Fransa derin krizde. Cumhuriyet’in üç ilkesi, üç rengi bulanıyor, hatta karşıtlarına dönüşüyor. Bu dönüşümün başrolünde neoliberalizm ve güncel eşlikçisi neofaşizm ile kuşanan yeni sağcılık var. Yer Fransa, ama öykü yerel değil. Başka yerlerde de aynı öykü yerel renklerle yaşanıyor. Paris 8 Üniversitesi’nden sosyolog Eric Fassin’i dinliyoruz.
Birçok tehdit alıyorsunuz. Neler yaşıyorsunuz?
Eric Fassin: Bir meslektaşımın, Samuel Paty’nin İslâmcı bir terörist tarafından başı kesilerek katledilmesinin hemen ardından Twitter’da bir tehdit aldım. Neonazi eğilimiyle tanınan bir kişinin hesabından yapılan paylaşımda adımın da vakti geldiğinde başı kesilecekler listesinde yer aldığı söyleniyordu. Bu sürpriz olmadı, çünkü ilk kez başıma gelmiyordu. 2013 sonlarında, Noel öncesinde, beni İslâmo-solculukla, İslâm’dan yana taraf olmakla suçlayan bir mektup almıştım. Oysa biz hep İslâmofobi karşıtlığından yana olduk. Bu imzasız mektup ayrıca bir ölüm tehdidi içeriyordu, Direniş’in (Résistance)[1] “hainlere haddini bildirme” sözü veren bir broşüründeki darağacı resmi metnin altına konmuştu. İkinci Dünya Savaşı bağlamında ortaya çıkan bir retoriğe atıfta bulunuluyor, bugün demokrasi mücadelesi veren ve içinde yer aldığım kesimin işgalci kuvvetler, yani Müslüman nüfus ile işbirliği içinde olduğu ima ediliyordu. Aşırı sağın benimsediği bu mantığa göre, göç olgusu “büyük yer değiştirme” (le Grand Remplacement)[2] projesi olarak ifade edilirken günümüz faşistleri de o dönemin direnişçilerine denk görülüyor. Bu retorik bugün çok güçlü.
Aldığınız tehditler karşısında büyük bir dayanışma da örgütlendi. Kimlerden destek mesajları aldınız?
Dayanışma gösteren herkese teşekkür etmek isterim. Bu sadece psikolojik açıdan değil, politik açıdan da önemli. 2016’nın başlarında Barış için Akademisyenler’in yanında yer aldığımda ilk söylediğim şey buydu: Bu sadece bir destek değil, bir dayanışma eylemi. Çünkü biz de Fransa’da böyle bir otoriterleşme gidişatından muaf değiliz.
En başından beri, söylediklerimin sadece Fransa’yı değil, yıllardır benzeri bir şiddetle sarsılan, benzer bir siyasi mantığın farklı ve çok daha ağır sonuçlara yol açtığı Türkiye, Brezilya gibi pek çok başka ülkeyi de ilgilendirdiğinin bilincindeydim. Gösterilen dayanışma, ister siyasi olsun, ister akademik çevrelerden, özellikle Türkiye ve Brezilyalı meslektaşlardan gelsin, bu düşüncemi besledi. Yaşadıklarımın Türkiye’deki ve Brezilya’daki meslektaşlar için uzak, bilinmedik deneyimler olmadığının farkındayım. Onlar için şaşırtıcı olan bunların Fransa’da da yaşanabiliyor olması, Fransa’nın da böyle otoriter gidişattan muaf olmadığının ortaya çıkmasıydı.
Fransa neden şaşırtıyor?
Pek çok insanın düştüğü bir yanılgı söz konusu; bazı toplumların demokratik açıdan daha kırılgan olduğu, bazılarınınsa daha güçlü demokratik temellere sahip olduğu fikri yerleşmiş durumda. Bu görüşe göre, bir tarafta diktatörlük gibi bir deneyim yaşamış ve bu deneyimin izlerini kolay kolay silemeyecek toplumlar, diğer taraftaysa neredeyse doğası itibarıyla demokratik toplumlar var. Bu kesinlikle doğru değil.
Hiçbir ülke neoliberal dönüşümden muaf değil, hele Fransa hiç değil. Demokrasi verili bir şey değil, bir mücadeledir. Bazen bunu unutuyoruz, fakat bugün olan bitene kayıtsız kalamayacağımız gerçeğini hatırlatan bir tarihsel ân içinde yaşıyoruz.
Birkaç yıldır “güvencesiz demokrasi” adını verdiğim süreç üzerine yazıyorum, düşünüyorum. Bu sadece demokrasinin doğası itibarıyla güvencesiz olduğu anlamına gelmiyor, aynı zamanda bugün yaşadıklarımızın demokrasiyi nasıl güvencesizleştirdiğine de işaret ediyor. Bu bütün neoliberal toplumlar için geçerli. Hiçbir ülke bu neoliberal dönüşümden muaf değil, hele Fransa hiç değil. Demokrasi verili bir şey değildir, bir mücadeledir. Fransa’da bazen bunu unutuyoruz, fakat bugün olan bitene kayıtsız kalamayacağımız gerçeğini hatırlatan bir tarihsel an içinde yaşıyoruz. Tüm dünya otoriterleşme dalgasından mustarip.
Size yönelen tehdit ile Fransa’da yaşananlar arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz?
Bir tehdit aldığımızda kendimizi bir anda nesne konumunda buluyoruz, fakat ben özne olarak kalmakta ısrar ediyorum. Bu nedenle meseleyi analiz etmeye çalışıyorum. Analiz etmek demek bağlama bakmaya davet etmek demek; bağlam ise sadece sosyal medyadaki trollerin hakaretleri, saldırıları, tehditleri, hatta ölüm tehditlerinden ibaret değil. Bunu yapan pek çok gazete ve dergi de var, yıllardır akademisyenleri, aktif mücadele yürütenleri hedef alıyorlar, onları yerlicilik (indigéniste) ya da kimlikçilik (identitariste), hatta İslâmcılığın maşası olmakla suçluyorlar.
Valeurs Actuelles ya da Causeur gibi aşırı sağın önde gelen dergilerinin sistematik saldırılarıyla karşı karşıyayız. Hatta Marianne ya da Le Point gibi aşırı sağla ilişkilendirilmeyen dergilerin bile bu retoriği ve benzeri hakaretleri sahiplendiğini görüyoruz. Son zamanlarda durum daha da vahim bir hal aldı, zira troller ve aşırı sağcı dergiler tarafından köpürtülen bu söylemi siyasi iktidar açıkça yaygınlaştırdı.
Cumhurbaşkanı Macron haziranda Le Monde’a yaptığı açıklamada, Fransa’da ayrılıkçılığın sorumlusu olarak akademisyenleri gösterdi. Tam da ırkçılık karşıtı hareketin eyleme geçtiği, sadece aktivistleri değil akademisyenleri de hareketlendirdiği bir anda geldi bu ayrılıkçılık söylemi. Halbuki bu kesimleri harekete geçiren herkes için eşit haklar talebiydi. Cumhurbaşkanıyla da sınırlı kalmadı bu suçlama, Milli Eğitim Bakanı da önce toptan tüm üniversitelere çıkıştı, sonradan “belli akademisyenleri” hedef aldığını söyleyerek kendisini düzeltti, bizi İslâmcı terörle işbirliği yapmakla itham etti.
Bütün bunlar çok vahim, çünkü aşırı sağcı troller tehdit savurmaya böyle siyasi söylemler sayesinde cüret edebiliyor. Aslında, neredeyse teşvik ediliyorlar. Benim yaşadıklarım çok daha genel bir sorunu açığa vuruyor: Bu tehditler bir siyasi söylem, nefret söylemi tarafından besleniyor, destekleniyor ve körükleniyor, tehdit altındaki insanları hedef haline getiriyor. Asıl önemlisi, tehditler herkesin üstüne çöküyor, herkesi tedbirli olmaya sevk ediyor. Bunu sokak eylemlerinde de görüyoruz. Eyleme gitmekten çekiniyoruz, çünkü şiddet görmekten korkuyoruz. Eylemlerde birkaç kişinin maruz kaldığı şiddet hepimizin üstüne çöküyor.
Değindiğiniz gibi, Milli Eğitim Bakanı Jean-Michel Blanquer’in başını çektiği, çok saldırgan bir söylemin yükseldiği görülüyor. İfade özgürlüğündeki daralma ile eleştirel düşüncenin aşınması arasında nasıl bir bağlantı var?
Eleştirel düşüncenin krizde olduğunu hissediyoruz. Neden? Çünkü yaşadığımız dünyada eleştirel düşüncenin üstlendiği geleneksel rolün, yani görünenin ardında yatan mantığı gün yüzüne çıkarma çabasının bir anlamı kalmadı. Çünkü otoriter, neoliberal, antidemokratik sağcı mantık artık kendisini saklama ihtiyacı hissetmiyor. Türkiye ya da Brezilya gibi ülkelerde gördüğümüz tam olarak bu. Eleştirel düşünce her şeyin ayan beyan ortada olduğu bir durumda, görünenin ardında yatanı açığa çıkarma işleviyle yetinemez. Bugün Fransa Cumhurbaşkanı Fransa’nın bir hukuk devleti olduğu gerekçesiyle polis şiddetinden bahsedilemeyeceğini savunabiliyor. Halbuki ancak bir hukuk devletinde polis şiddetinden bahsedilebilir. Esas polis devleti olunduğunda polis şiddeti konuşulamayan bir konu haline gelir. Bir hukuk devletinin hukuk çerçevesinde kalabilmesi için polis şiddetinin konuşulabilir olması şarttır.
Yaşadığımız dünyada eleştirel düşüncenin üstlendiği geleneksel rolün, görünenin ardında yatan mantığı gün yüzüne çıkarma çabasının bir anlamı kalmadı. Otoriter, neoliberal, antidemokratik sağcı mantık artık kendisini saklama ihtiyacı hissetmiyor. Türkiye veya Brezilya gibi ülkelerde gördüğümüz tam olarak bu.
Artık Fransa’da son birkaç yıldır neler yaşandığını çok net görebiliyoruz. Otoriterleşme somut olarak polis şiddetinde ve bu şiddet karşısında hükümetin aldığı tavırda kendisini gösteriyor. Mecliste oylanan Genel Güvenlik Yasası polis şiddetini belgeleyen her türlü görselin yasaklanmasını getiriyor. Elbette doğrudan “video veya fotoğraf çekemezsiniz” diyemiyorlar; onun yerine “polislerin kimliğini teşhir eden video ve fotoğrafları yayınlayamazsınız” diyorlar. Fakat pratikte, bu yasa kabul edildiğinde, polis şiddetini kanıtlayan bu belgelerin yasaklanması anlamına gelecek. Her şey çok açık.
Bugün eleştirel düşüncenin işlevi olan biteni görünür kılmak değil, adlandırmak. Bugün mesele olanları nasıl adlandırdığımız meselesidir. Neofaşizmin yükselişi karşısında eleştirel düşünceyi öne sürmemin sebebi bu. Haklardan bahsetmek artık yetmiyor, toplumsal düzenin geçirdiği dönüşümü de dikkate almak gerekiyor. Eleştirel düşünce bugün neoliberalizme eşlik eden neofaşizmin adını koymamızı sağlıyor.
Çoğunluğun arzusu olan biteni görmeyelim, duymayalım, adlandırmayalım. Bu arzu karşısında bugün asıl önemli olan eleştirel söylemi düşünebilmek, kurabilmek, savunabilmek. Biz bunu yaptığımızda hemen iptal kültürü –cancel culture– deniyor.
İptal kültürü nasıl bir rol oynuyor?
ABD’den ithal bir ifade olan iptal kültürü argümanına başvuranlar bugün üniversitelerde ve genel olarak tüm kültürel alanda –aslında azınlık olan– solcuların iktidarı ele geçirdiğini, bu nedenle de daha makul, daha evrensel, daha cumhuriyetçi kesimin söz söyleme hakkının elinden alındığını öne sürüyor.
Bugün gördüğümüz, 1990’larda ortaya çıkan bir tartışmanın, politik doğruculuk tartışmasının, geri dönüşü bir anlamda. O dönemde, ABD’den ithal politik doğruculuk, azınlıkların tiranlığı olarak görülüyordu. Sanki Siyah lezbiyenler ABD’de iktidarı ele geçirmiş gibi davranılıyordu…
Fransa’da üniversite çevresinde hükümetten yana tavır alan 100’lerin manifestosu örneğine bakalım. Hükümetten yana tavır alanların hepsi profesör. Dolayısıyla, pek çoğu yaşlı beyaz erkekler, aralarında gençler, kadınlar yok, siyahlar yok, Araplar yok, kısacası “iktidara” sahip olduğunu iddia ettikleri insanların hiçbiri yok. Zaten baskın olanlar baskın çıkmaya çalışıyorlar. Bunda şaşırtıcı bir şey yok elbette, fakat politik doğruculuk etrafında dilin böylesine tersine çevrilmesi bu süreçte önemli bir rol oynuyor. Orwell’in 1984 romanındaki gibi, dilin tersine döndüğü bir zamandan geçiyoruz. “Özgürlük köleliktir”. “Azınlıkların tiranlığı” söylemi 1990’larda ABD’deki “neo-con”ların, yeni muhafazakârların etkisiyle yayılan bakış açısının aslında yeniden ısıtılıp servis edilmesi.
Bütün bunların akademik özgürlüklere ve üniversiteye nasıl bir etkisi var?
Bugün üniversiteyi baştan aşağı dönüştüren bir sürü reform yapılıyor. Araştırmanın Programlanması Yasası yürürlükteki mantığın en vahim tezahürü. Üniversitelerde güvencesizliği arttıracak, kadrosuz akademisyenler çoğalacak, mesleğe giriş süreci daha da uzayacak. Güvencesizliğin siyasi sonuçları da var. İşimizi kaybetme riskiyle karşı karşıya kalarak siyasi eylemliliğe nasıl girebiliriz? Bu yasa siyasi angajmanları güçlü yeni nesil akademisyenlere eylemlerinin pahalıya patlayacağını hatırlatarak baskı altına alma çabası. Aynı zamanda, normal şartlarda kadro bulamayacak olan muhafazakâr akademisyenlerin de cesaretlendirilmesi.
Bugün eleştirel düşüncenin işlevi olan biteni görünür kılmak değil, adlandırmak. Bugün mesele olanları nasıl adlandırdığımız meselesidir. Haklardan bahsetmek artık yetmiyor, düzenin dönüşümünü de dikkate almak gerek. Eleştirel düşünce neoliberalizme eşlik eden neofaşizmin adını koymamızı sağlıyor.
Sorun sadece güvencesizlik değil elbette. Kadrosu bulunan akademisyenlerin de araştırma özgürlüğü ellerinden alınıyor, proje bazlı çalışma modeline yönlendiriliyor. Bütün vaktimizi araştırma yapmakla değil de bize para verebilecek, bütçe sağlayabilecek kurumları ikna etmeye çalışmakla geçirmemiz bekleniyor. Araştırma yapabilmek için fon bulmanın kendisi başlı başına bir iş, tüm vaktimizi, emeğimizi fon bulmakla geçirdiğimizde, asıl işimiz olan araştırmayı da yapamaz hale geliyoruz.
Dahası, bu yasada otoriterleşmenin izlerini de görebiliyoruz. Son anda eklenen bir maddeyle üniversite işgalleri ya da amfi kapatma gibi eylemleri yapanlar binlerce euro para cezasının yanı sıra, bir yıla kadar hapis cezasıyla karşı karşıya kalabilecek.[3] Eylemi yapanlar bireyler değil de siyasi bir örgütlenme olursa hapis cezası üç yıla kadar çıkabilecek. Bu neoliberal yasaya böyle bir düzenleme eklemek açıkça otoriter tutumun bir uzantısıdır.
Öğrenciler bu süreçten nasıl etkileniyor?
Öğrenciler de güvencesizlikten mustarip. Bunu Covid-19 salgınında daha da net görebiliyoruz. Pek çok öğrenci maddi sorunlar nedeniyle yetersiz besleniyor. Öğrencilerin önemli bir bölümünün maruz kaldığı güvencesizlik ve toplumsal şiddet üniversiteye giden herkesin zengin olmadığını da hatırlatıyor. Fransız yükseköğretiminin önemli bir niteliği neredeyse ücretsiz olması. Elbette bu sosyoekonomik eşitsizliklerin önüne geçemiyor, yoksul bir banliyöden geldiğinizde kaliteli bir yükseköğrenim için kendinizi hazırlayabileceğiniz koşullardan da mahrum kalıyorsunuz.
Bu koşullara rağmen, üniversite harçlarını Avrupa dışından gelen öğrenciler için 10-15 katına çıkaran bir yasa kabul edildi. İşin ironik yanı, harç zammını getiren projeye “Fransa’ya Hoşgeldiniz” adının verilmiş olması. Tam tersine bu proje, yabancı öğrencilerin Fransa’ya hiç de hoş gelmediğini gösteriyor.
Şu an için sadece yabancı öğrencileri ilgilendirmesinden ötürü, Fransız öğrenciler ve ebeveynler bu harç zammını umursamadı. Zam ilk duyurulduğunda yabancı öğrencilerin Fransa’da vergi mükellefi olmamalarına dayanan bir argümanla daha fazla harç ödemeleri haklı gösterilmeye çalışıldı. Bu proje açıkça yabancı düşmanlığı dalgasının bir sonucu. Tabii bu iş burada kalmayacak. Birkaç sene sonra, bu sefer başka bir argüman ortaya atılacak, diyecekler ki “sadece yabancı öğrencilerin bu kadar yüksek harç ödemesi ayrımcılık” ve bir bakmışız harç zammı herkesi kapsayacak şekilde genişletilmiş. “Kaliteli bir yükseköğretim istiyorsanız, parasını da vereceksiniz” diyecekler. Böylece eğitimdeki eşitsizlikler daha da büyüyecek. Bütün bu neoliberal reformlar üniversitenin piyasa düzenine uydurulmasının yanı sıra, yabancı düşmanlığına da yaslanıyor.
Hükümet bir yandan toplumun belli bir kesimini ayrılıkçılıkla suçluyor, bir yandan da bizzat kendisi ayrımcılık yapıyor. Ve vurgunun cumhuriyetçi değerler ile laiklik eksenine kaydığı görülüyor. Bu vurgunun hem okul, hem de üniversite bağlamında bu kadar güçlü olmasının sebebi ne sizce?
Yöneticilerin söyleminde eleştirel düşünce laiklik ve cumhuriyetçilik karşıtı gibi sunuluyor. Oysa Fransa’da “cumhuriyet” kavramının tarihsel olarak çok farklı şeylere hizmet ettiğini görebiliyoruz. 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarında tedavülde olan III. Cumhuriyet kolonyal bir cumhuriyet; eğitim laik ve ücretsiz, ama kolonyal bir imparatorluğun eğitim anlayışını da yansıtıyor aynı zamanda.
Bugünse cumhuriyet kavramı demokrasiden bahsetmemenin bir aracı haline gelmiş durumda. Cumhuriyet adına demokratik haklardan vazgeçebiliyoruz. Bu zeminden hareketle bize azınlıkların Cumhuriyet için bir tehlike olduğunu söylüyor, azınlıkları ayrılıkçılık ve kimlikçilikle suçlayabiliyorlar.
1905’te yürürlüğe giren Laiklik Yasası devlet ile kilisenin ayrılığını düzenliyor. Böylece, inanç özgürlüğü güvence altına alınırken, devletin bir dini olmasının ya da Katolik Kilisesi’nin toplum üzerinde baskı kurmasının önüne geçiliyor. Dini özgürlükleri reddeden değil, tanıyan ve genişleten bir yasa.
Bugün cumhuriyet kavramı giderek daha sık muhafazakâr amaçlar için kullanılıyor, hakların genişletilmesi, kapsayıcı hale getirilmesine itiraz eden bir mantık çerçevesinde telaffuz ediliyor ve böylece daha dışlayıcı bir mantığı devreye sokuyor.
Aynı durum laiklik kavramı için de geçerli. 1905’te yürürlüğe giren Laiklik Yasası devlet ile kilisenin ayrılığını düzenliyor. Böylece, bir yandan inanç özgürlüğü güvence altına alınırken, diğer yandan devletin bir dini olmasının ya da Katolik Kilisesi’nin devlet aracılığıyla toplum üzerinde baskı kurmasının önüne geçiliyor. Dolayısıyla, dini özgürlükleri reddeden değil, aksine tanıyan ve genişleten bir yasa.
Artık laiklik devlet ile kilisenin ayrışmasından farklı bir anlam taşıyor. Unutmamak lâzım, 1959’dan beri özel okulların büyük bir bölümü kamu kaynaklarından faydalanıyor. Yani Katolik okullarındaki öğretmenlerin büyük çoğunluğunun maaşı devlet gelirinden ödeniyor. Bu sebeple ebeveynler çocuklarını Katolik okullarına gönderebiliyor, çünkü harçlar devlet desteği sayesinde çok yüksek değil. Bugün zorunlu eğitimi üç yaşa kadar indirerek, özel Katolik okullarına ana sınıfı açarak devlet sübvansiyonu sağlamak, böylece çok daha erken yaştan itibaren ailelerin çocuklarını dini okullara gönderebilmesinin önünü açmak konuşuluyor. Dolayısıyla, laikliğin göreceli olduğunu söyleyebiliriz.
O halde bugün Fransa’da laiklik dendiğinde ne kastediliyor?
Fransa’da artık laiklik İslâmın denetim altına alınması anlamına geliyor. Laikliğin bu olmadığı çok açık. Laiklik dini düzenlemek değildir, devletin tarafsızlığıdır. Bugün tarafsızlığı devlete değil, bireye atfediyoruz. Bireylerden laik olmalarını bekliyoruz, halbuki devletin kendisi laik değil. Okula başörtüsüyle girmek yasak. Laiklik ilkesi gereği böyle olduğu öne sürülüyor. Benzer şekilde, kamu görevlisi olduğunuzda dini aidiyetleri belli eden kıyafetler giymek ya da başörtüsü takmak yasak. Dolayısıyla, devletin kendisi değil ama, memuru ya da yurttaşı laik olmak zorunda. Ulusu temsil eden vekillerin de dini aidiyet taşıyan kıyafetler giymesi yasak, halbuki bir dönem rahipler de milletvekili olabiliyordu. Bugün artık bu mümkün değil.
Kısacası, devlet giderek daha az laik hale geliyor, bir yandan Katolik Kilisesi’ni finansal olarak desteklerken, bir yandan da İslâm gibi azınlık dinlerini düzenlemeye girişiyor. Böyle bir laiklik anlayışının 1905’teki yasayla da bağları zayıflıyor, hatta sağcılar tarafından “yeni laiklik” olarak adlandırılıyor. Bu “yeni” haliyle laiklik de laiklik olmaktan çıkıyor.
Bu yaklaşımları, bu mantığı eleştiren entelektüeller neden hedef tahtasına oturtuluyor?
Çünkü sözcükler kafa karışıklığı yaratmak için kullanılıyor. “Cumhuriyet” dendiğinde iyi bir şey anlıyoruz, kamusal olanı düşünüyoruz. Ama cumhuriyet insanların nasıl yaşaması gerektiğini belirleyen bir anlam kazanırsa o zaman demokrasinin de karşıtı haline gelir.
Benzer şekilde, laiklik kulağa hoş geliyor, çünkü hepimiz laiklikten yanayız. Fakat entelektüeller eleştirel bir okumayla bugün laiklik savunuculuğunun ardında yatan mantığın tam da laiklik karşıtı bir yaklaşım olduğunu öne sürdüklerinde İslâmo-solculukla suçlanıyor. Peki, bu esnada biz nelerden söz edebiliyoruz? Mesela devletin ırksal eşitsizliğin üretilmesindeki rolünü tartışabiliyor muyuz? Barınma politikalarının mekânsal ayrışmayı nasıl ürettiğini konuşabiliyor muyuz? Mekânsal ayrımcılık aynı zamanda ırksal ayrımcılık da değil mi? Her ikisi de doğrudan devlet politikalarıyla ilişkili değil mi?
Devlet bir yandan Katolik Kilisesi’ni finansal olarak desteklerken bir yandan da İslâm gibi azınlık dinlerini düzenlemeye girişiyor. Böyle bir laiklik anlayışının 1905’teki yasayla da bağları zayıflıyor, hatta sağcılar tarafından “yeni laiklik” olarak adlandırılıyor. “Yeni” haliyle laiklik de laiklik olmaktan çıkıyor.
Somut bir örnek vereyim. Yüz tanımaya dayalı kimlik tespitleri, yani polisin bir kişinin görünüşüne bakarak onu durdurma ve kimlik sorma yetkisine sahip olması. Hepimiz biliyoruz, yapılan bilimsel araştırmalar da ortaya koyuyor: Genç, Siyah, Arap kökenli erkekler polis tarafından daha sık durdurulup kimlik kontrolü uygulamasına maruz kalıyor. Bu açıkça bir devlet politikasıdır.
Dahası, birkaç yıl önce devlet, fiziksel görünüşe dayalı kimlik kontrolü sebebiyle ağır ihmâl suçundan mahkûmiyet aldı. Dolayısıyla, devlet böyle bir muamelenin ayrımcılık olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Bununla birlikte, devlet bu ayrımcı uygulamaya gerekçe olarak Fransa’da evraksız ve kaçak yaşayan göçmen ve mültecilerin tespit edilebilmesi için yabancıların durdurularak kimlik kontrolü yapılması gerektiğini savunuyor. Burada yine ırkçı mantığı görebiliyoruz, zira bazı insanların yabancı görünümlü olduğu, Fransız gibi görünmediği iddia edilmiş oluyor. Şimdi burada devlet ırkçılığından bahsetmeyelim de ne yapalım?
Akademisyenlerin hedef alınmasının bir sebebi de bu otoriterleşmeyi görüyor olmaları, dile getirmeleri. Tam da bu nedenle daha çok konuşmaya, analiz etmeye, yazıp çizmeye, sözü dolaşıma sokmaya ihtiyacımız var. Sessiz kalma lüksümüz yok.
23 Kasım Pazartesi akşamı Paris’te yaşananları da hatırlamakta fayda var. Saint Denis’deki son göçmen kampının tahliyesinin ardından barınacak yeri olmayan, kimsenin de gidecek bir yer göstermediği göçmenler République Meydanı’nda bir eylem yaptı. Çadırlarını oraya kurarak meydanı bir göçmen kampına dönüştürdüler. Kolluk kuvvetleri müdahale etmekte gecikmedi, çadırları topladı, Paris sokaklarında saatlerce göçmenleri kovaladı, çok ciddi şiddet görüntüleri gene sosyal medyaya düştü.
Sadece göçmenler değil, onlara destek için gelmiş aktivistler ve eylemi takip eden gazeteciler de polis şiddetine hedef oldu, polisin abluka altına aldığı meydanda milletvekilleri mahsur kaldı. Batmakta olan bir gemi gibi demokrasinin sürekli su aldığını görüyoruz.
Belli bir kesim ancak bu şiddetin yarattığı şokla durumun farkına varıyor. Bu şiddet yeni bir şey değil, 2016’dan beri devam eden bir durum. Göçmen mahallelerinde, özellikle Arapların, Siyahların, yani ırksallaştırılmış grupların yaşadığı banliyölerde yaşanan bu şiddetin 2016 itibarıyla başkalarına da yöneldiğini görüyoruz. Artık şiddet banliyöde değil, şehrin merkezinde ve herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Artık insanlar sadece deri rengi nedeniyle değil, siyasal bağları nedeniyle de hedef seçiliyor. Artık siyasi zihniyetin uzantısı olarak polis şiddetinin ortaya çıktığını gözlemliyoruz. Uzun bir süre, banliyölerdeki şiddet bazı kişilere doğrudan dokunmadığı için görmezden gelinmişti. O şiddete sessiz kalmanın bugün nasıl sonuçlar doğurduğunu görüyoruz.
Burada çarpıcı olan, İçişleri Bakanı Gérald Darmanin’in bizzat kendisinin de şok olduğunu söylemesi, böylece şaşkınlığını ve hoşnutsuzluğunu dile getirmesiydi. Sosyal medyada her gün gördüğümüz ve siyasi iktidar tarafından sistematik olarak inkâr edilen şiddet görüntüleri karşısında şok olduğunu söylemek ikiyüzlülüktür.
Üstelik bu ikiyüzlülük gizlenmeye bile çalışılmıyor. République Meydanı’nda yaşananların hemen ardından, 24 Kasım Salı günü Meclis’te Genel Güvenlik Yasası oylandı ve ezici bir çoğunlukla kabul edildi. Bu yasayla birlikte Pazartesi akşamı yaşananları belgeleyecek türden görüntülerin kayıt altına alınması imkânsız hale gelecek.
Genel Güvenlik Yasası’na karşı ciddi bir muhalefet örgütlendiği görülüyor. Kararlı ve güçlü mesajlar veriliyor sokaklardaki eylemlerde.
Fransa’da toplumsal hareketlerde hep emeklilerin ve yaşlıların çoğunlukta olduğu söylenir. Fakat pek çok gencin hareketlere eklendiğini görüyorum. Bizden sonra gelen kuşağın çok daha zeki, cüretkâr ve cevval olacağına inanıyorum. Bunun kanıtlarını görüyoruz. Bugünün yaşlıları ya da cumhurbaşkanı gibi genç görünüp yaşlı ruhlu olanların sormaktan çekindiği soruları soruyor ve ırkçılık, kesişimsellik, sınıf mücadelesi, göçmenler, ekoloji, kısacası bütün konular ve meseleler hakkında konuşuyorlar. Demokratik değerleri savunmak için harekete geçen bir gençlik var.
“Gidişat kötü” demek yetmez. İnsanlar gidişatın kötü olduğunu zaten biliyor. Bizi başka bir dünyayı tahayyül etmeye sevk eden konulardan, sorunlardan yola çıkmak daha anlamlı. Kurumsal politikanın tıkandığı noktayı tespit edip kurumsal olmayan, toplumsal bir harekete yönelmek daha anlamlı.
Burada bana çarpıcı gelen, militan depresyonunun daha canlı, dinamik bir sol hareketi görmüş, yaşamış kimseler arasında daha yaygın olması. Gençler çok daha az karamsarlığa kapılıyor. Bizim kuşağın başarısızlığına rağmen karamsar değilsem, sebebi bizden sonraki kuşağın başarılarına olan inancım.
Militan depresyonundan bahsettiniz. Bundan çıkışın reçetesiyle bitirelim isterseniz…
Dünyayı değiştirme arzusu olanlar içten içe kendilerinden şüphe etmeye başlıyor, gelecek mücadelelerinin baştan kayıp olduğuna inanma eğilimine giriyor. Mücadeleye devam ediyoruz, fakat yenilgi bekliyoruz. Bunu militan depresyonu olarak adlandırıyorum ve dert ediyorum çünkü bu karamsarlığa katkıda bulunmak istemiyorum. Sadece “gidişat kötü” demek yetmez. İnsanlar gidişatın kötü olduğunu zaten biliyor. Bizi başka bir dünyayı tahayyül etmeye sevk eden konulardan, sorunlardan yola çıkmak daha anlamlı. Kurumsal politikanın tıkandığı, kilitlendiği, kapandığı noktayı tespit edip kurumsal olmayan, toplumsal bir harekete yönelmek daha anlamlı.
Kısacası, karanlık zamanlar olsa bile bir mücadele şekilleniyor. Neofaşistlere ve onların suç ortaklarına korku salmak, onları endişelendirmek, uykularını kaçırmak iyi bir belirti. Militan depresyonuna kapılmak yerine, başka pek çok toplumda olduğu gibi, bizim toplumumuzda da önemli toplumsal hareketlerin varlığı geleceğin bugünden daha karanlık olmayacağına inanmamı sağlıyor.