Filistinli şair Murid Bergusi 14 Şubat’ta hayatını kaybetti. İsrail’in 1967’deki işgaline gurbette öğrenciyken yakalanmıştı. Sonra Kahire’den Beyrut’a, oradan Budapeşte’ye sürgün edildi. Otuz yıl sonra Filistin’de köyünün kapıları kendisine açıldığında, döndüğü yer sanki memleketi değildi. Mekânsızdı, zamana, şiire ve kendi hakikatine tutundu. Murid Bergusi’yi sürgünlüğünün satırlarıyla ve şiirleriyle uğurluyoruz.
Hikâyeleri ne kadar farklı olursa olsun görünmez bir el bütün sürgünleri birbirine bağlar. Kesinlik kaybolmuştur hayatlarında, yalnızca gündelik hayatları değil, anıları da belirsizliğin sürekli artacak olan hükmü altına girmiştir. Sürgünden önceki hayatını, yurdunu, ailesini, dostlarını unuttuğunu telaşla fark eder ve telaş hep daha fazla unutmasına yol açar. Sürgünü içine alan çember yavaş, ama sürekli daralmaktadır.
2021’in başlarında sürgün çemberi iki edebiyatçı için tamamen kapandı. Artık hayatlarıyla ilgili söylenecek her şey az çok kesinleşti; belirsizlikler, farklılıklar sadece şiirleriyle, hikâyeleriyle ilgili olabilir.
Demir Özlü ve Murid Bergusi birer gün arayla (13 Şubat ve 14 Şubat 2021’de) İsveç’te ve Ürdün’de süren gönüllü sürgünlerini tamamladılar. İkisi de zorunlu sürgünlerini artık gönüllü bir sürgüne çevirmişlerdi. Muhtemelen artık hiçbir şehir onlar için yabancı değildi, çünkü sürgün zaten bundan, hiçbir şehrin artık yeterince yabancı olmamasından başka bir şey değildi. “Benim” diyeceği bir şehir yoksa, insan hiçbir şehrin tam anlamıyla yabancısı da değildir. Bir şehre ait olmak duygusundan uzaklaştırılmıştır, öyleyse artık sadece farklı şehirlerde hissettiği memnuniyet ya da kabullenişin dereceleri değişecektir. Her sürgünde aynı anda ve her zaman bir arada görülen kırgınlık ve mağrurluğu da buna bağlar Bergusi: “Yerinden edilmiş kişi öz hafızasına yabancılaşmaktadır giderek, bundan dolayı sıkıca sarılmak ister ona. Kendini güncelin ve geçicinin üstünde bir yerde tutar. Kendini bunların üstünde kırılganlığını fark etmeksizin tutuyordur. İnsanlara hem kırılgan hem de mağrur görünür. Sürekli köklerinden koparılmak için bir kere köklerinden sökülüp atılmış olmak yeter insana.”
“Yerinden edilmiş kişi öz hafızasına yabancılaşmaktadır giderek, bundan dolayı sıkıca sarılmak ister ona. İnsanlara hem kırılgan hem de mağrur görünür. Sürekli köklerinden koparılmak için bir kere köklerinden sökülüp atılmış olmak yeter insana.”
Bergusi, sürgünün belirleyici özelliklerinden birini, sürgünün sahip olduğu her evin aynı zamanda başkalarına da ait olmasında görüyordu. Şimdi onun olan ev daha önce başkasınındı ve muhtemelen bir süre sonra evin sakini yine değişecekti. Bergusi’nin sürgünü için bu ev benzetmesi doğru bir başlangıç, çünkü onu bir sürgün olarak damgalayan süreç bir zamanlar onun olan, onu bir toprağa, köklere bağlayan evin 1967’de İsrail tarafından işgal edilmesiydi.
Murid Bergusi işgale gurbette yakalanmıştı: Kahire Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olmasına birkaç sınavı kalmıştır, ama işgal ve savaş ertelenemez olgulardır. Savaş çıkınca 1967 Haziran’ında sınavlar uzun bir süre ertelenir ve sonunda mezun olur. Elinde diploması vardır artık, ama onu asacak bir duvarı kalmamıştır. Otuz yıl sürer sürgün; Oslo görüşmeleri sürecinde 1967’de sürgün olanların bazılarına geri dönme hakkı tanındığında (1948 işgalinde sürgün edilenlere hâlâ tanınmamıştır bu hak), 1997’de yeniden Ramallah yakınlarındaki köyü Deyr Gassanah’ı görebilir.
1997’de yayınlanan ve Necip Mahfuz Edebiyat Ödülü verilen kitabı (Şairin Filistini, Küre Yayınları, 2004) Amman’dan Ramallah’a dönüş için geçmek zorunda olduğu köprüde, önce İsrail, sonra Filistin otoritesinden izin alma sahnesiyle başlar. Köprü dönüş için çok elverişli, sürgüne nereye döndüğünü sürekli hatırlatan bir geçiş sürecidir: Yurduna dönüyorsa eğer, neden hâlâ gözünde, bakışlarında, anılarında bir kesinlik yaşamıyor, sürgünde yanından hiç ayrılmayan belirsizliği buraya da taşıyor: “Gördüklerimi, umduklarımı, hatırladıklarımı kaplayan bir sis var… Arkamda bütün dünya, önümde benim dünyam.”
Eğer döndüğü yer kendi yurduysa, sadece Deyr Ghassana’ya değil, aynı zamanda Filistin devletine de dönüyorsa, neden yapmak zorunda olduğu her işlem, imzalattığı her kâğıt sürekli ona asıl otoritenin İsrail olduğunu kanıtlamaktadır? Filistin’e bir zafer duygusuyla, huzurla dönmüyor, döndüğü yerin Filistin olduğuna inanmakta bile güçlük çekiyor; köyüne dönüyor belki ya da çocukluğuna, ama Filistin’e döndüğünden emin değil: “Ve şimdi sürgünümden dönüyorum onların … vatanına? Benim vatanıma? Batı Şeria ve Gazze’ye? İşgal edilmiş bölgelere? O bölgelere? Judea ve Samarya’ya? Özerk hükümete? İsrail’e? Filistin’e? İsimleriyle bu derece akıl karıştıran bir başka memleket biliyor musunuz siz? Geçen sefer her şey netti, ben de nettim. Şimdi muğlak ve belirsizim. Her şey muğlak ve belirsiz.”
Şairin Filistini, Murid Bergusi’nin Filistin’e, köyüne, çocukluğuna dönüşün izlenimleriyle doludur, ama o sadece Filistin’in, Ramallah’ın, orada yaşayan köylülerin ve yoldaşların geçirdiği değişimin değil, sürgünün Murid Bergusi’de yarattığı değişikliğin de kaydıdır. Sürgünde sürgün yaşamıştır o: 1967 Savaşı çıkınca ayakta kalmak ve ailesine destek olmak için üç yıl Kuveyt’te öğretmen olarak çalışmış, 1970’te yeniden Mısır’a dönmüş ve Radyo Filistin’de çalışmaya başlamıştır. Okulda tanıştığı, daha sonra önemli bir edebiyat eleştirmeni-akademisyen olan Mısırlı Radva Aşur’la evlenmiştir. 1977’de onu Mısır’dan da sürerler, çünkü Enver Sedat İsrail’le barış görüşmeleri planlamaktadır ve muhalif bir Filistinliye ülkede yer olmadığına karar vermiştir. Polisler Bergusi’yi havaalanına götürmek için eve geldikleri sırada Sedat, Knesset’te konuşmasına başlamıştır bile. Sedat’ın İsrail ziyaretine dair herhangi bir eylemi yoktur aslında, ama ispiyoncu Filistin Yazarlar Birliği’nden biridir. Sürgünün Murid’e öğreteceği bir ders daha vardır: “Hayat hiçbir zaman hülâsa edilemez.”
Döndüğü yer kendi yurduysa, sadece Deyr Ghassana’ya değil, aynı zamanda Filistin devletine de dönüyorsa, neden yapmak zorunda olduğu her işlem ona asıl otoritenin İsrail olduğunu kanıtlamaktadır?
Kahire’den Bağdat’a, oradan direnişin yeni mekânı Beyrut’a çevrilmiştir yönü. İsrail 1982’de Beyrut’u işgal ettiğinde yaklaşık 13 yıl yaşayacağı Budapeşte’ye doğru yol almak üzere orayı da terk etmek zorunda kalır. Dünyanın ona verdiği ada layık olmak üzeredir, nâzihîn’dir o artık, bir “yerinden edilmiş”tir. Yeniden bir bütün olmak, mekânla ve zamanla kendi isteğiyle, kendi istediği biçimde bütünleşmek imkânı alınmıştır elinden: “Muayyen bir mekâna tutunmak imkânsızdı. Mekân sahibinin iradesiyle çarpıştığında kırılmaya maruz bırakılan hep benim irademdi. Bir mekânda yaşamıyorum ben. Ben zamanda yaşıyorum, ruhumun parçaları arasında, kendime ait bir duyarlılık içinde.”
Ani ve kesin bir hamleyle mahkûm kaldığı sürgünden Deyr Gassanah’a dönene kadar geçen otuz yılın sonunda yeni bir adı daha olur. Yurdundan sürgün edildiğinde nâzihîn demişlerdi, 1997’de Ramallah’a döndüğünde eski yoldaşları Oslo görüşmelerine, kabul edilen kararlara, verilen tavizlere karşı çıktığı için ona yeni bir ad vermişti: “Muhalif.” Ruhunun, içinde direnişle yenilginin sürekli birbirine dönüştüğü zamana ve arzusu hilafına değişen mekânlara karışan parçalarıyla yarattığı kendine özgü dünyayı ve bütünlük arayışını bundan daha iyi tarif eden az sözcük bulunurdu.
ŞİİRLERİYLE MURİD BERGUSİ
Suyun itaati
Kaç uykusuz geceye, kaç beceriye
Kaç ihtisasa tereddüde özveriye
İhtiyacın olur düşündün mü hiç
İcat etmek istersen
Ucuz ya da pahalı bir aleti?
Bir diktatör icat etmek daha kolaydır bundan
Bütün ihtiyacın boyun eğmekten ibaret.
Hayır, ne bir gergedandır o ne de bir mucize
Sana benzer bana benzer
Sanma ki pençeleridir gördüğün
Yalnızca tırnaklar
Seninkiler gibi
Benimkiler gibi
Hayır, bunlar da toynak değil
Bildiğin ayakkabı, kırk iki, kırk üç
Bilemedin kırk dört numara
Hayır, kilosu da yarım ton değil zannettiğin gibi
Bizim kadar: Altmış, yetmiş, bilemedin doksan kilogram
Şu gördüğün de boynuz değil
Havaya kalkmış bir burun
O da senin benim gibi nezleye yakalanır
Ve kanar ara sıra bütün burunlar gibi.
Bulutların omuzlarından oturmaz tahtına
Senin ve benim omuzlarımdan oturur
Ayaklarını zamanın eyeri üzerinden sarkıtır
İnan bana, altı değil yalnızca iki ayağı var.
Aynalara âşıktır, aynalar da ona
Ve kanuna âşıktır
Birini öldürürken, bir evi yıkarken
Ya da katliam yaparken bağlıdır kanunlara.
Onun döneminde umut
Aşağılamaktır insanın aklını
Sönmek için yanar söndürmek için yanar
Ve hiç sebepsiz yeniden yanar.
Titrese bile güçlü görünür
Çünkü su olmamızı ister
Kap kacaklara dolsun görüşlerimiz
Bardağın dibinde dursun
İster ki boyun eğelim ibriğin lülesi gibi
Sözlerimiz hapsolsun boğazlarımızda
Fakat ne zaman ki hepimiz su gibi davranırız
Ellerini havaya kaldırır son bir imdatla
Ve hayret eder nasıl boğulur diye benim gibi biri.
Hiçbir problem yok
Şöyle bir bakıyorum da kendime
Hiçbir problemim yok
Elim yüzüm düzgün
Hatta genç kızlar kır saçlarımı
Cazip bile bulabilir
Gözlüklerim sağlam
Vücut ısım otuz yedi
Gömleğim ütülü
Ayakkabılarım vurmuyor ayaklarımı
Hiçbir problemim yok yani.
Ellerim kelepçesiz
Dilim henüz susmadı
Hakkımda henüz bir hüküm yok
İşimden kovulmadım
Ziyaret edebiliyorum hapishanedeki akrabalarımı
Ve bazı ülkelerdeki bazı mezarları
Hiçbir problemim yok.
Arkadaşımın boynuzları çıkmış
Şaşırdım mı, hayır
Öyle zeki ki saklarken giysilerinin altına kuyruğunu
Bayılıyorum pençelerinin sakinliğine
Beni öldürebilir ama affedeceğim onu
Çünkü benim arkadaşım
Bazen eziyet de edebilir
Hiç problem yok.
Artık hasta etmiyor beni sunucuların tebessümleri
Alışıyorum hakinin gece gündüz durdurmasına renklerimi
Havuzda bile yanımda taşıyorum kimlik belgelerimi
Hiç problem yok.
Gece trenine bindi düşlerim dün
Nasıl veda edeceğimi bilemedim onlara
Duydum ki devrilmiş tren çorak bir vadide
(Yalnızca makinist kurtulmuş)
Şükrettim Allah’a ve çok ağlamadım
Kâbuslarım nasıl da küçük diye
Büyük düşlere çevireceğim onları
Hiçbir problem yok.
Şöyle bir bakıyorum da kendime
Doğduğum günden bugüne
Hatırlıyorum kederimin içinde
Ölümden sonra hayat var
Ölümden sonra hayat
Hiçbir problem yok.
Fakat soruyorum:
Ey Allah!
Var mıydı ölümden önce hayat?
Arapçadan çeviren: Mehmet Hakkı Suçin