sonra kendisiyle yapılan söyleşide melankolik ve boşluğu tedirgin eden bir bakışla şöyle der: Artık dünyanın aynı olmayacağını biliyorduk. Bazılarımız güldü, bazılarımız ağladı, çoğumuz sessiz kaldı. O an bir Hindu destanı olan Bhagavad Gita’dan bir satır aklıma geldi: Şimdi ölüm oldum, dünyaların yok edicisi oldum.”

Şimdi dünyanın artık aynı olmayacağını biliyoruz ve her birimiz yok edici potansiyelimizle birbirimizi kendimizden ve kendimizi birbirimizden korumamız gereken bir düzende nefes alıp vermek zorundayız. Bütün sınıfsal ve coğrafi parçalanmışlıkların da dahil olduğu bir bütünün içinde kendimizi yeniden konumlandırmamız gerekiyor.

“Sürü” demiştik başta; elbette koyun sürüsü gibi güdülmeyi istemediğimizden bu ifadeyi sevmiyoruz. Ama belki artık koyunlara da farklı bakmamızın zamanı gelmiştir. Çobanlara gelince, iyi bir çobanın küçümsenecek hiçbir yanı yok, sürüsündeki her bireyi, kimin kimin yavrusu olduğunu, huyunu suyunu tanır; hastalığını, sağlığını takip eder, onları tehlikelerden korur. Çobanın bilgisi, çiftçi kadar olmasa da toprağın bilgisini de içerir, hayvanın bilgisini de. Hayvanın bireyoluşunu insandan farklı tanımlasak da, bugün toprağıyla, bitkisiyle, hayvanıyla bütün dünyayı kavrayan bir yaklaşımı birlikte yaratmak ve hayata geçirmek zorundayız. Her birimiz bir ucundan, her birimiz kendi bilgisiyle.

[1] http://www.pileface.com/sollers/IMG/pdf/Sartre_repond_in_Arc.pdf
[2] Foucault, Michel, Dits et écrits: II. 1976-1988, Gallimard, 1994, s. 696.
^