6 Şubat’ta sabaha karşı neler yaşadınız, nasıl kurtuldunuz?
Kenan Yurttagül: Oğlum olmasaydı bugün ya ölüm istatistikleri içinde ya da yıllarca acaba nerede, nereye gömüldü diye arananlar listesinde olurdum. Oğlum Can Ankara’dan Antakya’ya gelmişti. Cumartesi Harbiye’ye, Cennet Bahçesi’ne, pazar günü de Samandağ’a balık yemeğe gittik, çok güzel bir hafta sonuydu, her şey çok güzeldi…
Pazartesi sabaha karşı dördü çeyrek geçe oğlumu yolcu ettim. Yedi-sekiz dakika sonra, ayağımda çorabım, üzerimde pijamam, ev sallandı. Antakya uzun süredir hep sallanıyordu zaten. Sonra çıt çıt etti, çıtırtı çatırtıya dönüştü. Bu arada kedimi, Minnoş’u aramaya başladım. Tavandan bir şeyler dökülmeye başladı, sallantı şiddetlendi.
Giriş katta oturuyorum, on saniye içinde dışarı fırladım, elimde telefon. Nasıl bir yağmur yağıyor, ânında sırılsıklam oldum. Cadde öyle şiddetli sallandı ki, yere yıkıldım. Sırtüstü yağmurun içinde, ayağımda çoraplar sokaktaydım. Telefonum çaldı, depreme havaalanı yolunda yakalanan Can aradı. “Git buradan, hemen git” dedim. Doğrulmaya çalışırken, apartmanın kapısı molozlarla kapandı. Üst katımdaki aile küçük çocuklarıyla çıkmaya çalışıyordu. Onların çıkmasına yardım ettim. Yüzleri kan içindeydi.
Evim, komşu evler tek tek yıkılıyordu. Kelimelere dönüşememiş sesler, nidalar yükseliyordu her yandan. Çok kısa süre sonra elektrikler de kesildi, zifiri karanlık. Komşumun arabasının üzerine düşen ağacı kaldırdık, arka cam patlamıştı. “Çıkalım buradan, hastaneye gidelim” dedik. Evinden çıkabilenler sokakta, sirenler çalıyor, yaralılar yol kenarında, binalar kâğıt gibi çöküyor, Inception filmindeki gibi…
On saniye içinde dışarı fırladım. Cadde öyle şiddetli sallandı ki, yere yıkıldım. Sırtüstü yağmurun içinde, ayağımda çoraplar sokaktaydım. Evim, komşu evler tek tek yıkılıyordu. Kelimelere dönüşememiş sesler, nidalar yükseliyordu her yandan. Zifiri karanlık. Binalar kâğıt gibi çöküyor…
“İmdat” kelimesi veya “Beni kurtarın” gibi bir cümle akla gelmiyor, sesler çıkıyor, sesler, bağırış çığırış… Trafik sıkışmış, insanlar durduruyor, arabaları göçüğün altında kalmış, “Bizi de alın” diyorlar. Eski devlet hastanesine vardığımızda binanın yıkıldığını gördük. Hızlıca kentin dışındaki “meşhur” şehir hastanesine gittik, kapkaranlıktı, tek bir ışık yanmıyordu. Asfalt yarılmıştı, araba atlaya atlaya yol alıyordu. Hepimiz sırılsıklamız, titriyoruz. İskenderun yolunda bir arkadaşımın çiftlik evine attık kendimizi.
Sağlam mıydı ev?
Değildi, camları patlamış, hasar vardı evde. Yandaki barakaya sığındık, burada oğlumla buluştuk. Onu götüren araçla geldi. Sırtıma bir şal verdiler, bir terlik buldum. Barakada mum ışığında oturuyoruz, uzaktan kenti görüyoruz. Işıklar patlıyor, yıkımlar devam ediyor. Nohut kaynattık, birer avuç onu yedik. Komşumun akrabaları geldi, onu götürdü. Sonradan öğrendik ki, komşumun babası ve kardeşi onu bulabilmek için ikinci depremden önce eve gelmişler ve enkazın altında kalmışlar. Annesi de evlerinde yaşamını yitirmiş. Düşünebiliyor musunuz, yaralı da olsanız bir şekilde evden çıkabilmişsiniz, sizi aramaya gelenler evinizin enkazı altında kalıyor.
Komşum gidince biz oğlumla kalakaldık. Ağzımızı bıçak açmıyor. Bir arkadaşım daha uğradı, ama apar topar ayrıldı yanımızdan. Kayınvalidesi enkazda sıkışmış, onu kurtarmaya gitti, ama kurtaramadı. “Ben evimi görmek istiyorum” dedim, derdim Minnoş’u bulmak. Gittik. Bulamadım. Hava ışımıştı, kenti gördüm. Sağlı sollu, evler yıkılmış, yıkılmış, yıkılmış…
Antakya’nın içindeyken öğle saatlerinde ikinci deprem oldu. Bir arkadaşımla konuştum, “sizi alalım oradan” dedi. Kamyonun arkasına tüplü ısıtıcılar yüklemişler, dağıta dağıta gelecek. Ancak, valilik izin vermemiş. Ben de onlarla Mersin’e gideceğim, ilk kararım böyleydi. Bu arada, bugün öğrendim, Mersin’de ortalama bir evin kirası 18 bin lira olmuş.
Neden arama-kurtarma ilk 24 saatte yapılamadı? Neden kentimde insanlar yapayalnız kaldı? Neden? Hıristiyanlar, Aleviler yaşadığı için mi? Vinçler neden kente giremedi? Yardımlar başka illere kaydırılıyor, neden? Ne yapıyorsunuz? Kenti insansızlaştırmaya mı çalışıyorsunuz?
Ağabeyimi aradım, “Ankara’dan bir araç gönderiyorum” dedi. On saat sonra geldi araç. Depremden 18 saat sonra Ankara’ya gelmek üzere yola çıktık. Yol boyunca, benzinlikler yağmalanmış gibi bomboştu. İskenderun Limanı’nda yangın başlamıştı. Bir Whatsapp grubuna yazmış biri, bir bardak çayı 250 liraya satmışlar. Fırsatçılar işe başlamış.
Karla kaplı yolda kaya kaya Pozantı’ya indik. Önümüzde bir kar küreme aracı, onun peşine takıldık bir süre, yoğun bir trafik var. Tipi deliler gibi, hayatımda hiç böyle tipi görmedim. Oğlum kıvrıldı, uyumaya çalışıyor, arabanın camına yaslanmış, arkamda bıraktığım kenti düşünüyorum, başıma gelenleri, dostlarımı ve kedimi…
Kaç saatte gelebildiniz Ankara’ya?
On buçuk saat sonra, yıllar önce çıktığım kente geri geldim. Ertesi sabah Mersin’e giden bir arkadaşım aradı. Artık “nasılsın?” diye sormuyoruz, soramıyoruz birbirimize, “ne durumdasınız?” dedi, konuştuk. Bir ara “yaşadığıma pişmanım” dedi. “Yaşadığıma pişmanım.” Nasıl olmasın? Karısı kayıp, annesini kaybetti. Herkes sevdiklerini kaybetti, yaşamıyorlar veya enkaz altından çıkarılmadılar.
Bir başka arkadaşım, aile apartmanında oturuyorlardı. İki kardeşi ve annesi vardı. Dört gün boyunca uğraştılar, sonunda madenciler geldi ve tünel açıp ulaştılar onlara. Ama çok geçti. Neden? Onca uğraşa karşın, madencilere bile arama-kurtarma izni geç verildi. Anne-oğulun birbirlerine sarılmış cansız bedenlerine ulaştılar. Kardeşlerinden biri yaşamıyor, diğer kardeşinin ayağını kesmek zorunda kaldılar.
Kuzenimin oğluyla konuştum, Vali Göbeği’nde oturuyorlardı. Evlerinde patlama oluyor ve yanıyor. Apartmandaki herkes yanarak ölüyor. Kemiklerine bile ulaşılamamış. Bütün anlatılanlar böyle… İki, hatta üç gün boyunca yapayalnız bırakıldı insanlar. Kurtulanlar, bizim apartmanda olduğu gibi, birbirine yardım etti, elleriyle kazdılar betonları. Şimdi duyuyoruz ki, depremin büyüklüğü ilk dakikalarda öğrenilmesine karşın devlet harekete geçememiş.
Antakya’ya arama-kurtarma ve yardımlar sizce neden geç geldi?
O kadar çok böyle soru var ki… Hepsi “neden”, “niye” diye başlıyor. Neden arama-kurtarma ilk 24 saatte yapılamadı? Neden kimse uyarılara kulak vermedi? Jeolog Naci Görür anlatıyor: “Herkese söyledim, uyardım, deprem geliyor dedim…” Neden kimse onu dinlemedi?
Depremde hayati önem taşıyan Hatay Havalimanı’nın zemininde neden çatlaklar oluştu? Onca itiraza karşın, iktidar neden inatla havalimanının böyle bir zemine, ovaya yapılmasında ısrar etti? Neden kentimde insanlar yapayalnız kaldı? Neden? Hıristiyanlar, Aleviler yaşadığı için mi?
Orhan Aydın arkadaşım; onu aradım, konuşamadık. Çıkaramadı kızı Eylem Şafak Aydın’ı enkazdan. Kaybetti kızını. İlk gün yardım gelseydi, hayatta olabilirdi Eylem Şafak. Ne diyor Orhan Aydın? “Çocuklar babalarından önce ölmesin.”
Devlet organize olup Antakya’ya gelebilseydi, bugün birçok insan hayatta olacaktı. İnşaat, inşaat, inşaat, yerin altını üstüne getirme işlerinde bu kadar mahirler, bölgeye yakın illerdeki tüm inşaat araçlarını, iş makinelerini sevk edemezler miydi? Vinçleri seferber etmek o kadar zor muydu? Kentin dışında bekletilen vinçler neden kente giremedi? Tırları sokmuyorlar, yardımlar başka illere kaydırılıyor, neden?
Son anda canını kurtaran bir arkadaşım bir-iki gün önce Tekirdağ’dan bir tır dolusu çadır buldu, Antakya’ya sokulmadı, Osmaniye’ye gönderildi. Neden? Bu saatte ne önemi var AFAD’ın dağıtım yapmasının? Kime neyin reklamını yapıyorsunuz? Binlerce insan, muhalefet partileri, büyükşehir belediyeleri, sivil toplum malzeme toplamış, göndermiş, neden engelliyorsun?
Bir-iki gün sonra, “baraj patladı” dediler, bir gecede insanlar kenti terketti, özellikle araçlarında kalanlar. Sonra, “karantina başlayacak, kent kapatılacak” söylentisi yayıldı. İnsanın aklı almıyor, ne yapıyorsunuz? Kenti insansızlaştırmaya mı çalışıyorsunuz? İnsanlar sevdiklerinin cenazelerine ulaşmak istiyor. O kadar çok insan var ki kayıplarının peşinde olan, akıbetlerini öğrenmek için bekleyen. Antakya’da yaşayanlar kentlerini sever, bugün giden herkes dönecek bir gün, kent peşimizi bırakmaz bizim. Kimler âşık olmamış ki bu kente?
Kimler mesela?
Antakya istilalar, depremler ve yangınlar kenti. Ama hep küllerinden doğmayı başarmış. Yanmış, yıkılmış, hep toparlanmış. Bilgisayarım, bellekler, kitaplarım, hepsi enkaz altında… (derin bir iç çekiyor) Ben Antakya için hep derim ki, “bu kente gelen âşık olmuş, ayrılamamış bir daha”. Kimler kimler gelmiş, bu şehirden gitmek istememiş.
Harun Reşid (763- 809) almış kenti, ayrılamamış. Haçlı seferleri sırasında Akitanya Dükü’nün kızı Düşes Eleanor (1122-1204) gelmiş, VII. Louis’nin eşi, Fransa kraliçesi. Eleanor Antakya’yı doğduğu kent Bordeaux’ya benzetiyor. Romalılar şehri alıyor, iskân ediyor ve zamanının en büyük metropollerinden biri oluyor. Memlûk Sultanı Baybars’a kadar bu böyle sürüyor. Baybars tüm kenti kılıçtan geçiriyor. Neden? Çünkü Antakya bir Hıristiyan kenti. Bu yüzden Antakya hep ötelenmiştir. Sonra Osmanlı döneminde, Antakya Halep’e bağlı yıkık dökük bir yer oluyor. Doğu’nun kraliçesinin şansı bir türlü dönmüyor, ta ki Hatay Cumhuriyeti kurulana kadar.
Yaşadığımız deprem değil, düpedüz sosyal katliam. Demiyorum ki yaşam dursun, ama depremi bir dizi film gibi seyretmek, bu neşe nedir böyle! Elbette iyileşeceğiz. Birkaç gün içinde hayatın olağan akışına dönmeden, konuyu gündemden düşürmeden, seçimleri ertelemeden, yepyeni bir anlayışla…
Kayıtlı tarihin en büyük depremleri de Antakya’da meydana geliyor…
Tektonik olarak, Doğu Anadolu Fay Zonu, Ölü Deniz Fay Zonu ve Kıbrıs Yayı bu bölgede yan yana gelerek üçlü bir kavşak oluşturuyor. Kayıtlar art arda gelen yıkıcı depremlerin bu bölgeyi birçok kez etkilediğini gösteriyor. Bu depremlerin hangi faydan kaynaklandığı bugün halen tartışma konusu. Ama bölge için gelecekte de büyük ve yıkıcı depremlerin meydana gelme ihtimalinin yüksek olduğu tartışılmaz.
Tarihte en çok insanın yaşamını yitirdiği dünyanın en büyük depremleri listesinde, üçüncü ve dördüncü sıradaki depremler Antakya’da olmuş. Yine bir kış depremi olan 13 Aralık 115 yılında Antakya’da meydana gelen ve 7,5 büyüklüğünde olduğu tahmin edilen depremde 260 bin kişinin hayatını kaybettiği sanılıyor. 526 yılında, mayıs ayı sonlarında yaşanan 7,0 büyüklüğündeki depremdeyse 250 bin insan yaşamını yitirmiş.
Antakya hep ufak ufak sallanıyordu. Depremlerin tarihini de bilmeme karşın, böylesi bir yıkımı beklemiyordum. Üstelik, 6 Şubat depremi tarihte örneklerini saydığım Antakya depremlerinden de değil.
Depremden sonra ilk kez şehirde sokağa çıktınız, Ankara sokaklarında nasıl bir hisse kapıldınız?
(yan masalarda konuşulanlara kulak kesiliyor) Herkesin keyfi yerinde görünüyor. Ne yaşandı bu ülkede? On gündür on kentte yaşanan ne? Aslına bakarsanız, yaşadığımız şey deprem değil, düpedüz sosyal katliam. Demiyorum ki yaşam dursun, ama bu neşe nedir böyle! Depremi bir dizi film gibi seyretmek, diziden bahseder gibi konuşmak!
Antakya’nın dörtte üçü yok artık. Nüfusun en az 100 bini artık yaşamıyor. Şehri yeniden inşa etmek isteyenlere “acele etmeyin” diyorum. Durun biraz! Mart başında TOKİ evlerine başlanması talimatı verilmiş! Yine yıkıntı alanına binalar dikip insanları ölüme mahkûm etmelerine razı gelemeyiz.
Kaç gündür uyuyamıyorum. Hep aynı sorular kafamda: Neden yardımlar geç geldi? Herkes nasıl bu kadar yalnız ve çaresiz bırakıldı? Kedim neden yok? Dostlarımın, arkadaşlarımın hayatı neden altüst oldu? Bugünlerden nasıl çıkacağız? Yaralarımız nasıl sarılacak? Oğlum da benden farklı bir durumda değil. İlk anda o da beni kaybettiğini düşündü muhtemelen.
Elbette iyileşeceğiz. Birkaç gün içinde hayatın olağan akışına dönmeden, konuyu gündemden düşürmeden, seçimleri ertelemeden, yepyeni bir anlayışla kentler kurmamız gerek. Bu arada, muhtemelen metropol yaşamını unutmuşum, burada yollar o kadar kalabalık geliyor ki, insanlar, insanlar, insanlar…
Bundan sonra sizce ne olacak? Neler yapılmalı?
Antakya’nın dörtte üçü yok artık. Şehrin nüfusu 500 bin. Bu nüfusun en az 100 bini artık yaşamıyor, kimi bulundu, defnedildi, kimi topluca gömüldü, çoğu hâlâ enkaz altında. Şu kadar ölü diye bir sayı açıklayacaklar.
Naci Görür de, yurtdışında Türkiye’yi takip eden bilim insanları da bunun Antakya depremi olmadığını, o depremin kapıda beklediğini söylüyor. O yüzden de şehri yeniden inşa etmek isteyen herkese “acele etmeyin” diyorum. Şimdi herkes bir şey yapmak istiyor.
TÜBİTAK para vermiş, ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü bir envanter çıkaracakmış. Dayanamadım, aradım, “niye bu kadar acele ediyorsunuz?” dedim. Merkezden, kenti bilmeden, kentin insanlarının taleplerini bilmeden, onları dinlemeden ve en önemlisi yaraları sarmadan bu neyin acelesi? Kentin Mimarlar Odası’nın binası sapasağlam, bizim Antakya Kültürel Mirasını Koruma Derneği de o binada. Mimarlar Odası var, her dalda yetkin uzmanlar var, yurtdışında Antakya çalışan, bilen, yeni öneriler geliştirenler var, Şili depremi sonrası geliştirilen yeni imar ve iskân yaklaşımı, Japonya örneği var… Bu acele ne? Durun biraz! Mart başında TOKİ evlerine başlanması talimatı verilmiş, inanılır gibi değil! Kentin büyük Antakya depremini de düşünerek yeniden planlanması gerek. Yıkıntı alanına yine aynı şekilde binalar dikip insanları ölüme mahkûm etmelerine razı gelemeyiz. Antakya bir dağa yaslanmış durumda, ama orada bir kent kurmak nasıl mümkün olur? Peki, bunca enkazı nereye boşaltacaklar? Amik ovasına boşaltılması, tarım arazilerinin bitirilmesi demek.
Antakya’yı, deprem bölgesinin tamamını ve daha da önemlisi beklenen Marmara-İstanbul depremini göz önünde bulundurmadan nasıl ilerlenecek? “Normal yaşama bir an önce dönebilmek” tümcesini sık sık duyuyorum bugünlerde. Normale dönülemez, dönülmemeli. Bugün normal denen ne varsa, onun yerine yepyeni bir yaklaşım geliştirerek el birliğiyle yeni bir normal kurmamız gerek.
Sürgit imar afları, belediye meclisi üyelerinin ve başkanlarının yakınları, iktidarın inşaatla büyüme yaklaşımı neden oldu bugün bunca ölüme. Normal yaşam buysa, bunun yerine yenisini kurmak zorundayız. Kimlerle? Bizlerle, Antakyalılarla, sivil toplumla, bilimle ve bilim insanlarıyla.
Size, sizin gibi düşünenlere rağmen şehri yeniden kurmaya kalkarlar mı?
Yapılabilir elbette. Daha doğrusu, yapmak isterler. Bizler, kentini seven, kentin peşini bırakmayan insanlarız. Kentten ayrılanlar olarak bugünlerde kırk-elli kişi zoom’larda bir araya gelip bu konuları konuşuyoruz. Duvar yazısı var ya, “Umudunu yitirme, gidiyoruz ama geri döneceğiz” diye, gençler Antakya duvarlarına yazmışlar. Bu duygu içindeyiz, hızlıca toparlanıp kentimize döneceğiz ve orası için çalışmaya başlayacağız. Her ne yapılacaksa, bizimle beraber yapılacak. Başka türlüsüne izin vermeyiz, veremeyiz. 2300 yıldır bu adı taşıyan kenti kimselere bırakmayız.