LEYLA GÜVEN’LE KCK DAVALARI VE HDP’NİN KONUMU ÜZERİNE

Söyleşi: İrfan Aktan
14 Haziran 2020
SATIRBAŞLARI

4 Haziran’da, haklarında verilen yargı kararları TBMM Genel Kurulu’nda okunarak milletvekillikleri düşürülen HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven, Diyarbakır milletvekili Musa Farisoğulları ve CHP İstanbul milletvekili Enis Berberoğlu aynı akşam gözaltına alınıp tutuklandı. Berberoğlu ertesi gün, Güven ise beş gün sonra, daha önce hapiste kaldığı sürenin mahsup edilmesiyle tahliye edildi, Farisoğulları ise halen hapiste. Güven ve Farisoğulları 2009’da, dönemin Gülenci hakim-savcıları ve AKP yöneticilerinin işbirliğiyle yürütülen KCK operasyonları kapsamında tutuklanmış, beşer yıl hapis yatmış ve 2014’te tahliye edilmişlerdi. Fakat AKP’nin 15 Temmuz ertesinde “FETÖ kumpası” olarak nitelendirdiği KCK davası yeniden devreye kondu ve iki ismin milletvekilliği düşürüldü. KCK davası neydi, nasıl seyretti, niçin yeniden ortaya sürüldü? Altı milyon seçmenin iradesini hükümsüz kılan sayısız anti-demokratik, anti-hukuk uygulamasına rağmen, HDP Meclis’te kalmakta niye ısrarlı? Muhalefet ne yapmalı? Leyla Güven’i dinliyoruz.

 

2009’da açılan KCK davası kapsamında tutuklanmış, beş yıl hapis yatmış ve 2014’te tahliye edilmiştiniz. Fakat, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, AKP Ergenekon ve Balyoz davalarının yanı sıra KCK davalarını da “kumpas” olarak nitelendirmişti. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilgili yargı süreci kapatılırken KCK davaları nasıl seyretti? İş milletvekilliğinizin düşürülmesine nasıl vardı?

Leyla Güven: Bize yönelik KCK kumpas davasının salt yakın tarihli AKP politikasıyla anlaşılacağını düşünmediğim için meselenin tarihsel arka planına bakmak gerektiğini düşünüyorum. 1921 Anayasası’nda Kürtlerin varlığı kabul edilmiş, Kürtlerin parlamentoda temsili söz konusu olmuş, ama çok kısa bir süre sonra, 1924 Anayasası’yla ilk inkâr süreci başlamıştı. Böylece “Türkiye’de sadece Türkler yaşar” anlayışı egemen hale gelmişti. O tarihten itibaren devlet red ve inkâra, Kürtler de buna karşı irili ufaklı direnişlere başvurdu. Devlet Kürtlerin direnişini, varlığını, kültürünü, kimliğini demokratik bir biçimde sürdürebilme taleplerine karşı başından itibaren yargıyı, mahkemeleri, kanunları bir araç olarak kullandı. Bu açıdan, yargı Kürtlere karşı hiçbir zaman bağımsız olmadı. 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nın uygulama alanlarından biri de yargıydı. 1923-1927 yılları arasındaki üçüncü İstiklâl Mahkemeleri’nden başlayıp yakın tarihe Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Ağır Ceza Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler ve günümüzde İstinaf Mahkemeleri’ne kadar gelen yargı mekanizmaları, esas olarak Kürtlerle ilgilendiler. Bu mahkemelerde yargılanan tüm Kürtler eşkiya veya terörist olarak yaftalandı. Eşkiya veya terörist kavramını başa koydukları zaman da gerisi teferruat olarak kaldı.

Teferruat olan kısım ne?

Hakim ve yargıçlar açısından bir suç işleyip işlemediğiniz, iddia makamının elinde aleyhinizde herhangi bir delil olup olmaması teferruat sayıldı. Polis, yani devlet ne diyorsa, mahkemeler ona göre hareket etti hep. Şu sıralar Musa Anter’in doğumunun 100. yıldönümünü kutluyoruz. Apê Musa yazdığı bir Kürtçe şiir nedeniyle 1961’de davalık oldu. Kendisine destek veren 50 Kürt aydını gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan Mehmet Emin Batu hayatını kaybedince, 49 kişi kaldı ve bu insanlar tarihe “49’lar” olarak geçti. Dikkat edin, bu dava Türkiye’nin en demokratik Anayasası’nın yapıldığı 27 Mayıs 1960 ihtilali dönemine denk geliyor.

Türkiye’nin genelinde sözümona demokratik bir Anayasa işlemeye başlarken Kürtler yine toplu olarak, sırf dillerini kullanmak istedikleri için hapsedildiler. Bu tür tarihsel olaylar Kürtlerin hafızasında diriliğini koruyor. Aynı şekilde bu uygulamalar devletin hafızasında da capcanlı. Nitekim 2009’da hakkımızda açılan KCK davaları da 49’lar davasının devamı niteliğindeydi. İktidardaki hakim ideoloji, anlayış, parti hangisi olursa olsun, Kürtlere uygulanan hukuk her zaman ayrı, özerk olmuştur. Görece demokratik hükümetlerin iktidarında bile Kürtlere yönelik hukuk değişmemiştir.

Tabii buna karşı mahkemelerde, hapishanelerde direnişler de oldu…

12 Eylül’de Kürt gençleri mahkemelerde, hakim-savcıların gözleri önünde bile işkenceye maruz kaldılar. Hapishanelerde ölüm oruçlarına yattılar, bedenlerini ateşe verdiler, yasaklı dilleriyle savunma yapmaya çalıştılar. 12 Eylül darbesi sırasında Diyarbakır Cezaevi’ndeki Kürt gençleri mahkeme salonunda Esat Oktay Yıldıran vahşetini dile getirdiler, ama mahkeme seyirci kaldı. 14 Temmuz 1982’de Kürt gençleri buna karşı ölüm orucuna yattı, hayatını kaybedenler oldu. Uzun lafın kısası, KCK davası aslında tüm bu tarihsel zincirin bir halkası olarak devreye konmuştu.

KCK operasyonları ve davalarının kapsamı neydi, nasıl bir seyir izledi?

Nisan 2009’da başlatılan KCK operasyonlarının çok fazla kolu vardı. Gazeteciler, avukatlar, siyasetçiler, kadın hakları savunucuları, sivil toplum kuruluşları, yerel yöneticiler ayrı ayrı alt davalarla yargılandılar. Ben dahil 22 belediye başkanı, keza belediye başkan yardımcıları, meclis üyeleri…

Toplam kaç kişi KCK operasyonları kapsamında tutuklandı?

174 kişilik ana dosyada 104 kişi tutuklu yargılandık.

KCK operasyonları, aralarında sizin de olduğunuz çok sayıda siyasetçinin tek sıra halinde dizildiği bir fotoğrafla hafızalara kazındı. O süreçte neler yaşamıştınız?

O fotoğraf adliyenin bahçesinde, tüm Kürtlere yönelik bir gözdağı mesajı için çekildi. O sırada ellerimiz kelepçelenirken, bir polis memuru dönemin Sur Belediye başkanı Abdullah Demirbaş’a kelepçe takacakken vazgeçmişti. Demirbaş sebebini sorunca, “Hocam beni hatırlamadınız mı, öğrencinizdim” demişti. Orada Kürt sorununun demokratik çözümü için ömrünü vermiş Hatip Dicle dahil onlarca Kürt siyasetçi vardı. Yargılama aşamasında mahkeme heyetine savunma yapmıştık. Oysa hakkımızdaki karar zaten verilmişti. Terörist damgası vurulmuştu. Dolayısıyla, bizim savunmamız da onların elinde delil olup olmaması da teferruattı. Bugünden bakınca, keşke kendimizi hiç savunmasaydık diyorum. 

15 Temmuz sonrasında, Cumhurbaşkanlığı web sitesinde KCK davaları “kumpas davalar” içinde değerlendirilmişti. Fakat kısa süre sonra, bu davalar Cumhurbaşkanlığı sitesindeki metinden çıkarıldı. Kürtler yine paranteze alınarak hukuk sistemi işletildi.

Ne tür iddialar vardı hakkınızda?

İpe-sapa gelmez, anlatmaya değmez iddialar. Kızımla telefonda konuşmuşum, “X şahısla yaptığı konuşma” diye kayda geçmişler.

O sırada Viranşehir belediye başkanıydınız, değil mi?

Evet, seçileli 8 ay olmuştu. Kadınların pek de görünür olmadığı Viranşehir’de tarihte ilk defa bir kadın belediye başkanının seçilmesi büyük heyecan yaratmıştı ve biz de çalışmalarımızı bu heyecanla yürütüyorduk. KCK operasyonları kapsamında tutuklanmamız kadınların bu tarihi kazanımından kaynaklı heyecanı kırma amacı taşıyordu. Fakat yargılama aşamasında zannettik ki, gerçekleri anlattığımızda, savunmamızı yaptığımızda sonuç alacağız. Oysa polis-yargıç işbirliğiyle zaten her şey önceden belirlenmişti. Yargılama sadece işin formel kısmıydı.

KCK davalarını yürüten hakim ve savcılar gerçekten Gülenci miydi?

Tabii. Sizin de başta hatırlattığınız üzere, 15 Temmuz sonrasında, Cumhurbaşkanlığı web sitesinde KCK davaları “kumpas davalar” içinde değerlendirilmişti. Fakat kısa süre sonra, KCK davaları Cumhurbaşkanlığı web sitesindeki metinden çıkarıldı. Yani Kürtler yine paranteze alınarak hukuk sistemi işletildi. 12 Eylül sonrası idamlar konusunda Kenan Evren “bir sağdan, bir soldan” demişti. AKP ve Fethullahçılar da o süreçte bir Kürtlerden, bir de Ergenekon-Balyoz-Ayışığı-Sarıkız- futbolda şike davalarından Kemalist kesimi hedef aldı. O zamanki propagandayla “Doğuda terörle, batıda milli iradeye karşı çıkan darbecilerle mücadele ediyoruz” diyorlardı. 15 Temmuz’dan sonra Kemalistlere yönelik operasyonlar için “FETÖ’cüler yaptı, biz bunları reddediyoruz” dediler. Ergenekon’dan yargılanan tüm sanıkları beraat ettirdiler. Yetmedi, yüklü tazminatlar ödediler. Fakat ilk etapta kumpas olduğunu kabul ettikleri KCK davaları elbette Kürtler söz konusu olduğu için hariç tutuldu. Bir Kürtle bir Türkü, bir siyahla bir beyazı aynı kefeye koymadıklarını ilan ettiler.


KCK davalarının hakim ve savcılarının akıbetleri ne oldu?

Milletvekilliğimizin düşürüldüğü günden beri iktidar yanlısı TV kanallarında, sanki hakkımızda başka iddialar varmış gibi konuşuluyor. Yok şu taziyeye gitmişler, yok şu açıklamayı yapmışlar, yok Leyla Güven “Kürt sorunu çözülmedikçe dağa gidişler olacak” demiş de… Bir kere bu sözüm üzerine hakkımda açılmış dava bile yok. Musa Farisoğulları’yla birlikte milletvekilliğimiz, FETÖ kumpasıyla açıldığı AKP tarafından da kabul edilen KCK operasyonları kapsamında düşürüldü. KCK davasının iddianamesini hazırlayan dönemin Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı Ahmet Karaca, savcı Yakup Yar, savcı Adem Özcan, savcı Levent Kaya, savcı İbrahim Baytekin, savcı Mehmet Şahin, savcı İsmail Aksoy, savcı Zeynel Abidin Ulu “FETÖ” kapsamında görevden alınıp tutuklandı. Keza o dönem “terör” soruşturmalarına bakan Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı Durdu Kavak, “FETÖ”den gözaltına alındı, 6 yıl 3 ay hapse çarptırıldı ve itirafçı oldu. “FETÖ” hakim ve savcılarının çözüm sürecini bozmak için nasıl çalıştıklarını itiraflarında anlatan isimdir Durdu Kavak. Bu ismin itiraflarına bakılırsa, çözüm sürecinin kimler tarafından nasıl bitirildiğini anlamak çok daha kolay olacak.

Musa Farisoğulları’nın milletvekilliğinin düşürülmesine gerekçe gösterilen davanın savcısı da “FETÖ”den yargılandı mı?

Tabii, Musa hoca aleyhine iddianameyi yazan savcı İsmail Aksu da görevden alındı, tutuklandı ve 10 yıl 6 ay hapis cezası aldı. İsmail Aksu, Fethullah Gülen hakkında 2014’te açılan soruşturmada takipsizlik kararı veren kişidir aynı zamanda. Keza bizi beş yıl boyunca hapiste tutma kararı veren davanın hakimi Menderes Yılmaz, “FETÖ”den tutuklandı, 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Özetle, KCK davaları, tıpkı 49’lar davası gibi, Kürtlere diz çöktürme operasyonuydu.

29 Mart 2009’daki yerel seçimlerde bir büyükşehir, yedi il ve 51 ilçede belediye başkanlıklarını kazandık. İki hafta sonra, 14 Nisan’da, 54 arkadaşımızın gözaltına alındığı ilk KCK operasyonu yapıldı. 14 Aralık’ta DTP kapatıldı, 24 Aralık’taki ikinci KCK operasyonunda biz belediye başkanları gözaltına alındık.

Bu davalar sadece Gülencilerin işi miydi, yoksa AKP’yle müşterek yürüttükleri bir operasyon muydu?

O dönem bu iki güç kankaydı. Belediyecilikte o kadar demokratik bir model geliştirdik ki, hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan, bizim partideki (DTP) dönemin Mardin-Derik belediye başkanını kendimiz ifşa ettik ve ona dedik ki, “resmi olarak seni görevden alamayız, ama sen halkın parasını çarçur edemezsin.” Cumhuriyet tarihi boyunca Kürdistan’da yapılmayan ve halkın özlem duyduğu ilklere imza atıyorduk. Kadınlara, çocuklara, yoksul halka yönelik çalışmalar yapıyorduk ve herkes can-ı gönülden emek veriyordu. Biz Kürtler Türkiye’nin batısından nasıl görülüyoruz? Örgütsüz, cahil, bilgisiz… Bu imajın yerle bir olmasını istemediler. KCK operasyonlarının tek amacı Kürtleri yargılamak değil, Kürtlerin yaratmaya çalıştığı demokratik işleyişi, sistemi baltalamaktı.

KCK operasyonları sonucunda beş yıl hapis yattınız. Ne zaman tahliye edildiniz? O süreç nasıl işledi?

29 Mart 2009’daki yerel seçimlerde DTP olarak bir büyükşehir, yedi il ve 51 ilçede belediye başkanlıklarını kazandık. Bu katlanarak gelen bir başarıydı, çünkü 1999’da 37, 2004’te 56 belediye almıştık. 29 Mart seçimlerden iki hafta sonra, 14 Nisan 2009’da DTP’nin tüm kadrosunun hedeflendiği ve 54 arkadaşımızın gözaltına alındığı ilk KCK operasyonu yapıldı. 14 Aralık’ta DTP kapatıldı, 24 Aralık’taki ikinci KCK operasyonunda biz belediye başkanları gözaltına alındık. Ancak suç unsuru oluşturabilecek deliller olmadığı için bir buçuk yıl yargılanmayı bekledik. Bu süreçte sahte ve uyduruk delillerle iddianameleri oluşturmaya çalışıyorlardı. Telefon konuşmalarımız dinlenmiş, çay içmeye gelecek bir arkadaşımızdan istenen top kek iddianameye bomba olarak geçirilmişti. Gerçekten trajikomik iddialar vardı. Yargılama başlayınca 104 kişi, çeşitli bölgelerden Diyarbakır’a getirildik, ancak karşımızda tiyatro gibi kurulmuş bir mahkeme bulduk, zaten verilecek kararlar belliydi.


Nasıl bir yargılama yapıldı?

Savunmamızı anadilimizde yapmak istedik, ancak bu durum tutanaklara “bilinmeyen bir dilde konuştu” diye geçirildi ve mikrofonlar kapatıldı, savunma hakkımız gasp edildi. Tutuklu kaldığımız beş yıl boyunca tüm yargılanmalarımız direniş içinde geçti. Duruşma günlerimize denk gelen özel günler üzerine yapmak istediğimiz Türkçe konuşmalara dahi izin verilmedi. Hatta yaptığımız savunmalar bile yeni davalara konu edildi. Tıpkı Ergenekon davalarında olduğu gibi, bize büyük bir salon hazırlanmıştı ve etrafımız jandarmalarla çevrili vaziyette yargılandık. Hatta zamanın Diyarbakır Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu “bu salonları ileride düğün salonu yapın” diye espri yapmıştı. Çünkü bunlar sadece o yargılamalar için yapılmış salonlardı. Davayı izlemeye gelenlere “bakın sizin parti yöneticilerinizi, belediye başkanlarınızı işte böyle zapturapt altına alırız” mesajı verilmek istendi. En sonunda da hiçbirimize verilecek bir ceza bulamadılar.

Ceza almadan beşer yıl hapis yattınız…

Evet, siyaseten serbest bırakmak istemiyorlardı, ama hukuken de içeride tutamıyorlardı. Dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin parti yöneticilerimize tüm sürecin sorumlusunun Fethullah Gülen ve onun yargıdaki uzantıları olduğunu belirterek, uzun tutukluluk süresinin on yıldan beş yıla ineceğini söylemişti. Öyle de oldu ve biz beş yıl hapis yattıktan sonra, 2014’te peyderpey tahliye edildik. KCK ana davasının özeti budur.

Siyaseten serbest bırakmak istemiyorlardı, ama hukuken içeride tutamıyorlardı. Adalet Bakanı Ergin parti yöneticilerimize sürecin sorumlusunun Gülen ve yargıdaki uzantıları olduğunu, tutukluluk süresinin on yıldan beşe ineceğini söylemişti. Öyle de oldu ve beş yıl hapis yattıktan sonra tahliye edildik. KCK davasının özeti budur.

Tahliyenizin ardından KCK davalarıyla ilgili süreç nasıl seyretti?

Elbette mücadelemize kaldığımız yerden devam ettik. Tüm demokratik siyasi çalışmalarımız yakından takip edildiği için bu kez de gerçeği yansıtmayan yeni iddialarla dosyalar Diyarbakır 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. Bu arada her birimiz önemli görevlerdeydik. Ben ve Hatip Dicle DTK eş başkanıydık, 14 arkadaşımız milletvekili, birçok arkadaşımız da belediye başkanı olmuştu. Dolayısıyla bizleri tekrar etkisiz hale getirmeleri gerekiyordu. Bu nedenle KCK kumpasını tekrar işleterek bizlere cezalar vermeye başladılar. Vekilliklerimizin düşmesine neden olan cezalar yandaş TV’lerde propaganda edildiği üzere “başka suçlara” değil, iktidarın da kumpas olarak kabul ettiği davaya dayanıyor. Aslında halkımızın yüz yıldır devletten görmediği hizmetleri bizler üstlenerek sunduğumuz için cezalandırıldık.

Vekilliğinizin düşürülmesinin ardından parlamenter sistem içinde mücadele yürütmenin artık anlamsızlaştığı ve sine-i millete dönülmesi yönünde çağrılar yapıldı. Parlamenter zemini halen bir mücadele alanı olarak görüyor musunuz?

Demokratik siyasete başladığımız HEP’ten bugüne kadar gücümüzü artırdık ve halen Meclis’teyiz. Biz Türkiye bütünlüğü içinde Kürt sorununun demokratik çözüme kavuşturulması konusunda ısrarcıyız. Bu, birlikte yaşama arzusunda, insan olmakta ısrardır. Parlamento zeminindeki ısrarımız çaresizlik ve alternatifsizlikten sanılmasın. Böylesi bir yaklaşım mücadele uğrunda yaşamını yitirmiş Muhsin Melik, Vedat Aydın, Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz gibi onlarca yönetici ve üyemize haksızlık olur. Kürt siyasetçileri olarak bizler doğru olduğunu düşündüğümüz başka bir yol varsa, başımızın kesileceğini bilsek bile, bunu söylemekten, talep etmekten geri durmayız.

Başka yoldan kastınız ne?

Örneğin, bağımsız Kürdistan, halkların kaderini tayin hakkı, federatif çözüm, vs. Oysa, biz diyoruz ki, bugün artık Kürdistan Türkiye’dir.


Ne bakımdan?

İstanbul’da 5 milyona yakın Kürt yaşıyor. Artık coğrafi sınırlar çizemeyiz. Kürtler nerede yaşarsa yaşasın anadili güvence altında olsun, kendi kimliğiyle yaşasın, kendi kültürünü yaşatsın istiyoruz. Bin yıllık kardeşlik var. Sine-i millet tartışmasına dönecek olursak, Kürtlerin siyaset arenasından tasfiye edilmesi zaten AKP-MHP bloğunun istediği şey. Ama biz bu zevki onlara tattırmayacağız. Halkımıza bunu yeniden yeniden anlatacağız. Kaldı ki, biz HDP genel merkezi olarak sine-i millet kararını tek başımıza veremeyiz. Böyle bir karar vereceksek, bize oy vermiş 6 milyon insanın tek tek görüşünü alırız. Öte yandan, politize olmuş ve dünyayı yorumlayabilme gücüne sahip Kürt halkının bu noktada olduğunu düşünmüyorum. Eğer öyle olsaydı, kayyumlardan sonra halk gerektiğinde kilometrelerce yürüyüp sandığa giderek oy vermezdi. Bizler halkımızın ısrarının temsilcileri ve takipçileriyiz. O yüzden de sonuna kadar Meclis’te kalacağız.

Bir yandan da HDP’nin kapatılmasına yönelik bir kampanya yürütülüyor. Böyle bir adımın sonuçları ne olur sizce?

Kürt halkı bir şey kaybetmez, yeni bir partiyle, daha da güçlenmiş olarak yolumuza devam ederiz. Ama Türkiye demokrasisi çok şey kaybeder. İdeolojik olarak mücadele edemediğin bir partiyi kapatmak faşizmdir. DEP milletvekilleri Meclis’ten yaka paça alındılar, ancak alınları ak, başları dikti. Yıllarca cezaevinde kaldıktan sonra kaldıkları yerden mücadeleye devam ettiler. Sevgili Orhan Doğan son nefesini bile halkına seslenirken, barış talebini dillendirirken verdi. 4 Kasım 2016’da evlerine yapılan baskınlarla tutuklanan milletvekili arkadaşlarımız da cezaevinde başları dimdik ve asla boyun eğmeyeceklerini söylüyorlar.

Kürtlerin siyaset arenasından tasfiye edilmesi AKP-MHP’nin istediği şey. O zevki onlara tattırmayacağız. Kaldı ki, sine-i millet kararını tek başımıza veremeyiz. Böyle bir karar vereceksek, 6 milyonun tek tek görüşünü alırız. Kürt halkının bu noktada olduğunu düşünmüyorum. Bizler halkımızın temsilcileri ve takipçileriyiz. O yüzden sonuna kadar Meclis’te kalacağız.

4 Haziran’da siz ve Musa Farisoğulları’yla birlikte CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun da vekilliği düşürüldü. Bu olayı nasıl yorumluyorsunuz?

Açıkçası Enis Berberoğlu’nun da bizim ateşimizde yandığını düşünüyorum.

Neden?

Çünkü onun dosyası iki yıldır Meclis’te bekliyordu. Fakat Kürtlere yönelik bir hamle yaparken, bunu kısmen görünmez kılmak amacıyla Berberoğlu hakkındaki kararı da okudular. Aynı zamanda, faşist kesime karşı CHP için kullandıkları “HDP ile işbirliği yapıyor” iddialarını güçlendirmek, HDP ve CHP milletvekillerini aynı karede göstermek için Berberoğlu’nun vekilliğini düşürdüler.

Geçen yıl yapılan yerel seçimlerde HDP tabanı üç büyük şehirde CHP’nin adaylarına oy vererek bu şehirlerin alınmasını sağlamışken, CHP bu süreçte sizin ve Farisoğulları’nın ismini dahi anmadı. Bu tavrı nasıl yorumluyorsunuz? CHP’nin bu tutumu Kürtler tarafından nasıl değerlendirildi?

CHP Türkiye’nin ilk ve en eski siyasi partisidir. CHP iktidar veya iktidar ortağı olduğu dönemlerde Kürt halkının yaşadığı zulümlerin sorumlusudur. Muhalefet olduğu dönemlerde de bu zulümleri görmezden gelmiştir. Sosyal demokrat kimliğiyle siyaset yapıyor, ama bunun hakkını gerçekten verseydi Türkiye bugün çok başka bir yerde olabilirdi. CHP’nin tek parti döneminde yaptıklarını şimdi de MHP ile birlikte AKP yapıyor. Dersim mağaralarında insanları katleden zihniyetle Cizre bodrumlarında insanları katleden zihniyet arasında bir fark yok. Öte yandan, hakkını teslim edelim ki, CHP’nin, daha doğrusu SHP’nin 1989’da hazırladığı meşhur Kürt Raporu, bugünkü duruşundan çok, çok ilerideydi. CHP kendisinin bile gerisindedir artık. O yüzden de şu anda yalpalayıp duruyor.


Nasıl bir yalpalama bu?

CHP iktidar olmak değil, iktidarın ana muhalefeti olarak kalmak istiyor. Bu ülkede iktidara gelmek isteyen bir partinin Kürt sorununu görmezden gelmek gibi bir lüksü yoktur. Kürt sorunu bu ülkenin turnusol kâğıdıdır. Bakın, AKP bile iktidara gelirken “Kürt sorunu benim sorunumdur” demek durumunda kalmıştı. Tabii yerini sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, devletin geleneksel Kürt politikasına döndü. 15 Temmuz’u da bir velinimet olarak değerlendirdi ve devletin her kademesine yerleşti. Tüm bunlar CHP’nin gözleri önünde, onun tanıklığında yaşandı. Atatürkçü CHP’nin değer verdiği her şey teker teker ortadan kaldırıldı. Parlamenter sistem boşa çıkarıldı. Bugün milletvekillerinin özlük hakları dışında hiçbir yetkileri yok. Tüm bunlar karşısında CHP ne yaptı? Sadece izledi. Kürdistan’da HDP dışındaki tek parti neden CHP değil de AKP? Kendisine sol diyen bir parti neden seçenek olarak görülmüyor? CHP’deki gerçek demokrat ve sözünü sakınmayan kişileri tenzih ediyorum, ama onların bireysel çabasıyla olacak iş değil. CHP’nin değişip dönüşmeye ihtiyacı var. HDP’nin Türkiye partisi olmadığı söyleniyor. Diğer partiler Türkiye partisi mi? Kürt sorununun çözümsüz bırakılması için Türkiye’nin kaynakları heba ediliyor. Hangi parti buna itiraz ederek çözümsüzlük yerine çözümü öneriyor? Bu nasıl bir vatanseverlik? Halk bu kadar yoksulken, mutsuzken hâlâ AKP’ye oy veriyorsa, en az bizim kadar CHP’nin de kendisine bakması, ezberden çıkması gerekiyor.

Fakat CHP’lilere sorulduğunda, seçimlerde farklı ittifaklar denediklerini, yeni adaylar çıkardıklarını, çeşitli arayışlar içinde olduklarını, bir yol bulmaya çalıştıklarını söylüyorlar…

Evet ama, tüm arayışlarını sağdan yürütüyor, solla sürekli mesafeleniyorlar. Sosyalist Enternasyonal’de yer almasına rağmen Kürt sorunu konusunda bağnaz ve faşizan söylemleri olan kişilerle yan yana geliyorlar. Böyle bir anlayışla, demokratik bir mücadele örülebilir mi? AKP ve MHP’den zihniyet farkı olmayan İyi Parti ile yan yana durursanız Kürtler size gelmez.

Demokratik bir cepheye ihtiyaç var. Türkler artık “benim de Kürt arkadaşım var”ın ötesine geçip “Kürtler bu ülkenin eşit vatandaşıdır ve hakları güvence altına alınmalıdır” demeli. Gerçek yurtseverlik budur. Türkiye’nin bütünlüğü, mevcut faşist politikalara teslim olmamaktan, demokrasi için birlikte hareket etmekten geçiyor.

Ama son yerel seçimlerde batıdaki Kürtler CHP’li adayları destekledi…

Bu CHP’ye, onun politikalarına verilen bir destek değil, AKP’ye verilen bir dersti. Kürtler “bizim desteğimizi almayan kaybeder” mesajı verdi ve bu mesaj da yerini buldu. Fakat CHP milletvekilliklerimizin düşürülmesi konusunda adımızı bile anmayarak AKP’nin tuzağına düşüyor. Buna rağmen, AKP’nin “CHP ile HDP yan yana” propagandası işliyor. Kürt siyasetinin kriterleri, ilkeleri vardır. Bizde omurgasız siyaset yapılmaz. İlkelerimizi açık ve net olarak ortaya koyuyoruz. İlke ve kriterlerimiz etrafında ister seçim ittifakı olsun, ister demokrasi cephesi, demokrasi mücadelesinde her platforma ve her kesime açığız.

HDP’ye içeriden ve dışarıdan, toplumsal muhalefeti harekete geçiremediği, yeni politika üretemediği yönünde eleştiriler geliyor. İçeriden biri olarak HDP’nin konumunu nasıl görüyorsunuz?

HDP’de siyaset yapmak ateşten gömlek giymeye benzer. Çünkü bu ülkede Kürtlerle yan yana durmak bedel ödemeyi gerektirir. Üyesinden eş başkanına kadar, herkes bunu göze alır. HDP özlem duyulan, ama bugüne kadar gerçekleşmemiş bir Türkiye’nin inşa projesidir. Bu kadar farklı etnik kimliğin ve inancın bir araya gelebileceğine, bizim dışımızda kimse inanmadı, “olmaz”, “yapılamaz”, “imkânsız” dediler. Ama biz bu karma yapımızla, 7 Haziran 2015’te yüzde 13 civarında oy alarak imkânsızı mümkün kıldık. Bu, ezber bozan bir ilkti. AKP-MHP bloğu bu başarıyı bir kan davasına çevirdi. HDP’deki 7’den 70’e herkes yargı eliyle derdest edildi. 10 binden fazla siyasetçi tutuklandı ve baskılar devam ediyor. Bu şartlarda siyaset yürütmek elbette kolay değil. Bizde her bir siyasetçi, bir geleneğe, mirasa, hafızaya yaslanarak yetişir. Kürt siyaseti başarılı siyasetçiler yarattıkça, ürettikçe, devlet de onları tutukladı, hapsetti, yurtdışına çıkmaya zorladı. Buna rağmen, dimdik ayakta kalan, yaratılan karanlıkta her seferinde yeniden bir mum yakarak ilerleyen bir mücadele var. HDP’ye yönelik eleştirileri yapanlar, bu karanlıkta ilerlemenin zorluğunu, bu zorluğa rağmen gösterilen direnci, ısrarı gözardı etmemeli. Bunca baskı ve zulme rağmen, HDP’nin son kongresi için Ankara’ya 30 bin insanımız geldi. HDP çatısı altında görev yapan tüm arkadaşlarımız büyük çaba ve emekle çalışıyor. Hepsi saygıdeğer insanlar. Elbette eksiklerimiz var. Bunları değerlendiriyoruz. Benim de kişisel olarak vekillerimiz tutuklanırken, belediyelerimize kayyum atanırken keşke daha güçlü tepki koyabilseydik, zamanında refleks gösterebilseydik dediğim eleştirilerim var. Bununla birlikte, eğer genel olarak muhalefet, özel olarak CHP, haklının, ezilenin yanında yer almış olsaydı, bugün hepimiz başka bir iklimi yaşıyor olabilirdik. HDP’nin bu sürecin seyircisi değil, aktif mücadelecisi olduğu, eksikliklerine rağmen kararlı mücadelesini sürdürdüğü unutulmamalı.


HDP dokuz maddede özetlediği yeni “tutum belgesi” açıkladı. Buna göre temel haklar için çeşitli politik faaliyetler yürütülecek. Sizce HDP’li veya değil, muhalifler ne yapmalı?

AKP-MHP’nin yarattığı kutuplaşmaya karşı demokratik bir cepheye ihtiyaç var. Cesur insanlar dünyanın her yerinde çıkıp tarihin gidişatını değiştirmişlerdir. Barış Akademisyenleri’nin tüm bedelleri göze alarak iktidarın Kürdistan’da yaptıklarına karşı çıkması bunun yakın tarihli bir örneğidir. Önümüzdeki dönemde de, mevcut politikalara teslim olmak istemeyen, Türkiye’nin demokrasisini savunan insanların HDP’nin çağrısına cevap vereceğine ve ortaya konan bu iradenin yanında yer alacaklarına inanıyorum. Türkler artık “benim de Kürt arkadaşım var” söyleminin ötesine geçip “Kürtler bu ülkenin eşit vatandaşıdır ve hakları güvence altına alınmalıdır” demeli. Gerçek yurtseverlik budur. Aksi halde, AKP’nin hem ülkedeki hem Ortadoğu’daki politikalarına teslim olmak durumunda kalınacak. Türkiye’nin bütünlüğü, mevcut faşist politikalara teslim olmamaktan, demokrasi için birlikte hareket etmekten geçiyor.

Yıllardır mücadele yürüten bir siyasetçi olarak, Kürt sorununun çözümünün yakın veya orta vadede söz konusu olduğunu düşünüyor musunuz?

Sayın Öcalan çözüm sürecinde “eğer devlet isterse, Kürt sorunu bir haftada çözülür” demişti. Ortadoğu’da çok ciddi gelişmeler yaşanıyor. Burada Kürtler, Araplar, Türkler, Asuri-Süryaniler, Ermeniler, Aleviler, Sünniler, çok sayıda halk ve inançtan halklar yaşıyor, ama yüz yıl önce bu bölgenin sınırlarını belirleyen güçler yine söz sahibi. Bugün ABD, Rusya, Britanya, Almanya, Fransa, bir kez daha Ortadoğu üzerinde belirleyici aktörler olarak ortaya çıkıyor. Oysa, başta Türkiye olmak üzere, Ortadoğu ülkeleri kendi halklarıyla barışık hale geldiğinde, bu güçlerin etki sahası daralır. Türkiye ancak Kürdü yok etme politikalarından vazgeçtiğinde hem içeride rahata kavuşup nefes alabilir, hem de Ortadoğu’da güç sahibi olabilir. Türkiye halkları bilmeli ki, Kürtler barıştan, barışçıl çözümden yana. Bu, çaresizliklerinden değil, barışa inandıkları için böyle. Fakat bu seçeneğin işler hale gelmesi, İmralı kapılarının açılmasına, demokratik çözüm yöntemlerinin ortaya konmasına bağlı. Eğer AKP çözüm sürecine taktiksel değil stratejik ve samimi niyetlerle yaklaşmış olsaydı, çözüm süreci akamete uğratılmasaydı, bugün Türkiye’nin güçsüzlüğü değil, gücü tartışılıyordu. Türkiye’yi ilerletmenin, güçlendirmenin yolu Kürt sorununun çözümünden geçer. Diğer seçenek zaten gelenekselleşmiştir, yüzyıldır deneniyor. Siz inkâr edince hakikat yok olmuyor. Siz imha etmeye çalıştıkça, Kürtler varlıklarını daha güçlü bir şekilde haykırıyor. Bunun görülmesi gerekiyor.

^