Aralık ayında, Süleyman Soylu’nun iddiası üzerine, iktidar medyasında hedef gösterilen 12 kişiden birisiniz. Martta da İBB’deki işinizden çıkarıldınız. Süreç nasıl gelişti?
Veysi Altıntaş: Meclis’te 9 Aralık’taki bütçe görüşmeleri sırasında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “İBB’ye alınan 557 personel terör örgütleriyle bağlantılı” iddiasını ortaya attı. Bu açıklamadan sonra, 12 Aralık’ta, iktidara yakın çoğu gazetede, ama ilkin Yeni Şafak’ta fotoğraflarımızı gördük. “İBB’nin dağ kadrosu” başlığıyla verilen haberlerde açıktan fotoğraflarımız kullanıldı, hedef gösterildik. Bu hem kişisel verilerin ihlâliydi hem de can güvenliğimiz tehlikeye atıldı. Kürt meselesinin ne kadar hassas olduğunu hepimiz biliyoruz. Birine “terör örgütü üyesi” ya da “PKK’li” dediğinizde onu doğrudan ateşe atmış oluyorsunuz.
O haberlerdeki iddia hakkınızdaki bir davaya dayanıyordu…
Evet. Hakkımda ortaya atılan iddia, devam eden ve henüz hükmü verilmemiş bir ağır ceza davasıyla ilgili. Bu dava kapsamında 2018’de gözaltına alınmış, on gün Vatan Emniyet’te tutulmuştum. İddia da 2012’de BDP’nin Siyaset Akademisi seminerlerinden birine bir defa katılmış olmam. Sadece bunun üzerinden “örgüt üyeliği”yle yargılanıyorum. Ama henüz karara varılmamış bir iddia üzerinden sanki hükme bağlanışmışçasına ifadeler kullanıldı haberlerde.
Bilinen bir örnek olduğu için hatırlatalım; siyaset bilimi profesörü Büşra Ersanlı da Siyaset Akademisi’nde ders verdiği gerekçesiyle 2011’de tutuklanmıştı, hâlâ aynı gerekçeyle yargılananlar var. Davaya konu olan Siyaset Akademisi neydi?
Legal bir parti olan BDP’nin üyelerine ve üyesi olmayanlara, ekolojiden toplumsal cinsiyete, belli konularda verilen seminerler serisi. Bu seminerler gizli kapaklı değil, yasaldı, akademisyenler de katıldı. AKP’ye bağlı siyaset akademileri de var, CHP’nin de var. HDP’nin öncülü olan partiler legal olsalar da toplumun gözünde kriminalize edildikleri için burayla doğrudan ya da dolaylı bir bağ “terörle” ilişkilendiriliyor.
Siz İBB’de ne kadar çalıştıktan sonra bu konu “ısıtılıp” gündeme getirilmiş oldu?
2020’nin mart ayında İBB’ye girmişim. Yani iki yıl sonra konu gündeme getirildi. Oysa işe girdiğim zaman KHK’yle ihraç edildiğim ve hakkımda bir ceza davasının olduğu biliniyordu. Fakat o dönem güvenlik soruşturması yapılmıyordu. Hatırlarsanız, bir dönem kamu kurumlarında işe girerken uzun sürelere yayılan soruşturma süreçlerinden geçiliyordu. Ben girdiğim zaman Anayasa Mahkemesi (AYM) bunu bozmuştu. Dolayısıyla, işe giriş sürecinde bir soruşturmadan geçmedim. Ama mülâkatta KHK’li olduğumu, hakkımdaki davayı açıktan ifade etmiştim. Bunlar biliniyordu.
Altyapı Projeler Müdürlüğü’nde resmi görevlendirmemin yapılması için valilik soruşturması beklendi. Valilik soruşturmasının sonucu olumlu gelince göreve başladım. Valilik bile “iltisak” tespitinde bulunmamışken İBB iç soruşturmasında beni “iltisaklı” ilan ederek işime son verebildi.
Aralık ayında bu iddia gündeme getirilir getirilmez işten çıkarılmadınız ama, değil mi?
Resmi olarak işten çıkarılmam geçtiğimiz ay oldu. Mart 2020’de İBB iştirak şirketi BİMTAŞ’ın (Boğaziçi Peyzaj İnşaat Müşavirlik Teknik Hizmetler San. Tic. A.Ş.) sözleşmeli personeli olarak İPA’nın (İstanbul Planlama Ajansı) Vizyon 2050 Ofisi’nde uzman/araştırmacı olarak işe başladım. Burada iki yıla yakın çalıştıktan sonra, 10 Aralık 2021’de performansım gerekçe gösterilerek başka birime gönderildim. İPA’da çalıştığım son bir yıl içinde koordinatör tarafından pasifize edilerek mobbinge uğradım.
Mobbinge nasıl maruz bırakıldınız, neler yapıldı size karşı?
Çalıştığım konuyla ilgili işler geldiğinde bana verilmemeye başlandı, sıklıkla görevlendirmelerin dışında tutuldum. Bu süreç psikolojimi olumsuz etkiledi. Neyi eksik yaptığımı sordum, ama somut bir şey söylemediler. Bana “akademik bakıyorsun” eleştirisini yönelttiler. İşimi iyi yaptığımı düşünüyordum. Yaptığım işle ilgili herhangi bir şikâyet de yoktu. Zaten performansıma yönelik yazılı veya sözlü bir uyarı da verilmemişti. Ama performans yetersizliği bahanesiyle İPA genel sekreteri tarafından işime son verildi ve Altyapı Projeler Müdürlüğü’ne gönderildim. Altyapı Projeler Müdürlüğü’nde resmi görevlendirmemin yapılması için valilik soruşturması beklendi. Martta valilik soruşturmasının sonucu olumlu gelince Altyapı Projeler Müdürlüğü’nde göreve başladım.
Yani, valilik soruşturmasından “temiz” yanıtı gelmesine rağmen İBB’deki işinize son verildi, öyle mi?
Evet. İPA’dan çıkarıldıktan sonra yeni birimimde resmi görevlendirmemin yapılması için iki buçuk ay valilik soruşturmasının sonucu beklendi. Valilik bile “iltisak” tespitinde bulunmamışken İBB iç soruşturmasında beni “iltisaklı” ilan ederek işime son verebildi.
İmamoğlu Fox TV’ye çıkıp “2019’dan itibaren iç soruşturma devam ettiriyorduk. 86 bin kişilik bir organizasyon olduğumuz için bu zaman aldı. Sekiz kişinin ‘iltisaklı’ olduğunu tespit ettik ve soruşturma başlattık” dedi. İktidar basınının meseleyi kaşıyıp İBB’yi zora sokması istenmediğinden İmamoğlu bu açıklamalarla kendince önlemini aldı. Güvenlik soruşturması için bir rehber oluşturmuşlar. Oradaki birtakım maddeler dayanak yapılarak işime son verildi.
Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Taraması diye bir rehber hazırlanmış. Bir ay içinde, sırf bizi işten çıkarmak için böyle bir kılıf hazırlamışlar. İnsan kaynakları müdürü bana ısrarla “bunu biz de istemezdik, bu bize tepeden dayatılan bir karar” dedi.
Belediyenin bünyesindeki o rehber nasıl oluşturulmuş, hakkınızdaki inceleme nasıl yapılmış?
Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Taraması diye bir rehber. Çok kritik burası. “Bu rehber ne zamandan beri var? Biz girdiğimiz zaman böyle bir rehber var mıydı?” diye sordum. “Yoktu” dediler. Bir ay içerisinde hazırlanmış. Yani bir ay içinde, sırf bizi işten çıkarmak için böyle bir kılıf hazırlamışlar. İnsan kaynakları müdürü bana ısrarla “bunu biz de istemezdik, bu bize tepeden dayatılan bir karar” dedi.
O rehberde ne deniyor, işinize son verme gerekçesi olarak öne sürülen maddeler neler?
İç soruşturma rehberinde beni ilişkilendirdikleri üç konu var: Güven suiistimali, devlete karşı suç işleme, hakkımda ağır ceza kararının olması. Bu üçünün de durumumla bir ilgisi olmadığını söyledim. Hakkımda bir ağır ceza kararı yok. Evet, bir davam var, ama henüz mahkeme karar vermedi. Masumum yani. Davaların olması kişiyi suçlu kılmaz, mahkeme devam ettiği sürece herkes masumdur.
İktidara yakın basın bizi “terörist” ilan ederek hedef gösterdi, İBB de aynı anlama gelecek şekilde “iltisaklı” diyerek işten çıkardı. Söylemlerde paralellik var.
Hep “Kürtler canımız ciğerimiz” gibi etliye sütlüye dokunmayan sözler söyleniyor, ama hiçbir zaman eşit yurttaş olarak bakılmıyor Kürtlere. Kimse yanında, yakınında, çevresinde görünmek, birlikte anılmak istemiyor. Bir oy kümesi ya da kritik aşamalarda ihtiyaç duyulan bir kitle olarak bakılıyor.
İşten çıkarıldığınız size bildirilmeden önce yönetimle bir görüşmeniz oldu mu?
Evet. İşten çıkarılmadan önce bağlı olduğum şirketin genel müdür yardımcısıyla bir toplantı yaptık. Kendisi İBB açısından yeni bir sürece ve büyüme hamlesine girildiğinden bahsetti. Basında çıkan haberler üzerinden “benim daha fazla yıpranmamam için” –onların iddiası buydu, ama ben gerçeğin bu olmadığını biliyordum– “istifa eder misin?” diye sordular. Ben de “etmem” dedim. Burada esas düşündükleri şeyin benim yıpranıp yıpranmamam olmadığını belirttim. Çünkü üzerinden üç ay geçmiş ve zaten yıpranmışım yıpranacağım kadar. Dolayısıyla, seçim gündemine doğru giderken kendilerini sıkıntıya sokacak bu konudan kurtulmak ve kendilerini güvenli bir alana çekmek istediklerini belirttim. Onların siyasi gündeminin gönüllü kurbanı olmayacağımı, bunun çirkin ve etik dışı bir muamele olduğunu söyledim.
“Tazminatını verelim, İBB dışında başka bir iş bulalım” demek, ölümü gösterip sıtmaya razı etmektir. KHK’lilerin iş bulması çok zor. Galiba bu teklifi yapanlar “Veysi’nin zaten iş bulması zor, bu teklifi kabul eder” diye düşünüyorlardı. Meselenin kendiliğinden hallolacağını düşündüklerini hissettim. “Veysiciğim sen de zarar görme, biz de zarar görmeyelim” diyorlardı. Böyle düşünmek bizleri küçümsemektir. Bu düşünceye itiraz ettim. İstifayı reddettim ve dört gün sonra insan kaynakları müdürüne yönlendirdiler. Gerçekten de pat diye işten çıkaracaklarını öngörmüyordum, bir müzakere bekliyordum. İnsan kaynakları müdürüne gittiğimde tebligatım hazırlanmıştı.
Tebligatta ne yazıyordu?
“Kurumun güvenlik soruşturması sonucu hakkında bir ağır ceza davasının olması ve KHK ile işten çıkarılmış olması… İş Kanunu’nun 25’inci maddesinin 2a fıkrası gereği tazminatsız bir şekilde işten çıkarılması…” Bu beni şok etti. Asla beklemiyordum.
Kod-42 ile işten çıkarılıyorsunuz…
Evet. Bana işvereni yanılttığıma dair bir suçlamada bulunuluyor. Ama ben işe girerken yapılan mülâkatta İBB’ye KHK’li olduğumu belirtmiştim. Özgeçmişim ortadaydı.
“Yıpranmışım yıpranacağım kadar” dediğiniz günlerde neler yaşadınız?
Gazetelerde haberler çıktığında, iki-üç hafta evde hep tedirgindik. Bir baskın olur mu kaygısıyla ablam, yeğenim eve geliyor, ben ertesi gün işe gidene kadar sabahlıyorlardı. Bir operasyon olursa biri ayakta olsun diyorduk, bekliyorduk. Sürekli endişeliydim. Bu psikolojik olarak beni çok yıprattı. Gazeteler fotoğraflarımı kullanmış. İşe giderken, mahalleye gelirken hep aklımda bu vardı. Türkiye’de olmayacak şey değil, linç kültürü malûm, bu potansiyel var.
Mahallede, sosyal ortamda size bakışların değiştiğini hissettiniz mi?
Bunu birebir fark etmedim, ama böyle bir durumdayken insanın şüpheciliği artıyor. Haberlerin ilk çıkışından bir ay sonra, konu ikinci defa gündem oldu, twitter’da çok konuşuldu. O gün sokağa çıktığımda, üç kişiyle göz göze geldim. “Acaba bunlar beni mi gözetliyor” endişesine kapıldım. Evden çıktığım andan itibaren beni süzüyorlardı. Markete girip çıktım, hâlâ orada durmaya devam ediyorlardı. Gerçekten tedirgin oldum. Eve girdikten sonra bir-iki kez balkondan kontrol ettim.
Sizin gibi kaç kişi işten atıldı?
Diğer çıkarılanlardan kimseyi birebir tanımıyorum. Benim olduğum birimden benden başka çıkarılan olmadı. İmamoğlu’nun sekiz kişinin çıkarıldığını söylemesinden sonra İBB bir basın açıklamasıyla “iç arşiv soruşturması sonucu 18 kişinin tespit edildiğinden” bahsetti. Yakın zamanda da İsmail Saymaz İBB’deki kaynaklara dayandırarak “soruşturma sonucu iltisaklı ve irtibatlı 18 kişinin işten atıldığını” yazdı. Kimi teskin etmek için söylediğini bilmiyorum, ama bunların dördünün İmamoğlu döneminden önce işe alındığını, 14’ünün de 2019 sonrası alındığını söylüyordu. Yani, benim gibi İBB’den ihraç edilen 18 kişiden bahsediliyor. Neden sadece Veysi ve Veysi gibilere fatura çıkarılıyor? İmamoğlu toplumdaki “terörist Kürt” algısına boyun eğip çözümü çıkarmakta buldu maalesef.
İmamoğlu’nun “Teröristse gelin alın” konuşması meseleyi tahrik eden bir üslûptaydı. Çok sakıncalı bir söylem bence. “Terörist” olmadığımızı biliyorsunuz. Adli sicil kaydımızı vererek işe girdik. İmamoğlu’nun beni “iltisaklı ve irtibatlı” diyerek işten çıkarmasıyla Yeni Şafak’ın hedef gösteren zihniyeti arasında bir fark görmüyorum.
Sizce siz neden çıkarıldınız?
Belli konularla ilişkilendirilen insanlara yönelik bir öncelik-sonralık sıralaması yapıldığını düşünüyorum. Siyasi gündemle ilgili birtakım kaygılarla bir karara varıldığı kanaatindeyim.
Nasıl?
Atılma gerekçeme bakın, o gazete haberleri üzerinden, doğrudan Kürt meselesiyle ilişkili bir konuda hedefe konmuşum. Türkiye siyaset tarihinde Kürt meselesi üzerinden bir tarafın diğer tarafı suçlaması her zaman toplumsal algı yaratmada etkili olmuştur. İktidar-muhalefet ayrımı yapmıyorum, genel olarak tüm partilerin konuya yaklaşımının ton farkıyla benzer olduğunu düşünüyorum. Hep “Kürtler canımız ciğerimiz” gibi etliye sütlüye dokunmayan sözler söyleniyor, ama hiçbir zaman eşit yurttaş olarak bakılmıyor Kürtlere. Kimse yanında, yakınında, çevresinde görünmek, birlikte anılmak istemiyor. Bir arada görünmekle “terör yandaşlığı” ya da “terörle aynı denkleme düşme” kaygısı taşınıyor. Bir oy kümesi ya da kritik aşamalarda ihtiyaç duyulan bir kitle olarak bakılıyor.
Hedef gösterildiğiniz haberler ilk çıktığında İBB Başkanı İmamoğlu, İçişleri Bakanı’na hitaben şöyle diyordu: “Bu 500 küsur dediğin sayı kimdir, kimlerdir, yazıp gönder, biz de bilelim. Devletin kurumlarından bu insanlar temiz kâğıdı alıp bizde işe başlıyor. Afişe edip birilerine ‘terörist’ damgası vuran bir kısım medyayı da kınıyorum. O insanların ‘terörist’ diye fotoğraflarını yayınlıyorlar.” Bu açıklamada bir sahip çıkma, karşı koyma tonu var sanki. Ama yine aralık ayında bir başka açıklaması şöyle: “Bizim 86 bin çalışanımız var. Bulmuşlar beş-on tane isim, çevirip çevirip duruyorlar. Bir kısım gazeteci müsveddesi de buradan gündem yaratma çabasında. Koca koca kurumlarda, sokakta dolaşan insanın ismini vererek ‘terörist’ ilan ediyorlar. Teröristse tutukla kardeşim.” Sonraki aylardaysa “iltisak” ve “irtibat” tabirlerini kullandığını görüyoruz. Dil peyderpey dönüşüyor. Hedef gösterilme sürecinizde belediye yönetiminin açıklamalarını nasıl değerlendirirsiniz? Dayanışmacı bir tutum var mıydı, yoksa aksine yalnızlaştırıcı mıydı söylemler?
İmamoğlu’nun o konuşması meseleyi biraz daha tahrik eden bir üslûptaydı: “Teröristse gelin alın.” Çok sakıncalı bir söylem bence. “Terörist” olmadığımızı biliyorsunuz. Nihayetinde, işe girerken adli sicil kaydımızı vererek oraya girdik. Çoğu insan gibi hakkımızda bir yargılama süreci devam ediyor olabilir, ama masumiyet karinesi diye bir şey var. Bunu herkesin etik olarak kabul etmesi lâzım. Bu nedenle, İmamoğlu’nun bir yandan “destek” çıkarken, bir yandan meseleyi körüklediğini düşünüyorum. İmamoğlu’nun beni “iltisaklı ve irtibatlı” diyerek işten çıkarmasıyla Yeni Şafak’ın hedef gösteren zihniyeti arasında bir fark görmüyorum.
Kürt meselesiyle ilgili herhangi bir zeminde politik bir söylem sergiliyorsan gözaltına alınman ya da hakkında soruşturma açılması çok zor değil. İmamoğlu’nun savunma biçimi üzerinden “bakın şurada şu tweet’i atmış, şöyle yapmış” deyip mevzuyu algısal olarak başka boyuta taşıyabilirlerdi.
Günah keçisi seçildiğinizi mi hissediyorsunuz?
Çok da umursandığımızı düşünmüyorum. Evimizden alınsaydık İmamoğlu üzülür müydü, emin değilim. Sanırım bir yükten kurtulduğunu düşünürdü. Bu konunun biraz gizli kapaklı yürütülmeye, “aman büyümesin” endişesiyle kapatılmaya çalışıldığını düşünüyorum artık. İlk etapta, 26 Mart’ta bize istifa seçeneği sunulduğunda güdülen amaç şuydu: “İstifa edin, zararınızı telafi edelim, mesele fazla büyümesin, sizin de bizim de başımız ağrımasın.” Bir yandan bunu kestirip attıklarında gündem olacağının farkındalar ve bunun korkusunu yaşıyorlar, bir yandan da çok ses ve gürültü çıkarmadan bertaraf etmek istiyorlar. Nihayetinde böyle bir noktaya geldik. İmamoğlu’nun söylem değiştirme nedeni yaklaşan seçimler olmalı. Onlara göre biz yüküz. “Altılı masa” kurulduktan sonra aralarında belli ki bir konsensüse varmışlar. İşten çıkarılmamdan iki gün sonra BİMTAŞ genel müdürünün değiştirilmesi, Deva Partisi’nden olduğu iddia edilen bir kişinin o göreve gelmesi ya da İBB’deki bazı görev değişikliklerinin “altılı masa” etrafında şekillenmesi tesadüf olmasa gerek.
Millet İttifakı’nın ilk “altılı masa” pozu verişi 12 Şubat’taydı, 28 Şubat’ta da deklarasyon yapıldı. Sizin işten atılma süreciniz de martta…
Evet, kronoloji böyle… “Altılı masa”ya ve söylemlerine baktığımızda görüyoruz ki, hiçbir şekilde HDP’yle yan yana gelmiyorlar. Ben kendimi HDP’yle ilişkilendirdiğim için değil, ama nihayetinde HDP’ye bakış Kürt meselesine de bakıştır. Öyle düşünüyorum. Benim hedef gösterilip atılmam benzer politik zeminle ilişkilenmiş olmamdan kaynaklı sonuç olarak.
“Altılı masa” kurulduktan sonra aralarında belli ki bir konsensüse varmışlar. İşten çıkarılmamdan iki gün sonra BİMTAŞ genel müdürünün değiştirilmesi, Deva Partisi’nden olduğu iddia edilen bir kişinin o göreve gelmesi ya da İBB’deki bazı görev değişikliklerinin “altılı masa” etrafında şekillenmesi tesadüf olmasa gerek.
2023 Türkiye siyaset tarihi açısından büyük bir kırılma olacak. Şu an Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı’nın oy oranları birbirine yakın. HDP kritik bir parti. Burada Kürt seçmen tabanına bir ihtiyaç var belli ki, “altılı masa” her ne kadar “istemezük” tavrında gözükse de, biraz hinterlandında tutmak istiyor. Ama bir yandan da bütün seçmenlerin muhafazakâr-milliyetçi yapıda olduğu tasavvuru var. Kürtlerle, sol ilkelerle ilişkilenmekten çekinilir, bu yüzden muhafazakâr görünmeye çalışılır, sağa hitap etmek gibi bir kaygı güdülür, “aman HDP’yle ilişkilenip bizim seçmeni ürkütmeyelim” kaygısı hâkimdir. İBB uzun zamandır bu konu üzerinden sıkıştırılırken ve seçime doğru bunun iyice alevlendirileceği öngörülürken, bundan kurtulmak istendi. Bunu da tamamen Kürt meselesiyle ilişkilendiriyorum. Ve baştan itibaren ikiyüzlülük, ilkesizlik ve tutarsızlık olarak ele alıyorum. Yani “altılı masa”nın HDP’yi dile getirmemesini, Kürt siyasal ekosistemiyle ilişkilenmek istememesini, bu çabasını bir tutarsızlık olarak görüyorum. Ama bu korkuya teslim olmak uzun vadede onları hiçbir yere götürmez.
20 Nisan’da yaptığınız “İBB ve Bir İhraç Hikâyesi” başlıklı açıklamanızdan sonra sizinle dayanışmanın güçlü olduğunu gördük. Bu tepkileri nasıl karşıladınız, size nasıl hissettirdi?
Dayanışma yaşatıyor ve canlı tutuyor. Özellikle Barış Bildirisi’ni imzalamaktan dolayı üniversitemden ihraç edildikten sonra üyesi olmaktan onur duyduğum Eğitim-Sen’in bize verdiği dayanışma fonu uzun süre benim gibi çoğu arkadaşa can suyu oldu. O dönemde bir arada durmak, kapsamlı dayanışma ağları kurmak, birbirimize her anlamda destek olmak bizleri ayakta tuttu. “İBB ve Bir İhraç Hikâyesi” metninde İBB’den ihraç sürecimi kamuyla paylaştıktan sonra, başta Barış Akademisyenleri olmak üzere geniş bir çevreden içten ve sıcak dayanışma mesajları aldım. İtiraz ettiğim ve rahatsızlık duyduğum konuların geniş bir kesimin ortak itirazları olduğunu gördüm. Bu kaygıların ortak payda olması hem haklı olduğumu, yalnız olmadığımı gösterdi, hem de bir arada olup ortak bir ses çıkarmanın bizi ne kadar güçlü kıldığını gördüm. Herkese teşekkürlerimi bir kere daha iletiyorum.
İBB çalışanı Ramazan Oruç da yakın zamanda “Kariyer İntiharı ya da Haysiyet” başlıklı açıklamasıyla kendisine yönelik mobbingi anlattı. Onun başına gelenlerle sizin maruz kaldıklarınızı beraber düşününce ne söylersiniz?
Ramazan tanıdığım ve dürüstlüğüne kefil olduğum bir arkadaşım. O da İPA’da uğradığı haksızlığı ve mobbingi kamuoyuyla paylaşarak sesine ses verilmesini istedi. İkimizin yaşadığı süreç farklı işlese de itiraz ettiğimiz bazı aktörler ve konular aynı.
Siz İBB’ye nasıl girmiştiniz, ne iş yapıyordunuz?
CV’mi BİMTAŞ’a göndererek başvuru yaptım, ikili bir mülâkattan geçip İPA bünyesinde Vizyon 2050 Ofisi’nde uzman/araştırmacı olarak çalışmaya başladım. Vizyon 2050 Ofisi genel olarak İstanbul’un 2050 Stratejik Vizyon Belgesi çalışmasını yürütüyor. Kamusal Mekânlar, Yeşil Sistemler ve Kıyı Alanları konusunda uzman olarak çalışıyordum. İPA hem bir uzman hem de İstanbullu bir yurttaş olarak önemsediğim bir yapıydı. Şehirleşme kendiliğinden, plansız gelişmiş, İstanbul’a bütüncül bir yaklaşımın ilkelerini belirleyen stratejik belge eksikliği baki. Vizyon 2050 Ofisi bu boşluğu gidermek amacıyla kurulmuş bir birim. Çok önemsiyordum yaptığım işi ve çok da güzel işler yapıyorduk ekip olarak.
Herkes imzacı olduğumuzu biliyordu. Gazetelerde hedef gösterilmiştik. Küçük Anadolu üniversitelerinde odasının kapısına işaret konan, tehdit edilen, can güvenliği olmayan bir durumdaydık. O tabii travmatik bir dönem. Hayallerimin ellerimden alındığını hissettim.
Başta yatay bir örgütlenme vardı. Yatay örgütlenmenin fikir özgürlüğü ya da fikirlerin çoğulluğunu ortaya çıkarmada önemli bir boyutu vardır. Başta gerçekten de demokratik ve özgür bir ortamda, herkesin hem fikrini ifade ettiği hem de geniş bir toplumsal kesimle birlikte stratejileri geliştirdiği bir yapıydı. Ama zamanla, kendi içinde birtakım çıkmazlara girdi. Nihayetinde, bir yılın sonunda dikey bir yapılanmaya geçildi. Dikey yapılanmaya geçtikten sonra Vizyon 2050 Ofisi’nin kuruluş ilkelerinden uzaklaştığını fark ettim. Daha güncel, pratik, pop-up bir üretim sürecine geçildi. Baştaki misyondan biraz uzaklaşıldı yani.
Dikey bir yapıya geçme kararının nedeni neydi sizce?
Bence bunun birkaç boyutu var. Yatay örgütlenmeler bazen dağınıklığa ve işin daha yavaş ilerlemesine neden olabiliyor. Ama nihayetinde, fikirsel tartışmalar zaman alsa bile yatay örgütlenmelerin hep daha sağlam bir sonuca götürdüğünü düşünüyorum. Dikey örgütlenmelerdeyse tepeden aşağı bir karar alma süreci olduğu için, zamanla alttakiler salt uygulayıcı pozisyonuna geliyor. “Şunu yap, bunu yap” deniyor. Bence daha zayıf işlerin çıkmasına da neden oluyor bu durum. Bir boyutu bu. Bir boyut da şu ki, belediyeler belli bir süre için seçiliyor. Seçimlerin üzerinden üç buçuk yıl geçti. 25 yıllık bir AKP belediye enkazı devralındı ve bu kısa sürede yeni yönetim rüştünü ispatlamak istiyor. Araya pandemi de girdi, malûm. İstanbul Belediyesi 86 bin çalışanı olan muazzam bir organizasyon. Yönetimsel birtakım sıkıntıları var haliyle. Kendi kadrosunu oluşturma sıkıntısı da yaşıyor yönetim. Bütün bunlar uzun bir sürece yayıldığı zaman halkın doğrudan o hizmetin sonucunu görebileceği alanlar da azalabiliyor. Bu kısıtlı süreden de dolayı vitrine yönelik işler yapılmak istendi sanırım. Öte yandan, İBB’de gerçekten de çok büyük bir samimiyetle, ideallerine bağlı çalışan kişilerin olduğunu biliyorum. Onlara da haksızlık etmek istemem.
İPA yeni yönetimle hayatımıza girdi. İPA nasıl bir yapı?
İPA BİMTAŞ’a bağlı bir birim olarak kurulsa da kendi içinde bağımsız, resmi olarak olmasa da daha çok İmamoğlu’na bağlı bir kurum. Uzun vadede, vakıflaşarak bağımsız bir yapıya kavuşturulmak isteniyor. Bu ne zaman gerçekleşir, bilmiyorum. İmamoğlu’nun çok önemsediği bir kurum. Daha çok belli bir eğitim seviyesinin üzerindeki uzmanlardan oluşan bir yapı olduğu için İmamoğlu’nun burayı zaman zaman halkla ilişkiler ya da PR çalışmalarında odak olarak kullandığını da biliyorum. İstanbul’daki kent gündemi, bütün katılımcı etkinlikler orada olur. Toplumun tüm kademelerinden her türlü katılımcının yer aldığı, yönetim ve karar alma süreçlerine katılım konusunda önemli bir ara mekanizma yani.
Katılım konusunda çok sık eleştiriler yükseliyor, olması gerektiği gibi işliyor mu katılım mekanizması?
Katılım dediğimiz şey toplumun karar alma süreçlerine doğrudan dahil olmasıdır. Örneğin, Kabataş, Taksim, Salacak, Kadıköy, Haliç gibi “İstanbul meydanlarına kavuşuyor” tasarım yarışmaları oldu. Ama orada eksik bir katılım süreci vardı. Çünkü önce bu alanlar bir yarışma ilanına çıktı. Bütün projeler yapıldıktan sonra jüri tarafından eşdeğer üç proje seçildi, seçilmiş üç proje halkın katılımına sunuldu. Bu eksik ve bana göre yanlış bir katılım süreci. Nihayetinde, toplumu üç seçenekle sınırlandırıyorsunuz. Bu katılım değil, –amiyane tabirle– “gazı” almaya yönelik sembolik bir şey.
2017’de KHK’yle ihraç, sonra iş arama süreci… “İdealimdi akademisyen olmak” diyorsunuz Bianet’e verdiğiniz 2018 tarihli söyleşide. Bu ideal elinizden alındı. Yıllar sonra uzman olduğunuz alanda bir belediyede işe girdiniz ve şimdi oradan da ihraç edildiniz. Ne hissediyorsunuz?
2013’ten 2015’e kadar Türkiye’de ölümlerin olmadığı, kısmi olarak çatışmasız bir süreç yaşandı. 2015’e geldiğimizde, 7 Haziran seçiminde HDP 80 milletvekili çıkardıktan sonra, Türkiye’de sistemsel bir tıkanma yaşandı, kimsenin tek başına iktidar olamadığı, koalisyon hükümetinin de kurulamadığı bir süreçten geçtik. İktidar ya da devlet, güttüğü amaçlara ulaşamadığı için yeniden çatışmalı süreç başlatıldı. Kürtler üzerinden bir şeytanlaştırma durumu yaratılarak, Türk toplumu mobilize edildi. Kürt meselesinin barışçıl, demokratik çözümüne yönelik kamuoyu desteği o dönem yüzde 78’lerdeyken, bugün kamuoyu yoklaması yapılsa bu destek yüzde 30’larda değildir. Toplumsal algı hamur gibi şekillendirilebiliyor. Nihayetinde, böyle bir çözüm istenmedi, insanların öldürülüp günlerce sokak ortasında kaldığı korkunç bir dönemden geçtik. Böyle bir dönemde, yeniden barışçıl sürece çağıran Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı barış bildirisini imzaladım.
Helalleşme dediğinizde hak kaybı olduğunu kabul edip bu hakların iadesinden söz etmeniz gerekir. Kürtler özelinde bu hakların ne olduğu hakkında tek kelime edilmiyor. KHK’li barış imzacısı ve CHP’li belediyeden atılan biri olarak bana “olan olmuş, ama sen hakkını helal et” diyorlar. Benim hakkım yendi. Helalleşmeyi gelip bana sorması lâzım.
Barış Bildirisi’ne imza atma motivasyonum, hep söylerim, Taybet Ana diyebilirim. Şimdi ismini anarken de ürperiyorum. Onun fotoğrafına baktığımda hep annemi gördüm çünkü. Tip olarak da ona benzer. Anneme benzemesi bir yana, çocuklarının yazdığı yazı beni duygusal kırılmadan geçirdi. Çocukları annelerinin sokak ortasında can verirken kendilerinin evde öldüğünü söylüyorlardı. Çünkü evden onun ölü bedenine bakıyorlar, alamıyorlar, kargalar üzerine üşüşüyor… Sadece bu olay da değil, bozulmasın diye cesetlerin buzdolabında saklandığı bir dönemden bahsediyoruz. Buna kayıtsız kalamazdım. Tereddütsüz imzaladım Barış Bildirisi’ni. 2015’ten 15 Temmuz 2016 darbe sürecine kadar toplumun yeniden korkulara mahkûm edildiği inanılmaz bir girdaptan geçtik.
Bildiriyi imzaladığımız dönemde, üniversitede esas kadrom Muş Alparslan Üniversitesi’ndeydi, ama geçici görevlendirmeyle İTÜ Şehir Bölge Planlama Bölümü’nde araştırma görevlisiydim. Tüm basın kapatılmış, kör sağır bir dönemden geçiyorduk. Barış bildirisini imzaladığımız için bir bedel ödetileceğini öngörüyorduk, ama bu kadarını kimse tahmin etmemişti sanırım. Henüz darbe girişimi olmamıştı. 2016’nın ocak ayından itibaren, imzaların kitleselleştiği dönemi takiben peyderpey davalar açıldı. Darbe girişiminden sonra KHK’yle yönetilen bir döneme girdik ve KHK’yle akademisyenlerin işine son verilmeye başlandı. Geçici görevlendirmem YÖK tarafından sonlandırıldı, Muş’a gönderildim. Uzun bir süre mobbinge maruz kaldım. Herkes imzacı olduğumuzu biliyordu. Gazetelerde hedef gösterilmiştik. Küçük Anadolu üniversitelerinde odasının kapısına işaret konan, tehdit edilen, can güvenliği olmayan bir durumdaydık. Nihayetinde, 2017’nin ocak ayında 679 sayılı KHK’yle işimden edildim. O tabii travmatik bir dönem. Hayallerimin ellerimden alındığını hissettim.
KHK sonrası iki-üç yıl nasıl geçti?
2015-17 arası için sık sık 90’lar benzetmesi yapılıyor. Kötülük karşılaştırılamaz, kötü kötüdür; biz katmerli, sistematik bir kötülük halini yaşadık. İsmimi ihraç listesinde gördüğümde yatağımda dikilip kaldım. O an buharlaşmak gibi bir durum yaşadım. Lisanstan itibaren akademisyen olmak istedim çünkü. Buna toplumsal bir yerden bakıyordum. Akademisyen olma arzum, hakkım elimden alınmıştı.
Akademisyen olmak sizin için ne ifade ediyordu?
90’larda zorunlu göçle Tatvan’dan İstanbul’a gelmiş bir aileyiz. Köylerimiz yakıldı, bir anda kendimi ailemle İstanbul’da buldum. İstanbul’da çocukluktan itibaren hep hayata tutunma, hayatta kalma mücadelesi güdüyorsun, politik bir ailede büyüyorsun. Bilinçlendikçe, eğitimde ilerlemenin kendini bağlı hissettiğin topluma ne açılardan katkı sunacağının hesabını yapıyorsun. Ben hep öyle bir motivasyonla akademisyen olmak istiyordum. Toplumuma bir faydam olmalıydı. Ayrıca, hiyerarşik çalışma ortamına uygun biri değilim. Bağımsız çalışmak beni motive eden, üretkenliğimi artıran bir şey. Bütün bu amaçların elinden alındığında kendini boşlukta hissediyorsun. 2017’den sonra iki yıl hayatımda ilk defa ağır bir panik atak döneminden geçtim. Hâlâ etkisi süren travmatik bir süreç bu.
İBB’de çalışmaya başlamak salt bir iş olmanın ötesinde duygusal kırılmayı hafifleten bir şey olmuş muydu?
Benim gibi ihraç olan Barış Akademisyenleri fişlenmişiz bir kere. SGK’ya giriş yapılacağı zaman, “679 sayılı KHK’yle ihraç edilmiştir” ibaresi çıkıyor. Çok zor bir tutunma çabası vardı. 2019 seçimlerinden itibaren özgürlükleri savunan muhalefetin ön plana çıkma ihtimali bende kırılma yarattı mı, yüzde yüz yaratmadı. O dönem de Kürtlerle ilişkilenmeden onların oylarını almak istediler. Demirtaş “bağrınıza taş basın” demese belki bugün İmamoğlu seçilmemiş olurdu. Kürtlerin politik bilinci güçlü, “AKP gitsin de ne olursa olsun” kafasında değil. Daha uzun vadeli bakıyorlar belki. Kim gelirse gelsin uygulamada büyük bir farkın olmayacağını biliyorlar. Bugün o tespite ben de katılıyorum. AKP gittiği zaman CHP-İyi Parti ittifakından oluşan bir iktidarın kaygı duyduğumuz konularda bizi pek de ileri götüreceklerini görmüyorum.
Kemal Kılıçdaroğlu uzun süredir topluma “helalleşme” çağrıları yapıyor. Yaşadığınız mağduriyeti düşününce bu çağrı sizin için ne anlam ifade ediyor?
Kemal Kılıçdaroğlu 28 Şubat mağdurlarıyla helalleşti. Ardından Diyarbakır’a gidip 90’lara vurgu yaparak “herkesle helalleşeceğiz” dedi. Helalleşelim, ama nasıl? Helalleşme dediğinizde hak kaybı olduğunu kabul edip bu hakların iadesinden söz etmeniz gerekir. Kürtler özelinde bu hakların ne olduğu hakkında tek kelime edilmiyor. Kılıçdaroğlu bunları iyi niyetle söylüyor olabilir, ama benim için söylemden ziyade eylemin kendisi önemli.
Kılıçdaroğlu “biz iktidar olduğumuzda bir hafta içerisinde barış akademisyenlerini göreve iade edeceğiz” dedi. Bu sözler çok flu. Bizleri belediyelerde işe alarak, “bakın size alan açtık, istihdam ettik” dediler, bunun reklamını da yaptılar. KHK’li barış imzacısı ve CHP’li belediyeden atılan biri olarak Kılıçdaroğlu’nun beyanını sorguluyorum. Bana, “olan olmuş, ama sen hakkını helal et” diyorlar. Benim hakkım yendi. Helalleşmeyi gelip bana sorması lâzım.
Peki, bundan sonra ne yapmayı planlıyorsunuz?
Benim fişlenmem katmerlendi. Dramatize etmek istemem ama, yeniden ihraç olma duygusu çok kötü. Kötü olan şeyler ne yazık ki normalleşiyor. “Bu da geçer” diyorum kendi kendime. Çalışmadığın zaman hayatta kalmak zor. İş arayacağım, fakat kısa vadede iş bulacağımı sanmıyorum. Doktoram yarım kalmıştı, onu tamamlamayı düşünüyorum. Ayrıca işe iade davası açtım.