Lübnan 17 Ekim’den beri ayakta. “WhatsApp vergisi”yle başlayan gösteriler iki aydır durulmuyor, yan yana gelmesi mümkün görünmeyen kesimler asgari müştereklerde buluşuyor, ortak talepler öne sürüyor. Derinleşen ekonomik krize eşlik eden siyasi kriz istifa eden hükümetin yerine yenisinin kurulmasına imkân vermiyor. Küresel ayaklanmalar haritasına yerleşen Lübnan’daki muhalefet dinamiklerini gazeteci ve akademisyen Walid El Houri’den dinliyoruz.
En baştan başlayalım. Ekim ayında Lübnan’da insanların sokağa çıkmasını tetikleyen –en azından medyada en görünür olan– etkenin “WhatsApp vergisi” olduğunu biliyoruz. Bu verginin ekonomik ve sembolik önemi nedir? Özellikle de sınıf ve yaş üzerinden düşündüğümüzde, iletişime getirilen bu vergi artışından en çok etkilenenler kim?
Walid El Houri: WhatsApp vergisi bardağı taşıran son damla oldu. Elbette protestoları tetikleyen çok daha geniş bir bağlam söz konusu, ama bu verginin kesinlikle sembolik bir değeri var. Lübnan, bir yandan cep telefonu iletişim bedellerinin dünyada en pahalı olduğu yerlerden biri, diğer yandan da nüfusun ciddi bir bölümünün çalışmak veya okumak için yurtdışına gitmeye zorlandığı bir ülke. WhatsApp Lübnan’da kalanların gidenlerle en kolay iletişim kurma şekli. Cep telefonuyla konuşmanın aşırı pahalı olduğu bir yerde makûl bir seçenek olarak ortaya çıkıyor WhatsApp. Dolayısıyla, vergi artışı özellikle de alt sınıf aileleri etkiledi. Zaten göç etmeye zorlanmış olan çocuklarıyla iletişim kurmak için bu kadar para harcamaları gerektiği düşüncesi onları ziyadesiyle sinirlendirdi. Bana kalırsa, bu vergi doğrudan alt sınıfları hedef aldı. Orta sınıf bu vergiyi zaten karşılayabilecek durumda.
Ayaklanmanın –yoksa devrim mi diyelim?– arkasındaki diğer sosyo-ekonomik nedenler neler?
Bu bağlamda devrim kelimesini kullanmaktan imtina etmiyorum ve bunun siyasi bir tercih olduğunu düşünüyorum. Bugünkü tepkinin sebebinin aslında ‘90’ların başında biten Lübnan iç savaşından beri devam eden ekonomik program ve politik model olduğunu söyleyebiliriz. Ayaklanma, ekonominin halihazırda verimli olan sektörlerine sistematik olarak zarar vererek ve arkasında dev bir borç yığını bırakarak ilerleyen bu ekonomik ve politik modele karşı. Lübnan ekonomisi neredeyse tamamen ithalata bağlı. Ayrıca, bu model klientalist ve mezhepçi politik yapının içinde daha önce görülmemiş derecede yolsuzluğun ortaya çıkmasına yol açtı. Bugünkü ekonomik kriz bu modelin artık içeride ve dışarıda kendisini sürdürememesinden kaynaklanıyor. Son olarak, Cumhurbaşkanı Michel Aoun’un “güçlü dönem”i diye anılan dönemin ve ülkedeki temel siyasi aktörleri bir araya getiren Hariri’nin koalisyon hükümetinin başarısızlıkları tuz biber oldu. Hükümet vaatlerini yerine getirmediği gibi, bu dönemde yolsuzluk tavan yaptı. Aslında gösteriler yazın ortaya çıkan akaryakıt krizi ve ardından gelen büyük orman yangınları sonrasında başladı. Bu yangınlar hem Lübnan dağlarını mahvetti hem de devletin beceriksizliğini bir kez daha gösterdi. Bu esnada, yıllardır korkulan ekonomik krizin emareleri belirginleşti ve yangınlardan bir gün sonra, hükümet WhatsApp vergisini açıkladı. Bu durum siyasi partilerin meşruiyetini de eskiden beri onlara oy veren insanların gözünde inanılmaz düşürdü.
Sokaktaki grupların sağ milliyetçilerden geleneksel ve alternatif sola, feministlerden muhafazakârlara uzandığını düşünürsek, çelişkilerle malûl bir tablodan bahsediyoruz. İlginç olan bu insanların siyasi erke karşı ortak bir cephe kurmalarını sağlayan asgari ortak talepler üzerinde anlaşıyor olması.
Protesto dalgası eskiden beri birbiriyle politik, dini ve ekonomik alanda çatışan grupların bir araya gelmesiyle öncüllerinden ayrılıyor gibi. Kimler bir araya geliyor ve bunu mümkün kılan ne?
Bu şimdilik oldukça merkezsiz bir hareket ve katılımcılar çok çeşitli. Sokaktaki grupların sağ milliyetçilerden geleneksel ve alternatif sola, feministlerden muhafazakârlara uzandığını düşünürsek, çelişkilerle malûl bir tablodan bahsediyoruz. İlginç olan bu insanların siyasi erke karşı ortak bir cephe kurmalarını sağlayan asgari ortak talepler üzerinde anlaşıyor olması. Farklı siyasi parti destekçileri olsa da, hemen herkesin hemfikir olduğu konu, bu partilerin sorunun bir parçası olduğu. Bir yandan da yeni işçi sendikalarının ortaya çıktığını ve önemli roller üstlendiğini görüyoruz. Mahalle, köy ve kasabalarda tabandan örgütlenmelerin oluştuğuna tanıklık ediyoruz. “Olağan şüpheliler”den oluşmayan ve sadece Beyrut’a odaklanmayan yeni sivil toplum kuruluşları ortaya çıkıyor. Feminist hareket tüm çeşitliliğiyle ön saflarda yer alıyor. Birçokları için bu, ilk defa mezhep ayrışmalarından uzak bir söylemin ortaya çıkması, iç savaş defterinin kapanmasına yol açabilecek, sekter/bölgesel yapılanmaların dışında gerçek bir toplumsal hareketin doğması anlamına geliyor.
Böyle bir hareket mevcut etnik ve sınıfsal ayrımları bertaraf edebilir mi? Bu ayrımların yeniden çatışmaya dönüşmemesi için hangi yollar izlenebilir, izleniyor?
Taleplerin genel olarak yaşama hakkı ve politik temsil ile ilgili olması, hareketin mezheplerin ötesine geçmesini ve mümkün olduğu düşünülmeyen bir dayanışma ortamını sağladı. Bir yandan da bu çok özel bir an: Kuzeydeki yoksullar güneydeki yoksulların sesine kulak veriyor, ülkenin farklı yerlerindeki yoksullar benzer bir yaşam mücadelesi içinde olduklarını görüyor, tabandan bir sınıf bilinci yükseliyor ve bu kamusal söylemlere sızıyor. Bu sadece alt sınıfları değil, krizin etkilerini hisseden, yoksullaşan ve güvencesizleşen orta sınıfları da kapsıyor. Yani, sınıf siyasetinin şimdilik mezhep hayaletinin içeri girmesini engelleyen faktör olduğunu söyleyebiliriz. Fakat yakın gelecekte, protesto stratejileri ve hayal edilen çözümler konusunda çatışmaların yaşanmaması zor görünüyor.
Beyrut bu hareketlenmenin merkezi değil, ki bu durum Lübnan için yadırgatıcı. Sözünü ettiğiniz sınıf perspektifinin bu merkezsizleşme ile nasıl bir bağlantısı var?
Beyrut ilk defa gözlerimizi çevireceğimiz en canlı yer değil. ‘90’lardan beri, aslında ülkenin kuruluşundan bu yana, uygulanan ekonomik ve politik model Beyrut’u merkez aldı. Şimdi çeperler, onyıllar boyunca geri plana itilmiş olmaya karşı seslerini çıkarıyor. Ülkenin en yoksul bölgesi sayılabilecek kuzeyde Tripoli, protestoların en güçlü merkezi. Bekaa’dan güneye ve dağlara kadar olan bölgeler de çok aktif. Daha önce Beyrut’u merkez alan protestolarla kıyasladığımızda bugün olanların çapına dair iyi bir fikir veriyor bu durum.
Farklı grupların ve bölgelerin yoksullaşma ve güvencesizleşmeye karşı geliştirdiği veya tartıştığı alternatif ekonomi modelleri var mı?
Muhalefette yer alan figürler tarafından önerilen, liberal çözümlerden sosyalist fikirlere uzanan farklı ekonomik modeller var. Bu da yine hareketin ideolojik çeşitliliğini gösteriyor. Çözüm konusunda bir konsensüs yok, fakat insanların hayatlarını ve siyaseti kontrol eder hale gelen bankaların egemen olduğu neoliberal modelin terk edilmesi gerektiği konusunda ortaklaşılıyor. Bunun için elbette yerel üretimi teşvik eden, ithalata ve finansal spekülasyona dayanmayan, şok edici seviyelerdeki yolsuzluğu engelleyen ve şeffaf bir model lâzım. İnsanların yeni bir model talep ettiği ortada, ama bunun ne olduğunu açıkçası tam bilmiyoruz.
Bu çok özel bir an: kuzeydeki yoksullar güneydeki yoksulların sesine kulak veriyor, ülkenin farklı yerlerindeki yoksullar benzer bir yaşam mücadelesi içinde olduklarını görüyor, tabandan bir sınıf bilinci yükseliyor ve bu kamusal söylemlere sızıyor.
Sıklıkla duyulan sloganlardan biri “Hepsi diyorsak, hepsi demek”. Bu hareketin öfkesine ve taleplerine dair oldukça iyi fikir veriyor. Şu âna kadar dile getirilen ve belki protestolar esnasında ortaya çıkan, dönüşen talepler neler?
Bu slogan sistemin bütününü ve siyasi erkin tüm organlarını protestoların hedef tahtasına koyuyor. Lübnan’da karşısında durulacak tek bir diktatör olmaması, siyasi güçlerden birinin protestoları kendi çıkarına kullanmasını ve iç etmesini mümkün kıldı şimdiye kadar. “Hepsi diyorsak, hepsi demek” jeopolitik ayrımları, Suriye, İran, Suudi Arabistan’ı bir kenara bırakıp iç politikada total bir dönüşüm istendiğini ifade ediyor. Bu sayede insanlar oy verdikleri ya da parçası oldukları grup ve siyasetlere karşı da protesto etme gücü kazandılar. Herkes için tam olarak aynı şeyi ifade etmese de, çok güçlü ve bir araya getirici bir slogan.
Protestolara uzaktan bakınca, taleplere ve stratejilere dair nasıl iç tartışmalar döndüğünü bilemiyoruz çoğunlukla. Sizin parçası olduğunuz strateji tartışmalarından bahsedebilir misiniz?
Tartışmalardan biri yolların kapatılmasının gerekli bir taktik olup olmadığına dairdi. Başka tartışmalar şu konularda yaşandı: küfürlerin işe yarayıp yaramadığı, politikacıların isimlerinin sloganlarda yer alıp almaması veya ordu ve polisle nasıl ilişki kurulacağı… Bu tartışmalarda bazen daha ahlâkçı bir orta sınıf söyleminin “meşru protestocu” ve “isyancı” arasında bir ayrım yaptığını gördük. Bir yandan da geçici bir askeri hükümet veya yeni bir seçim yasası ile yapılacak erken seçimin çözüm olup olmayacağı, protestoların kim tarafından nasıl temsil edileceği meseleleri tartışılıyor.
Dile getirilen taleplere hükümet ve siyasi partilerin verdiği tepkiler nasıl?
Siyasi güçler genel olarak protestoların boyutundan, enerjisinden ve formundan ciddi biçimde korktu. Siyasi partiler hâlâ 17 Ekim öncesinin söylemlerini kullanıyor. Ordu ve polis tahmin edilenden daha sakin kaldı şimdiye kadar. Göz korkutma ve gözaltılar devam etse de, güneydeki bazı istisnalar hariç, uzun sürmüyor bunlar. Hareketi iç etmeye çalışan partiler de başarılı olamadı şimdiye kadar. Bir yandan da, özellikle Hizbullah ve müttefikleri iç savaş söylemini aktive etmeye ve mezhep ayrımlarını körüklemeye çalışıyor. Sistem krize karşı ayaklanan protestocuları krizin müsebbibi olmakla suçluyor ve korku salmaya çalışıyor. Devlet şimdilik beklemede. Protestoların başlamasından itibaren iki aya yakın bir süre geçti, hâlâ yeni hükümetin kurulmasını bekliyoruz. 17 Ekim öncesinde makûl görülen söylemleri ve şu âna kadar süren utanç verici sorumsuzlukları kabul edemiyor artık insanlar.
Lübnan’ı Irak ve İran’a bağlayan şeyler var elbette, bir yandan da Şili ve Yunanistan’a, Mısır ve Tunus’a, Cezayir ve Sudan’a bağlayan şeyler de var. Faşizmin yükselişi ile ekolojik yıkımın el ele tutuştuğu bu dönemde, küresel bir dalga bu.
2000’lerin küresel isyanlarıyla ilgili sıklıkla yapılan bir eleştiri, bu hareketlerin spontanlığının ve merkezsizliğinin yapısal bir değişimin önünü tıkadığı. Bugün olanlar bu görüşe meydan okuyabilir mi sizce?
Neler olacağını öngörmek çok zor. Umutlu olsam da bunun daha başlangıç olduğunu ve işlerin iyiye gitmeden önce daha da kötüleşeceğini biliyoruz. Ama şu bir gerçek ki, bu iki ay içinde varılan yer geri dönülemez bir nokta. Bunun üzerine inşa etmeye devam ediyoruz ve hayli güçlüyüz.
Biraz da hareketin aldığı biçimlerden bahsedersek… Doğu ve Batı Beyrut’u ayıran otobanı buluşma noktasına çevirerek halılar ve koltuklarla döşemek, duvar yazıları, spontan ve devasa partiler gibi yaratıcı eylemlerden sendika, mahalle örgütleri ve öğrenci kolektifleri gibi uzun vadeli olabilecek oluşumların ortaya çıkmasına, birçok biçim alıyor hareket. 2011’de başlayan Arap ayaklanmalarından bu yana sekiz yıl geçti. Bu biçimleri ve bugünkü tabloyu bu hareketlenmenin bir devamı olarak mı değerlendirmeli?
Lübnan’da olanları bir “Arap olayı” olarak görmek kısıtlayıcı olur. Dünyanın birçok başka yerinde de aynı şekilde politik ve ekonomik modeller çöküyor ve insanlar ayaklanıyor. Lübnan’daki ayaklanma Mısır’dakinden ziyade ekonomik kriz sonrası Yunanistan’da olanlara benziyor. Lübnan’ı Irak ve İran’a bağlayan şeyler var elbette, bir yandan da Şili ve Yunanistan’a, Mısır ve Tunus’a, Cezayir ve Sudan’a bağlayan şeyler de var. Her bağlamın kendi özellikleri var mutlaka. Fakat bu dalga, “Arap” olmaktan ziyade, faşizmin yükselişi ile ekolojik yıkımın el ele tutuştuğu bu dönemde, küresel bir dalga.
Lübnan 2019’un son ayına nasıl bir tabloyla giriyor?
Cumhurbaşkanının yeni bir başbakan adayı göstermesini ve siyasi partilerin iç çatışmalarına rağmen yeni bir hükümet üzerinde anlaşmasını bekliyoruz. Bir yandan, halkın ekonomik gücünün yüzde 50’sini kaybetmesine neden olan ekonomik kriz derinleşiyor. Bankalar para çekimlerini kısıtladı ve hâlâ en ufak bir çözüm önerisi yok ortalıkta. Yavaştan çöken yorgunluğa rağmen, protestolar devam edecek gibi görünüyor. Protesto etmenin yanısıra, insanların krizi atlatabilmesi için gerekli yapıları kurmaya da kafa yormak gerekiyor.