ŞULE GÜRBÜZ’LE A’DAN Z’YE –I

Söyleşi: Yücel Göktürk, Tülin Er, Serkan Seymen
11 Temmuz 2022
Arthur Dove
SATIRBAŞLARI

2. bölüm: Karıncanın elini sıkmak
3. bölüm: El veled-i sırrı ebih
4. bölüm: İnsan kendi kendinin hayal kırıklığıdır

ARZ-I HAL

İlk kitabınız Kamburu yazdığınızda 18 yaşındaydınız. Yayınlanma süreci nasıl oldu?

Şule Gürbüz: Herkesin yanında bir arkadaşı olur yazdıklarını okuyan, beğenen, yüreklendiren… Benim de yazdıklarımı okuyan ve onları kıymettar bulan yakın bir arkadaşım vardı. Kitabı da o yüzden ona ithaf etmiştim, Rüyam’dı adı. Bende o vakte kadar oluşmuş dünya görüşüyle, edebi beceri demeyeyim de, bir fışkırmayla yazdım onu. Kambur yayınlandığında bazı kimseler bunu bir kariyer başlangıcı sandı. Halbuki bir duygu durumuydu. Yazarlığa bir başlangıç gibi görüldü. Alâkası yoktu. Biraz da erken kızaran bir gül olmanın verdiği bir sezgiyle arkasının gelmeyeceğini biliyordum. Çünkü bir çağlamaydı, erken bir meyveydi, ama edebiyatı, sanatı, felsefeyi ciddiye alan bir insan olarak, olmanın, yetişmenin, bir kültürle donanmanın önemli olduğunu ve kendimde bunların eksikliğini bariz olarak görüyordum. Neticede 18 bir çocuk yaştır, kendimde bir sakarlık, bir çolpalık, öyle devam edemeyecek bir hal görüyordum. Ama Kambur, şiirlerim, bir de oyunum; üçü hemen hemen aynı zamanda basıldı.

Arkadaşım Rüyam Kambur’un yayınlanması gerektiğini söylediğinde yayınevlerinden pek haberim yoktu. Eve Birikim dergisi alındığı için yayınevi olarak İletişim’i biliyordum. Rüyam kapıda bekledi, ben yayınevine çıktım. O zaman Murat Belge vardı orada. Onunla karşılaştım. Kambur’u bir deftere yazmıştım. Defteri ona verdim. Telefon numaramı aldı. Ertesi sabah aradı, metni çok beğendiğini, ama daktiloyla yazmam gerektiğini söyledi. Sultanahmet Adliyesi’nin önünde ufacık taburelerde oturan arzuhalciler vardı, en efendi, en yaşlı görünenin –yaşlıların emniyet telkin eden bir yanı var tabii– yanına gittim, “bir şey yazacağız” dedim. Zannetti ki bir sayfalık bir şey yazacağız. Oturduk, defter kargacık burgacık. “Ben okuyayım, siz yazın” dedim. Yazmaya başlayınca, “Kızım sen deli misin? Senin anan baban yok mu?” dedi. Hiç hazzetmedi benden. Yazmaya razı olsun diye, aşağıdaki çay ocağından saat başı adama kahve aldım. Tabii binbir hatayla, son derece beceriksizce, dört günde, sabahtan akşama çalışarak tamamladık, çünkü adam hep yanlış yazıyor ve çok sıkılıyordu. İncecik bir şey netice itibariyle, ama ben onu yine de çok hüner sahibi olarak görüyordum, onu yazabildiği için.

“Yazma süreci” diye bir şey yoktur, “olma süreci” vardır. Bu geçen 15 senede öyle bir hale geldim ki, yazmak-yazmamak önem taşımamaya başladı. Tam da bu noktaya geldiğim anda yazabilecek hale geldim. Ondan sonra da “Zamanın Farkında”daki hikâyeleri peşpeşe, bir senede yazdım.

Metnin daktiloya çekilmiş halini götürdüm… Kitabı beğendirmekte hiçbir çabam olmadı. Bir günde “olur” dendi, bir günde “basılır” dendi. Kambur’un edebi hali, başkalarının onu ciddiye alışı, bana tuhaf ve sakil geliyordu. Hatta beğenilmek o kadar rahatsız etti ki, beni beğenen ânında gözümden düşüyordu. (gülüyor) Çünkü sanki ben kendimi biliyorum da başkaları buna agâh değil diye bir rahatsızlık hissettim. Sonra yurtdışına gittim, felsefe okudum. O zaman zarfında da birkaç sene daha bir yetişerek, okuyarak, kendimden daha büyük kafalarla hemhal olarak arzu ettiğim gibi biri olabileceğimi hayal etmiştim. Bir sükûnet buldum, biraz okudum, biraz başka şeyler oldu, okuduğum şeyler değişti. Eski Türk edebiyatına merak sardım. Felsefeyle hallihamur oldum. Üç-dört sene geçti, tasarladığım hiçbir şey olmadı. Ben sadece eskiden yaptıklarıma hayret eder oldum. Bir üç-dört sene daha geçti, gene bir şey olmadı.

Türkiye’ye geldiğimde, insan içine karışmayayım, okumaya, yazmaya, kendimle kalmaya bir mekân, bir zemin olsun derken tesadüfen Dolmabahçe Sarayı’na girdim. Saat tamircisi olmaya ben talip oldum, ki hücre gibi bir yerim olsun, insanlardan uzak olayım, kendimle kalabileyim istedim. Bu zaman zarfında iyi bir okur olmaya, daha iyi bir müzik dinleyicisi olmaya, farklı müzik türleri dinlemeye, daha halden anlar olmaya gayret ettim. “Yazma süreci” diye bir şey aslında yoktur, “olma süreci” diye bir şey vardır. İnsan yazabilecek hale geldikten sonra, yazmak bir şey değil, oturulur, yazılır. Ben hep gerçekten kıymet verdiğim insanların bir devamı olabilecek biri olmayı hayal ettim. Geçen 15 senede öyle bir hale geldim ki, yazmak-yazmamak hiçbir önem taşımamaya başladı. Tam da bu noktaya geldiğim anda yazabilecek hale geldim. Ondan sonra da Zamanın Farkında’daki hikâyeleri peşpeşe, bir senede yazdım. Hep sözüne devam etmek istediğim, hayatıma bir yön verip perdemi aralamış, akıl vermiş, mukavemet vermiş insanların bir devamı, bir benzeri olmak istedim. Öbür tarafta onları görsem ellerini sıkamayacaksam, yazmanın çok da değerli bir şey olmadığını hissettim.

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

Kim onlar?

Batı edebiyatında Joyce’tan Canetti’ye, Strindberg’den Beckett’a, Dostoyevski’den Faulkner’a, rüştünü kırk kere ispat etmiş isimler. Kendi edebiyatımızla, alafranga azmanı yetişmiş birisi olarak sonradan yakınlık kurabildim. Şiirimizden İkinci Yeni’nin, Turgut Uyar’ın, Edip Cansever’in ve sonrasında birazcık belli şiirleriyle İsmet Özel’in bir ağırlığı vardı. Ama 25-30 yaşıma kadar Selami İzzet’le, Sermet Muhtar’la, Tanpınar’la, Hüseyin Rahmi’yle, Nahid Sırrı’yla, Şahabettin Uzunkaya’yla, yani bu Edebiyat-ı Cedide hortlaklarından 1960’a kadarki, çok az da olsa eser vermiş ve bana göre kuvvetli cümleleri olan yazarlarla hiçbir ünsiyetim olmamıştı. Tabii bizdeki edebiyat, şiiri ayrı tutuyorum, bir eser anlamından ziyade, güzel bölümleri, paragrafları ve cümleleri olan bir edebiyat. Bir bütünlük, bir kurgu, bir yekparelik yok. Bir Peyami Safa’yı okuyorsunuz, çok güzel gidiyor, sonra birden Bergson’culuğa başlıyor, parmağını sallaya sallaya “kadının görevi budur”, “aile budur” diye elli sayfa anlatıyor, sonra tekrar Seniha’nın eteğine geliyor. Tanpınar dahi hep araya girip konuşmaktan, hep fikir beyanından, hep böyle bir öğreticilikten –tabii Huzur’u biraz dışarı çıkarmak lâzım– geri kalamamıştır.

Sanatın önemli tarafı, insana bir değişme ve başkalaşma arzusu vermesi. Eskiden Münir Nurettin’i dinleyen, evine yürüyüşü değişerek gidermiş. Ben de Jethro Tull’ı dinlediğimde başkalaşmıştım. Sonra beni tekrar bir hamağa alıp sallayan Genesis oldu, beni onlar büyüttü.

Şimdi şu var: İnsan elindekini kabul etmek, onu güzel bulmak mecburiyetinde de kalıyor bir müddet sonra. Bugün Türk müziğini dinlerken artık niye tek sesli diye bakmadan, onun inceliğini ve yükseldiği zarafet noktasını hissetmek, kendimizi ona yaklaştırmak zorundayız. Yoksa sürekli olarak Bach’la kıyasladığınız müddetçe, Kömürcüzade’den, Enfi Hasan Ağa’dan bir tat almanın imkânı yok. Bulunduğu yerde, bulunduğu ve çıktığı halle onu keşfetmek zorundayız. Tabii sanat eserinde yekparelik, bir bütünlük duygusu aranan bir şeydir. İnsan sanata biraz da kendi hayatındaki bölük pörçüklükten, dağınıklıktan, istediği bir sözü dahi istediği anda söyleyememekten duyduğu perişanlıktan uzak olduğu için meylediyor. Bir filmde herkes ortaya çıkmaya mecbur olduğu zamanda, olması gereken halde ve kıyafette çıkıyor. İnsan o akışın içerisinde kendini kaybetmekten elbette hazzediyor. Müzikte bütün bağlantılar, o yekpareliği muhafaza edebilmek için. Armoninin bütün kaideleri bunun için icat edilmiş. Araya girip de başka şeyler yaptığınızda o yekparelik elbette bozuluyor, inkıtaya uğruyor. Bizde bir hikâyenin, bir romanın anlatmaya başladığı şeyle ortasında girdiği hal birbirinden çok bağımsız olunca, edebi de olmayınca… Tamam, insan bunu da bir çocuksuluk, bir naiflik olarak beğenebiliyor. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum, ama bir tuhaflık olduğu da gerçek.

Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi romanı İletişim’den yayınlandı. Daha önceki kitapları: Kambur (1992), Ne Yaştadır Ne Başta / Akıl Yoktur (oyun, 1993), Ağrıyınca Kar Yağıyor (şiir, 1993), Zamanın Farkında (2011), Coşkuyla Ölmek (2012), Öyle miymiş? (2016)

Birkaç sene evvel, İstanbul Modern’de Hoca Ali Rıza gibi bazı Türk ressamlarının bizleri çok etkileyen, hoşumuza giden resimleri sergilenmişti. Bazı Batılı resim uzmanları, küratörler, Hoca Ali Rıza’nın ışığında, perspektifinde, her şeyinde kusur bulmaktan başka bir şey yapmadılar. Halbuki biz onu o aksettirdiği iftar sofrasındaki bir zeytin, masa örtüsü, Üsküdar manzarası, İhsaniye’nin hali, o yokuş, o kırık döküklük, bütün bunlarla beğeniyoruz. Ama eleştirel bir gözle bakınca, o resimler onlara ham bir eser olarak göründü. Yani onun bütün katmanlarını atıp sadece çıplak bir gözle baktılar ve hemen yaraladılar. Halbuki bu bizler için de aşikâr olabilen bir şeyken, bir yandan da pek çok resimden daha etkileyici. Edebiyatımıza da, müziğimize de bu şekilde bakarak, kendimizi oryantalist bir havadan ve sanki Tanpınar Türkiyeliymiş, İstanbulluymuş da biz Danimarkalıymışız halinden kurtarabiliriz ve daha salih bir göze sahip olabiliriz…

Devamı olmayı arzu edeceğim isimleri sormuştunuz. Hâşim’i, Yahya Kemal’i, Tanpınar’ı, Peyami Safa’yı, Hüseyin Rahmi’yi, Sermet Muhtar’ı, Nahid Sırrı’yı, Abdülhak Şinasi’yi, Kemal Tahir’i önemli ve anlamlı saydığımı söyleyebilirim. Sonuçta, sanatta da bir seyrüsülûk vardır; bir şeyin devamı olabilmek, bir meşalenin elden ele devredilmesi… Bu kıratta bir yazar olabilmeyi, onların beni yadırgamamasını ve yanlarında yer almayı isterim. Çünkü bana hep bir tat ve bugüne dayanabilme gücü verdikleri için onlara şükran duyuyorum.

Zamanın Farkında’nın yayınlanması nasıl bir seyir izledi?

Kambur’dan sonra ortaya tekrar çıkmayı istemedim. Unutulmuş olmak hoşuma gitti. İletişim’e tekrar yolumun düşeceğini biliyordum, ama elimde bir kitap olmadan gidip selâm sarkıtmak istemedim. Sonra Zamanın Farkında’yı bitirince, bu sefer ne yapacağım, nasıl gideceğim diye bir tedirginliğe düştüm. Kambur’u ilk verdiğimde, 18 yaşımda, tereyağından kıl çeker gibi bir şeye düşmüştüm. Bu sefer bu yaşımda bütün onların diyetini ödedim. Beni o okuyacak, bu okuyacak, şu okuyacak diye oradan oraya pas ettiler. Çok daha genç insanların terazisine muhtaç kaldım. Gençten çok korkarım. Çünkü genç, o cevval haliyle, her şeyi kendi bildiğine göre kesip biçip şekillendirmede, kendi dünyasının o anki haliyle hüküm vermede ve bu hükmün keskin olmasında çok arzulu ve iştahlıdır. Bu beni çok huzursuz etti. Bir ay geçti, iki ay geçti, sesleri solukları çıkmaz oldu. Anladım ki o ilk seferin diyetidir bu, ses etmemem lâzım. Ses etmedim. İşte yeni bir yazar gibi, ter-ü-taze gibi şu saatten sonra çıktım. (gülüyor)

BAYATİ ARABAN PEŞVERİ

Zamanın Farkındadaki öykülerden biri “Müzik Hocası”. Bugünlerde neler dinliyorsunuz?

Müzikle çok ciddi ve derinden ilgilendim. Müziği kültürün değil, yaşayabilmenin bir parçası olarak görüyorum, 10-12 yıldır sadece Klasik Türk Müziği dinliyorum. Başka müziklere tövbe ettim.

“Müzik Hocası” nda senfonik rock seven bir karakter yaratmak nereden aklınıza geldi?

Ben öyle olduğum için.

Nasıl öyle oldunuz?

Beatles’la, Rolling Stones’la, Elton John’la müzik dinlemeye başladığım 10-11 yaşlarımdayken, abilerim de onları dinlerdi. Tabii belli şarkılar seviliyor, hep onlar tekrar tekrar dinleniyordu, bütün bütüne değil de, kaseti ileri geri sardırarak… O zaman elektrogitar dikkatimi çekmişti. Ortaokulda Jethro Tull dinlemeye başladım ve ilk olarak belli şarkılar değil de bir albümün bütünü –mesela bir Thick as a Brick, bir Aqualung– baştan sona dinlenen bir şey olmuştu benim için. O uzun süren şeyin insanı sarmalayan bir yanı var. Bir saatlik, 45 dakikalık albüm, sizi bir hamağa alıp kendi zamanında sallıyor. Ve tabii ki kendine benzeterek sallıyor, başkalaştırıyor. Sanatın önemli tarafı, insana bir değişme ve başkalaşma arzusu vermesi. Eskiden Münir Nurettin’i dinleyen, evine yürüyüşü değişerek gidermiş. Bugün bir Keith Jarrett’ı dinleyince insan başkalaşıyor. Ben de Jethro Tull’ı dinlediğimde başkalaşmıştım. O uzun süren parçalar, melodik yapı, vokalin değişikliği, bana hiç bilmediğim, sokaklarda görmediğim, evde okulda duymadığım sesler dinletmişti. O yüzden de hemen onun içine taşınmıştım. Bu da öyle bir şey. Aşk gibi. İnsan kendi yerini bırakıp oraya göç ediyor…

Yahya Kemal “İslav kederi”ni Tamburi Cemil’in plağı üzerine söylüyor. Karlar altında bir Varşova akşamında İstanbul’a özlem duyuyor. Ve her şeyi bırakıp İstanbul’a geliyor. Yani, 78’lik bir taş plak, Yahya Kemal’i buraya getirebiliyor. Tabii onu getirmek için de Tamburi Cemil olmak lâzım. Birilerini kıpırdatabilmek için belli bir kuvvette olmak lâzım tabii ki.

Arada bir tövbenizini bozup Aqualung’u veya Thick as a Bricki dinlemek geçmiyor mu içinizden?

Arada öyle hile-i şeriye yapıyorum da sonra tövbemi tekrarlıyorum, başımda ekmek kırıyorum. (gülüyor) Jethro Tull’ın bütün albümlerini çevire çevire dinledim. Kulağımda onunla yatar, sabah onunla kalkardım. Sonra Queen, Uriah Heep, Moody Blues derken, beni tekrar böyle bir hamağa alıp sallayan Genesis oldu, Peter Gabriel’li Genesis. Selling England by the Pound’a kadarki albüm serisi; beni onlar büyüttü diyebilirim. Lise bitene kadar Genesis’i dinledim döne döne. Tabii bu arada Yes, King Crimson… King Crimson’ı severdim çok. Deep Purple’ı hiç sevmedim; Genesis’in, King Crimson’ın yanında sadaka etmez gibi geldi. Beni Peter Gabriel’in sesi, şarkı sözleri ve genel hattıyla bütün o müzik sarmaladı ve bende öyle bir dünya oluşturdu.

Kopuşunuz nasıl oldu senfonik rock’tan?

Ortaokul, lise çağlarında müzik öyle bir şey ki, insanın eli kolu, davranışları, yüzünün ifadesi oluyor sanki. Bir de ben kendini ayrıştıramayan bir yapıda olduğum için, sevdiğim bir şeyle hemhal oluyorum fazlasıyla. O dönemde dinlediğim müzikler bunlarken, okuduğum kitaplar da Batı edebiyatından klasiklerin ötesine geçmiş, Beckett’tan Joyce’a, Kafka’dan Faulkner’a, senfonik rock’a eşlik edebileceklerini, birlikte iyi yol alabildiklerini hissettiğim bir okuma alışkanlığım oluşmuştu. Bir yandan da şiir okuyordum, Batı şiiri, bizden de Turgut Uyar’la Edip Cansever, sadece ikisini. Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan, hiçbiri bana hitap etmedi. En çok Edip Cansever seviyordum. Turgut Uyar’ı biraz daha büyüdükten sonra sevdim. Yetişme çağımda, üniversiteye başladığım dönemde, İngiltere’deyken bile Edip Cansever benimle beraberdi. Turgut Uyar’ın yalvaç tavrını çok derin bulmakla beraber, bende yeri hazır değildi. Edip Cansever’le ise tam aksine, hep beraberdik…

Rock müzikte, Genesis’te, Yes’te, King Crimson’da bulduğum tadı başka hiçbir şeyde bulamadım. Jethro Tull biraz daha çocuksu kaldı onların yanında. Ve Jan Garbarek dinlemeye başladım. Garbarek’in sesi de senfonik rock’taki o tünel havasından bir çıkış gibi geldi. Bana eşlik etti. Derken, Keith Jarrett’la çarpışınca birdenbire bu sefer her şeyimle ona taşındım ve yaklaşık yedi-sekiz sene Garbarek’le beraber, ama bütün ağırlığımla sadece Keith Jarrett dinledim. Senfonik rock’la ilişkim biraz da kendiliğinden, “bıktım, usandım, artık bana tat vermiyor” şeklinde değil de, daha kuvvetli bir şeyin çekimine girmekle koptu. Ama bunu da bir devam olarak hissettim. Yani bir kopuş gibi gelmedi bana. Peter Gabriel ya da yaptığı müzik, diğer rock parçaları bana yetmediği ya da bir şey ifade etmediğinden değil de, geçişini tamamlamış bir şey olarak bende tezahür etti. Dolayısıyla, bugün bir Genesis albümü dinleyebilirim, plaklarının hepsi bende vardır; Yes’in de, öbürlerinin de. Tales of the Topographic Oceans belki milyar kere dinlediğim bir albümdür. Ama ihtiyaç duyabileceğim bir şey olmaktan çıktı. Nasıl çıktı, bilmiyorum. Belki bütün alacağımı aldım. Belki artık suyunu çıkaracak kadar dinledim. (gülüyor)

1970’lerin Peter Gabriel’li Genesis’i… “Peter Gabriel’in feryatları kendime yakın bulduğum bir haldi…”

Pink Floyd’la aranız nasıldı?

Bazı şarkı sözlerinin güzel olduğunu söyleyebilirim, ama Pink Floyd’u dinlemeye başladığımda, Genesis benim yarım olmuştu. Ondan sonra The Wall’lar, Wish You Were
Here
’lar gözlerimi doldurmadı. Gözyaşlarımızı başka şeyler için akıtmıştık. Bazı şeylerin vakti çok önemli. İnsanın içi boşken ne düşse büyük yankı yapıyor, gençlik biraz
böyle bir şey. Pink Floyd’u 14-15 yaşımdayken, başka bir şey bilmezken içime alsaydım, bütün yankı belki de o olacaktı. Ama ben bunu başkasıyla yaptığım için, o geldiğinde ona şu kadar bir yer kalmıştı ve o da orada büyük bir aksülamel, bir hatıra, büyük bir maraz, deliliğime eşlik edecek bir cinnet, şu bu bırakmadı.

Dylan hiç ilginizi çekmedi mi?

Dylan ya da Cohen kendine atacak jilet arayan bir insana göre değil. Bana hitap etmediler. Benim aradığım, insanın neticede kendi heyheyine, cinnetine eşlik eden, arka plandan gelen bir şey. Dylan dinlemek için biraz aklı başında olmak lâzım. O ne arar! (gülüyor)

Punk’la irtibatınız oldu mu?

Elhamdülillah, o kadarına girmedim. Senfonik rock’la ilişkim bittikten sonra zırtapozlukla alâkam kesildi. (gülüyor) Kambur’u yazarken Keith Jarrett dinliyordum. Sonra Klasik Batı müziği dinledim, ama içine gömülünen bir şey olmadı.

Klasik Batı müziğinde kimler sizi yakaladı?

Şostakoviç’i çok sevdim. Rachmaninov’u, Beethoven’i sevdim. Sibelius’u sevdim. Mozart’ın çok sarsıcı yanları var. Bach’ı, Scarletti’yi epeyce dinledim. Dinledim dediğim, epeyce vakit geçirdim ve hoşlandım. Ama 20. yüzyıldan Alban Berg, Schnittke, Bartok hitap etmedi hiç. Klasik Batı Müziği dinlerken, senfonik rock’taki gibi lime lime olduğumu hissetmiyordum. Tabii verdiği bir ürperti var, ama asıl istediğim şeyi karşılamadı.

“Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden” misali bir kuzey hüznü müydü sebep?

Kuzey hüznü tabii ki. Müzik dinlerken, genel hattıyla sanata bakışımda –bunu “Müzik Hocası”nda ifade ettim aslında– bir sanat arayışım, bir zevk arayışım, bir lezzet arayışım yok. Duygularıma ve dünyada hissettiğim kedere eşlik eden şeyler arıyorum. Hep başka kederlere de sahip olabilmenin, onlara da değebilmenin arzusunu, ihtiyacını hissettim. Bu nedenle kuzey hüznü derken, onun kuzeyden ya da belli bir yerden gelmesinden ziyade –tabii bir Garbarek’te o soğukluk hissedilmeyecek gibi değil– yaşıyor olmanın, bu hayatta olmanın, daha da yaşayacak olmanın derin melâlini duydum. Cazın diğer türleri bana çok irkiltici geldi, çünkü benim hiç istemediğim bir neşeleri, uçarılıkları, hoppalıkları da var. Ben bunu duymak için müzik dinlemem kesinlikle. Derinleşebilmenin, anlayabilmenin yolunu, okurken de, müzik dinlerken de dertte gördüğüm için… Çünkü anladığımız her şeyi bir yerde bir dert vasıtasıyla anlıyoruz. Müzik dinlemenin de beni büyüten, biraz daha olgunlaştıran, biraz daha başkalaştıran, başka hallerle aşina eden yanını hep bir buruklukta, o parçalanma halinde, belki Peter Gabriel’in feryatlarında bulmak benim istediğim, kendime yakın bulduğum bir haldi. Bir oluş biçimiydi daha doğrusu…

Yahya Kemal “İslav kederi”ni (“Kar Musikileri”) Varşova’dayken dinlediği Tamburi Cemil’in plağı üzerine söylüyor. Karlar altında bir Varşova akşamında İstanbul’u hatırlıyor, özlem duyuyor, ona bunu kendi ülkesinden gelen bir ses duyuruyor. Ve onun üzerine her şeyi bırakıp İstanbul’a geliyor. Yani, 78’lik bir taş plak, Yahya Kemal’i buraya getirebiliyor. Tabii onu getirmek için de Tamburi Cemil olmak lâzım. Birilerini kıpırdatabilmek için belli bir kuvvette olmak lâzım tabii ki. Çekim böyle bir şey.

Müziğin insanı zamanda en iyi getirip götüren vasıta olduğu yolunda bir sözü var Susan Sontag’ın…

Tabii ki… İnsan dinlediği müziği gerçekten kendisiyle içselleştiriyorsa yerinde çakılı kalamıyor, elbette ki bir hareket oluyor. İnsanın sabitliğini alıyor. Sabitliğin verdiği bir ahmaklık vardır, onu alıyor. İnsana bir elastikiyet, bir seyyare hali veriyor. Bunun verdiği bir sersemlik de var, hayattan kopuş da var, çok müzik dinleyenlerin hayatla rabıtası çok kuvvetli değildir. İster istemez böyle bir şey yapar müzik.

Realiteyle biraz mesafe iyidir. Öyle değil mi?

Tabii. Benim zaten realiteyle herhangi bir yakınlığım olmadığı için, biraz mesafe derken neyi kastettiğinizi bile belki de çok anlamıyorum. (gülüyor)

Miles Davis’le aranız olmadı mı hiç?

Çok dinledim… Klasik caz tarihiyle ilgili de epeyce şey dinledim. Ama orada benimkiyle
yakınlık kuracak bir dert bulamadım. Hüner buldum, zevk buldum, ama aradıklarım onlar değildi.

Aradıklarınızı, senfonik rock ve Garbarek-Jarrett hattı sonrasında, üçüncü evrede mi buldunuz?

Evet.

O nasıl başladı?

Aramakla herhalde ya da ihtiyaç duymakla. Hayatımın bir tarafında çok güçlü bir müzik figürü olmadan topal kalıyorum. Nasıl yaşayacağımı bilemiyorum. Çok müzik dinleyenlerde oturup saatlerce müzikten konuşmak tabiî bir şeydir. Dünyada kırk bin çeşit derdi olan bir adam oturur, Eberhard Weber’in bir bestesi hakkında saatlerce konuşur. Bu böyle bir şey. Artık alışkanlık mı, yapı mı, buna bir ihtiyaç mı, olmazsa olmaz bir şekilde bir yarımın bununla dolması şart bir durum. Yoksa gerçekten böyle topal gibi, çolak gibi kalıyorum.

Müzik tanımsızlığa iyi geldiği için mi?

Müzik benim bir şeyleri anlamamda hep çok yardımcı oldu. Tanımlamamda da… Kendisi tanımsız da olsa başka şeyleri tanımlamamızda çok yardımcı oluyor. Yani, kendi duygularımızı biçimlendirmede, tanımada, adlandırmada çok büyük bir destek. Bir şey tanımlandığı anda, acı ve yalnızlık hissiyatı veren bir şey olmaktan da çıkıyor. Tanımlayamadığımız şey kaos yaratıyor. Halbuki kendi içinizde, sesinizde duyduğunuza yakın bir şeyi müzikte dinlediğinizde çok yakın bir arkadaş bulmuş gibi oluyorsunuz ve bu size bir destek, bir yardımcı oluyor. Müzik tanımlamalarıyla, sizi tekrar tekrar şekilden şekle sokmalarıyla bir zenginlik ve bir varlık planı açıyor önünüzde. Dünyada bunu gerçekten yapabileceğiniz alanlar sadece şiir ve müzik. İkisi de hem çok yaralayıcı, hem çok tedavi edici. İkisi de hem telef ediyor hem de telef olmalara karşı durabilecek bir mukavemet sağlıyor. Turgut Uyar şiiri oku oku, sabaha sağ çık. Bir dayanıklılık, bir çelikleşme de veriyor insana. Peter Gabriel’i dinliyorsunuz, dinliyorsunuz, bir yandan da ölmüyorsunuz. Başka birinin tahammül edemeyeceği bir şeyle günlerinizi, aylarınızı geçirip adeta onun bir benzeri, bir parçası oluyorsunuz. Çok müzik dinleyen insan hep yalnızdır, biraz daha yaralanmalara açıktır, çok çabuk teselli kabul etmez, çok çabuk avunmaz bir şeylerle. Ama, dinlediği müziklerle belki derdinden ya da içinde hissettiği boşluktan çok daha büyük bir boşluğu o müzikte hissedince… Hani bazen insan birine derdini söyler de o çok daha büyük bir dertle karşınıza geçer, siz de derdinizden utanırsınız ya, o zaman o müzik sizin içinizdeki acıyı susturacak kadar büyük ve daha derin bir boşluk açabiliyor.

Bektâşi kahvelerindeki kabasaz bile, bugün emsallerine pek rastlayamayacağınız bir meşkhanedir. Selâtin meyhanelerinde de güzel müzik yapıldığını biliyoruz. Tamburi Cemil bile çalmaya oralara gidiyor. Şimdi bütün bunların hepsi, elde avuçta olmayan şeyler. O yüzden de bize, ölmüş bir şeyi diriltmeye çalışmaktan ziyade, elimizdeki iyi örnekleriyle yetinmek kalıyor.

Üçüncü evrenin başlangıcı nasıl oldu?

Bir boşlukta kaldım bir müddet. Batı edebiyatının, felsefesinin, müziğinin insanı telef eden ve öyle de bırakan bir yanı var. Tedaviyi sunmuyor. Tanpınar’ı, Peyami Safa’yı, Nahid Sırrı’yı, Sermet Muhtar’ı, Hüseyin Rahmi’yi okurken, onlarda şimdiye kadar hiç alışık olmadığım, beni besleyen, büyüten, bu vakte getiren şeylerde aşina olmadığım bir yumuşaklık, bir içe dönüklük, bir mistisizm de hissettim. 1930’ların, 40’ların dergilerini –Resimli Ay’dı, Yedigün’dü, Resimli Uyanış’tı, Radyo Haftası’ydı– toplamaya başladım. Oradaki lisan, hayata bakış, kaskatı olmuş, aşırı sertleşmiş beni, üstüme kaynar sular dökülüyormuş da hafifçe çözülüyormuşum gibi yaptı. Ama okuduğum metinlerle müzik arasında bir bağlantı kuramadım. Elinize bir Hüseyin Rahmi ya da Nahid Sırrı aldığınızda, o Keith Jarrett’ı istemiyor kendisine eşlikçi olarak. Onu kovalıyor, birbirini kovalar bunlar. (gülüyor)

Bir gramofonumuz vardı, annemin bazı taş plakları vardı, birkaç tane Münir Nurettin’i, Safiye Ayla’yı, Perihan Altındağ’ı falan dinledim. Tabii müzik tek bir şarkı, başlıyor ve bitiyor. Anlattığı kendince bir dert var. Çoğunlukla aşktan bahsediyor. Ben acı deyince, çok daha cinnetimsi şeylerle büyüdüm. Bunlar bana çok naif geldi, onlarla bir yakınlık kuramadım. Yani “Derdimi arz etmeye ol şuha bir dem bulmadım” diye söyleyince bu bana çok da hemen üstümü başımı giyinip taşınabileceğim bir yer gibi gelmedi. Ama tamburun, klasik kemençenin sesi bir yakınlık hissettirdi bana. Buradan bir şey bulabilir miyim acaba diye, biraz taş plak arayıp bulayım dedim, ama ne dinleyeceğimi de tam bilemediğim için, Klasik Türk Müziği ile ilgili bir arkadaşımdan birazcık destek alayım dedim. O da “sen bu sözlerle yapamazsın, en iyisi saz eserleri dinle” dedi, “en azından onun içini kendin doldurabilirsin”. Ve bana eski sazendelerin kayıtlarından oluşan, 20-30 CD’ye sığabilecek bir kayıt hazinesi verdi. Tamburi Cemil’den Kemençeci Nikolaki’ye, Nayi Osman Dede’den Refik Fersan’a, Mesut Cemil’den Yorgo Bacanos’a kadar eski sazendelerin, bestekârların saz eserlerini ve taksimlerini dinlemeye başladım ve çok kısa bir süre sonra anladım ki doğru yerdeyim.

“Şimdilik” kaydı koyalım mı?

Daha gidecek yerim kalmadı. Hani hem komünist hem Müslüman hem liberal olmuş kimselere döndüm. (gülüyor) Belki gün gelir hiçbir şey dinlemek istemeyebilirim, bunu kendimde yadırgamam. Sonrasında makam öğrenmeye başladım, bu müziğin temsilcileriyle, Niyazi Sayın’la, Necdet Yaşar’la, Meral Uğurlu’yla tanıştım. Taş plak koleksiyonum arttı. Bekir Sıtkı’dan Kani Karaca’ya, Perihan Altındağ’dan Nesrin Sipahi’nin eski kayıtlarına, eski hafızlara, yüzlerce kaydım oldu. Tabii bu da başka bir umman, içine girince çıkmak kolay değil. Çıkma niyetinde de değilim, çünkü çok derin. Kültürüyle derin, mânâsıyla derin, farklı bir dünya aksettiriyor. Geriye gittikçe başka dünyalar açılıyor. Bu da böyle gelmiş gitmiş, şu anda bir silueti, cılız bir şeyi kalmış kalmamış… Şu anda bir temsilcisinden bahsedemeyeceğimiz bir hal, ama işte 2000 senesinde başladım Türk Müziği dinlemeye, 12 sene oldu, 12 senedir de bu haldeyim. Biri bana 15 sene önce, Abdülhalim Ağa’nın “Bayati Araban Peşrevi”ni dinleyeceksin, bu senin bütün hayatın olacak dese, akıl sır erdiremezdim. Bu iş böyle, şu an bulunduğum hal burası. Ama insan diğer yerleri de terketmiş olmamalı bu noktada. Neticede benim bütün yapıtaşlarım, diyelim ki Peter Gabriel’le oluşmuştur. Şimdi Bekir Sıtkı Sezgin dinliyor olmak ve onun içinde olmak, midemden, safra kesemden ayrılmak kadar yadırgatıcı bir şey olur.

Taşınmak dediniz zaten…

Evet, taşınmak gibi. Bırakıp da terketmek gibi değil, onunla devam ediyor…

Beykoz’da bir Rum perukâr varmış. Kellerin saçlarını güzelce sarar dolar ve bir çeşit cilayla laklarmış ve bir ay fırtına boranın altında kalınsa tek bir tel oynamazmış. Beykoz’daki o usta adam bunu yaptığı için de o yatırılan saça Beykoz Yatırması deniyormuş.

Kişisel olandan toplumsal olana geçip 18., 19. yüzyıldan bugünlere, kültür tarihimizdeki kopuşlara ve taşınmalara kuşbakışı bir göz atalım. Hepimizin aşina olduğu bir sahne örneğin: Evlerinde başka başka müzikler dinleyen insanlar, meyhanelerde bir vakitten sonra Türk Sanat Müziği diye adlandırılan şarkıları koro halinde, ortak bir şevk ve arzuyla söylemeye başlıyor. Giderek daha az tanık olduğumuz bir hal bu. Hepten tarihe mi karışacak, yoksa inişli çıkışlı bir seyirle, başka tür müziklerle eşzamanlı olarak varlığını sürdürebilecek mi?

Bahsettiğiniz masada olmak istemem. Bu icraların, icra şekillerinin, seçilen eserlerin ve şarkı söyleme haline gelmenin bende uyandıracağı duygu ile başa çıkamam. Klasik Türk Müziği 70’lerdeki Türk Sanat Müziği’ne çevrildiği için, bir bayağılığı da içine aldı. Şarkılar klasik ve eski formlarda değil, repertuar o değil, icra şekli o değil, tavır o değil, üslûp o değil, makam bile o değil. Büyük eserler bölünerek okunuyor, dinleyen ayrı, okuyan ayrı sıkılıyor. Ama kabahat dinleyiciye bulunuyor. Bence Klasik Türk Müziği adına bugünün sanatçısı dinleyiciden daha geride. Bugün Bekir Sıtkı Sezgin’i, Kani Karaca’yı dinlediğinizde çok yüksek bir sanatla karşı karşıya kalıyorsunuz. Şimdi değil meyhanede, konser salonunda bile göremediğimiz bir şey bu artık maalesef. Meyhaneler pek bildiğim yerler değil, ama görebildiğim kadarıyla, hayatın bir sebep hırpalayıp kenara koyduğu, ince dertleri olan insanların yeri değil artık. Bir çeşit eğlence yeri. İştahlar açık, yeme içme ön planda, gayetle müptezel. Bir de o halle “Hal-i dilimi şerh edemem kimseye eyvah’’ söyleyeceğine, dönmeze gitsin daha iyi!

Olmak istemediğiniz o masadakiler dertlerini, kederlerini ifade etmek için bir yere müracaat etmek durumunda. Kulaklarda ne kalmışsa ve piyasa mekanizmalarının dolaşıma soktuğu ne varsa, onlardan nelere kulak kabartılıp kaydedilmişse, oraya müracaat edilmesi kaçınılmaz. Yakın geçmişte radyo, dolayısıyla TRT’nin yayın politikası belirleyiciydi, bugünse piyasa mekanizmaları. Dolayısıyla, bir yandan da siyasal iktisada dair bir sorun değil mi bu?

Olabilir. Ancak gerçeği, asıl kıymetli olanı bulmak enikonu bir aranma, bir helâk olma işi. Ortadakine, görünene dokunmama işi. Radyo dinleyerek, üniversitede okuyarak, gazete okuyarak ancak perişan olunuyor. Bizde iyi bir sanatçı arkeolojik kazı ile bulunur, iyi yazar çok geç keşfedilir, piyasa bunları ne anlar, ne de bundan dertlenir. “İyi”, her nesilden yirmişer otuzar kişiyi yanına katarak elli senede kendince bir kıvama gelir. Siyasal sorunlar ve tercihler hep vasatı öne sürme, vasatı iyi gösterme eğilimindedir. “İyi” ile, “yüksek” ile kimse uğraşmaz. “İyi” toplumsal değildir, kendine aittir.

Saatleri biraz geriye alalım. Osmanlı modernleşmesinin milâdı denebilecek 1826’da, Yeniçeri Ocağı kaldırılırken Bektâşi kültürü ve o kültürün taşıyıcısı olan çalgılı kahveler imha ediliyor. O katliam olmasaydı, çalgılı kahveler devam edebilseydi, hazine misali kamusal bir kaynak ve o sayede kulaklarımızda çok daha zengin bir arşiv olacaktı. Cumhuriyet döneminde de 1826’dakini andıran bir kültür katliamı yapılıyor. TRT’nin yayın politikası o sürecin ürünü. Yine de o kurum içinde çok değerli çabalar var, o sayede bugüne taşınabilen cevherler var…

Tarihe baktığımızda, büyük musikişinaslar, bestekârlar, neyzenler, kudümzenler Mevlevihanelerden çıkıyor. 18.-19. yüzyıl klasik Türk müziği bestekârlarının yüzde 90’ı da Mevlevidir zaten. Bütün tekkelerle birlikte Mevlevihaneler de kapatılınca, bunun yetişme yeri Dârülelhan ya da konservatuar da olamıyor. Bugün kudüm vurabilen doğru düzgün kimse yok, meşk yöntemiyle bu müziğin öğrenilmesinin bir gerekliliği var, bir usûlü, tavrı var. Bu ortada yok. Bir şeyin en kaliteli ve en rafineleşmiş, yüzyıllarla oraya gelmiş halini yok edince, sonra her şeye tekrardan başlamak tabii ki çok zor. Bahsettiğiniz gibi, Bektâşi kahvelerindeki kabasaz bile, bugün emsallerine pek rastlayamayacağınız bir meşkhanedir aslında. O devir Selâtin meyhanelerinde de güzel müzik yapıldığını biliyoruz. Tamburi Cemil bile çalmaya oralara gidiyor. Netice itibariyle, şimdi bütün bunların hepsi, sizin tabirinizle saatleri geri alıp da baktığımızda, şu an elde avuçta olmayan şeyler. O yüzden de bize, ölmüş ve kaldırılmış bir şeyi diriltmeye çalışmaktan ziyade, onun hatıralarıyla ve elimizdeki iyi örnekleriyle yetinmek kalıyor. Şu an tabii o devir bitmemiş gibi “biz de konservatuarda yetiştik” diyen insanlardan Klasik Türk müziği dinlemek, elbette herkes için çok eziyetli bir hal. Devir perdesi kapanırken henüz çocuk olanların o perdenin arkasına geçip o çocuk halleri ile gördüklerini ve kendilerinde kalanı anlatmaları ve bunu bilgi olarak aksettirmeleri de bize zaman kaybettirdi. Her gerçekten bilenin ölmesi bilmeyene meydanı açtı, bilen kalmayınca bilmeyen rahatladı.

Arthur Dove

BEYKOZ YATIRMASI, YENİKÖY BAŞKALIĞI

Az evvel kahve molasında saçı dökülen erkeklerin saç modellerinden konuşurken “Beykoz yatırması”ndan söz ettiniz. Ne zamandan beri var bu Beykoz Yatırması?

Beykoz Yatırması, Beykoz’da eskilerin perukâr dediği, bir çeşit erkek berberi, hem saç boyuyor, hem saça şekil veriyor, bıyıkları askıya alıyor mengeneyle vs… Beykoz’da böyle bir Rum perukâr varmış. Kellerin saçlarını güzelce sarar dolar ve bir çeşit cilayla laklarmış ve bir ay fırtına boranın altında kalınsa tek bir tel oynamazmış. Beykoz’daki o usta adam bunu yaptığı için de o yatırılan saça Beykoz Yatırması deniyormuş. Ayrıca, böyle çok tüylü tüslü, omuzları apoletli adamlar olur ya, bunlar o zaman da anlaşılan makbul değiller. Refik Halit’in söylemesi, deniz mevsimi bittiğinde, eylül sonu ekim başı gibi etraf tenhalaşıp şahit kalmayınca, toplaşıp Beykoz sahiline giderlermiş, soyunup dökünüp benzin dökerlermiş üzerlerine. Sonra birbirlerini kibritlerlermiş. Bütün tüyler yanarken de denize atlar, çıkarlarmış cascavlak. Refik Halit de çok tüylü bir adammış, o da gidiyormuş bu huruç harekâtına. İşte onu da tutuşturmuşlar o seneki ütülmelerinde. Refik Halit denize koşarken kumsalda bir denizkestanesi batmış ayağına. Koşamıyor denize, kalmış orada, yanıyor da yanıyor.

Az kalsın kıl-tüy uğruna bir edebiyat çınarını kaybediyormuşuz…

Az kalsın. Çok da tatlı adamdır. Günlerce hastanede yatmış o yanık yüzünden. Bu tüy, ütülme, tütsülenme, yakılma, saç yatırma gibi şeylerin eski merkezi Beykoz.

Beykoz’dan motora binip Yeniköy’e geçelim, “Zamanın Farkında” öyküsünün kahramanı Aslan Bey, Üsküdarlı olduğu halde Yeniköylülüğü benimsiyor…

Yeniköy’e vapurla geçelim. Eskiden vapur vardı. Ütü vapuru denirdi, ütü şeklindeydi. Ona binmişliğim var. En son ‘97 ya da ‘96’da bindim, o kadar eski bir şey değil yani. Çok güzel bir vapurdu. Sırf Beykoz-Yeniköy hattında işlerdi.

Öyküdeki Yeniköy bahsi ister istemez Boğaz semtleri üzerine düşündürüyor. Her birinin kendine özgü bir hali, havası, kültürü var. Yeniköy hem bir hoşluk hem de bir boşluk duygusu veriyor. “Burada biraz takılalım, bir vaadi var” gibi hissettiriyor, ama arkası gelmiyor. Konumu ve tavrı güzel bir-iki meyhanesi vardı, onlar da şimdi sınıf değiştirdi.

Ben Üsküdarlıyım. Çocukluğum Kuzguncuk-Üsküdar, oralarda geçti. Üsküdar hep köhneydi kendince. Anadolu yakasının Boğaz hattının merkezi olarak hep biraz mazbuttu, tutuktu, her şey en son gelirdi, bıkılan şeyler oraya gelirdi. Üsküdar’da oturanlar da daha mütevazıydı. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar giderdik, Kanlıca, Kandilli, Vaniköy, Çengelköy… O gidişler bize çok farklı bir şey göstermezdi. Anadolu yakasının Boğaz köylerinin birbirinden görünürde çok bir farkı yoktu. Eskiler Kuzguncuk’a “Yahudi yatağı”, “çıfıt çarşısı”, Kandilli’ye de “hafifmeşrep” derdi. Yalılarda oturanları, başka türlü bir hayat yaşayanları da biz bilmezdik. Bizim bildiklerimiz daha bizim tipte insanlardı, onları bilmenin de tadı yoktu. İstanbul’un şimdiye göre mütevazı, ama yerleşik insan topluluğuydu oralarda oturanlar.

Nahid Sırrı her yazdığını bizim edebiyatımızda az rastlanır şekilde bir tarafı sarkmadan, akarı kokarı olmadan ifade edebilmiş bir yazar. Bildiğim her şeyi anlatayım da gören maşallah desin diyen biri değil. Daha kâmil bir edebiyat geleneği olan bir toplumdan çıkmış gibi bir hali var.

Kadıköy’e, Bağdat Caddesi’ne geldiğimizde hiç bilmediğimiz bir dünya vardı. Köyden gelmişiz gibiydi; çünkü köyden geliniyordu bir anlamda. Ben 15 yaşıma kadar ne hamburger görmüştüm ne de ketçap. Bizim oralarda yoktu, Bağdat Caddesi’nde vardı. Biz hâlâ tuhafiyeciden alışveriş yapıyorduk. İnsanların dışarıda bir seyrüsefer etmesi, yemesi içmesi gibi bir şey de pek yoktu. Zaten annem ve onun akranları için dışarıda yiyip içmek müptezel bir şeydi. En fazla, o da çok mecbur kalınırsa, çocuğu bahane edip muhallebicide oturup sütlü tatlı yerlerdi. Ben de bunlara aşina değildim. Ta ki Yeniköy’ü görene kadar.

Hep Beykoz’a kadar gidip geliyoruz, Beykoz da bizim gibi. Oradada bir galeta fırını, un kurabiyesi, en fazla acıbadem var, pürüsyen denen içi bademli nal gibi bir şey vardı, daha lüks bir şeydi. Başka da bir şey yoktu. Kimse kendini bir mahrumiyet içinde duymuyordu. Tanpınar’ın dediği gibi, galiba insan önce iş icat ediyor, sonra da onları yapmaya kendisini memur ediyor. Burada da insan önce ihtiyaçları icat ediyor, ondan sonra da “yok” diye dert sahibi oluyor. Biz mevcuttan başka bir şey bilmediğimiz için mahrumiyete de aşina değildik. Ben ilkokuldayken bir gün annemle Beykoz’dan ütü vapuruna bindik, Yeniköy’e geçtik. Kadınlar, evler, pastaneler, her şey çok farklı… Birden Paris’e gitmişiz gibi, sanki yetmiş-seksen sene geriden gelmişiz gibi geldi. Ben on yaşlarındaydım, kendimi 80 yaşımda hissettim orada. Bir ışıltı, başka türlü bir şey vardı ve hiçbir şey aşinamız değildi, hayatımıza ait değildi.

Yıl kaç?

‘85. Yeniköy, sizin de dediğiniz gibi, içeriksiz geldi. Güzel, ama sohbet edilemeyecek bir insan gibi. İçine giremiyorsunuz, nüfuz edemiyorsunuz, ama bir şıklığı var. Şıklıktan da öte, çocukken insanı en fazla cezbeden ya da ürküten şey başkalıktır ya, bir başkalık vardı. Giyim kuşam daha farklıydı, binalar daha farklıydı, bakımlıydı. Köhnelikteki sanatı ve fakir bir evin bahçesinde açan çiçekleri fark edecek yaşta değildim. Bir yerde oturduk, biraz yürüdük, gezdik falan, ama kaldıramadık orayı ve hemen bindik geri geldik Beykoz’a. Beykoz’a dönünce pek bir sevindik, ama bir yandan da gözümüzden düştü. (gülüyor) Bir köhnelik, bir kağşamışlık varmış gibi, Beykoz’un kendinden habersizliğine şaştık. Sonra birkaç kere daha Yeniköy’e gittik. Ne içine girebildik, ne dışında kalabildik. Baktık, baktık, kaldık.

Sonra Bebek’i, Arnavutköy’ü gördüm ve baktım ki burası başka bir dünya. Avrupa yakasının Boğaz’ı, bizim yaka gibi mahzun, içe kapalı, yoğurtçudan yoğurt alsın, ayşekadın ayıklasın, onun yanına domatesli pilav yapsın, dibi tutmuşsa bunu zenginlik saysın, dereotu kıysın, zeytinyağlıların üzerine yağdırsın, akşam ezanında evde otursun, öyle bir hayatta değil. Annem “buralarda oturanlar nasıl ellerine bir tahta kaşık alıp da bir çorba karıştırıyorlar, hiç bilemiyorum” derdi. Çünkü Bebek’te, Yeniköy’de otursan hiç çorba karıştırmazsın gibi bir his veriyordu. Hâsılı, benim kitapta anlattığım, hep kendi kabının, kalıbının dışına çıkmaya ve başka şeylerden güzel olanları kendine katmaya gayret eden bir adam için, tabii ki Yeniköy, bende yarattığı etkiden çok daha fazlasını yaratıyor, ki “Yeniköylüyüm” demeye başlıyor.

BOYACIKÖY “HUZUR”U, EMİRGAN MUVAKKİTHANESİ

Yeniköy’den Boyacıköy’e uzanalım. Boyacıköy Emirgân’a bitişik, hatta onun içinde, ama yine de Emirgân’dan farklı bir âlem.

Boyacıköy’ü adının güzelliğiyle, o Sıçanlı Meyhane’nin levhasının yoldan geçerken bile görülmesiyle çok sonraları fark ettim.

Sıçanlı Meyhane kapandı maalesef.

Yazık olmuş. Boyacıköy’ün kendine mahsus bir yapısı var. Sıçanlı Meyhane’nin olduğu yokuştan girip, yukarılara kadar çıkıp, sağda solda sokaklarına girip… Boyacıköy daha oturulabilir, daha insanı kucaklayan bir yer olarak hafızamda yer etti. Çok azmurta değil…

Azmurta?

Fularlı erkekler, çok fularlı kadınlar; fulardan oldu bitti korkarım. Giyimiyle kuşamıyla çok dikkat çeken insanlardan –kofluk derecesini ölçmekle beraber– hâlâ geri dururum. Boyacıköy çok romanesk bir yer. Ama şimdi, diyorsunuz ki, meyhanesi kapanmış…

Maalesef, ama o yokuş hâlâ çok güzel. İnişi başka güzel, çıkışı başka…

Aşırı dik değil, çıkarken alnınız değmiyor. İnişi güzel tabii… Şimdiki gözle oraları gezerse insan bu sefer de mahzun olur. Çünkü o eski şeyleri hiç bulamaz. Ama bu şehir, hatta ülke böyle.  Hiçbir yerde insan eski hatırasını, aradığını, ona bir vakit birtakım duygular vermiş olan şeyi bulamıyor. Ya Proustyen bir şekilde sırf geçmişte, aklınızda kalanlarla bir şeyler yazacaksınız, şimdiyi tamamen diskalifiye ederek… Çünkü şimdiyle birleştirmeye kalksanız, armoniyi bozarsınız.

Sıçanlı Meyhane’nin hafif çaprazı, Tanpınar’ın Huzurda anlattığı kahve. Roman açısından da kritik bir mekân o kahve. Neyli, “Mesnevi”li âlemlerin mekânı Emirgân. Boyacıköy ise daha Bektâşi bir hali temsil ediyor.

Tanpınar 1900 doğumlu. Benim en imrendiğim devirde doğmuş, en gitmek isteyeceğim devirde gitmiş, 1962’de.

Niye en imrendiğiniz devir o?

Dünyanın püskürdüğü ve bütün lavları saldığı bir devir. 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı. Dünyanın her yerinde bütün güçlü edebiyatçıların, felsefecilerin, müzisyenlerin dünyanın son ve en güzel şeylerini eşzamanlı yapıp gittikleri bir devir. O devir dünyanın meğer ölüm iyiliğiymiş. Gözleri o yüzden öyle parlamış, gidiyorum diye o kadar yüksek şeyler söylemiş. Dostoyevski’nin çağdaşlarına bakın, onun kıratında bile pek çok insan var. Şaşılacak bir genişlik. Dünyanın çeşitli yerlerinde, İsveç’te, Amerika’da, İngiltere’de, hatta bizde böyle bir fışkırış zamanı. Tabii I. Dünya Savaşı, ardından II. Dünya Savaşı çok zor, ama dünyayı şekillendiren dönemlerin yaşandığı bir devir. Herkesin hayatta olmaya dair çok uyanık olmak zorunda olduğu bir devir. Şimdi öyle bir teyakkuz hali yok. O zaman belki de o yüzden herkes nerede yaşadığının, dünyada olup bittiğinin çok farkında olmak zorundaydı. İnsan kendini bırakabilir miydi mesela 1928’de, ‘15’te, ‘35’te? Bir insan İstanbul’da şimdiki gibi yaşayabilir miydi? Her tarafta kıyamet kopuyor, herkesin kendi içinde kıyameti kopuyor, her şey değişiyor ve bu değişmeler şimdinin değişmeleri değil, hep bedeli ödenen, arkasından sürükledikleri ile başka bir hayat yaşatan hadiseler.

Kıskanan insanın, geri planda kalmaktan dolayı incinen, huzursuzluk duyan insanın yüzünün ifadesinden çektiği ağrıyı okuyabilirsiniz, görebilirsiniz. “Müzik Hocası” hikâyesindeki karnında bir ağrı, bir kramp duymak bu tür insanlarda gündelik bir şeydir.

Tabii ki bu en zor zamanda sanat her yerde güçlü bir yandan da. Bakıyorsunuz, Avusturya’da sığınaklarda, Karl Kraus’dan Canetti’ye, Freud’a, derin ve gerçek şeyler vücuda getiriliyor. Geçicilik duygusu şimdiki gibi eğreti ve ithal değil, acı ödünç değil. Şiir, şiir yazmayı öğrenmenin sahte vakarında değil, içinden sızanlar okuyanın eline yüzüne bulaşıyor. Bizde keza, Yahya Kemal’den Tanpınar’a, Hâşim’den Tamburi Cemil’e, böyle güzel bir nesil var. Şu an bunların yerine konacak ne var dediğinizde, derdin ne kadar ve neyse sanatçın da onu seslendirir demek düşüyor. Tamburi Cemil’i dinleyen bülbül düşüp ölüyor, anlayan düşüp ölüyor demek ki. İnsana hiçbir şey olmuyorsa bu anlamak mıdır? Şehir henüz bakir. 1950’den sonrası için bunu söylemek kolay değil. Mehmet Akif ya da Necip Fazıl en fakir haliyle Beylerbeyi’nde bir yalıda oturabiliyor. Ama yalı da bir hurdabin. Şehrin siluet olarak da, duygu olarak da insanı besleyen bir yanı var.

Bugün biz mecburen içe dönük şeyler yazıyoruz. Şehirden bize çöpten başka besleyici bir şey gelmiyor. Kuşu bile karga; şehir çöplük olursa tepesinde de karga dolaşır. Ama 30’lardaki Emirgân çok başka bir şey. Oradaki hayat, o suskunluk, o sükûnet, başka türlü bir mistisizm de barındırıyor. İmparatorluktan kalan ağır bir melâl, tuhaf bir cumhuriyet sallantısı, nereye ayağını basacağını bilemeyen insanlar. Şehrin şimdiki gibi çok seri bir şekilde değişmediği bir hal. O ışıklar, o binalar, o sokaklar, evler hep bir sırrı paylaşır gibi. Yazarların o devirde –1930’larda– yazdıkları kadınlar, 15 sene evvel ferace takan kadınlardı. Plajda sosisli sandviç yiyen kadın, 15 sene evvel çarşaflı bir kadındı. Bu tuhaf bir şey. Beşiktaş, Beşiktaş sırtları, öteki tarafta Boğaz’a gittiğinizde, buralar zenginlerin ya da imtiyaz sahiplerinin değil, halkın oturduğu yerler. Peyami Safa, “Selma ve Gölgesi” romanında, Beykoz’da, yanında yöresinde kimsenin olmadığı bir yalıda yaşayan meşum bir kadını anlatır. Beykoz kuş uçmaz kervan geçmez bir yer, ancak böyle bir romana mekân seçiliyor.

Tanpınar’ın Huzura ana mekân olarak EmirgânBoyacıköy’ü seçmesine ne diyorsunuz?

Tanpınar fotoğrafla, resimle çok ilgili, yazdığı şeylerde fotografik öğelerin de olması lâzım. Bunu Kadıköy’de, Moda’da bulamaz. Üsküdar ona biraz değip geçer, çünkü Üsküdar’da fazla muhafazakârlıktan ötürü pek bir hikâye, roman ögesi kıpırdayamaz. Ama Boyacıköy’de, Emirgân’da, Avrupa yakasının Boğaz hattında Tanpınar’a özgü bir hayat var. Hem evde hâlâ bir tekke levhası asılı, hem çini soba var, hem Fransızca kitaplar var, hem o zamanın dört lambalı Marconi radyoları var. Hem plak dinlenebiliyor, hem tramvay geçiyor, hem dünyayla biraz irtibatlı, hem kendine dönük. Yani, âşık olunacak bir karakterin, bir kadının barınabileceği mekânlar. Tanpınar da tabii ki hemen orayı seçmiş.

Bir de Boğaz’ın kendisi var. Devinimi, günün saatlerine göre aldığı renk…

Tanpınar’ın resime, fotoğrafa bakışla ilgili ciddi emekleri var. Öyle bir yeri, öyle bir bakış cephesini ıskalayamaz. Florya Atatürk Köşkü’nden şöyle bir bakın ya da Fenerbahçe’den, dümdüz bir ufuktur. Denize bakmanın, karşı kıyı ve Boğaz olmayınca bir tadı, şiirsel bir yanı yok, öteki taraflarda ağaçları, çiçekleri, erguvanları, açan her türlü şeyi görmedikten, orada yaşayanları hayal etmedikten sonra, denize bakmanın gerçek anlamda bir manzara değeri yok. Emirgân’ın konumu çok güzeldir, orta bir yer, karşı kıyı yakın, karşıda baktığı yer hoş, her bakımdan çok güzel. Hülyalı, yerinde rahat bırakmayan karşıyı merak ettiren, “aradıkların orada” dedirten bir hal var. Bir de tabii Tanpınar’ın baktığı yıllar, oluştuğu yıllar fevkalâde, imrenilmeyecek gibi değil.

Emirgân Muvakkithanesi… “Cumhuriyete kadar İstanbul’da 72 muvakkithane varmış. Bunlardan birinin bile içindeki ölçüm aletleriyle müzeye dönüştürülmemesi çok yazıklanılacak bir şey.”

Emirgân’ın Çınaraltı’ndan içerilere uzanan merkezi caddenin adı Doğru Muvakkithane. Muvakkitlik nedir, muvakkithane nasıl bir yerdir?

Cumhuriyete kadar İstanbul’da 72 muvakkithane varmış. Bunların birinin bile, içindeki ölçüm aletleriyle müzeye dönüştürülmemesi çok yazıklanılacak bir şey. Numunelik bir tane bile yok. Muvakkithaneler namaz vakitlerini elifi elifine ölçebilmek için içinde bir muvakkitin çalıştığı yerler. O zaman kullanılan ezani saatte, güneş ışığına göre hesap yapılıyor. Yıldızlar arasındaki mesafeyi, izdüşümsel tablalarda, güneş saatlerinde, rubu tahtalarında, usturlaplarda hesaplayabilmek az buz iş değil. Emirgân’dakini işitmemiştim, ama Kadıköy’de, Yeldeğirmeni’nde ve Teşvikiye’de caminin hemen yanında şimdi kafe olan bir muvakkithane vardır.

Bugün Teşvikiye Cafe diye bilenen yer muvakkithane yani?

Evet, şu an sebil gibi, kafe gibi gördüğümüz pek çok yer muvakkithanedir. Sultanahmet Camii’nin muvakkithanesi dahi muhafaza edilmemiş; böyle ufak, küçük, kafes gibi bir yer. İçeride iki tane “grandfather clock” denen ayaklı saat durur, ayar için usturlaplar, rubu tahtaları, çeşitli ölçüm aletleri olur. Birkaç kişi içeride çalışır. Mikrometrik ölçümlerle saati belirlerler ve hemen yandaki caminin müezzini ezanı ona göre okur. Çok incelikli bir şey. Devam etmesi değil ama, en azından bir yol bulup önünün bu kadar tıkanmaması gerekirdi. Şimdi bir muvakkithane kurulmak istense, içindeki ölçüm aletleri yok. Süheyl Ünver 1930’larda, hiç değilse atmasınlar diye bu ayaklı saatleri alıp camilere taşımış, ama daha ufak tefek ölçüm aletlerini şimdi ara ki bulasın. Belli birkaç müzede var; Kandilli Rasathanesi’nde üç-beş tane, o da Fatin Gökmen sayesinde. Fatin Gökmen medrese kökenli bir adam, çok âlim, kıymetli, hezarfen bir kişi. Ama o da devrin satırıyla kesilenlerden.

CİHAN KAYNANASI

Devamı olmak istediğiniz yazarlardan bahsederken yerlilerden Nahid Sırrı Örik’i vurguladınız. Zeki Demirkubuz’un Nahid Sırrı’nın romanından uyarladığı Kıskanmakı seyrettiniz mi?

Seyretmedim.

Kıskanmak romanını nasıl bulursunuz?

Nahid Sırrı zaten sevdiğim bir yazar. Psikolojisi var, hezeyanı var, heyheyi var, deliliği var… Bir deliliği olmak çok önemli, vereceği bir şey var ki… Hafız Sami akıl hastanesine girdi diye bu kötü bir son olarak telâkki ediliyor. Ama delirecek bir şeyi vardı. Bugün kaç kişi delirebilir? Delirebilmek kolay mı?

Bugünlerde çılgınlık revaçta. Başbakan bile kafasındaki İstanbul projesini “çılgın proje” diye sunuyor.

Bu, sıradanın bile altında bir şey. Sıradan bile en azından bir meyve çiçeğidir, kendi geçiciliğini hissederek, görerek, buna katlanarak yaşar. Bu çılgın, amiyanenin daha alt versiyonu. Kıskanmak’a gelince… Nahid Sırrı’da, onun şahsiyetinden gelen bir şekilde, bu kıskançlığı bir kadın kahramana, hem de gayet gerçekçi ve iyi bir kurguyla giydirişi var. Zehirli bir kahraman. Bir kızkardeş. Çok güzel çizilmiş bir portre, o kadının kıskançlığını okurken insan onu anlayabiliyor. İçinde zehir biriktirmesini haklı bulsa da, bulmasa da anlayabiliyor. Çok güzel çizilmiş bir karakter, önemli olan o. Edebiyatımızda kıskançlıkla ilgili yazılmış en iyi metindir herhalde. Hiçbir tarafı sarkmayan, vodvile dönmemiş, Hüseyin Rahmi’ninkiler gibi direklerarası eğlencesi şeklinde değil, gerçek, içte yaşayan, zehirli, uzun süreli, planlı, projeli, sonraki ataklarını ona göre belirleyebilen, onun hedeflerini ve gideceği istikameti gayet iyi bilen ve buna göre kendi yolunu çizen, güzel yazılmış bir roman. Ama Nahid Sırrı zaten her yazdığını bizim edebiyatımızda az rastlanır şekilde bir tarafı sarkmadan, akarı kokarı olmadan ifade edebilmiş yekpare bir yazar. Bildiğim her
şeyi anlatayım da gören maşallah desin diyen biri değil. Bir eseri güzelleştirecek şeyin sadelik ve fazlalıklardan kurtulma olduğunu bilen, daha kâmil bir edebiyat geleneği, roman ve hikâye geleneği olan bir toplumdan çıkmış gibi bir hali var Nahid Sırrı’nın. Sadeliği ve durumu anlatabilmeyi önemsiyor. Bu hususta pek benzeri yok.

Zeki Demirkubuz’un Nahid Sırrı’nın romanı “Kıskanmak”tan uyarladığı filmde Mükerrem rolünde Berrak Tüzünataç

Üstelik edebiyatın başşehrinde, İstanbul’da değil, taşrada yaşıyor, Zonguldak’ta…

Evet, taşrayı da güzel anlatıyor. Zonguldak’ın o durgunluğunu, yorucu orta sınıf kısıtlılığını ve dengeliliğini, kaybedecek şeyleri ve kaybetmemek için her şeyi yapacakları, önem verdikleri konumları olan insanların zoraki hallerini gayet güzel anlatmış. Hikâyelerinde de Bursa’ya, Edirne’ye gidiyor, belli yerleri hafifçe dolaştırıyor. Sadece İstanbul’da gezdirmiyor. Başka dönem romanları, hikâyeleri hep İstanbul kökenlidir, başka bir yere kıpırdamazlar…

Nahit Sırrı’nın lâkabı “cihan kaynanası”ymış. Koyana rahmet olsun. Oturduğu yerden kürek gibi dilini uzatıp bütün her şeyi karıştırabilecek, her şeyi attığı kazanında pişirecek ve yeni bir halle ması, gerçek bir sunacak bir dedikodu kumkucihan kaynanası olduğu için bu yerinde lâkap ona takılmış. Rıfat Paşa konağının kara dudusu gibi bir adam, Eyüp Sultan oyuncağı gibi çevir çevrilmez, döndür dönmez. Keskin dilini, dedikoduculuğunu görenler ona hemen deyivermişler cihan kaynanası diye. Hüseyin Rahmi’de de, onda da hem bir devrinden iğrenme, hem bir uzaktan bakabilme, baktığıyla eğlenme, kenara köşeye atılmış, önemsiz sayılanın tozunu silkeleme becerisi var.

“Cihan kaynanası” yaygın bir deyiş mi?

Başka bir yerde duymadım hiç. Eskilerin öyle yakıştırma halleri de vardır. Nahit Sırrı’ya uygun, yakışık alır.

“Müzik Hocası”nda altını çizdiğimiz bölümlerden biri “kıskançlık ağrısı”: “Daha duygulanımdan evvel karnımda o bildik ağrıyı hissedince, yine kimi kıskanmak üzereyim, diyorum. Ağrı kramp halinde geliyor.” Fiziksel emareleri olan bir duygu olarak kıskançlık…

Müzik hocası karakterinde, o hali ona uygun görüyorum. İyiyi az çok kendince keşfedebilmiş, ama buna ulaşamamış bir karakter. Daha yetenekli olmanın, daha iyi bir müzisyen olmanın, daha iyi bir hayat yaşamanın farkına varabilmiş, ama bunları gerçekleştirememiş bir insan var karşımızda. Dolayısıyla, bunların var olduğunu ve gerçek olduğunu sezdiği, ama kendinden çok uzak olduğunu enikonu anladığı durumda, kendinde bir ağrı hissediyor. Ve bu ağrı, fiziksel olarak da bir kramp olarak kendini gösteriyor. Bu zaten vardır. Kıskanan insanın, bir ortamda geri planda kalmaktan dolayı incinen, orada edilgen olduğunu hissettiği için müthiş bir huzursuzluk duyan insanın yüzünün ifadesinden çektiği ağrıyı görebilirsiniz.

Hepimiz her şeyi yapabiliriz. Yapamamak, insanın yapmak isteyip de yapmadığı, kendinde eksik kalmasına müsaade ettiği bir şeydir, bu suretle kendisini olgunlaştırmasıdır. Hepimizin bulunduğu yerde yapabileceği şeyler vardır. Ama hep başka yerlerdekine duyulan heves, o eksilmedeki mânâyı da kaçırır ve kaptırır.

Çoğu kimsede geri planda kalmaya, edilgen olmaya, daha iyinin yanında sesini kesip oturmayı ve onun ön planda olmasını, parlamasını kabullenmeye dair bir yetersizlik vardır. Bu da bilindiği üzere aşağılık kompleksinden gelir. Başka birinin önde olmasını, ilgi çekmesini, neşe ve ilgi kaynağı olmasını kabullenmek için, insanın kendinden memnun ve rahat olması gerekir. Sırasını beklemeyi bilmesi ya da bu yapılanların bir şey etmediğini bilip zaten kendine yaklaştırmaması gerekir. Genelde de bu olmadığı için, hep bu bir ağrı gibi saplanıverir böğrüne, karnına. İnsanlar bu ağrıyı duymamak için gerçekte kıymet vermedikleri, ama kendilerinin birinci planda olabilecekleri insanlarla çevrili yaşamayı tercih ederler. Bu sefer de bunu ötekilere bir hakaret ve bir horgörüyle aksettirirler. Hep gördüğümüz budur. İyiye tahammül edemeyince, bu sefer kötüye hakaret etmek kalır. Hep bildiğimiz budur. İkili ilişkilerde bile budur. İnsanlar gerçekte beğendikleri kimseye, onun istediklerini veremeyecekleri ve verirlerse irtifa kaybedecekleri için, aslında beğenmedikleri, ama kendilerinin daha üst pozisyonda olacakları ilişkileri tercih ederler. Genelde böyledir. Daha doğrusu, ruh ve akıl sağlığı, yani doğru düşünüp doğru davranabilme hassaları yerinde olmayan insanlarda bu böyledir. Yerinde olan da çok az olduğu için, bu çok zor olmayan ve çok daha iyi olan şeyleri çok az kişi elde eder. “Müzik Hocası” hikâyesindeki karnında bir ağrı duymak, bir kramp duymak bu tür insanlarda gündelik bir şeydir. Bir olmamışlıktan, tamamlanamamışlıktan, kendinden mutmain olamamaktan kaynaklanan bir gayrımemnunluk hep vardır. Ve bu resmen fiziksel olarak bir ağrıyla tezahür eder.

Kıskançlıkla haset arasında nasıl bir fark var?

Kıskançlık kendinde olmasını istediğin bir şeyin bir başkasında olduğunu görmektir, hasetse başkasında olan şeyin yok olmasını istemektir diye genel geçer eski bir tanım var. İmrenmek, kıskanmak, haset; bu üçlü bir araya gelir. İmrenmek, özenip “ben de öyle olsam” demek; kıskanmak, tam kendi istediği bir şeyi bir başkasında görmek; hasetse, hasetçinin gözü olarak tanımlanan, mahv ve telefatı dileyen bir kem göz olarak görülür. Artık kendini unutmuş, kendisi için iyi bir şeyler istemeyen, sadece bir felaket yağdırıcısı olarak telâkki edildiğinde, hasetçi en fena duruma gelmiş oluyor, ama biz hasetten ziyade kıskançlıkla çevriliyiz. Genelde insanlarda olan herhalde odur.

“Yedi ölümcül günah”tan biri haset mi, kıskançlık mı?

Çevirilere göre değişiyor. Kuran’daki Felak, Nas surelerinde “hasetçinin şerrinden” denir. Haset Arapça, aynen bizdeki şekliyle kullanılan bir kelime.

Bu bahse Demirkubuz’un Kıskanmakından başlamıştık, yeni filmini Yeraltından Notları gördünüz mü?

Hayır.

Demirkubuz’la mı aranız yok, sinemayla mı?

Hiç film seyretmem… Yeniyetmeliğimde abilerim meraklıydı, o dönemde kaset kiralayıp seyretme vardı. Fassbinder’den Antonioni’ye, Truffaut’dan Godard’a, Bergman’dan Tarkovsky’ye, klasik sinemanın öncülerini, önemli örneklerini evde izlerlerdi. Ben de onlarla beraber izlerdim. Biraz ufaktım onları izlemek için. Özellikle Fassbinder’in filmlerinde beni odadan çıkarırlardı. Passolini’de de öyle… Ya da ben yattıktan sonra seyrederlerdi, ben sesini duyardım, dinlemeye çalışırdım. Sonrasında epeyce seyrettim, sinemaya biraz meraklı olmak da ister miydim, bilemiyorum, ama galiba müzikten ve okumadan başka, mevcut olanı gözlemlemekten ve hayale dalmaktan başka, merakları olan biri değilim. Sinemadan, fotoğraftan, bu tür şeylerden derinden anladığımı söyleyemem. Asıl ilgilendiğim demeyeceğim, kendimi içine asılı bulduğum şey müzik ve okuma ve hayale dalma idi hep. Her şeyi bunlar yoluyla anladım ve algıladım. Anlatabilme yolu olarak da o yüzden edebiyatı seçtim. Bir de doğrusu, en yüksek sinema bile bana yeterince yüksek gelmiyor. Sinemada anlatılan şeylerde, bazen çok güçlü ifadelerde yakalanmış detaylar siliniyor. Mesela bir Proust okusa insan, oradaki detayın milyonda biri nede vardır, bilemiyorum. Tabii bazı şeyleri gözle görmek ve görsel hafızayla sezmenin şüphesiz farklı bir tadı var.

Sizde iz bırakan film ya da yönetmen oldu mu?

Yetişme çağında bir insan pek çok şeyden etkilenebilir. Ergenliğin etkilenmesini, şu anki aklımla “çok etkilenmiştim” diye söylemeyi yerinde bulmuyorum. Çünkü o zaman pek çok şeyden etkilenebilecek haldeydim. Herhangi bir filmde birinin kendini bir apartman boşluğundan bırakması altüst olmam için kâfiydi. Bir müzik, karanlık bir koridor kâfiydi. Bunlar aslında o sanatın aksettirdiklerinden ziyade, benim kendi içimde bu tür şeylere duyduğum, ölümcül demeyeyim ama, derin bir merak, ömür boyu bitmeyecek bir heves idi. Biri kendini asmasın, biri şakağına kurşunu dayamasın, ben ona hemen hayran olurdum. Bir Dostoyevski romanında kahraman kumarı oynar, şakalarını yapar vs., “bir dakika, geleceğim şimdi” deyip yan odaya gider, bakarsınız, kendini asmış. Bu, benim için, en kuvvetli anlatım şekliydi. Bundan anlayabileceğim her şeyi anlıyordum. O masadaki oturma şeklinin nasıl olduğunu, o oyunun ne olduğunu, o ipin ne olduğunu… Ama bunları sinematografik olarak görmeye ihtiyaç duymadım. Bunları hep yazı ve okumak yoluyla edindim. Bir de müziğin verdiği o sızıyla, duyularıma hitap eden seslerle bunu zaten kendi içimde inşa ettim. Kendi içimde milyonlarca film çevirdim. Birinin beni etkilemesine pek de ihtiyaç duymadım. Ama bunlar bu kadar kuvvetli olmasaydı… Bunlar şüphesiz çok kitap okuyordur, okudukları ile hayatı algılıyordur, ama benimki çok hummalı ve başka şeye geçit vermeyecek kadardı. Bulunduğu halin insanı olmak anlamında bir şey olduğu için diğer sanatlara hep mesafem oldu. Resimden daha iyi anlamayı isterdim. Bir tek ona üzülüyorum.

Dostoyevski’yi andınız, biz de Yeraltından Notlar filmini vesile edip lafı şuraya getirmek istiyorduk: Şimdilerde Dostoyevski’nin el üstünde tutulmasını, buna mukabil Tolstoy’un esamesinin okunmamasını neye yormalı, “zamanın ruhu”na mı?

Dostoyevski’nin büyüleyici bir dünyası var ve çok altyapınız olmasa dahi şiir okur gibi okuyabiliyorsunuz. Tolstoy okumak için daha salim, daha görmüş geçirmiş, hamlıktan uzak olma gereği var. Aslında, Dostoyevski için de öyle tabii ki, ama Dostoyevski’yi bir genç kolaylıkla sarsıcı bulabiliyor, içine girebiliyor, onun o sert muhasebeleri, suçluluk, vicdan, mistik yapısı, o karanlık dünyası, çok değişik karakterler… Bunlar insanları daha kolay etkileyen, daha çabuk içine alan şeyler. Tolstoy’da pek böyle şeyler yok. Ona daha durmuş oturmuş, sükûn bulmuş, hakikatte derinleşmek isteyen bir benlik lâzım…

Geçmişte, “edebiyatın devleri” bahsinde, Dostoyevski ve Tolstoy bir arada anılırdı…

Genel olarak, önceki kuşaklar için genel bir klasikler anlayışı vardı. Bunun içinde Shakespeare’den Faulkner’a, Strindberg’den Gogol’e, Çehov’dan Stendhal’a, Proust’tan Kafka’ya ve 20. yüzyıl ortalarına kadar Canetti’ye, Pavese’ye, Zvevo’ya kadar giden bir silsile vardı. Şimdi bunların arasından daha kolay içine düşülüp kaybolunabilen, daha etkileyici, daha aforizmatik şeyler seçildi. Dostoyevski bunların en başında geliyor. Halbuki eskiden Batı klasikleri denen şey daha bir bütündü. Şolohov da bunun içerisindeydi ve önemliydi, Çehov da, Proust da, Kafka da, Beckett da, Joyce da, Faulkner da, Strindberg de, Ibsen de… Hepsi insanı belli bir yerden, belli bir halden besliyordu. Biraz kitap okuyan Knut Hamsun’u da bilirdi, Ibsen’i de, Strindberg’i de. Ama bütün bunlar daha kütle halindeydi. Şimdi onda da eleme yapılıyor, çünkü genel olarak bir klasik yükünün altına girilmiyor.

Wittgenstein’ın “üzerinde konuşulamayanlar hakkında susmalı” önermesi vardır çok ünlü, ama onun bir de alt metni var: “Çünkü üzerinde konuşulabilenler yalanı uydurulmuş olanlardır, her konuştuğumuz daha önceden intişar etmiş bir yalan üzerine konuşulan şeylerdir. Onu yastık alan şeylerdir.” Geçmişteki olaylara çok inanarak üstüne bir şey inşa etmek, biraz sakınılması gereken bir şey.

Dostoyevski’nin o karanlık, esrarlı dünyasından, üstelik az şeyle çok şey veren dünyasından etkilenmemek elde değil, ama ben tek başına kâfi geleceğini düşünenlerden değilim. Az okuyan, ama Dostoyevski okuyan bir kitle var, eskisinden daha farklı olarak. Yeraltından Notlar’ı, Suç ve Ceza’yı okuyor ve kafasında bir sürü şey patlıyor ve bu kâfi geliyor. Halbuki Proust’u okuduğunuzda, kafatasınız erir gibi olduğunda, o cümleler artık rüyalarınıza bile girdiğinde başka türlü bir şekil ve lisan alıyorsunuz; ifade, olayın ve dramın önüne geçiyor. Yani, Dostoyevski, maalesef daha kolay bulunarak tercih edildi. Ne kadarına temas edilebildiği değil, temas edilen kısmın bütün sayılması gibi bir zamane illetine uğradı. Okumak bir emek vermektir ve kendinden öte bir şeyleri aramaktır, kendi kadarına
razı olmamaktır. Onda kendi kitabını bulmaktır. Sanatçı da bir hoşlanma ilişkisi yaşayacağınız kimse değildir.

Şimdi, çok kolay okunur kitaplar var. Rahat rahat okunuyor, yormuyor, insanı kendinden memnun ettiriyor, “bu da benim kadar bir şey, demek ki ben de fena değilim” hali yaşatıyor. Bir aşk ya da tutku değil de, bir hoşlanma ilişkisi var okunan şeylerle, hatta dinlenen müzikle. Bakıyorsunuz, dinleyenin de rahatlıkla yapabileceği bir müzik tercih ediliyor. O zaman bu müzik niye tercih ediliyor, niye dinleniyor, insan kendi gibisine niye meyleder? Daha güçlü bir duygu, daha güçlü bir belâgat, anlayış, duyuş ve dile getiriş yoksa, insan başkasının üzerine neden eğilir? Çok daha farklı, derin bir şekilde bir şeylere talip olmuş birini insan tercih eder. Ama o müziği dinlemek, o kitapları, o metinleri okumak bir emektir tabii ki, ama sizi kendinizden öteye taşır, başka bir yere götürür. Şimdiki kitaplarda öyle rahat, bir-iki saat içinde okunma hali var. Ama okur da böyle bir okur. Tavla oynayacağına kitap okuyor, ama aynı zevki almak istiyor. Bu tabii ki devrin vasatı. Dostoyevski de sonuçta elbet çok derin bir adam olmasına rağmen, Proust’a, Joyce’a, Faulkner’a göre daha kolay okunuyor. O yüzden o öne çıktı. Hem daha kolay okunuyor hem bin çeşit cinnet patlatıyor. Öbüründe içinize alacaksanız, besleyeceksiniz, büyüteceksiniz ve o cinneti kendiniz patlatacaksınız. Bu pek tercih edilmiyor. Yaşadığımız devre şöyle bir geri çekilip baktığımızda, bu tabiî geliyor bana.

ÇAKIR

“Mutfak” öyküsündeki Çakır adlı karakter hep bilmediği bir hayatın merakı içinde. Bir yandan da bulunduğu çevreye aidiyet hissetmek istiyor. Merak ettiği hayata özlem duyan kendisi değilmiş de bir arkadaşıymış gibi bir yakınına danıştığında, aldığı yanıt şu: “O artık kültürlü bir homoseksüel olmuş.” Bunu biraz açabilir misiniz?

Niye bunu yapamıyor ya da niye bundan eksik kalıyor demek, benim hep biraz yadırgadığım bir şeydir. Hepimiz her şeyi yapabiliriz aslında. Yapamamak öyle bir şeydir ki, insanın bazen yapmak isteyip de yapmadığı, kendinde eksik kalmasına müsaade ettiği bir şeydir, bu suretle olgunlaşmasıdır. Onu yapmakla aslında kendisine, kendisine göre oldurduğu dünyanın haline halel getirir. Çakır’ı bir hikâye kahramanı yapan o bulunduğu yerde, ekildiği yerde durmaya tahammül etmesi, ona katlanması. Hemen hepimizin bulunduğu yerde yapabileceği bir şeyler vardır. Ama hep başka yerlerdekine duyulan heves yüzünden, o ekilmedeki mânâyı da kaçırır ve kaptırır. Ve o da kendini serdedemeden geçer gider… “Mutfak” hikâyesinde, hayatta hemen hiçbir şeye el atamamış, ama aslında pek çok şeyin farkında, hissettikleriyle, farkına varabildikleriyle, anlayabildikleriyle, ama kıpırdayamayışıyla çok zengin bir iç dünyası olup çok fakir bir dış dünyası olan insanları yazdım. Onları hep çok tatlı insanlar olarak algıladım ve fark ettim.

Çakır karakteri de benim severek, anlamlı bularak yazdığım bir kahramandı. Çakır’ın evde oturuşu, birtakım şeylere imrenmesi, çocukluğunda bir banka oturup da oradan gelen kokularla evlerine gitmeleri… Bunların hepsinde, aslında fark edebilecek durumda olana, bir dize kıpırdar. İnsanları mahveden, her akıllarına düşeni yapmaları. Bir şeyleri de hayal etmemeleri, eksik kalmamaları, mahrumiyet denen duyguyu bilmemeleri. Bunlar insanın içinde sallandıkça, verdikleri yontucu etkiler de var. Bütün tatlılık da aslında bununla geliyor. Bu hikâyedeki kahraman, öyle bir kahraman. Tabii ki karşılıklı konuşmada bahsedilen şey de alabileceği bir cevabın ta kendisi. Kitaptaki hikâyelerde beğenilmeyen sadece kültürlü bir homoseksüel değil. Çakır da beğenilmiyor, onun annesi de beğenilmiyor. Evdeki babaanne de beğenilmiyor, Müzik Hocası da beğenilmiyor, Cansın da beğenilmiyor. Aslan Bey de beğenileyim diye kırk bin tane yalan söylüyor. Bu, muhatapla ilgili bir şey…

DANİMARKALILIK

Deminki Danimarkalılık bahsi, Zamanın Farkındadaki bir cümleyi hatırlattı: “Bir kültürü anlatıcı kimliğinde taşımak değil, onun anlatılmak isteneni olacak kadar o olabilmek önemli.” Üzerinde epey durmayı hak eden bir cümle…

Doğu-Batı kültürü gibi bir konuya girmeyi kendi hesabıma istemem. Çünkü kültürü bir bütün olarak görecek çağa ve hale geldiğimi zannederim. Öyle olabilmeyi isterim. Çünkü sonuçta hepimiz, burada belli bir kültüre doğduk. Ama bugün insanlarda, bu kültürle ilgili, dün akşam Chicago’dan gelmiş gibi bir konuşma şekli ve uzaklığı seziyoruz. Aslında ideal olan, bir sabah ezanının makbul olarak dilkeşhaveran makamında, ama alışkanlıkla saba makamında, öğle ezanının hicaz, ikindinin buselik, akşamın, yatsının şöyle böyle okunacağına dair, en azından bunu kültürel olarak bilebilmesidir. Ezanın içerdiği bir kültürse, buna sahip olabilmek gerekir. Yani bir Muallim Naci’ye, bir Yahya Efendi Mezarlığı’na, Türk musikisi makamlarına, bunu dışarıdan öğrenen birisi gibi sonradan okuyup Binbir Gece Masalları’ndaki gibi bir tavırla, sathi bir aktarımda bulununca, ne aktarılan bir şeye benziyor ne aktaran.

Az evvel bir şeylere dâhil olmak derken, bugün mesela muhafazakâr kesim Yahya Kemal’e sahip çıkıyor. Halbuki Yahya Kemal onlarla yan yana gelemez. Kültürel olarak, kendi hayat tarzıyla, görüp geçirdikleriyle, yaklaşımlarıyla rindmeşrep bir adam. Ama “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı o yazıyor, orada kırk sene namaz kılmış adam değil. O kültürü oluşturacak ve onun bütün esinlerini, etkilenimlerini meydana getirecek kültür Yahya Kemal’de var. Dile getirecek kudret de. Rubailerinde, rast’ın mahur’la, uşşak’ın muhayyer’le döndüğünü de o yazıyor yine. Bir Ahmet Hâşim, bir Peyami Safa muhafazakârlığın simgesi gibi görünüyorlar, ama mesela Peyami Safa Asmalımescit’te kokaini içiyor, İbrahim Çallı’yla, Mesut Cemil’le o rindmeşrep hayatı yaşıyor, karısı olmayan bir kadının evinde ölüyor, ama bir yandan da bu kültüre ait şeyleri ifade edebilen o. Keza Tanpınar da öyle. Batı’yı da gayet iyi tanıyan, o edebiyatı çeviriler yapabilecek kıratta bilen, ama bizim kültürümüzü de bize bugün en iyi aktarabilmiş kimseler bunlar. Medrese eğilimli birilerinden öğrenmedik biz bunları. Bu tip adamlardan öğrendik. Dolayısıyla, “onun anlatılanı olacak kadar o olmak” derken biraz bu nispette bir insan olabilmekten bahsettim.

“Bir kültüre sahip olmak” dediniz. Bunu üçe ayırarak üzerinde düşünelim mi? Bütün bunlar hakkında bilgi sahibi olmak… Bütün bunlara “ait” olmak… Ve bütün bunların içinde olarak bunların ötesine geçmek… İkinci uğrakta “ait”i tırnak içine almamızın sebebi, insanın kendisini içine doğduğu kültürle ve sadece onunla tanımlaması ve diğer muhtemel tanımları daha baştan dışarıda bırakması ve başka kültürlerin mevcudiyetine rağmen, içine doğulan kültüre ait olunması ve bir bakıma ona hapsolunması, dolayısıyla onun ötesine geçilememesi gibi bir mesele var.

Yahya Kemal, Hâşim, Peyami Safa örneklerini verirken, tam da sizin değindiğiniz şeyi açıklamak istedim. Bilgi sahibi olmak, tabii temel bir şeydir. Ama bir de bilgi sahibi olduklarıyla ilgili duygulanım sahibi olmak gerekiyor…

Müzisyen bir arkadaşımız Şişli Camii’nin müezzininin öğle ezanını okuyuşuna hayran. Müzisyen olduğu için makamları biliyor, Ermeni olduğu için de makamların kökenlerinin Ermeni Kilisesi’yle ilişkisini biliyor. Ve tabii bunlarla birlikte iyi okunan ezandan zevk alabiliyor. Öte yandan, o makam bilgisine, o müzisyen kulağına sahip olmadan da iyi okunan ezanla iyi okunmayan ayırt edilebiliyor. Ve ezanın çağrısı hiç alâkadar etmese de bizatihi okunuşu güzel bir duygu verebiliyor. Bu da başka bir bilgi-duygulanım ilişkisi…

Bunlara ilave olarak, insanın illâ kendi ait olduğu hayata değil, başka hayatlara ait de duygulanımlarının olabilmesi onu sanata yakın ve yatkın kılıyor. Yahya Kemal neticede “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı biraz bu duygulanımlarla yazabiliyor. Yani Vefa’da, Küçükpazar’da o harabe halindeki evlerden çıkan gür gümrah çiçekleri, pişen yemekleri, gelen yemek kokusuna göre o evlerin muhtemel ekonomik durumlarını, hallerini, ahvallerini hissedebilecek halde olabilmek, insana biraz o olabilme imkânını açıyor. O olabilme derken, tam öyle biri karşınıza geçtiğinde, onu yadırgamayacak ya da halini anlayabilecek halde olmak… Zaten insanın genişliği, bu anlamaların artmasıyla ancak mümkün olabilir, başka türlü olamaz. Burada sözünü etmek istediğim şey, bunun masalsı bir anlatımı ya da dolaylı bir ifadesi olmak değil. Sonuçta Küçükpazar’da oturmuyor da olsanız, o pişen yemeği yemiyor da olsanız, onu biliyor, anlıyor ve onun yanından bir duygulanımla geçebiliyor olmak…

Ben o olabilmek derken, bunları bilebilmekten bahsettim. Tabii bunun bahsettiğimiz şekilde bir kültürle alâkası var. Çoğu kimse şu an bunlarla bir rabıta kuracak halde değil. Buna belki meyyal de değil. Ya da bunları değerli bulmuyor olabilir. Ama bulunabilmesi halinde, bunun bir derinlik vereceği de verdiği de muhakkak. Mesela, Kılıç Ali Paşa Camii mimari olarak çok güzel. Akşam karanlığında geçiyorsunuz, içeriden kırmızı, ince bir ışık geliyor. O kafeslere bakıyorsunuz. Mütedeyyin bir çocuk yere oturmuş, eğile eğile Kuran okuyor. Bunu bir duygu olarak, bir anı olarak kendine alabilmek… An gelir, bu insanı ağlatabilir de. Bu tabii ki kültürün her aşamasında böyle. Eline iki filesini almış, Çiçekçi’de, Tunusbağı’nda yampiriden yürüyen bir kadın gördüğünde de insan Behçet Necatigil’i elbette daha çok anlıyor. O kadını anlarsınız, o yürüyüşünü anlarsınız. Bu anlamaların, farkına varmaların artması, insanın kültür dediğimiz şeyle çok içli dışlı ve derinlikli bir ilişki içine girmesine ve dediğiniz gibi, orada kalmayıp, onun içinden geçip, belki başka bir şey de olmayıp ama hepsiyle nigehban olabilmeyi sağlayabilmesi, önemli bir zenginlik.

Arthur Dove

DERSİM HİKÂYESİ: “ÇOK UZAKMIŞ, ANCAK TAYYAREYLE GİDİLEBİLİYORMUŞ”

Bir Dersim Hikâyesi adlı hikâyeler kitabına dahil olmanız nasıl oldu?

Murathan Mungan arayıp Dersim katliamıyla ilgili bir öykü kitabı hazırladığını, seçtiği bazı öykücülerle bir derleme yapacağını, benden de bir öykü istediğini söyledi. Bu beni biraz tedirgin etti. Wittgenstein’ın “üzerinde konuşulamayanlar hakkında susmalı” önermesi vardır çok ünlü, ama onun bir de alt metni var: “Çünkü üzerinde konuşulabilenler yalanı uydurulmuş olanlardır, her konuştuğumuz daha önceden intişar etmiş bir yalan üzerine konuşulan şeylerdir. Onu yastık alan şeylerdir.” Geçmişe ve geçmişteki olaylara çok inanarak üstüne bir şey inşa etmek, bana her zaman biraz sakınılması gereken bir şey gibi geliyor. Çünkü şu an biz de kendi yaşadığımız devrin her tür illeti içindeyiz. Bu devrin de yüzlerce vahşeti, çirkinliği var. Bizden sonraki nesiller bunlar için belki utanacaklar, ama onlar da sonrakileri utandıracak şeylerle meşgul olacaklar bir yandan da. Ama bilebildiklerimiz ve elden gelenler, sözde künhüne varabildiklerimiz o kadar sınırlı ki, ne olduğu o kadar belirsiz ki, neticede böyle bir şeyin içinde kapanılıp kalınıyor. Murathan Mungan’a, benim bu tür bir yazıya, belgesel yazarı gibi konulu, temalı şeylere yakın olmadığımdan, genelde daha başka dertleri seslendirdiğimden, kendimde duyduğum şeyleri yazmaya yakın olduğumdan bahsettim. O da olsun, siz de böyle bir şey yazın” dedi. Ben de oturdum, kitaptaki hikâyeyi yazdım.

Dersim’in derin bir yara olmasına ilaveten, sipariş üzerine ve belli bir başlığı karşılayan bir öykü yazmak, bir edebiyatçı için sancılı bir iş değil mi?

Yazar olmanın tek iyi yanı, müstakilen iş yapmak. Müzisyen olsanız, öteki müzisyenler var, provalar var, ötekilerin duyuşları ile uyuşmak var; bunlar çok zor şeyler. Hele insan biraz ayrıksı ve derinlikli bir yerde duruyorsa, başkalarıyla birleşmek gayet zor. Tek başına olmamanın verdiği bazı güçlükleri mutlaka taşıyacaksınız. O yüzden, tek olmak, kendi olmayı muhafaza edebilmek büyük saadet. Bu uğurda ne yapılsa azdır. Ancak, insan nerede ve neler arasında olursa olsun, kendi sesini de bulabilmeli, kefaretini ödemeli ve nereye girerse girsin kendisi olarak çıkabilmeli, hem de bunu en yüksek seviyede yapabilmeli. Sakınmak güzeldir, ama tam olmamışların zeminidir. Güçlü ve güzel olan, girdiği yeri bile kendine benzetebilendir. “Çok Uzakmış, Ancak Tayyareyle Gidilebiliyormuş” hem o kitaba girebilecek hem de sadece edebiyat tadını öne almış, sadece kendi dediğini demeye gayret eden, 1930’ların Boyacıköy’ünden oraya şaşkınlıkla bakan, baktığını da göremeyen, ama kendi içini iyi gören bir adamın hikâyesi. Murathan Mungan böyle olmasını güzel buldu.

Siz nasıl buldunuz kitabı?

Edebiyatın bir konuyu, başkalarının da elbette bildiği, bizatihi içinde olduğu bir konuyu, bir elmas yontucusu gibi, daha derin bir kucaklayışla, farkına varışla ve bir ifade kuvvetiyle aktarabilmesi onu eser sınıfına sokabilirse sokuyor. Ama artık günümüz edebiyatı klasik edebiyat gibi güçlü temeller, derin duyuşlar ve dile getirişlerle yüklü değil. Ben biraz daha eski edebiyata, eski görme biçimlerine ve anlatış şekillerine yakınım. Çünkü o görme ve anlatma biçimlerinin bazıları çok tedavi edici olabiliyor, çok başka bir cihet gösterebiliyor, çok teselli edici, çok gerçek bir kudret sahibi olabiliyor. Beni hep o çekti, onun tarafında olmaya çalıştım. Çünkü aslında, buralar şifa arayan yazarların ve okurların yeridir. Ama artık edebiyata bakarken, yazmada, düşünmede, ifadede öyle bir kudret aranmıyor. Biraz bir düşünceye, bir fikriyata sahip olan kişi bunu bir maden gibi işletiyor.

Şimdilerde bohemlik olduğunu hiç zannetmiyorum. Bir gece çok içen ertesi gün detoks yapıyor, hayata düşkün, sağlığına düşkün, kendini esirgiyor. “Hayat her şeye rağmen tatlı” düşüncesiyle nasıl sanat ve edebiyat yapılır, anlamanın imkânı yok. Ben hayatın çok güzel ve tatlı olduğunu düşünsem ve buna inansam, bir daha kalemi elime almam.

Bugün Tanpınar’ı “verimsiz adam” diye eleştiriyorlar. Ne olabilir ki neticede, ne yapabilir? Yani, diyelim ki Hâşim, “Müslüman Saati” gibi on makale daha yazabilir. Yahya Kemal o minvalde, o bakışıyla, o duruşuyla yüzlerce şiir de yazabilirdi. Keza Hâşim de… Ama onlar yapabileceklerinin en iyisini ve sadece tek bir taneyi yapmayı öne almış ve ona her şeyi koymaya çalışmış insanlar. Ben de biraz o tavırdayım. O yüzden hikâye yazarken de, bir ıstıraptan bahsediliyor olsa da, düşünceyi derinleştirme, ifadeyi kuvvetli hale getirme, bakışı kuşbakışı olmaya yayma hali olmalı diye düşünüyorum. Bunlar tabii çok yorucu tecrübeler. Yaşarken her şeyi içinize almanızı, her hareketi, esintiyi, kıpırtıyı, ışık ve mimikleri kendinize hasretmenizi gerektiriyor.

Bu, yapayım demekle olur şey değil. Yazmak her şeyden önce acıdan kaçmamaya, derinlikten ürkmemeye bağlı. Yapması da çok zor. Ancak bu olduğunda gerçek bir şey çıkıyor ortaya. Yani insan kendisi nasılsa, ne kadarsa o kadar yazabilir. Ne kadar derinse, ne yükseklikte şeylerle hemhal olabiliyorsa, ne derinlikten ne bulabiliyorsa onları ortaya koyar. Ben “nasıl yazmalı”dan ziyade “nasıl olmalı”yı daha önemsiyorum. Olduktan sonra gerisi gelir. Bir Dersim Hikâyesi’ndeki yazarlar da, kendileri nasılsa, anlama ve duyurma biçimleri nasılsa, elbet öyle yazarlar. Hassasiyetler kişiden kişiye değişiyor. İnsanlar insanlara kızıyor, anlayamıyor. Niye kedileri çok seviyorsun da insanları sevmiyorsun? Neden bütün hassasiyetini azınlıklara verdin de şehitlere üzülmüyorsun? Şehitlere üzülüyorsun da başkaları ölünce onlara niye gıkın çıkmıyor? Niye tabiata sesin çıkmıyor da başka bir şeye feveran ediyorsun? İnsanın kucaklayışı aşkın değil, her şeye birden yetemiyor, her şeyi birden göremiyor. Birinin eli ona yetecek, ötekininki buna yetecek. Biraz da böyle bu işler. Bir katliama kanlı gözyaşları dökenler, başka bir katliamı sıradan sayabiliyor, şurada bir kedi ezildiğinde kılı kıpırdamayan, başka bir şey için koşabiliyor. Bir şeye ağlayan, az sonra ağlanacak bir şeye gülüyor. Memleketin deprem bölgeleri bile farklı hassasiyetler uyandırıyor. Yani benim anladığım, insanın zaten çok az bir merhameti var, bunu da idareli kullanıyor. Birincil gördüğü ne ise bir atımlık topu orada bitiveriyor. İnsan, duygulanımıyla, diğerkâmlığıyla, gerçekten üzülebilmesiyle, gerçekten acı duyabilmesiyle ilgili çok zayıf ve yetersiz. Üstelik bunlar da ya uçucu ya takıntılı duygulanımlar. Her şey birleşip, kalp yekpareleşip bunu gereken yerlere tevzi edemiyor. Kendine seçtiğine, bir sebep yakınlaştığına Hz. İbrahim evvahlığında iken, diğer belki çok daha kıymettar dertlere ve ıstıraplara eğilip de bakmıyor bile. Yani insanın önünden de arkasından da gidilmez. (gülüyor)

Yazdığınız Dersim hikâyesinin Boyacıköy’de geçmesini, kahramanın olup bitene uzaktan bakmasını tercih etmenizin sebebi ne?

Boyacıköy’ü sizinle konuştuktan sonra, bir bergüzar olarak yazdım. Bir de, böyle bir adamın eski bir muhitte oturması gerekiyordu. Bir hafta sonu kalktım gittim, Boyacıköy zaten çok güzeldi, daha da güzelleşmiş buldum. Sahilin o heyheyinden, sathi neşesinden ne kadar uzak. Kendisine ulaşılmamasını saadet addederek, divan minderinde oturur gibi oturuyordu. Sanki bir Ege adasının tepesinde, kendisi olmuş, başkalarını sıkılmadan bekliyordu. Çaprazdan denizin görünüşü ve ışık çok güzeldi, tatlı bir esinti vardı. Boyacıköy’ün yokuşları çok yormuyor, o bakımdan da güzel. Rükûda değilsiniz, süphanirabbiyelazim denmiyor yürürken. (gülüyor) Bakındırtıyor. Hikâye Boyacıköy’de geçiyor, adlı adınca, ama Boyacıköy’ü anlatmıyor. Dediğim gibi, öyle bir adamın eski bir muhitte oturması gerekiyordu. İhsaniye de olabilirdi, Tunusbağı da… Tunusbağı’nda haremağalarının mezarlarının olduğu bir yer vardır. O bölge hep eski hattatların, Mevlevîhanın oturduğu yer vaktiyle. Toygar Tepesi, meşhur hattat Necmettin Okyay’ın da oturduğu yerler, oralar da uygundu. Bir de onun karşı yakadaki versiyonu olarak yine de bir Emirgân ve Boyacıköy… Arnavutköy’ü bu şekilde sayamazsınız, değildir çünkü. Arada kısa bir mesafe vardır, ama yine de değildir. O ot orada bitmez. O yüzden zaten seçenek azdı. Ben de Dersim hikâyesindeki efendiyi Boyacıköy’e yerleştirdim.

Ve Dersim katliamının onun zihninde, ruhunda nasıl yankılandığını izliyoruz. Gazetelerde ne okumuşsa, etrafından ne duymuşsa, üzerine ne düşünmüşse, o zamanın halet-i ruhiyesiyle ne hissetmişse o beyamca, onu okuyoruz. Öyle derin bir üzüntü görmüyoruz.

Evet.

Hikâyeniz konuya yeterince “duyarlı” bulunmamış olabilir mi?

Sadece konuya duyarlı birisi öyle duyabilir, edebiyata duyarlı birisi için öyle olmaz. Ama bunlar benim konuşacağım şeyler değil. Duyarlılık da, az evvel demeye getirdiğim gibi, belli bir konu seçip ya da sadece kişisel yaralarımız üzerinden sonsuz bir kaşınma değildir. Sadece kendi yaramıza az çok merhemi olanı Farabi ya da Lokman Hekim saymak değildir. Dünyada dert de bütündür, keder de. Ama o an kendine dert değmeyenler hep kenara çekildikleri için bazı bünyelere bunlardan çok fazla isabet eder. Ama duyarlılık aslında öyle ince bir şeydir ki, bir türlü dertlenemeyen, kederleri ve ıstırapları sezemeyen hamhalat ruhlara bile merhamet edebilmeyi içerir.

Benim ömrüm kendimi hırpalamakla geçti. O yüzden kimseye bir şey kalmadı. Başka birinde beni azarlayacak bir mesafe kalmadı. İnsan duyguları, derinliği, çok diğerkâm olmaya müsait değil. Bir acıyı insan seziyor, bunu sezdiği anda oraya kadar bir yaylanıyor, gidiyor geliyor, bir bakış yakalıyor oradan ve onu kendi bakış açısına ve hayatına hafif bir aplike edince hemen uzaklaşıyor. Yattığınızda sizinle beraber kalmıyor. Şimdi böyle başka acılara batmış çıkmış, onunla hallihamur olmuş ve bundan sonraki hayatını o bakışla yaşıyor olma hali bana çok gerçek gelmiyor bu sebeple. En fazla görebilirsin, ki o görebilmek bile aslında büyük bir hüner. Çünkü insanın görebilmekle ilgili ciddi sorunları var ve görebilmek hakikaten büyük maharet. Ortega’nın dediği gibi, insanların yüzde 90’ı uyurgezer olarak yaşıyor. Yani yaşarken hiçbir şeyi görmüyorlar. Bir şairin bakıp da bir şeyi bir anlık yakalaması çok güçlü bir şiir oluşturabiliyor ve o bir anda milyonları arkasına takıyor. Çünkü o an baktı ve görebildi. O çok keskin bakış, bir zamana ve çağa gerçekten şöyle bir eğilebilme ve o suda o halin aksini görebilme çok seyrek oluyor.

İnsan bunu kendinde de hisseder. Kendini gerçekten görebilmesi, şu ânı veya şu ağacı hayalin ötesinde sezebilmesi, havayı, tuzu koklayabilmesi, bir manzaraya gerçekten bakabilmesi her gün olan şeyler değildir. O seziş çok fazla olmaz. Edebiyatta hikâye edebilmek, varmış gibi yapabilmek, şeytanın söz kapması gibi bir şeyleri aktarabilmek bunların becerisidir bir yerde. Ama katrana bulanmış da üstüne bu tüyler yapışmış gibi olmak, bana çok gerçek gelmiyor. Gerçek olamadığı nispette de tabii seyreliyor ve çok cılız bir şey oluyor. Sanata da dönüşemiyor. O yüzden edebiyatımıza baktığınızda hep bir” pretending” hali, “mış gibi” olma hali var. Tabii bunlarla doyulmaz. “Elde yiyen yolda acıkır” diye bir laf vardır. Kendin kurmazsan sofrayı, doymazsın. Kitap yazmak, en azından, bu hale gerçekten bürünebilen, ona bürünenin halidir. Bu da zaten hakkıyla yapılırsa üst düzeyde bir duyarlık gerektirir.

Sabahattin Ali’nin öykülerinden bahsetmiştiniz. İçimizdeki Şeytanda anlattığı yazar, şair kesiminin hali bugünkünden pek farklı değil. O öykü çok rahat 90’larda, 2000’lerde de geçebilirdi.

Ama o çok belli bir kesim. Oradakiler bir Mesut Cemil’dir, Çallı’dır, Peyami Safa’dır, Fikret Adil’dir, üç-beş de beyaz Rus kadın ve kokainle ihtilaçlar geçirme halidir. O kesim İçimizdeki Şeytan’da var, Bir Tereddütün Romanı’nda var, Necip Fazıl’ın, Fikret Adil’in kitaplarında var… Tabii biraz bağından boşanmışlık var, cumhuriyet kurulmuş, bir serbestlik olmuş, dahası, ne olmuş ve olacak belli değil. Şimdilerde ise bohemlik olduğunu hiç zannetmiyorum. Bir gece çok içen ertesi gün detoks yapıyor, hayata düşkün, sağlığına düşkün, kendini esirgiyor. Esrikler içinde, hayal içinde ordan oraya koşmuyor, ufacık bir şey yapsa herkesten evvel kendisi bunun farkına varıp onu da işletmeye koyuyor. O devrin adamı, elbet okuduğumuz, bildiğimiz kadarıyla, öyle değildi. Paket paket sigara içer, kendini umursamadan sağa sola çarpardı, eser oluşturmayı gerçekten önemser, bu uğurda yaşardı. O zamanlar insanlar kendilerine o kadar kıymet vermiyorlardı. Daha perişan oluyorlar, gerçekten acı çekiyorlardı.

“Hayat her şeye rağmen tatlı” düşüncesiyle nasıl sanat ve edebiyat yapılır, bunu anlamanın imkânı yok. Hayat tadını nelerden sonra, belki azıcık bir sızdırır, o da kendi çektiklerin ve gösterebildiğin mukavemetin neticesinde duyabildiğin sabah vakti, sızı gibi bir şeydir aslında. Biz hayatı acı bulan kimselerle beslendik. Ancak bu beslenme büyütür. Bu anlayışsız ve katı bir acılık düşüncesi değil elbette, ama anlayabilmenin yolu acıları sıyırarak bir bakabilme becerisi gösterebilmekten geçiyorsa, perde de gölgeli, hep üstünde bir melâl ve önünde uzanan tuhaf bir zaman. Ben hayatın çok güzel ve tatlı olduğunu düşünsem ve buna inansam, bir daha kalemi elime almam.

Bir+Bir, sayı 18, Temmuz 2012

2. bölüm: Karıncanın elini sıkmak

3. bölüm: El veled-i sırrı ebih

4. bölüm: İnsan kendi kendinin hayal kırıklığıdır

^