NEOLİBERALİZMDEN NEOFAŞİZME –I  

Söyleşi: Özay Göztepe
16 Temmuz 2022
Ljubov Popova, Space Force Construction, 1921
SATIRBAŞLARI

Sermaye birikim sürecinin nitelikleri siyasal yönetim biçimlerini de belirliyor. Bu yönüyle neoliberalizmin siyasal yönetim biçimlerine etkileri hakkında neler söylersiniz?

Korkut Boratav

Korkut Boratav: Sermaye birikim süreci zaman içinde değişimden geçer ve siyasal biçimlerle de bütünleşir. Yakın geçmişe bakarak başlayalım. Bugünkü tartışmalarımızı belirleyen ve “neoliberalizm” diye adlandırılan yeni bir birikim/düzenleme biçiminden geçtik. Sonrasını bazı revizyonlarla yaşıyoruz. Bu düzenleme kapitalizmin temel özelliğini korur. Yani, esas olarak artık değere dayanır. Öte yandan, temel sınıflar arasındaki ilişkiler üzerinde bazı revizyonlar getirmiştir. Neoliberal düzenlemeyi kısaca, “sermayenin sınırsız tahakkümünü dünya çapında yerleştirme tasarımı” şeklinde tanımlayabiliriz. Bir önceki birikim biçimi olan Altın Çağ’daysa bu “sınırsız tahakküm” eksik kalmıştı. Daha sonra açıklayacağım.

“Sermayenin tahakkümü” tanımında ekonomik özellik ağır basıyor. Bu tahakkümün tamamlayıcı ayağı olan devlet aygıtını, kısacası emperyalizmin siyasal boyutunu da dikkate almak lâzım. Dolayısıyla, neoliberalizm tanımısermayenin sınırsız tahakkümünü emperyalizmin devlet aygıtı da kullanılarak yerleştirme tasarımı” olarak genişletilebilir.

Neoliberalizm ne zaman gündeme geldi? Bir kritik tarihsel dönemeç olarak kabaca “1980 gibi” diyoruz. 2020’de kırk yılı tamamlandı; sonraki yıllara da taşınmakta…

Neyi değiştirdi? 1980 civarında, dünya çapında sermaye ile emek ve emperyalizm ile bağımlı coğrafyalar –veya dünya sisteminin merkezi ve çevresi– arasındaki sınıfsal ve ülkeler arası karşıtlıkları belli bir biçimde çözen Altın Çağ düzenlemesinin revizyonu gerçekleştirildi.

Tarihsel olarak kapitalizmin belli çelişkilere karşı uyum yetenekleri vardır. Genellikle sistemi tehdit eden, tabandan/sınıflardan gelen baskılara karşı uyumlardan söz ediyorum. İki tarihsel örnekle yetineyim.

1945 dönemecinde, emperyalist sistemin burjuvazisi kendisini tehdit altında hissetti. Dünyada kapitalizme alternatif bir düzen vardı. Kapitalist sistemin bekasına dönük bu tehdit büyük bir uzlaşı getirdi. Altın Çağ bu sınıfsal uzlaşının ürünüdür.

Sınıflı toplumlarda demografik eşitsizlik tehdit yaratır. Örneğin, kapitalizm belli bir olgunluk aşamasından geçtikten sonra, egemen, sömüren sınıflar azınlıkta kaldı, sömürülen temel sınıflar çoğunluğu oluşturdu. Sistem toplumun tümünü kapsayan siyasal demokrasi içermez. Siyasal iktidar, egemen sınıfla –sınıflarla– sınırlıdır. Feodalizmin kurumlarını devralan kapitalist sınıf iktidar tekelini de devraldı, giderek burjuvalaşan aristokrasiyle kısmen paylaşarak… Aydınlanma dönemiyle birlikte, işçi sınıfı mücadelesi siyasal düzenlemeyi de hedefledi. Kapitalizm bir noktada uyum gösterdi. Neydi uyum? Genel oy hakkı… Siyasal iktidarda temsiliyet servet sahipleri blokuna, yani geleneksel aristokrasiye ve yükselen burjuvaziye münhasır olmaktan çıktı, genel oy hakkı ile belirlendi. İşte büyük bir uzlaşı… Kadınlar sonra katılmıştır, o ayrı bir mücadele ve uyum sürecidir.

Gelelim ikinci büyük uzlaşmaya… Altın Çağ’da, sistemin merkezinde sermaye ve emek arasındaki uzlaşma 1945’te, İkinci Dünya Savaşı sonunda gerçekleşti. Çeyrek yüzyıl öncesinde, Rusya’da sosyalist bir devrim yapılmıştı. Sosyalizm İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Avrupa’nın doğu coğrafyasına yayıldı. Sonraki otuz yıl içinde Asya’ya, hatta Latin Amerika’ya, dünyanın üçte birine sıçrayacaktı.  

1945 dönemecinde, emperyalist sistemin burjuvazisi kendisini tehdit altında hissetti. Yeni bir düzen meydan okuyordu. Üstelik İkinci Dünya Savaşı’nda emekçiler, siperlerde kan döküp barışa değişiklik özlemleriyle döndüklerinde, dünyada kapitalizme alternatif bir düzen de vardı. Sosyalizm de bir önceki savaşın katkısıyla kurulmuştu. Biliyorsunuz, Bolşevik Devrimi’nin zaferine Birinci Dünya Savaşı’nın savaşan emekçileri de “asker Sovyetleri” oluşturup katkı yapmıştı.

İşte 1945 dönemecinde, kapitalist sistemin bekasına dönük bu tehdit büyük bir uzlaşı getirdi. Altın Çağ bu sınıfsal uzlaşının ürünüdür. Uzlaşma nasıl gerçekleşti? Elbette karşıt sınıflar-arası bazen örtülü, bazen açık uzlaşmalarla.

Bu uzlaşmalar nasıl oldu, biraz daha açabilir misiniz?

Batı işçi sınıfının bu uzlaşmadaki ana “ödünü” devrimci programını kenara bırakan, zamanla da tamamen unutan sosyal demokrasi tarafından verildi. Buna karşılık sermaye de sosyal demokrasinin sistem-içi reform programını sineye çekti. Sermaye ile emek arasındaki büyük bölüşüm uzlaşması emeğin lehinedir. Müterakki vergilerle beslenen kamu harcamaları, sosyal boyutlarıyla ikincil bölüşüm ilişkilerini etkiler. 1945 öncesine göre, emek sermayeye karşı önemli kazanımlar sağlar.

Sermaye kendi önceliklerini de revizyondan geçirir. Nedir bu revizyonun ana özellikleri? Örneğin, kâr haddinin maksimizasyonu izlenmez. Ama, hızlı büyüme sayesinde kâr kitlesi büyür. Yani, göreli bölüşüm emeğin lehine dönüşürken sermayedar mutlak değerlerle kaybetmez. Altın Çağ’ın bir başka özelliği hızlı büyümedir. Savaş sonrasında otuz küsur yıl Batı’nın sağladığı büyüme tarihsel olarak rekor düzeylerdedir.

Bu dönemde ikinci bir büyük uzlaşma daha var. Geleneksel emperyalizmin siyasal egemenliğini temsil eden sömürgecilik tasfiye edildi. Emperyalizmin Türkiye ve Latin Amerika ülkeleri gibi siyasal olarak bağımsız ülkeler üzerinde kurduğu ekonomik tahakkümün de hafifletildiği bir döneme geçildi.

1945 dönemecinde ikinci bir büyük uzlaşma daha var. Geleneksel emperyalizmin siyasal egemenliğini temsil eden sömürgecilik tasfiye edildi. Emperyalizmin Türkiye ve Latin Amerika ülkeleri gibi siyasal olarak bağımsız ülkeler üzerindeki ekonomik tahakkümünün de hafifletildiği bir döneme geçildi.

Bandung Dönemi diye adlandırılabilen veya uluslararası siyasette Bağlantısız Ülkeler Topluluğu’nun önem kazandığı bir dönemden söz ediyorum. Üçüncü dünya halklarının siyasal olarak etkili bir dayanışma dönemidir. Güney coğrafyasının yeni bağımsızlık kazanan Afrika, Asya halkları ile Latin Amerika’da, Asya’da siyasal olarak bağımsız, ama ekonomik olarak bağımlı ülkelerin halkları arasında bir kader ve çıkar birliği anlayışı yaygınlaştı. Bu anlayış hükümetlere de taşındı. Bağlantısızlar Bloku’nun hükümetleriyle Batı arasında 1970’li yılların ortalarında “yeni bir uluslararası ekonomik düzen” başlığı altında ciddi ekonomik pazarlıklar başladı. Emperyalizmin “çevre” üzerindeki ekonomik hegemonyasını hedef alan anlamlı revizyonlar tartışıldı.

Türkiye gibi fiilen sistemin bağımlı çevresinde yer alan, ama siyaseten Batı ittifakına teslim olmuş ülkeler vardı, ama bunlar istisnaydı. Çoğunluk, bağımsızlık üzerinde titiz, tutkulu, sola dönük rejimlerdir. Ilımlılarından biri olan Hindistan bile sosyalizmi ekonomik bir program olarak kabul etmiştir. Uzun yıllar iktidarda olan Kongre Partisi’nin devrimci olmadığını biliyoruz, ama sosyalist bir programı vardır. Siyah Afrika devrimci bağımsızlık hareketlerinin meşalesini taşıyan örgütleri, liderlerini tanımıştır. Lumumba, Nkrumah, Toure, Machel, Nyerere, en son dönemde Mandela gibi liderler, Kongo, Gana, Gine, Mozambik, Güney Afrika’da bağımsızlık mücadelelerini sürükleyen adlardır.

New York’ta “Wall Street’i İşgal Et” eylemleri (2011), Şili’de Allende’ye destek gösterisi (1973), Arap Baharı’ndan Myanmar sokaklarına kıtalararası direniş manzaraları…

İslâm dünyasında nasıl gelişti bu süreç?

Bandung Felsefesi’nin siyasetini benimseyen, laik, sosyalizmi en azından resmi olarak programlarına almış liderler vardır. Örneğin Mısır’ın Cemal Abdülnasır’ı. Keza Filistin Kurtuluş Hareketi, hem Müslüman ve Hıristiyan Araplar arasında, hem de milliyetçi sosyalizan akımlar arasında büyük bir siyasal ittifaktır. Müslümanlar çoğunluktadır, ama siyasal İslâm yoktur.

Bir süre sonra sistemin merkezinde, emperyalist metropollerde egemen sınıflar şu teşhiste birleşti: “Kapitalizm şimdilik devrimci olmayan bu büyük ödünlerle yaşayabilmektedir, ama zaman içinde sermayenin kontrolünün yitirilme riski gündemdedir. O zaman sınıf egemenliğimiz ve kapitalizmin bekası tehdit altına girecektir. Altın Çağ’a bu yüzden son verilmesi gerekir.”   

Hem Batı’da hem Güney’de bu kötümser teşhisi tetikleyen bazı sistem-dışı filizlenmeler geçekleşmişti. Mesela, 1968’de Fransa’da gençlik kalkışmasıyla patlak veren, devrimci özlemlerin sürüklediği yaygın protestolar Batı’da yaygınlaşır, sınıf dengelerini alt üst eder. Immanuel Wallerstein 1968 kalkışmasını doğrudan doğruya “devrim” diye adlandırır.

Sözünü ettiğim “sınıf egemenliğimiz tehdit altında” algılaması 1980 civarında İngiltere’de Margaret Thatcher’ın, ABD’de Ronald Reagan’ın iktidara gelmeleriyle siyasete taşındı. “Altın Çağ’a son verme” tasarımı, Friedrich Hayek’in çevresiyle Chicago Okulu’nda Milton Friedman ve diğerleri tarafından oluşturulmuştu. Neoliberal proje Dünya Bankası’nın iç mutfağında geliştirildi, deneysel biçimde Latin Amerika’da uygulanmaya başladı. İlk örnek 1973 sonrası Şili’de gerçekleşti. Büyük uzlaşma adım adım terk edildi.

Sonraki tartışma temasına geçmeden şunu vurgulayayım: Altın Çağ’ın merkez-çevre ve emek-sermaye arasındaki büyük sınıfsal ve coğrafi uzlaşmasının reddedilmesi ilk yirmi yıl geçtikten sonra, burjuva demokrasisi bünyesinde faşizan eğilimlerin yükselmesine de yol açtı. Neoliberalizmi bir süre “başka seçenek yok” teslimiyetiyle sineye çeken halk sınıflarında hoşnutsuzluk yaygınlaşacak, neofaşist akımlar yeşerecektir.

Altın Çağ’ın 45 yıllık döneminde ciddi kriz yaşamayan kapitalizm neoliberal dönemde krizlerle yeniden tanıştı. En ciddisi Batı kapitalizminin 2008-2009 krizidir. Bu kriz bir açından kapitalizmin özünde yer alan çürümüşlüğü açığa çıkardı. ABD’den başlayarak sistemin ana parametrelerini tartışmaya açtı. İpotekli kredilerini ödeyemeyen emekçiler evlerinden tahliye edildi. ABD halkının önemli kesimleri şu teşhisi koydu: “Ekonomiye hâkim olan yüzde 1’lik bir azınlık siyasete de hâkim ve bizi yönetiyor.” Bir “döner kapı” düzenlemesi gibi… Dev şirketlerin yönetim kurulu başkanlarının bir eli ekonomide, siyasi kriz olunca da oradan çıkıp devlet hazinesini yönetiyorlar.

2008-2009 krizi sonrasında emekçiler sadece ABD’de değil Batı’nın bütün coğrafyalarında, İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da sokağa dökülerek bu sınıfsal teşhisi sahiplendiler. Geçmiş işçi sınıfı mücadelelerinin sınıfsal söylemleri, hedefleri tekrar yaygınlaştı.

Dikkat edin, bu arada sosyalist sistem, reel sosyalizm, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sosyalizmi de tarihe karışmış durumda. Dolayısıyla, kapitalizm bir anlamda rakipsiz. Fakat krizleri önleyemiyor ve yönetemiyor. İki yüzyıl önce sosyalizm mücadelesini tetikleyen, başlatan sınıfsal tepkiler bir kez daha filizleniyor.

Güney coğrafyasında durum nasıl?

Neoliberalizmin ağır ekonomik tahribatının ve emperyalizmin siyasal tahakkümünün faturasını ödemiş olan Güney coğrafyasındaki emekçiler bugünlerde gözardı ediliyor. Ama onlar sessiz ve derinden kaynıyor, bazen patlak veriyor. Örneğin, onlar Arap Baharı’nı patlattılar. Aslında Arap Baharı büyük bir halk ayaklanmasıdır. Bir anlamda 1968 ayaklanmalarını andıran, kendiliğinden devrimci bir kalkışmadır. Tunus’ta patlak verdi ve en büyük dalga Mısır’da yükseldi. Tahrir Meydanı simge oldu. 2010-2013 yıllarında Batı’da, Güney’de, Arap dünyasında isyan eden halk, emekçiler, dirsek temasıyla, haberleşerek beraber olduklarını, aynı kaderi paylaştıklarını fark ettiler. Aynı tarihlerde ABD’de “Wall Street’i işgal” nümayişleri yapıldı ve aylar boyunca sürdü. Kalkışanlar, “melanetin kaynağı burasıdır, sembolik bir işgalle de olsa çökertebiliriz” dedi. Bu aslında sınıfsal bir ayaklanmadır. Sınıfsal tepkiyi sayılara döküyor, “yüzde 1 yüzde 99’u sömürüyor, yönetiyor” diyorlar. Hedefi de algılıyorlar: Wall Street, finans kapitalin merkezi…

Aynı tarihte Tahrir’deki göstericileri temsil eden gençler Wall Street’i işgal nümayişlerine çağrıldı ve katıldı. Birinci Enternasyonal bir anlamda yeniden yaşandı. Farklı coğrafyaların emekçileri, en azından bir süre için, sermaye tahakkümüne karşı birlikte ayaklanmanın gücünü hissettiler.

Sermayenin tepkisi ne oldu? Sermaye, alttan gelen bu baskıyı, bir anlamda Altın Çağ’ı andırır bir şekilde, ödün vererek hafifletme seçeneğini reddetti. Uzlaşmazlık seçeneğini bir kez daha ortaya koydu. Nasıl koydu? Davos’ta “reset” dediler. “Yeniden yapılanma lâzım, kapitalizm bu kadar tepki yaratıyorsa bir yeni düzenleme yapmamız lâzım”.

Kapitalizmin “fabrika ayarlarına dönüşü” anlamında mı?

Evet, çünkü en azından Altın Çağ’ın sınıf uzlaşmasına dönüş arayışı yaygınlaşmaya başlamıştı. Davos’ta konuşmaya başladılar, “reset” kapitalizmin öz çıkarlarından ödün vermemek, Altın Çağ’a dönüş eğilimlerini dahi önlemek olarak belirlendi. Kritik değişim emekçi sınıfların tepkilerini sahiplenecek neofaşist akımların yeşermesi oldu. İktidara aday olabilecek “faşist siyasetçi tipleri” çıktı. Radikal akımları önlemek gerektiğinde bunlara iktidar yolu açıldı. Neofaşizmin yükselmesine yol açan bir diğer gelişme de var. Uluslararası sermaye dünya işçi sınıflarını fiilen tek bir işgücü piyasası içinde birleştirdi. Nasıl?

Altın Çağ’da çevre ekonomilerinin pek çoğunda sanayileşme korumacılığa, planlamaya, devlet işletmelerine, ulusal sermayeye dayanırdı. Yabancı sermayeyi davet eden heveskâr üçüncü dünya ülkeleri de vardı. Bu ülkelere dönük sermaye ihracı da yapılırdı, ama bunlar Singapur, Tayvan, Malezya ve bazı Latin Amerika ülkelerinde odaklanıyordu.

Emperyalist metropollerde egemen sınıflar şu teşhiste birleşti: “Kapitalizm şimdilik devrimci olmayan bu büyük ödünlerle yaşayabilmektedir, ama sermayenin kontrolünün yitirilme riski gündemdedir. Sınıf egemenliğimiz ve kapitalizmin bekası tehdit altına girecektir. Altın Çağ’a son verilmesi gerekir.” 

Neoliberalizm Güney coğrafyasını “serbest ticaret” ilkelerine yöneltti. Ulusal piyasalara dönük, korumacı, devletçi, planlama yöntemleriyle gerçekleşen genç sanayileşmeyi durdurdu. Batı işçi sınıfının Altın Çağ’daki pazarlık ve mücadele gücünün de aşınması gerekiyordu. Bu sınıfın nüvesini oluşturan, mavi yakalı, örgütlü işçilerin yoğunlaştığı sanayi sektörleri “tedarik zincirleri” içinde Güney’e taşındı. Dev uluslar-ötesi şirketler, üretim süreçlerinin aşamalarını farklı Güney ülkeleri arasında, belli bir üretkenliği sağlayacak en ucuz emek arayarak –bir anlamda “emek arbitrajı”na göre– dağıttı.

Böylece, Batı dünyasının mavi yakalı işçi sınıfının yoğunlaştığı sanayinin kritik aşamaları Güney’e taşındı. Çin bunun tipik örneğidir. Çin ücretleri ABD ücretlerinin artmasını frenleyen bir mıknatıs görevi yaptı. Başta sanayi sektörleri olmak üzere, ABD ücretlerindeki artış temposu yavaşladı. Tedarik zincirleri böylece Batı’da sanayisizleşmeyi de başlattı. Bu dönüşüme karşı Batı’nın geleneksel işçi sınıflarının tepkilerinin anti-kapitalist bir doğrultuya yönelmesi önlenmeliydi. Neofaşist siyasetin yükselmesi bu gereksinmeyi karşıladı.

Örneklere bakalım. Batı’nın geleneksel merkez-sağ sermaye partileri, mesela ABD’de Cumhuriyetçi Parti, İngiltere’de Muhafazakârlar, sol alternatiflerin yükseldiği kritik dönemeçlerde neofaşist siyasetçileri yeğledi. Örneğin, kimliği tamamen faşist olan Trump, ABD demokrasisi içinde iki büyük ana partiden birinin, Cumhuriyetçi Parti’nin, adayı olarak iktidara geldi. Nasıl geldi? Rakibi olan Demokrat Parti’de ABD sosyalizminin değerlerini sahiplenen bir aday, Bernie Sanders, önlenerek… Biliyorsunuz, Sanders Demokrat Parti’de büyük ABD sermayesinin küreselleşmeci temsilcisi olan Hillary Clinton’ın rakibiydi ve ön seçimlerde öndeydi. Bu yüzden Demokrat Parti’nin yönetimi çeşitli manevralarla onu elimine etti. Trump küreselleşme karşıtı, ırkçı bir söylem ve programla Başkan seçildi.

Benzer bir süreç Brexit arifesinde Britanya’da yaşandı. Jeremy Corbyn Altın Çağ’ın İşçi Partisi’ne özgü sol çizgiyi savundu. Parti tabanı onu lider seçti. Ama Britanya büyük sermayesi Corbyn’e savaş açtı. O tarihlerde, Financial Times bir başyazısında “Altın Çağ’ı hatırlamak lâzım” çağrısı yaptı; 1944’te refah devletinin temellerini atan Beveridge Planı’na referans verdi. Ama aynı Financial Times o toplumsal uzlaşmayı savunan Jeremy Corbyn’e karşı “İşçi Partisi için tehdittir, liderlikten atılmalı” kampanyası başlattı. Uydurma suçlamalarla Jeremy Corbyn liderlikten uzaklaştırıldı, yerine Tony Blair’in tutucu “new Labour” çizgisinin temsilcisi Keir Starmer geldi. Neofaşizmin batıdaki yükselişini simgeleyen iki örnek…

Güney coğrafyasında ise neoliberal dönüşüm 2000’li yılların başında sorgulanmaya başlamıştı. Yaygın örnekler Latin Amerika’dadır. Sınıfsal tepkiler 15 yıl boyunca sol iktidarlara yol açtı. Emek mücadelelerinin tarihsel birikimlerini devralan bu iktidarlar 2015 sonrasında çeşitli yöntemlerle tasfiye edildi.

Nasıl? Bazen emperyalizmin açık darbeleriyle, bazen de finans kapital, ABD ve yerel burjuvazinin ittifakıyla gerçekleştirilen sivil darbelerle… Mesela, Brezilya’da Lula Da Silva’dan iktidarı devralan İşçi Partisi’nden Dilma Rousseff bir anayasal darbeyle devrildi. Sonra, faşist aday Jair Bolsonaro’ya iktidar yolunu açmak için Lula da düzmece suçlamalarla mahkûm edildi. Üstelik, Brezilya’da Lula ve Rousseff’in temsil ettiği sol iktidar ılımlıdır. Neoliberalizmin makro-ekonomik modelini de uygulamıştır. Ama, emeğin ezilmesine yol açan neoliberalizm bölüşüm reçetelerinin önemli bölümünü reddederek… Sermaye, makro ekonomik istikrar ile emek lehine bölüşüm politikalarının birlikte uygulanabildiği ılımlı bir uzlaşmayı kabul etmedi, faşist Bolsonaro’yu yeğledi. Güney coğrafyasının faşizmlerinin Latin Amerika’daki temsilcisi Bolsonaro’dur, diğer bölgelerde, Türkiye’de, Hindistan’da da örnekleri var.

“Altın Çağ’a son verme” tasarımı Hayek’in çevresiyle Chicago Okulu’nda Friedman ve diğerleri tarafından oluşturulmuştu. Neoliberal proje Dünya Bankası’nın iç mutfağında geliştirildi, Latin Amerika’da uygulanmaya başladı. İlk örnek 1973 sonrası Şili’de gerçekleşti. Büyük uzlaşma adım adım terk edildi.

Burada bir not düşeyim: İktidardaki liderin, partinin faşist kimliği tek başına rejimin faşizme dönüşmesi anlamına gelmez. Faşizm adım adım kurulur. Verdiğim örneklerde bu tür dönüşümler yaşanmaktadır. Faşizm henüz tam kurulmamıştır. Neofaşizm aşamasında önlenebilecektir. Bir de Ortadoğu boyutu var: Arap Baharı nasıl ezildi? Yedekte duran siyasal İslâm yükseltilerek.

Özellikle Müslüman Kardeşler aracılığıyla, değil mi?

Evet. Emperyalist hegemonyanın sürdürülmesi için İhvan keşfedildi. Arap Baharı’nı temsil eden iki ülkede, önce Tunus’ta, sonra da Mısır’da İhvan’ı temsil eden siyasetçiler iktidara getirildi. Tunus’ta siyasal İslâm sert muhalefetle karşılaştı. Bir uzlaşmaya gidildi. Bu uzlaşmanın sorunlarını, uzantılarını bugünlerde gözlüyoruz. Mısır’da ise halk Tahrir Meydanı’nda yeniden ayaklanarak İhvan’cı Muhammed Mursi’yi devirmek üzereydi. Önlendi, Abdülfettah es-Sisi askeri darbeyle iktidara el koydu. Sermaye tahakkümü geleneksel askeri darbe yöntemiyle yenilendi.

Emek mücadelelerinin tarihsel birikimlerini devralan iktidarlar 2015 sonrasında çeşitli yöntemlerle tasfiye edildi. Bazen emperyalizmin açık darbeleriyle, bazen de finans kapital, ABD ve yerel burjuvazinin ittifakıyla gerçekleştirilen sivil darbelerle…  

Bir tespite geliyoruz. Batı ve Güney örneklerine bakalım: Emperyalizm hayatiyetini, inşacı özelliğini yitirmiştir. İnşacı özelliğini korusaydı, 2008 krizi ve sonrasında Sanders ve Corbyn’in tasfiye edildiği operasyonlar yerine, Altın Çağ sentezine yaklaşmayı savunurdu. Güney coğrafyasında ise neofaşist iktidarlara yol açmaz, destek olmazdı.

Ama daha önemlisi, Ortadoğu’da doğrudan şiddet yöntemlerine başvurulmasıdır. Emperyalizme tamamen teslim olmamış ülkelerde “rejim değişikliği” operasyonları kan döktü. Silah gücüyle Irak’ta Saddam rejimi, Libya’da Kaddafi rejimi yıkıldı. Suriye’de yıkılma teşebbüsüne geçildi, ama ilk iki operasyona yeşil ışık yakmış olan Rusya, bu adımı veto ederek önledi. Benzer operasyonlar Balkanlar’da da oldu. Detaylarına girmeyelim.

Siyasal İslâm’ı hortlatan emperyalizmdir. Daha önce vurguladığım gibi, hayatiyetini, inşacı özelliğini yitirdiği için… Kırk küsur yıl önce Bandung’un temsil ettiği üçüncü dünya ile uzlaşma esnekliğini göstererek hayatiyetini uzatan sistem, 21. yüzyılda şiddet yoluyla ve kan dökerek Ortadoğu’yu bir cehenneme dönüştürdü. Başlangıcı, geçen yüzyılın sonlarında Afganistan’dadır. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesini tahrik etmek amacıyla silahlı İslâm çetelerini donatarak Afganistan’a sokan da ABD emperyalizmidir. Jimmy Carter’ın güvenlik danışmanı olan Zbigniew Brzezinski’dir. Afganistan’la başlayan bu dönemeç Ortadoğu’da, Irak’ta milyonu aşkın ölümlere sebebiyet verdi.

Akademi camiası faşizm nitelemesini kullanmayı pek sevmiyor. Onun yerine “otoriterlik”, “neoliberal otoriterlik”, “muhafazakâr otoriterlik” ve özellikle de “popülizm” terimleri tercih ediliyor. Ama siz “neofaşizm” diyorsunuz. Neden neofaşizm demeyi tercih ediyorsunuz? Klasik faşizmden neofaşizmin ne tür farklılıkları olduğunu düşünüyorsunuz?

Popülizm tehlikeli bir kavramdır. Liberaller bilinçli olarak sağ ve sol popülizmi harman ediyorlar. Sağ ve sol popülizm şeklinde bir ayrım yanlıştır. Popülizm özünde sol eğilimlidir. Halk sınıflarının özlemlerini işçi sınıfı partileri olmadan iktidara taşıyan ve sermayeyle gerekirse cebelleşen akımlar vardır. Bunu bir anlamda, Arjantin’de Peronizm temsil eder. Türkiye’de bazı özellikleriyle, 1970’li yılların CHP’si gibi partiler sermaye sınıfından belli ölçülerde özerklik gösterebilirler; bölüşüm ilişkilerini, sınıfsal dengeleri diğer sol akımlarla da dirsek teması içinde emek lehine dönüştürebilmişlerdir. Bu çizgiyle harmanlaştırılan “sağ popülizm” türleriyse aslında neofaşizmdir, kavram kaydırması hortlayan faşizme saygınlık sağlar.

Eğer geleneksel faşizmi arıyorsak, bulamayız. Çünkü iki tane tarihsel örnektir: İtalya ve Almanya. Neofaşizmlerle bunların yakın ideolojik benzerlikleri vardır. Bu kuşağın Bolsonaro, Trump, Modi gibi faşist liderleri, ideolojik söylemleri, kimlikleri ve davranış özellikleriyle ırkçıdır, erildir. Irkçılığı çılgın bir milliyetçilikle beslerler. Sermayeye ve güce taparlar, teslim olurlar, bütünleşmek, mümkünse kontrol etmek isterler. Liderler faşist, rejimler neofaşisttir.

Hepsi eski-tür gerçek faşizmi kurma özlemi içindedir. Özlemleri budur, ama gerçekleştiremediler. Her ülkede farklılık gösteriyor. İster Brezilya’yı ister Hindistan’ı ister Türkiye’yi alın, geleneksel faşizmden çok birbirleriyle benzerlikler taşırlar. Simetrik ayna yansıması gibidir. Modi Hindutva faşizmidir, Hindu faşistidir. Hem milliyetçidir hem dincidir. Bizdeki faşizm İslâmcı faşizmdir. Her ikisi de laik düzene, sosyalizme karşıdır. Ama ülke içindeki hasımları farklıdır. Neofaşist rejimler, sermayeye teslim olur. Emek muhalefetini sahte söylemlerle felce uğratırlar. Donald Trump küreselleşme, Çin ve göçmen-karşıtı söylemlerle bunu yapmıştır. Boris Johnson da Brexit-karşıtlığıyla… Bu tehlikeli rejimleri “faşist” terimini kullanarak afişe etmek siyasi mücadele açısından da yararlıdır. “Otoriter”, “muhafazakâr” gibi siyaset biliminin “tarafsız” terminolojilerinde bu işlev yoktur. Bu kadarla yetinelim.

Modi’nin tarım politikalarına karşı ayaklanan Hindistanlı çiftçiler, 2008’e damgasını vuran “Wall Street’i İşgal Et” eylemleri ve Fransa’yı aylarca çalkalayan Sarı Yelekliler hareketi…

Neoliberal dönemde sermayenin nüfuz etme süreci, sadece iktisadi değil toplumsal, siyasal, sınıfsal ve kültürel anlamda da birçok tahribata yol açtı. Neoliberalizmin, başta azgelişmiş ülkelerdeki olmak üzere, yarattığı tahribat hakkında neler söylersiniz?

İki doğrultuda tartışalım. Birincisi şu: Batıda işçi sınıfı ayrışıyor. Geleneksel fabrika işçiliği, yani üretim sürecinin sosyal niteliği, beyaz yakalı ofis işçiliğine artan sayılarda dönüşüyor veya hizmetlerde niteliksiz emek türlerine taşınıyor. Sonuç ideolojik dağılmalardır. Tipik bir örnek Brexit oylamasında yaşandı. Geleneksel işçi sınıfı “hayır”, yeni işçi sınıfını temsil eden İngiltere’nin güneyi “evet” oyu verdi. Yani, tedarik zincirlerinin veya ülkeye göçmen işçi akımlarının mağdurları “hayır”, bu baskıyı hissetmeyen beyaz yakalı emekçiler “evet” oyu verdi.

İkinci olarak, bu ayrışmanın Güney’deki yansıması var. Neoliberalizmin o coğrafyada yarattığı çöküntü, emekçileri geçim araçlarından da kopardı. Sermaye toprak mülkiyetine el koydu; tarlalar, bahçeler metalaştı. Güney köylüleri ticari ürünlerde uzmanlaştı. Gıdada kendine yeten ülkeler kendilerini besleyemez hale geldi. Tarımdan kopan köylülük kent varoşlarında işsiz, güvencesiz kaldı.

Birkaç örnek vereyim. NAFTA Anlaşması ABD ile Meksika arasında serbest ticarete yol açtı. ABD’deki otomobil fabrikaları düşük ücretli Meksika’ya taşındı. Kuzey’de kapanan otomobil fabrikalarının işçileri Trump’çı oldu. Meksika’daysa, sübvansiyonlu, GDO’lu ABD mısırının rekabeti mısır çiftçilerini üretimden kopardı. Meksikalılar ucuz, ithal ABD mısırı yemeye başladı. Mısır Meksika’nın ulusal hububatıdır ve ulusal mutfak çeşitlemesi mısırdan başlar. İşsiz, topraksız köylüler, çalışmak için ABD sınırına koşuyor. Kuzey işçilerinin göçmen karşıtlığını besleyen Trump bunları duvar çekerek önlemeye çalışıyor. Çok azı da ABD şirketlerinin Meksika’ya taşıdığı otomobil fabrikalarında çalışıyor. Sınırın iki tarafında da emekçiler mutsuz, sermaye kazançlı.

Bolsonaro, Trump, Modi gibi faşist liderler ideolojik söylemleri, kimlikleri ve davranış özellikleriyle ırkçıdır, erildir. Irkçılığı çılgın bir milliyetçilikle beslerler. Sermayeye ve güce taparlar. Bu rejimleri “faşist” terimini kullanarak afişe etmek siyasi mücadele açısından yararlıdır. “Otoriter”, “muhafazakâr” gibi siyaset biliminin “tarafsız” terminolojilerinde bu işlev yoktur.

Benzer bir durum Haiti’de yaşandı, pirinç üreticisi yok oldu. ABD pirinci büyük hazine sübvansiyonlarıyla desteklendi, IMF Haiti’ye serbest ticaret doktrini adına “pirinç ithalatında sıfır gümrük tarifeleri” telkin etti. Haiti halkının geleneksel hububatı olan pirinç üretimi ABD’den ucuz pirinç ithalatı sonunda çöktü; köylüler işsiz kaldı. Amerikan büyük pirinç çiftçisinin bir temsilcisi Bill Clinton’dır. Başkanlıktan ayrıldıktan sonra bir ara Haiti’de görev yapan Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin yöneticisiydi. Haiti’deki gözlemleri sonrasında “eyaletim Arkansas’ta pirinç çiftçilerine verdiğimiz sübvansiyon Haitili pirinç üreticisi köylüleri üretimden koparmış; işsizliğe yol açmış, bu yoksulluğun sorumluluğunu hissediyorum” dedi. Afrika’da ne oluyor? Ticarileşen tarım mısır, pirinç ve buğdaydan pamuk, kahve ve kauçuğa dönüşüyor. Batıdan gelen rekabet sonucunda köylüler topraksızlaşıyor. Büyük sermaye toprağa el koyuyor. Benzer bir “tarımsal reform”u Modi 2021’de Hindistan’da yapmaya kalkıştı. Hint çiftçisi ayaklandı ve önledi.

Yüz binlerce çiftçi yürümüştü…

Evet. 12 ay direndiler, Modi parlamentodan geçen üç yasayı iptal etti. Direnme zaferle sonuçlandı. Dikkat edin, Güney emekçileri de dağılıyor. Geleneksel işçiler, köylüler yoksullaştıkça; topraksız, işsiz kaldıkça sınırları zorlayarak Batıya taşıyorlar. Akdeniz bir göçmen koridoru oldu. Libya üzerinden uyduruk teknelerle Sicilya’ya, Fas ve Cebelitarık üzerinden Avrupa’ya geçiyorlar. Bunlara Ortadoğu’da emperyalizmin yarattığı cehennemden kaçanlar ekleniyor. Geçenlerde Manş üzerinden İngiltere’ye geçmeye çalışan 35 kişi boğuldu. Kimliklerine baktılar, Ortadoğu’dan Iraklı, Suriyeli, Yemenli insanlar.

Türkiye de bir başka koridor, aynı zamanda göçmen akımının büyük bir durak yeri. Afganistan’dan gelen yeni göçmen dalgasının sancılarını da yaşayacağız. Ama Avrupa’ya gidenler veya Türkiye’de kalanlar, kendi kültürlerini de taşıyorlar. Ev sahibi ülkenin işçi sınıfıyla bütünleşebiliyorlar mı? Çok zor. İlk aşamalarda, yerli işçi sınıflarının tepkisiyle karşılaşıyorlar. Bu tepkiyi de faşist akımlar yönlendiriyor.  

Sosyalist hareketlerin hayatiyeti nasıl sürdürülecek? Önkoşullar akla geliyor: Başta tarihsel işçi sınıfı hareketlerinin bütün özlemlerini sahiplenerek ve aynı zamanda sosyalizmin geleneksel kaynağını oluşturan aydınlanma değerlerini de ülke işçi sınıflarına taşıyarak…

Fransa örneği ilginçtir. Fransız işçi sınıfı devrimler çağının armağanı olan laik düzeni sahiplenmiştir. Müslüman coğrafyasından gelen göçmen işçilerdeyse siyasal İslâm etkili olabilmektedir. Sınıf yoldaşlığı kültürel farklılaşma ile uzlaşabilir mi? Cihatçılığa savrulan siyasal İslâm kültürel hoşgörüyü hak eder mi? Fransa’da Canard Enchaîné’nin yazarlarını öldürenler, İslâm’ı eleştiren öğretmeni bıçaklayanlar nasıl önlenecek? Göçmenlerin dini özgürlüğünü savunarak, bunun sonunda yerli işçilerin tepkilerini Marine Le Pen, Éric Zemmour gibi faşistlere mi yönlendireceksiniz? Yoksa, Başkan Macron’un Müslüman örgütlerin denetimini hedefleyen yasasını mı destekleyeceksiniz? Fransız solunun önde gelen temsilcisi Jean-Luc Mélenchon “insan haklarına aykırı” olduğu gerekçesiyle bu yasaya karşı çıktı. Hangisi haklıdır?

2008’de başlayan ve halen süren küresel ekonomik krizi ve iktisadi, toplumsal, ekolojik yaşamda yol açtığı yıkımları göz önünde aldığınızda, neoliberalizmin sonunun geldiğini düşünüyor musunuz? Yoksa mevcut kapitalist sistem, neoliberalizm bu krizleri çözebilecek seçenekleri üretme kapasitesine sahip mi?

Burada iki ayrı soru var. Birincisi şu: Kapitalizm bu krizleri dünya çapında çözebilecek seçeneklere sahip mi? İkincisi, hem Batı hem de Güney coğrafyasında sosyalistlerin seçenekleri nelerdir?  

Birinci soruyla başlayayım. Batı bu yüzyılda iki krizden geçti. İlki, 2008-2009’da ABD’de patlak verip tüm Batı coğrafyasını sarsan, çevre ekonomilerine dolaylı etkileri olan kriz. Bu krizi Batı, finans kapitale teslim olarak en insafsız tepkiyle yönetti. Sınıflar-arası eşitsizliklerin daha da derinleşmesine yol açtı.

İkinci kriz, pandemiyle 2020’de geldi. O krize Batı yönetimleri ilk aşamada doğru tepki gösterdi. Keynes yeniden hatırlandı, “açık bütçenin kriz koşullarında kayıp değil kazanç getirebileceği” ilkesi uygulandı. Salgından etkilenen tüm emekçi katmanlara Hazine’den büyük boyutlu nakit transferleri yapıldı. ABD’de yeni başkan Biden Demokrat Parti’nin büyük sermaye kanadını temsil eden, aslında sağa dönük bir siyasetçidir. Ama partisindeki solun baskılarını hissetti, uzun vadeli iki büyük harcama programını Kongre’ye getirdi. Birincisi büyük altyapı yatırımlarıyla, ikincisi, sosyal harcamalarla ilgili. İlki, biraz kırpılarak yasalaştı. İkincisi Senato’da tıkandı, aşmaya çalışıyorlar. Demokrat Parti’nin tutucu kanadı engelliyor.

Şunu da ekleyeyim. Biden, kendi ülkesinde ılımlı da olsa sola dönük yönelişi dış dünyaya, örneğin Latin Amerika’ya taşıdı mı? Hayır! Trump’ın Latin Amerika’ya uyguladığı emperyalist baskıları devam ettiriyor. Biden başkan yardımcısıyken, Obama Küba’ya dönük yaptırımları büyük ölçüde kaldırmıştı, Trump yeniden koydu. Biden devam ettiriyor. Salgın koşullarında Venezuela’nın acil ihtiyacı olan Dünya Sağlık Örgütü’nün organize ettiği destek aşı finansmanından Venezuela’yı mahrum bıraktı. Venezuela devletine ait altın stoku, Başkan Nicolás Maduro’nın talebine rağmen, “bunun aidiyetinin kime ait olduğu şüphelidir” denerek ABD’nin tanıdığı düzmece başkan Juan Guaido’nun tasarrufuna bırakıldı. Son kararı veren de Britanya oldu, zira Venezuela altınları Britanya Merkez Bankası’nda korunuyor. Eşkıyalık söz konusudur.

Güney coğrafyasına geldiğimiz andan itibaren neoliberalizmi yumuşatan örnekler koronavirüs koşullarında dahi işlemiyor. Covid-19’da yoksul ülkeler için başlatılan “dış borçları hafifletme” operasyonu IMF tarafından denetleniyor. Tüm programlarda uzun vadeye yayılacak dış borçların finansmanı “kemer sıkma” yöntemleriyle yaratılacak bütçe fazlalarıyla ödenecektir.

Nâzım’ın şiirlerinde hem Bedrettin var hem de Komün’de kurşuna dizilen Paris işçileri… Dünyamızın dört bir köşesinde Che tişörtlerinin giyilmesi, Ciao Bella’nın söylenmesi enternasyonalizmin yaşadığını gösterir. Birkaç ay önce, Myanmar’daki askeri faşizme karşı silahlı köylüleri gösteren bir video seyrettim. 19. yüzyılın devrimci marşı Enternasyonal Myanmar köylülerince söylenmekteydi.

Bir başka örnek Arjantin’le ilgili. 2015’te neoliberal Mauricio Macri sol-Peronist rakibine karşı beş yıllığına iktidar oldu ve bir IMF programıyla ülkeyi krize sürükledi. Dört yıl sonraki seçimi solcu Alberto Fernandez kazandı. IMF, Macri yönetimine verdiği ve iki yılda Arjantin dışına kaçırılan 45 milyar dolarlık krediyi şimdi yeni yönetimden talep ediyor. Ülkeyi ağır bir kemer sıkma programına zorluyor. Üç yıl önceki IMF programı içinde, o program sayesinde “buharlaşan” 45 milyar dolarlık IMF kredisi yeni yönetim tarafından ödenmezse, Arjantin iflas edecek ve Batı bankalarındaki hesaplarına el konabilecek.

Kısacası, kapitalist dünya sisteminin çevresinde neoliberalizm ödünsüz geçerlidir.

Bu tablo içinde sosyalist muhalefetler ne yapabilir?

Bir güçlük içindeyiz. Dünya çapında tek bir işgücü piyasası oluşmuştur; ama aynı zamanda işçi sınıfının enternasyonal kimliği ulusal kimliklere dönüşmüştür. 19. ve 20. yüzyıllardaki büyük devrim dalgalarını başlatmış, bir süre yürütmüş olan Birinci Enternasyonal’in temsil ettiği ve Komünist Manifesto’da “bütün dünyanın işçileri, birleşiniz” sloganıyla hayata taşınan işçi sınıfı enternasyonalizmi tarihe karıştı. Sınıf mücadeleleri ülke sınırları içinde yapılıyor. Sermaye ise tarihinin en enternasyonalist dönemini yaşıyor.

Sosyalist hareketler, dönüşümler de ülke sınırlarına mahkûm. Zamanla iktidarla da tanışıyorlar. Ama başarıları iki açıdan tehdit altında: Birincisi, neoliberal politikaları sahiplenen finans kapital etkilidir, gerektiğinde ABD ve diğer emperyalizmlerin desteğini alıyor.

İkincisi, bu baskılar, ülke içindeki sermayeyle uzlaşmaları zorluyor. “Yerli” sermayenin “orta sınıflar” üzerindeki etkisi, zaman zaman devrimci, radikal dönüşümlerin ertelenmesini zorunlu kılıyor. Venezuela’dan başlayan çok sayıda Latin Amerika örneği var. Görünüşte radikal, aslında çok ılımlı bir adımı engellenen Yunanistan –Syriza– örneği de verilebilir.

Sosyalist hareketlerin hayatiyeti nasıl sürdürülecek? Önkoşullar akla geliyor: Başta tarihsel işçi sınıfı hareketlerinin bütün özlemlerini sahiplenerek ve aynı zamanda sosyalizmin geleneksel kaynağını oluşturan aydınlanma değerlerini de ülke işçi sınıflarına taşıyarak…

Hem her ülkeye özgü devrimci mirasın hem de dünya devrimci hareketlerinin tarihsel birikimlerini, geleneklerini, marşlarını, türkülerini, kahramanlarını hatırlayarak, birleştirerek, yaşatarak sürdürülen sancılı bir mücadele…

Nâzım’ın şiirlerinde hem Bedrettin var hem de Komün’de, “o duvar” önünde kurşuna dizilen Paris işçileri… Dünyamızın dört bir köşesinde Che Guevara tişörtlerinin giyilmesi, Ciao Bella’nın söylenmesi enternasyonalizmin yaşadığını gösterir. Birkaç ay önce, Myanmar’daki darbeye, askeri faşizme karşı silahlı köylüleri gösteren bir video seyrettim. 19. yüzyılın yüce devrimci marşı Enternasyonal, Myanmar köylülerince söylenmekteydi.

Bunlar sosyalist muhalefetin geleceği için bazı ipuçlarıdır. Kültürel çeşitlenmeleri sınıfsal mücadele içinde birleştirerek, ülkelerdeki ve dünyadaki tüm devrimci gelenekleri sahiplenerek siyaset mücadelesine taşımak…

Daha önce değindiğim Hindistan örneğine dönelim. Hindistan’da on binlerce köylü, çiftçi 12 ay boyunca Yeni Delhi’yi kuşattı. Küçük köylünün, orta çiftçinin bir yıl boyunca üretimden kopabilmesinin arkasında örgütlülük vardı. Komünist partiler, sendikalar, orak-çekiçli bayrakları, flamalarıyla ön saflarda yer aldı. İktidarı değiştirebildiler, devrim yapabildiler mi? Hayır. Ama Hint köylüsünün uluslararası finans kapitale ve ticaret sermayesine teslimiyetini önlediler. Belki birkaç adım sonra neofaşist Modi iktidarının uzaklaşmasına katkı yapacaklar. Devrimler de bu tür ön-adımların, mücadelelerin sonrasında gündeme gelebilecektir.

^