Mahir Güven ilk romanı “Ağabey”le (Grand frère, Türkçesi Ebru Erbaş, Can Yayınları) Fransa’nın en prestijli kurumlarından Goncourt Akademisi’nin En İyi İlk Roman Ödülü’nü kazandı. Ustaca bir kurguyla, Céline’i hatırlatan bir maharetle, kendi deyişiyle “halk diliyle”, medyatik deyişle “banliyö diliyle” kaleme aldığı romanda Paris’te, horlananların arasındayız. Suriyeli siyasi mülteci, komünist, taksi şoförü baba ve iki oğlu. Büyük olan Uber şoförü, küçük sağlık çalışanı… Ve yolumuz hakikat arayışıyla başlayıp IŞİD’in izinden Suriye savaşına uzanıyor…
Mahir Güven, Türkiye’den siyasi mülteci bir ailenin çocuğu. On yaşına kadar kimliksiz. Türk-Kürt-Fransız ya da Fransız-Kürt-Türk… Baba, Türkiye devrimci sol hareketinin liderlerinden. Paris’in göbeğinde öldürüldüğünde Mahir küçük çocuk. Annesinin, anneannesinin ve de Nantes’ın banliyölerinin tedrisatından geçiyor. Mahir Güven’le Covid-19’un kapanma günlerinin sonunda Paris’te buluştuk, “Ağabey”, şiddet, ırkçılık, dil, devrimcilik, futbol, rap, edebiyat üzerine konuştuk.
Tuhaf günlerden geçiyoruz, ilkbahar boyunca karantina, ardından yaz “gevşemesi”, şimdi tamamen belirsizlikler içinde sonbahara giriyoruz. Covid-19 salgınıyla birlikte, hem Fransa’da hem ABD’de polis şiddeti ve ırkçılığa karşı düzenlenen kitlesel gösteriler de gündeme damgasını vurdu. Nasıl görüyorsun içinden geçtiğimiz günleri?
Mahir Güven: Buna cevabım belki biraz tuhaf gelebilir… 2018 Eylül’ünde bir süre yaşamak için Almanya’ya, Hamburg’a gittim. Bir seneliğine işi bıraktım, Fransa’yı terk ettim. Çok daha sakin bir ülkede buldum kendimi. Dışarıdan bakıldığında orada da birçok gerginlik ve gösteri olduğu söyleniyor, fakat Türkiye ve Fransa’ya kıyasla genel atmosferi çok daha sakin. Fransa’yla Türkiye birbirine çok benziyor aslında. İki ülkede de çok büyük bir sözlü şiddet mevcut. Hangi siyasi parti veya görüşten olursa olsun, bütün tartışma ve ilişkilerde aşırı bir şiddet ortamı hakim. O günlerde, hep şunu diyordum: Fransa’da “pre-faşist” bir dönem yaşıyoruz. Hakikaten de öyle hissediyordum. Her zaman ılımlı biri olmaya çalıştım, en azından dış dünyaya yönelik. Yazarken öyle değil tabii, orada hep karakterler üzerinden kendimi ifade ediyorum. Ama kendim olarak mesela bir gazeteye konuştuğumda daha yumuşak, daha barışçıl olmaya çalışıyorum. Fakat bu koşullarda zor… Bu arada, bir aylığına edebiyat ve hikâye yazımı dersleri vermek için Madagaskar’a gitmiştim. Korkunç yoksulluğun olduğu bir ülke. Bakışım çok etkiledi, âniden şunu fark ettim: Ben Fransa’da aslında hiç fakir olmamıştım. Yoksulluğun ne olduğunu Madagaskar’da görüyorsunuz. Evet, Fransa’da devlet yardımıyla yaşıyorduk, ama yine de doktorumuz, okulumuz, arabamız vardı. Karantina sürecini Almanya’da geçirdim, her şey gayet sakindi. Fransa’daysa az önce dediğim pre-faşist süreç kendini karantinada da hissettirdi. Her şeyde aşırılık görüyoruz. Bu polis şiddeti için de geçerli. Fransa’da rakamlar mesela bize şunu söylüyor: Her yıl ortalama 60 polis intihar ediyor, 10 polis öldürülüyor, 20 kişi ise polis tarafından öldürülüyor. ABD’yle karşılaştırdığında tamam, çok daha küçük rakamlar, ama bu, çekilen acıları görmezden gelmek anlamına gelmiyor, bu yadsınamaz bir gerçek. Öte yandan, aktivizmin bir tür moda haline geldiği bir dünyada yaşıyoruz. Yakından tanıdığım bir olgu bu, zira çok militan bir aileden geliyorum, çocukluğum eylemci bir ortamda geçti. Bugün, bir “aktivistin” aynı zamanda bir moda markasının yüzü olması, Reebok’un toplumsal mesajlı duvar resimleri yaptırması, Lewi’s’ın Lgbti+ renkleriyle afişler bastırması, tüm bunlar bana çok tuhaf geliyor. Ama hayat böyle.
Göçmen çocuğu olarak büyüdüğünde farkına bile varmadan her şeyi yıkmak isteyen, devletten nefret eden biri oluveriyorsun. Herkesten nefret ediyorsun, özellikle de “Fransızlardan”. Halbuki esas nefret ettiğin bizzat sensin, kendinden nefret ediyorsun. Çünkü baskın kültür senden nefret ediyor. Daha doğrusu, sana saygı duymuyor ve seni görmek istediği bir şeye dönüştürmek istiyor.
Bahsettiğin pre-faşist sürecin etkisini Fransa’da en sert, en doğrudan hissedenler büyük ölçüde banliyölerde yaşayanlar. Ağabey’de banliyöleri anlatırken “enkaz kültürü” tabirini kullanıyorsun. “Enkaz kültürü” derken ne kastediyorsun?
Fransa’da doğan çocuklar için bence Fransız olduğun an, kimlik kartın falan olmasa bile, okula gittiğin andır. Okula başladığın anda Fransız oluyorsun. Fransızca konuşmaya, Fransızca düşünmeye başlıyorsun. İlginçtir, ben bunun farkına İstanbul’da vardım. Kelime dağarcığım zayıftı, ama aksanım yoktu. O nedenle herkes beni oralı sanıyordu ve bazı tepkilerimi tuhaf buluyordu. Çünkü esasında Fransızdım. Tavırlarımın, tepkilerimin hepsi Fransızdı. Enkaz kültürüne dönersek, ben onunla 14-15 yaşlarında tanıştım. Göçmen –annem mülteci diyor– çocuğu olarak büyüdüğünde farkına bile varmadan her şeyi yıkmak isteyen, devletten nefret eden biri oluveriyorsun. Herkesten nefret ediyorsun, özellikle de “Fransızlardan”. O zaman öyle diyorduk, artık “Beyaz Fransız” deniyor. Daha mı uygun, emin değilim. Halbuki esas nefret ettiğin bizzat sensin, kendinden nefret ediyorsun. Çünkü baskın kültür sizden nefret ediyor. Ya da daha doğrusu, sana saygı duymuyor ve seni görmek istediği bir şeye dönüştürmek istiyor. İlk olarak buna karşı başkaldırma hissi uyanıyor. Benim için enkaz kültürü, mesela neden yaptıklarını bilmeden otobüs yakan kuzenlerimdi. Sonuçta, negatif bir karşı kültür bu. Ağaç diken, keçi besleyen ekolojistler gibi değil! Hiç de politikleşmeyen bir karşıtlık söz konusu. Ve belki de en fazla zararı kendisine veren bir kültür. Mahallendeki okulu kırıp dökmek ne büyük saçmalık. Onun zararını görenler senin gibi insanlar. Bu enkaz kültürünün çok net gözüktüğü birkaç ülke var: özellikle ABD, Fransa ve Brezilya. İlginç bir şekilde, her birinin kolonyal geçmişleri ve ırkçılıkla derin bağları var. Bu benim gözlemim, henüz üzerinde yeteri kadar çalışmış değilim. Kitapta biraz bahsediyorum. Türkiye’de sevdiğim şeylerden biri mesela, genel olarak insanların etraflarına saygı duyması. Tamam sağa sola çöp atılıyor, ama bu bir kolektif bilinç sorunu. Buna karşılık asla mesela birinin sırf kafasına estiği için, ya da arkadaşlarını eğlendirmek için bir otobüsün camlarını indirdiğini görmedim. Belki son yıllarda iktidarla olan ilişkiden ötürü bu durum da değişmiştir, ama 2000-2010 arasında ara ara İstanbul’da yaşadığım sırada, nispeten huzurlu bir ortam görmüştüm.
Enkaz kültürüyle 14-15 yaşlarında tanıştığını söyledin. O yaşlarda nasıl bir ortamda yaşıyordun?
Fransa’da yoksul mahallelerden bahsettiğinde herkesin aklına ilk başta Paris banliyöleri geliyor. Fakat bu Fransa’nın geri kalanını ve keza çoğunluğunu yansıtmıyor. İnsanlar daha çok küçük apartman dairelerinde ve evlerde yaşıyor. 10 yaşıma kadar Fransa’nın batısındaki Nantes şehrinin yakınlarında ufak bir sitede oturuyorduk. Sonra ufak bir müstakil eve çıktık. Paris’le karşılaştırdığınızda, mesela Nantes gibi bir şehirde banliyö kavramı yok. Merkezin dışında ufak bir şehirde de olsanız, “Nantes” diyorsunuz. Aynı şehirde hem yoksullar, hem de zenginler vardı. Esas belirleyici faktörse gençken sıkıldığın bir yer olmasıydı. (gülüyor) Yapacak hiçbir şey yoktu. Futbol oynuyorsun, televizyon seyrediyorsun… Bakkaldan Coca-Cola çalıyorsun, çünkü cebinde beş kuruş yok, aileden de istemek aklımıza bile gelmezdi, belki ailelerimiz on kuruş verebilirdi, ama “para yok” hissi içimize sinmişti. Ufak tefek hırsızlıklar zaten çok yaygındı, kültürün bir parçasıydı. Benim için hakiki dönüm noktası liseye başlamam ve diğer göçmen çocuklarla karşılaşmamla oldu. Evet, ortaokulda da göçmenler vardı, ama tek tüktü. Lisedeyse çok daha kalabalıktık, bir grup haline gelmiştik. Kız çocukları için belki biraz farklıydı, ama oğlanlar hep aynı durumu yaşardı: Grubun içindeki en kuduruk, bıçkın ve dominant kişi tüm grubun tavrını belirlerdi. Bu yüzden, en güçlünün kim olduğuna dair sürekli rekabetin döndüğü bir ortamda ister istemez yapılan aptallıkların da freni olmuyordu. Ben bu ortamdan nispeten korunabiliyordum, çünkü Mağrip kökenli değildim. Çok dürüst söyleyeyim, Türk ve Kürt kültüründe büyüdüm, annem babam her zaman açık fikirli olduklarını söylerdi, öylelerdi de, fakat yine de Türkiye’deki birçok kişi gibi, biraz ırkçılık da vardı! Onlara göre, Arapların hepsi budalaydı. “Onlar salak, boşver…” derlerdi. (gülüyor). Beni geride tutan şeylerden biri de dinle kurulan ilişkiydi. Türk veya Kürt cemaati içinde yaşayan herkes oruç tutmazdı. Din ikinci plandaydı o zamanlar. Ama bütün bu korunaklara rağmen, sen de o yola giriyordun. Kask takmadan motosiklet kullanarak başlıyorsun, sonra motosiklet çalıyorsun, çalmasan da motosiklet hırsızını tanıyorsun, “hadi bin” deyince de, korkak görünmemek için biniyorsun, bir süre sonra bunlar normalleşiyor…
Ateist bir ailede büyüdün, değil mi?
Benim durumum biraz ayrıydı. Babasız büyüdüm. Anneannem çok inançlıydı. Babam öldüğünde, o yaşında bizimle ilgilenmek için kalkıp Türkiye’den gelmişti. Hep namazını kılardı, ama rahat biriydi. Yaşlandıkça dünyaya açıldı, içki bile içti, ama gizlermiş gibi yapardı, şişeleri karıştırdığını söylerdi. (gülüyor)
Biraz romanın ana karakterlerinin babaannesini akla getiriyor.
Evet. Kitaptaki gibi, bize de anneannem namaz kılmayı öğretti. Bir sürü batıl inanç da vardı. Mesela, gece yatmadan önce ayaklarını yıkamazsan başına felaket gelir gibi… Buna karşılık, annemin dinle hiç mi hiç arası yoktur. Bu ikilik içinde büyüdüm.
Benim için enkaz kültürü, mesela neden yaptıklarını bilmeden otobüs yakan kuzenlerimdi. Sonuçta, negatif bir karşı kültür bu. Ağaç diken, keçi besleyen ekolojistler gibi değil! Hiç de politikleşmeyen bir karşıtlık söz konusu. Ve belki de en fazla zararı kendisine veren bir kültür.
Peki, bu durum annenle anneannen arasında gerginlik yaratır mıydı? Ağabey’de komünist ve ateist babanın çocuklarına namaz kılmayı öğreten annesine saldırdığı çok çarpıcı bir sahne var…
Evet, o gerçek bir hikâye, gözlerimle gördüğüm bir olay, ama bizim aileden değil. Bir arkadaşımın babası kendi annesini tekmelemişti bizim gözümüzün önünde. Feci bir andı. Tabii ki şiddetin kabul edilir bir tarafı yok, fakat büyüdükçe o öfkenin nereden gelebileceğini, arkasında yatan psikolojiyi anlayabiliyorum. Kısacası, biraz dini eğitim aldım, ama hayatımda toplasan beş kere camiye gitmişimdir, onun da dördü uyumak için, biri de turist olarak!
Kitapta kadın karakterler genellikle iki erkek kardeşin yaşadıkları etrafında ele alınıyor. Neredeyse hiç yok ya da çok gerideler. Bu bilinçli bir tercih miydi?
Kitapta anlatılan temaların hepsi cihat, Uber, kavgalar, hep çok eril alanlar. Bunun dışına çıkmadığıma biraz pişmanım. Daha önde olacak bir kadın karakter koyabilirdim belki. Fakat kitabı yazdığım sırada bu fikirler kafamda çok da net değildi. Farkındaydım o eksikliğin, ama nasıl yer açabileceğimi kestiremiyordum. Bu yüzden, şu an yazmakta olduğum kitapta bu konulara ağırlık vermeyi düşünüyorum. “Erkeklik” nasıl inşa ediliyor? Ağabey’in aksine bu sefer biri dışında karakterlerin neredeyse hepsi kadın. Gerçekten de kafamı çok kurcalayan bir soruydu bu. Gerçekçi bir tarzda yazmaya çalışıyorum. Kadın karakterleri konuştururken zorlama veya sahte kokmasından korkuyordum. Çünkü bir kadının söylediklerini aktarabilirsin, ama bir de söylemedikleri var. Ama o korkuyu yenmeye başladım. Hatta Ağabey’deki polis karakteri ilk başta kadındı. Bir arkadaşım caydırdı beni, “tasvir ettiğin polis tipinin kadın olması gerçekçi olmuyor” dedi. Halbuki benim kafamda kardeşlerin çocukken ölen annelerinin biraz yerini alacak bir kişiydi ilk kurguda.
Yazık olmuş!
Evet, bence de hata oldu.
Ağabey’in en dikkat çeken yönlerinden biri banliyölerin kendine has dilini bu kadar güçlü bir şekilde ve akıcılıkla romana uyarlayabilmen. Bu dengeyi kurmak ve doğru dili bulmak zor oldu mu?
Kitap ödül aldığından beri bu soru o kadar çok soruldu ki, dolayısıyla çok düşündüm üzerine ve kafamda fazlasıyla entelektüalize etmiş oldum bu konuyu. Nantes’ın işçi sınıfından Paris’e gelmiş biri olarak canımı acıtan şeylerden biri, konuşurken Parislilerin sürekli seni düzeltme huyu. Halbuki ne dediğini anlıyorlar, kurduğun cümle yanlış değil. Ama deyimler farklı. Mesela Nantes’ta aptal anlamında “soytarı” denir. Paris’te öyle deyince hemen dikleniyorlar. Aynı şeyi İstanbul’da da hissetmiştim. Dil deyince, aklıma hiç unutmadığım bir sahne geldi. 1999’da anneannemle sokakta Kürtçe konuşurken polisin birinden küfür işitmiştik. Ben isyan etmiştim. Ona dönüp bağırarak Fransızca gayet ağır bir küfür savurdum. Polis de güldü, “Aa Fransızca konuşuyorsun” dedi… Ne kadar absürd! O zamandan beri zaten Türkiye benim için absürdlükler ülkesi. Ama bu bir yandan da şahane bir şey. Bu sayede insanlar, sinema ve tiyatro hep matrak. Çünkü absürd. Fransızca, İngilizce konuşuyorsun, insanlar “ah ne güzel” diyor. Fakat Kürtçe konuşmak yasak! Aynı şey Fransa’da da var. Diller arası bir hiyerarşi yaratmak isteniyor. Banliyö ağzıyla bir şey söylüyorsun, “Doğru Fransızcada böyle denmez” deniyor. “Doğru Fransızca” diye bir şey yok ki! Bir dil var. Bir kültürü tüm konuşma biçimleriyle yaşatmak onu sadece zenginleştirir. Bunun için halk dilini kullandım. “Banliyö dili” deniyor, ama aslında halk dili o, işçilerin konuştuğu dil. Vaktiyle Céline de o dili kullanarak yazıyordu. Dilin kitabın başlı başlına bir karakteri olmasını istiyordum. Madem ki Fransa’da bir kültür unsurunu kutsallaştırmak, tescillemek için onu kitaba koymak gerekiyor, ben de öyle yaptım.
Ağabey karakteri babasının kırık Fransızcasından bahsederken şöyle diyor: “Uyum sağlamakta göçmenin dili daima kendinden daha başarısızdır…”
Evet. Hayata dair diğer tüm alışkanlıklar daha kolay ediniliyor. Mesela üç ay kaldıktan sonra, Almanya’da yaşamayı öğrendim. Ama eczaneye girip ağrı kesici almak istediğin anda zorluklar başlıyor. “Hallo, Ich Möchte Dolipran” (Fransa’da en yaygın ağrı kesici) diyorsun. Eczacı: “Was?” Ne? (gülüyor) O anda kalakalıyorsun. Bir kere de şöyle bir olay yaşadım. Almanca dersine gidiyordum, her gün sınıfa Almanca olarak bir gün önce ne yaptığını anlatman gerekiyor. Ben de “salonumu temizledim” diyeceğim. “Ich habe mein Wohnzimmer geputzt” demek yerine, “Ich habe mein Wohnzimmer gepupst” dedim, “yani salonumu osurdum!” (gülüyor) Herkes gülüşmeye başladı, ben anlamadım. Annem onca yılın ardından hâlâ hatalar yapıyor Fransızca konuşurken. Çok mühim değil belki, ama yine de bir tür açık hava hapishanesinde yaşıyorsun. Almanya’da ne zaman Fransızca konuşan birilerini duysam çok seviniyordum. Bu konular üzerine bayağı çalıştım. Almanya’dayken gurbet ve sürgün hakkında bir makale yazmamı istediler, bir de şiir yazdım. Şunu fark ettim, sadece coğrafi sınırlar, sahalar yok, dilsel sahalar da var. Ben bir tür adada büyüdüm. Bir yanda Fransa’nın muazzam geniş dilsel toprakları, bir yanda da Türkçenin. Nantes’ta yaşarken adeta gümrük memuru gibiydim, sınırlar arasındaydım. Bunların sadece birinde yaşadığınız zaman, mesela sadece Türkçe konuşulan bir işte çalışabiliyorsunuz, arkadaşlarınız yalnızca o ülkeden insanlar oluyor. Her ne kadar Fransa’da yaşasan da dilsel mekânın Türkçeden ibaret kalıyor.
Kask takmadan motosiklet kullanarak başlıyorsun, sonra motosiklet çalıyorsun, çalmasan da motosiklet hırsızını tanıyorsun, “hadi bin” deyince de, korkak görünmemek için biniyorsun, bir süre sonra bunlar normalleşiyor.
Kitapta göçmenlere benzemeye çalışan beyaz Fransızlardan bahsederken karakterlerden biri “kompleksli beyazlar” diyor. Şöyle bir cümle de var: “Problemlerin çoğunluğunun sebebi olan bir azınlık…” Bunu açabilir misin biraz?
Biz çocukken göçmen kökenli herkes teni beyaz olsun, “Fransızlar”a benzesin isterdi. Kardeşim “niye bu kadar esmerim” diye ağlardı resmen! On yıl sonra durum tersine döndü. Millet gelip “ne şanslısın yabancı kökenlerin var” gibi laflar etmeye başladı. Çok acayip. Hatta kimileri kendilerine yalandan kökenler uydurmaya bile başladı. Kimi Müslüman oldu. Başka birinin kültürünü bu şekilde sahiplenmeye çalışanlar sonra hemen onlara ders vermeye koyulur! Onlardan da ileri giderler hatta. Paris’teki Kürt örgütlenmelerinin içinde de mesela Türkiye’nin Kürt bölgesiyle uzaktan yakından alâkası olmayanlar hep herkesten daha militan kesilir. Bu durum galiba genel bir kural. Büyük siyasi hareketlere bakarsak da aynı şeyi görüyoruz. İşçi hareketlerinde her zaman kendilerini işçi sanan burjuvalar en öne atılır. İnsani bir durum herhalde, kendine ait olmayan şeylere bu kadar kaptırmak. Bundan bahsetmeye çalıştım. Fransa gibi bir ülkede neden birilerinin kendilerine var olmayan kökenler icat etme ihtiyacı duyduğunu anlamakta zorlanıyorum.
Fransa’da eskiden aşırı sağa özgü birçok terim gibi, “beyazlara karşı ırkçılık” kavramı da ana akım medyada artık duyulmaya başladı…
Biraz sert konuşacağım ama, beyazlara karşı ırkçılık yapılmadığını iddia edenler bence ırkçılık ne demek bilmiyorlar. Bizim bile mahallede “tebeşir suratlı” diyerek beyazları dövmüşlüğümüz, üstlerine tükürmüşlüğümüz var! İnkâr etmenin âlemi yok. Bu ırkçılık değilse nedir? Kötülük mü? Fakat esas sorun beyaz, siyah, Arap diye ayırmak. En beteri de Fransa’da bu üç grubun hepsinin dışında olanlar, mesela Portekiz, Türkiye veya Çin kökenliler. Onlar da kendilerini iyice anlamsız ve görünmez hissediyor. Irkçılık sorununu, ırkçılığın araçlarını kullanarak çözemezsin. İnsanları siyah, beyaz, vb. farklı gruplara ayırmanın kendisi ırkçılık zaten. Afrika kıtasında gezen insan, siyah kardeşlik konseptinin Avrupa ve Amerika’da doğan bir konsept olduğunu anlıyor. Mesela, Senegalliler komşu Gambiyalılarla pek iyi anlaşamıyor. Halbuki onlar da siyah! Aynı renkten olmak insanları kardeş yapmıyor. Bu bizim onları aynı kategoriye koyarak siyah tenli insanlara gönderdiğimiz bir mesaj. Bambaşka kültürleri var. Meselenin bir de semantik boyutu var. Mesela 13. yüzyılda birinin teninin siyah olduğunu söylemenin saçının sarı ya da kumral olduğunu söylemekten bir farkı yok. Basit bir fiziksel özellikten ibaret. “Dün Amadou’yu gördüm.” “Dün siyah birini gördüm, adı Amadou’ydu” demiyorsun. Yabancı düşmanlığı başka bir şey. Ama ırkçılık fikrinin başlangıcı 15. yüzyılda köle ticaretinin bir sanayi haline gelmesine dayanıyor. Vatikan’ın tazyikiyle dini bir temele dayandırılmaya çalışılıyor. İncil’den Nuh’un çocuklarından birinin lanetli olduğu ve onun soyundan inen herkesin esmer tenli olacağı gibi bir cümle çıkarıyorlar. Buradan hareketle “lanetli ırk” safsatasını yayıyorlar. Bunun tarihte çok çarpıcı örnekleri var. Mesela 14. yüzyılda yaşamış Mali İmparatoru Kankan Musa bir gün Kahire’ye gidiyor, oradaki Mısırlı tarihçi aynen şöyle yazıyor: “Genç, güzel ve koyu renk tenli biri”. Bugün olsa “siyah biri”, yazar. Bu semantik mesele çok önemli. Bugün Fransa’da benimle hâlâ “siz Araplar” diye konuşanlar var. Babam İstanbul’da büyümüş, annem Tekirdağlı, ben Nantes’ta büyüdüm. Bu anlattıklarımın çoğunu Amin Maalouf okurken keşfettim. Günümüz siyasetçileri de bu abes lafları ediyorlar. Düzeltilmesi gereken çok şey var. Ama bunun yolu sabahtan akşama Twitter’da takılıp sosyal medyayı sarsacak o süper cümleyi kurmaya çalışmaktan geçmiyor. Bugün Fransa’da toplum baskısı yüzünden kendini “siyah” olarak kabul eden birinin Afrika’da “siyah” muamelesi göreceğinden hiç de emin değilim. Tabii bilmediğim ve beni aşan şeylerden bahsettiğimi söyleyenler çıkacaktır. Türkiye’den ve “banliyölü gençler”den bahset, gerisine karışma! İçinde yaşadığımız çağı sevmiyorum. Son bir-iki yıldır kendimi rahatsız hissediyorum. Özellikle de “aktivizmin” moda olmasından beri. Buna çok ifrit oluyorum. Ama sistem böyle işliyor. Start-up âleminde çalışmış biri olarak eminim ki, birtakım dev reklam şirketleri araştırmalar, analizler yapıp büyük markalara daha fazla kâr etmek için toplumsal konularda mesaj vermenin işe yarayacağını söylemiş belli ki. Öfkenin metalaştırılması ve ticari bir ürüne çevrilmesi söz konusu. Ortalık “öfkeler” üzerine kitaplar yazan, sonra televizyon programlarına çıkıp o öfke ürününü pazarlayan yazarlar kaynıyor. Oradan kazandıkları paralarla eve gelen temizlikçilerinin, Tayland’daki tatillerinin parasını çıkarıyorlar. İki sene sonra, tekrar çıkacaklar piyasaya, yine öfkeli bir şekilde. Mesela Vincent Lindon gibi en zengin mahallelerde kocaman dairelerde oturan bir aktör çıkıp “kahrolsun patronlar” diye slogan atıyor. Çıkıp işsizler üzerine film çekiyor, 200 bin euro alıyor. Ahkâm kesiyor gibi olmak istemiyorum, ama eğer oyuncuysan ve angaje olmak istiyorsan, filmini asgari ücretle yapacaksın, para kazanıp zengin hayatı sürmek için değil. Öfke “in” oluverdi. Hepimiz öfkeli olmalıyız! Özellikle de esas öfkeli olması gerekenlerin yerine…
Dilin yaşayan bir varlık olduğunu vurguluyorsun. Özellikle gündelik dilde bunu belki de en net tercüme sırasında görüyor insan. Bir metin ya da konuşma ne kadar düz bir dille yazılmış ya da söylenmişse, başka bir dile çevirmesi o kadar kolay oluyor, ne kadar “canlı” ve “kişisel” ise zorlaşıyor. Bu açıdan Ağabey’in Türkçeye tercümesinin zor olabileceğini düşündün mü hiç?
Evet. Dil hem en önemli araç hem de tercüme ettiğin anda her şeye ihanet ediyor. Güney Amerika edebiyatını veya İngilizceden tercüme edilmiş bir kitabı okuduğumda aslında tam anlamıyorum. Ama en azından çevrilmiş ve okuyabiliyorsun.
Ağabey’in Türkçe çevirisine göz attın mı?
Evet. İlk üç bölümü okudum. Bana gayet iyi geldi! (gülüyor)
Kendi yazdığın kitabı okuyormuş hissi verdi mi, yoksa başka birini okumak gibi miydi?
Biraz şaşırdım, hatta şunu fark ettim: Muhtemelen Fransızca yazı tarzım kulağımda Türkçe’nin olmasından çok etkilenmiş. Yayımcımın da dikkatini çekmiş. Cümlelerin ritmi, kullandığım bazı virgüller… Türkçe çok müthiş bir dil. Bunu Fransa’da da her fırsatta söylüyorum. Nispeten yeni bir dil olduğu için çok iyi düşünülmüş. O yüzden bir kitabın Fransızca versiyonu daima Türkçe versiyonundan daha uzun olur. Türkçe kafiye kurmak da daha kolay. Bunun yanında, Türkçede çok zengin bir mecaz kültürü var. Türkçe edebiyatın gücü de oradan kaynaklanıyor bence. Gittikçe daha çok başka ülkelerde de tanınıyor.
En gündelik halk diliyle, derinlikli ve edebî bir dili bu kadar akışkan ve doğal bir şekilde bir araya getirebilmek büyük hüner… Kitabın dili üzerinde özellikle düşünüp çalıştın mı?
Evet! Çok uğraştım. Doğru dengeyi kurabilmek çok mühim.
2018’de, Ağabey’le Fransa’nın en prestijli kurumlarından Goncourt Akademisi’nin En İyi İlk Roman Ödülü’nü kazandın. Banliyö dilini hor gören, banliyö mahallelerine adımını dahi atmamış Fransız elitlerinin önceliğini tam da bu dile ve bu yaşama veren bir kitabı ödüllendirmesi güzel olduğu kadar ironik değil mi?
Bence övülmesi gereken bir tutum. Bu duruma yayıncılığa başladığımdan beri öteki taraftan da bakabiliyorum. Mesela yayınevimizden rap müzik dergileri, genç kentli kültür basını bahsetsin istiyorum, hiç oralı olmuyorlar. Aslında toplumun sandığımızdan daha açık fikirli olduğunu fark ettim. Fakat kutsal ve meşru buldukları bir formata yönelmeniz şart. Kitap bu kategoriye giriyor. Seksen yaşındaki birinden kitabı çok beğendiğini yazan bir mektup almak çok hoşuma gidiyor tabii ki. Belki olaylara bakışı da değişmiştir… En azından, kitaplara ilgi duyan insanların bir kısmı oldukça açık fikirli.
Ağabey’in aksine, yeni romanda karakterlerin neredeyse hepsi kadın. Kafamı çok kurcalayan bir soruydu bu. Kadın karakterleri konuştururken zorlama veya sahte kokmasından korkuyordum. Çünkü bir kadının söylediklerini aktarabilirsin, ama bir de söylemedikleri var.
Ağabey’deki karakterlerden biri, banliyöleri araştırma konusu yapan akademisyen ve gazetecileri tiye alarak “banliyölülük üniversitede öğrenilen bir şey değildir” diyor. Ödülle beraber Fransa’da ana akım medyanın yörüngesine girdiğinde bu hissini pekiştiren şeylere tanık oldun mu? Mesela birçok Fransız ve Avrupalıda Türkiye veya Ortadoğu ülkelerinden övgüyle bahsederken karşılaştığımız malûm oryantalist klişeler gibi…
Aynen öyle! Sürekli oluyor bu. En başından, “banliyölü genç” tabirinden başlayalım. Bu bile çok problemli. Çünkü, bir yandan kısmen bir kültüre işaret ediyor, ama öte yandan da Paris’in kuzeyindeki Aubervilliers’yle Nantes’ın hiç alakası yok. Ayrıca bahsettiğin sorun insanlar Türkiye’den bahsederken de sürekli başıma geliyor; gerek eleştirmek, gerekse övmek için olsun… Ben de anlatmaya çalışıyorum. “Gidin, görün” diyorum. Kemer’e bir haftalık tatile gittiyseniz sadece Kemer’i biliyorsunuz. Sadece İstanbul’a gitmeyin nasıl bir ülke olduğunu görmek istiyorsanız… Bu evrensel bir sorun.
Kitapta anlattığın mekânlara, kişilere, olgulara bu derece dışarıdan bakan insanlara söyleşiler vermek, sorularını cevaplamak zor geldi mi?
Bazen derdini anlatmak gerçekten zor oluyor. Mesela internette de bir bölümü bulunan bir televizyon programında rap kültüründen bahsetmeye çalıştım. Bence bundan elli yıl sonra, rap’e bakışımız şimdikinden tamamen farklı olacak. Sadece müzik değil, hakiki bir edebiyat hareketi olarak da görüyor olacağız. Bugün banliyöleri kavramak istiyorsan Ağabey’i okumana gerek yok ki. İki tane düzgün rap grubu dinlersen anlarsın! Ama pek çok kişi rap’e kulak vermiyor. (gülüyor) O gün sunucuya “niye sık sık rapçileri davet etmiyorsunuz programa?” diye sordum. “Ediyoruz” dedi. Ama sadece kitap yazanları davet ediyorlar. En iyi rap şarkı sözlerini yazanları değil.
Ağabey’in ana karakterlerinin Suriye kökenli bir aile olmasına ve İslâmi radikalleşmeyle olan ilişkisine nasıl karar verdin?
Öncelikle, iki çocukluk arkadaşımdan esinlendim. Hiç unutmuyorum, bir gün oyun oynarken Faslılardan bahsediyorduk, “Onlar Arap sayılmaz” dediler. Ben bayağı afallamıştım, nasıl yani? Bunun yanı sıra, ana karakterin yüreğinde böylesi bir parçalanmaya sebep olacak bir faktör gerekiyordu, ailesinin memleketinde savaş çıkması bunu aktarabilirdim. Aslında hiç tanımadığı bir ülke. Gerisi bir tür tilt oyunu gibi oldu, kişileri ve dekoru kurduktan sonra, onları ufak toplar gibi saldım ve birbirlerine çarpa çarpa şekillendiler. Dolayısıyla, Suriye seçimi bilinçli bir tercihti. Ardından, Suriye hakkında bayağı araştırma yaptım, malzeme topladım. Arkadaşlarım aracılığıyla da süreci zaten takip ediyordum. İslâmi radikalleşme kitabın aslında ana teması değil, fakat Fransa’da doğmuş kırk yaşın altındaki Müslüman kökenli gençler arasında çok güçlü bir gösterge bu. Toplumsal evrimin önemli bir işareti, sinyali. Aynı kitabı otuz yıl önce yazmış olsaydım, belki o tema ırkçılık karşıtı hareket olurdu, veya rap’in başlangıcı…
Bahsetmek istediğin, gençlerin yaşam alanının temel dekoru yani…
Bugün bunu inkâr edemeyiz. Uber ve radikalleşme belki en önemli sinyaller. Sadece bunlar yok elbette. Ben şahsen bir istisnayım. Muhtemelen beş yıl sonra “beurgeoisie” (argoda Arap için kullanılan “beur” ile burjuvazinin birleşmesi) üzerine kitaplar yazılacak! Gittikçe yaygınlaşan bir fenomen bu.
13 Kasım 2015 saldırılarının ne kadar etkisi oldu kitabı yazma sürecine?
Saldırıların hemen ardından, 2016 Ocak ve Şubat’ında başladım yazmaya. Afallamıştım, anlayamıyordum. Tam bir sene önce de Charlie Hebdo saldırısı olmuştu. O saldırının failleri Kouachi kardeşlere bakalım. Yüzeysel bir şekilde baktığında, Mağrip kökenli Müslümanlar. Halbuki yakından bakarsan, sefalet içinde tek başına çocuklarını yetiştirmek için seks işçiliği yapan, uyuşturucu kullanan ve sonunda intihar eden bir annenin çocukları. Devlet yurdunda büyümüşler. Bir anlamda, devletin yetiştirdiği “Cumhuriyet çocukları” yani. Ve sonunda böyle bir saldırıya kalkışıyorlar… Hakikaten dehşet verici bir durum. Muhtemelen zeki insanlardı. Aksi takdirde böylesi bir saldırıyı planlayamazlardı. Ve böyle bir enerjiyle, yaşamlarını başarabilecekleri yerde ölümlerini “başarmaya” karar verdiler. Bu bana çok dokundu. Hem onlar için hem hepimiz için büyük yazık. Hayatını kaybeden onca insan, toplum içinde oluşan derin yarık… Onlarsa kendi yaşamlarına son verdiler. Bataclan saldırısından sonra da benzer şeyler hissettim. Her şeye rağmen barış içinde bir ülkede yaşıyoruz. Elbette birçok sorun var ve askerlerini dünyanın dört bir yanına yollayan Fransa da bu sorunun bir parçası… Fakat yine de nasıl bu noktaya gelindi? Bunu anlamak lâzım.
1999’da anneannemle sokakta Kürtçe konuşurken polisin birinden küfür işitmiştik. Ben isyan etmiştim. Ona dönüp bağırarak Fransızca gayet ağır bir küfür savurdum. Polis de güldü, “Aa Fransızca konuşuyorsun” dedi… Ne kadar absürd! O zamandan beri Türkiye benim için absürdlükler ülkesi.
Kouachi kardeşlerin tek “başardıkları” şeyin kendi ölümleri olduğunu söyledin. Akla Ağabey’in çok çarpıcı ilk cümlesi geliyor: “Tek hakikat ölümdür”.
O cümle aslında kitabın sonuna gönderme yapıyor. Hikâyenin sonu öyle olduğu için başlangıç için o cümleyi seçtim. Hayatta her şeyin bir kurgu olduğuna inanıyorum. Doğduğun zaman tek maddi hakikat vücudun. Adını annenle baban koyuyor, sen seçmiyorsun. Ailen senin üzerinde senaryolar kuruyor. “ABD’de doktor olur”, “kuzenimin kızıyla evlendiririm”… Çocuklarsa kendi hikâyelerini yazmak, anne babalarının senaryosundan çıkmak istiyorlar. Buradan başlayıp inşa edilen hayatlar… Maddelerde hakikat var, şuradaki duvar, bu taş parçası vesaire… İnsani olan her şey ise bir hikâye. Tüm hikâyelerde olduğu gibi, doğru şeyler de var, yanlış şeyler de. Öldüğümüz zaman hikâye sona eriyor. Hakikat işte bu. En derin ve belki gerçekten de tek hakikat. Ardından gelen başka bir şey yok.
Romanın ana karakterleri olan kardeşler annelerini kaybetmiş, babalarıyla yaşıyorlar. Bir bölümde ağabey babası hakkında “aslında baba sayılmaz, daha çok bir anne gibi…” diyor. Ağabey otobiyografik bir roman değil, fakat kuşkusuz senin hayatından izler taşıyor. Sen küçük bir çocukken bir suikast sonucu babanı kaybettin. Bu kayıp, babanın yokluğu seni nasıl etkiledi?
Nereden kaynakladığını bile tam olarak açıklayamadığın bir eksiklik, boşluk… Diğer çocukları anne babaları hayatta olduğu için kıskanıyor musun? Bilemiyorsun. O yokluk entelektüalize edilen bir his değil. Sınıf arkadaşının yepyeni kırmızı ayakkabılarını kıskanıp aynısını arzulamak gibi değil… Çok daha derin bir şey. Fakat ölümle esas yüzleşmem genç kaybettiğim iki yakın akrabamla oldu aslında. İkisi de çok gençti ve ölümleri âni oldu. Ölüm ve yaşam üzerine çok düşündüm o dönemde. Çok etkiledi beni tabii ki. İlkinin ölümünde daha ergendim. İkincisindeyse çok iyi hatırlıyorum, diskotekteydim, telefonum çaldı. Haberi öyle aldım. Arkadaşlarıma “ben çıkıyorum” dedim, ama nedenini söylemedim. Afallamıştım. Sen eğlenmeye diskoya gitmişsin ve böyle bir haber geliyor! Bütün bunlar beni güçlendirdi, artık daha sağlam hissediyorum. Mesela büyükannemi kaybettiğimde çok üzüldüm, ama “hayat böyle, bir gün varız, bir gün yokuz” diyebildim. Kendimi hazır hissediyorum. Biliyorum ki, bir gün annem de gidecek. Tabii ki çok üzüleceğim. Ama büyümek de böyle bir şey… İlginçtir, çocukken büyükannemle konuşurken, onun anlattığı hikâyelerde ölüm o zamanlar hayatın fazlasıyla sıradan bir parçasıymış, o kadar da önemsenmezmiş gibi gelirdi ve tuhaf karşılardım. Üstelik Türkiye gibi, hele o zamanlar, trafik kazasından, hastalıktan daha sık ölünen bir ülkede. Mesela büyükannemin kuzenleri “sekiz çocuk doğurdum, üçü öldü” gibi şeyler söylerdi, gayet rahat bir şekilde. Ben de daha gençken inanamazdım, nasıl üç çocuk kaybedip de hayata devam edilebilir? Fakat sonra sonra, bu fikri kabul ettiğin zaman güçleniyorsun.
Büyüdükçe babanın öldürüldüğü koşulları, ilişkileri, dönemin örgütlerini merak ettin mi? Araştırdın mı?
Evet, biraz baktım. Açık söyleyeyim, ailemle küçüklüğümden beri çatıştığım bir konu bu. Sırf ailemle de değil, Türkiye’den gelen tüm devrimci sol hareketlerle. Her zaman gözüme çarpan bir çelişki vardı. Buradaki Türk-Kürt toplumunda yaşayan militanlar her zaman gösterilerdeydi, “ekonomik eşitlik istiyoruz!”, “tüm patronlar adidir!” vesaire… Çoğu son model arabalarda geziyordu veya gezmek istiyordu veya gezmeye önem veriyordu! Çoğu küçük şirket patronuydu. Bu çelişkiyi kabullenemiyordum. Üstelik hepsi de çocukları en parlak okullara gitsin istiyordu. Onun için bir araya gelip şirketler kuruyorlar, lokantalar açıyorlardı. Çocukken bile bu durumda bir düzenbazlık hissediyordum. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Tüm Türkiye halklarını birleştiren ortak ruh bu tüccar kafası, tamamen liberal bir bakış esasında. Bir yandan özgürlüklere de bağlı. İnanç özgürlüğü olsun, hayatlarını istedikleri gibi yaşamak olsun. Sabah camiye gidip, akşam rakı içebiliyorlar. Bu açıdan bir özgürlükler ülkesi. Ama tüm bunların üzerine serilen bir ahlâki katılık örtüsü var. Kimi için dini örtü, kimi için cumhuriyetçi örtü… Bu bana oldum olası kötü gelmiştir. Gençliğini feda etmiş bir ülke. Kendi kendini feda etmiş bir gençlik. Çok düşünüyorum tabii ki tüm o olaylar hakkında. Belki bir gün ‘70’ler ve ‘80’lerde sol örgütlere katılan onca genç hakkında bir kitap yazarım. Ağabey’deki küçük kardeşten ne kadar farklılar? Bir tür toplu intihar. Çocukluğumdan hatırlıyorum mesela, cezaevine girmiş olmak büyük bir şerefti. İnsanlar birbirlerine işkence izlerini gösterirdi… Peki ne işe yaradı? Bu söylediklerim belki Türkiye’den çok eleştirilecektir, biliyorum. Bunlar sonuçta benim kişisel ve dışarıdan bakışım. 1960’larda özgürlüklerin oldukça genişlediği bir ülkeydi, ekonomik bir yükseliş vardı, bu sayede bir kuşak iyi eğitim aldı. Fakat sonra o gençlere en ufak bir anlamlı kader sunulamadı. ‘60’ların sonu ve ‘70’lere gelindiğinde yüzde 40 oranında işsizlik, yüksek enflasyon, darbeler… O dönemde karşı tarafta olmak istiyorsan tek seçenek radikal soldu. Bir yandan da Sovyetler Birliği itekliyordu. Adeta İsalaştırılmış romantik Che Guevara gibi figürler de. Bu arada, Türkiye’nin Hristiyan geçmişinin etkilerinin sanılandan çok daha kuvvetli olduğunu düşünüyorum. Birçok reflekste, gelenekte apaçık görülüyor. ‘70’li yıllarda siyasi mahkemeler tarafından asılan tüm o genç insanlara İsa’ya tapar gibi bir şekilde yaklaşılıyor. İnsanların elinde genç ve güzel insanların fotoğrafları… Tüm bu sembolleri incelemek gerek. Sol hareketlerin Kürtçe ya da eski Türkçe yazılmış Alevi şarkılarını alıp güncelleştirmesi mesela… Tüm bunlar az önce söylediğim gibi hem çok ilginç, hem de absürd bir ülke tablosu çiziyor. Geçen sene Hollanda’dayken hiç tanımadığım, ne idüğü belirsiz biri yanıma yaklaştı, emekli gizli servisçi muhtemelen. Onca yıl önce öldürülmüş birinin oğluyum diye ne uğraşıyorsun benimle, emekli olmuşsun, Hollanda’da yaşıyorsun, bir düş yakamdan! Kısacası, hiç ilgilenmiyorum diyemem, ama kutsallaştırdığım, hayranlık duyduğum olaylar da değil. Bu açıdan bakarsak beni daha ziyade anneannemin yetiştirdiğini söyleyebilirim. En azından, onun temsil ettiği değerleri taşıyorum: Etrafındakileri mutlu etmeye, herkesle barış içinde yaşamaya çalış, serserilik etme… (gülüyor) Fakat şunu da söylemek isterim; tüm bunlar bir yana, sendikaların modern toplumlardaki gücüne sonuna kadar inanıyorum. Fransa’daki toplumsal çöküntüye dair siyasi partilerden bir şey ummanın anlamı yok, fakat sendikalardan ummalıyız. Sonuçta, sendikaya kendi rızanla, adaletsiz bir ilişki içinde olduğun patronuna karşı senin çıkarlarını savunması için katılıyorsun. Prensip olarak devletten de de siyasi partilerden de hiçbir şey beklememek gerek.
Banliyö ağzıyla bir şey söylüyorsun, “Doğru Fransızcada böyle denmez” deniyor. “Doğru Fransızca” diye bir şey yok ki! Bir dil var. Bir kültürü tüm konuşma biçimleriyle yaşatmak onu sadece zenginleştirir. Bunun için halk dilini kullandım. “Banliyö dili” deniyor, ama aslında halk dili o, işçilerin konuştuğu dil.
Ağabey’in bazı bölümleri taksi ve Uber şoförlerinin takıldığı, sözü dinlenen ve saygı gören sendikalıların lafladığı bir mahalle büfesinde geçiyor…
O büfe gerçekten var, Paris’in kuzeyinde, Saint-Denis’de. Adını değiştirdim yalnızca. Gerçekten de şoförlerin gidip dertleştiği bir mekân. Ben de kulak misafiri olurdum.
Fransa’da da Türkiye’de de taksi ve Uber şoförleri arasında gerginlikler oldu.
Gerginlik ne demek, büyük kavgalar oldu. Uber’ler otoyolu bloke ediyor, taksiler Uber’lerin camlarını indiriyor, tehditler havada uçuşuyor.
Uber senin de az önce söylediğin gibi birçok anlamda bir sembol oldu. Fransa’da Emmanuel Macron’un temsil ettiği “start-up nation” dalgasıyla beraber “uberizasyon” (bir platformun çalışanlar ile müşteriyi bir araya getirdiği, esasında işveren için son derece avantajlı ve düşük bütçeli, çalışanlar içinse güvencesiz iş alanları) gibi bir kavram bile türedi. Kitaptaki Uber şoförü ağabey karakteri de bu sistemin tam ortasında.
Her şeyin olduğu gibi bunun da iki farklı yüzü var. Bir yandan hayatı kolaylaştırdığı yadsınamaz. Sadece eleştiriyor olmak istemiyorum. Öte yandan, modernlik dediğimiz şey Descartes’tan bu yana otomatik olarak olumlu algılanıyor. Teknik ya da bilimsel olan her şeye pozitif yaklaşılıyor. Fakat bu durum toplumsal hakların nasıl bir süratle gerilemekte olduğunu kamufle ediyor. Hakikat bu. Uber insanlara iyi bir sağlık sigortası ve çalışma koşulları sunmak için kurulmadı ki! Tabii ki tamamen bir kenara itmek abes olur. Ama üzerinde düşünülmesi ve geliştirilmesi gereken çok şey var. Salgın sırasında telefonla doktor tarafından muayene edilebiliyorduk mesela. Sana dokunamasa bile, birçok şeyi cevaplayabiliyor. Bu iyi bir gelişme. Buna karşılık tüm bu gelişmelerin sonucu yeni kölelikler yaratılması olmamalı. Güvenceli, düzenli maaşlı işçi statüsü her şeye rağmen çok mühim bir korunak.
Bu yeni çalışma biçimleri az önce de altını çizdiğin sendikalar gibi sosyal mücadele alanlarında örgütlenmeyi iyice zorlaştırmıyor mu?
Zamanla o mücadele de evrilecektir. Fakat bu tür değişimler uzun zaman alabilir. Şu an bir endüstriyel devrim yaşıyoruz. 19. yüzyılın sonunda yaşananlarla benzer bir süreçteyiz. Belki yine otuz yıl alacak.
Gelişen teknolojiyle gelen çok önemli bir değişiklik de kâğıt baskıların, kitap ve gazetelerin giderek ortadan kaybolması, dijital formata geçilmesi…
İnternet tabii ki son derece pratik, ama bir yandan da aynen fast food gibi. En entel geçinen arkadaşlarımla konuşurken bile fark ediyorum, kitap okumuyorlar! Sabahtan akşama internette okudukları makale ve bloglara yorum yapıyorlar, ona buna küfür ediyorlar… Hayatta yalnızca kitap okumak lâzım demiyorum. Kültür sadece en resmî olanlardan ibaret değil, düğünde dans etmek de kültür… Ama kitabı çöpe atmamak lâzım. Kitaplar daima yazarlarından daha önemlidir. Mesela, size şu an ne desem onu yazacaksınız, halbuki kitap yazarken bir sene boyunca kendi kendime konuşuyorum ve sadece iyi taraflarını tutup gerisini atıyorum… (gülüyor) Yazıların ve düşüncelerin yoğunluğu da buradan geliyor. Yayınevim La Grenade da (Hem nar, hem de el bombası) biraz böyle bir mücadelenin ürünü; alt sınıfların da kitapla haşır neşir olabilmesini istiyorum. Türkiye’de babamın tüm ailesi için kitaplar çok önemli bir özgürleşme aracı olmuştu.
Romanın sonunda adeta “ilahi” bir yol kesişme sahnesi var: Ağabeyin Uber aracına müşteri olarak bir yayıncı giriyor ve o birkaç dakikalık sohbet hayat kurtarıcı oluyor. İster istemez senin kendine çizdiğin yolla paralellikler olduğu hissi veriyor…
Kitabın sonu olduğu gibi benim kendi hikâyem. Bir gün, yeni bitmiş bir ilişkinin ardından perişan vaziyetteyim, cigara tüttürüyorum. O kafayla bir şeyler karalamaya başladım. Bir dergiye aşırı sağın genç Fransızların güya daha iyi yaşamak için yurtdışına gittiği iddiasına cevaben bir şeyler yazmam gerekiyordu. Aklıma yatmamıştı zaten. Ben de kabaca şöyle yazdım: Dünyanın öteki ucuna da gitseniz, eğer etrafınıza bakmıyorsanız hiçbir yere gitmiş olmazsınız. Halbuki “ötekini”, uzağı, sokağın köşe başında bile bulmak mümkün. Ekmek aldığın fırıncıyla laflarken, spor yaparken. Tanımadığın insanlar, mekânlar, dünyalar çok uzakta olmak zorunda değil… Neyse, o metni yazdım ve internete koydum. Birkaç gün sonra, bir yayıncı okumuş, beğenmiş ve benimle buluşmak istedi. O ille de Türklerle, Kürtlerle, siyasetle ilgili hikâyeler yazmamı istiyordu. Fakat o konular hiç mi hiç ilgimi çekmiyordu. Belki de çocukken içinde büyüdüğüm için, kimin umurunda ki bunlar diye düşünüyordum. Sonuçta yazmaya başlamam böyle oldu. Hemen çok hoşuma gitti. Roman yazmayı kendime bir hedef koydum. Sonra bir gün gazete okurken kafamda şimşek çaktı; biri yine “Banliyölü gençler şöyledir, böyledir” diye bir yazı yazmış. Delirdim. “Banliyölü gençler” diye bir şey yok! İnsan onlar. İnsanların hikâyesini anlatmak lâzım…
Çocukluğunda, gençliğinde ya da yazmaya başladığında senin edebî dünyan nasıldı? Hangi yazarları severdin?
Türkiye’yle bağların varsa eğer bir kere sahip olduğun bir edebi gelenek var, hikâye anlatma geleneği, masal, fıkra ve güldürme geleneği… O masalcı, anlatıcı kültür herkesin içinde var. Kimi dinlemeyi bilir, kimi de anlatmayı. O bende vardı. Fakat ortaokula başladığımda bize okuttukları kitaplardan nefret ediyordum, çünkü hiçbir şey anlamıyordum. İlgimi de çekmiyordu. Ama sonra bilim-kurguya sardırdım, özellikle Bernard Werber. Manga çok severdim. Fransa’da bizim kuşakta Manga çok popülerdi. İlk başta televizyonda çizgi film olarak ardından da çizgi romanlar… Ailemin geçmişine ilgi duyduğum bir dönemim de oldu, Komünist Manifesto falan okudum. Herhalde pek anlamıyordum, ama en azından etrafa “bak nasıl entel oldum” diyebiliyordum… Lisenin sonlarında Amin Maalouf’u keşfettim ve çok okudum. Bana çok iyi geldi. Yatıştırıcı ve kafa açıcı bir ses o. O zamanlar edebiyat âlemini hiç takip etmiyordum. Uzun zaman kulaktan kulağa, elden ele dolaşan kitapları okurdum esas olarak. Ağabey’i yazarken kendime model aldığım Romain Gary’ydi. Onun anlatım biçimini, tarzını çok seviyorum.
Biz çocukken göçmen kökenli herkes teni beyaz olsun, “Fransızlar”a benzesin isterdi. Kardeşim “niye bu kadar esmerim” diye ağlardı resmen! On yıl sonra durum tersine döndü. Millet gelip “ne şanslısın, yabancı kökenlerin var” gibi laflar etmeye başladı. Hatta kimileri kendilerine yalandan kökenler uydurmaya bile başladı.
Kitapta da adı zikredilmeden bahsi geçiyor…
Evet. Ufak bir gönderme var.
Ağabey’de arka plandaki sürekli temalardan biri de futbol. İki kardeş çocukluklarında beraber futbol oynuyor. Bazı sahneler o kadar detaylı ki, ancak futbol oynamış biri yazabilir. Senin de futbolculuğun var mı?
Var. Gerçi esas olarak basket oynadım ciddi bir seviyede. Ama futbol kültürü, arkadaşlarla grup halinde maçlara gitmek önemliydi benim için. Çok özlüyorum şimdi.
FC Nantes taraftarı mıydın?
Evet. Ama futboldan çok soğudum. Özellikle Fransa milli takımında oyuncunun antrenöre küfür ettiği 2010 Güney Afrika Dünya Kupası fiyaskosundan sonra. Milyonlar kazanıp da öyle davranan tiplere çok uyuz oldum. Sonra da ilgilenmeyi bıraktım.
1998 Dünya Kupası’nı kazanan takım Ağabey’deki karakterler için olduğu gibi senin için de çocukluğunda bir referans mıydı? Fransa’da ilk defa “black-blanc-beur” (siyah-beyaz-Arap) kültürünün beraber bir başarıyla anılması etkilemiş miydi seni ve çevreni?
Tabii ki. Düşünsene, bizimki gibi bir mahallede büyüdüğünde Fransa toplumunun sana sadece ikincil roller biçtiğini düşünüyorsun. Ağır basan his, Fransa’da yaşamamız sanki onların lütfuymuş gibi. Birden sana benzeyen tipler dünya şampiyonu! İnanılmaz bir olaydı. Benzer bir şeyi on yaşımdayken La Haine (Protesto, Mathieu Kassovitz’in Paris’in kuzey banliyösünde yaşayan bir grup genci anlatan filmi) çıktığında hissetmiştim. Bizden 10-15 yaş büyüklerimizin, bize tanıdık gelen insanların hikâyesi anlatılıyordu. İlk defa kamera bize bildik gelen kişi ve mekânlara çevriliyordu. 1998 Fransa milli takımı da öyleydi.
Peki, 2018 Dünya Kupası’nı kazanan takıma ne diyorsun?
Toplum çok değişti. Artık bu durum kimseyi şaşırtmıyor. 1998’i düşünürsek Zinédine Zidane Cezayir asıllı, Youri Djorkaeff Ermeni –babası da futbolcuydu–, Lilian Thuram Guadeloupe’tan, Christian Karembeu Yeni Kaledonya’dan geliyor, Marcel Desailly ve Claude Makélélé Afrika kökenli. 23 oyuncu içinde en az altı ya da yedi kişi. Bu aslında o kadar yeni bir şey değildi. Fransa milli futbol takımını tarih boyunca hep göçmen asıllılar sürüklemiştir. 1940’larda İtalyan göçmenler, sonra Polonyalılar vesaire…
Uluslararası turnuvalar sırasında başka ülkelerde basından ya da seyircilerden Fransa takımına dair hep “onlar Afrika’dan toplama takım kuruyorlar” gibi, Türkiye’de de maalesef çok duyduğumuz yorumlar yapılıyor. Sanki o oyuncular “Fransız” değilmiş gibi…
Çok saçma. Evet ayrımcılık, ırkçılık gibi sorunlar var, fakat Fransa her şeyden önce bir göç ülkesi. Dışarıdan bakan ve çok bilgili birine “Fransız” deyince gözünün önüne beyaz tenli bir “Martin Durand” geliyor olabilir. O onun sorunu. Bu bize Fransa hakkında bir şey göstermiyor o “eleştiriyi” yapanlar hakkında bir şey gösteriyor.
Romanda müziğe sıkça göndermeler yapıyorsun. Sen neler dinliyordun kitabı yazarken?
Yazarken ikinci albümleri yeni çıkan rap grubu PNL’i (Peace N’ Lovés) çok dinliyordum. Abiyle kardeşin çocukluklarını anlatırken o dönemleri hatırlamak için kendi çocukluğumda etrafta çok dinlenen şeyleri tekrar dinlemeye koyuldum Khaled’in “Aïcha”sı, “Macarena”, Rachid Taha, Şampiyonlar Ligi’nin açılış müziği… (gülüyor)
Sizin evde ne dinlenirdi sen çocukken?
Annemin müthiş bir müzik kültürü yoktur. Eve ben getirirdim. Türkiye’deki geleneksel müziklere bayılırım. Müzik kültürü Fransa’da çok daha zayıf. 14-15 yaşındayken saz çalmayı öğrendim. Türkiye’de çalan birini gördüm, çok hoşuma gitti, dönerken bir tane yanımda getirdim. Şansıma Youtube furyasının başlarıydı, bir sürü video seyrederek öğrendim. Sonra birkaç ders de aldım, ama çok da ileri gitmedim. Ama en çok kız kardeşimle beraber rap dinlerdik. O şimdi daha çok elektronik müziğe geçti. Ben de Fransız şansonlarına…
Başka birinin kültürünü sahiplenmeye çalışanlar sonra hemen onlara ders vermeye koyulur! Onlardan da ileri giderler hatta. Paris’teki Kürt örgütlenmelerinin içinde de mesela Türkiye’nin Kürt bölgesiyle uzaktan yakından alâkası olmayanlar herkesten daha militan kesilir. İşçi hareketlerinde burjuvalar en öne atılır. İnsani bir durum herhalde, kendine ait olmayan şeylere bu kadar kaptırmak.
Rap’te müzik ve yazarlık arasındaki bağlardan sık sık bahsediyorsun, yayınevine de o rap kültürünü yansıtmak istiyor musun?
Evet. Özellikle bazı kitaplar için. Rap zaten aslında müzik kültürüyle edebiyat kültürünün kesişme noktası. Bugün rap şarkı sözlerinin birçoğunun kalitesi veya savundukları şeyler tartışılır tabii ama… Her şeye rağmen çıkış noktası yazılı metinler. Akılda kalması için yazılan ve söylenen güçlü metinler. Belki günümüzde müzik tarafı daha çok öne çıkıyor. Ama edebiyatla aradaki bağ çok açık.
Yayıncılığa başlaman nasıl oldu?
Çalışmaya basında başladım. Gayet memnumdum işimden. İlk başta gazetenin daha ziyade idari işleriyle uğraşıyordum. Yazarlığa geçtikten sonra, JC Lattès yayınevi bana önerdi. “Burada bize bağlı bir ‘collection’ (yayınevine bağlı özerk bir ufak yayınevi) kurmak ister misin?” dediler. Benim de hoşuma gitti tabii.
Nasıl bir yayınevi tasarladın?
Dünyaya belli bir bakışı var. Seslerin mümkün olduğunca çok çeşitli olmasını istiyorum. Önemli olan kimin yazdığı değil. Yazarın adı Mahir Güven olabilir, ama yazdıkları seni karşı komşundan öteye götürmüyorsa, bir anlamı yok. Anlatılan şeylerin ya da anlatım biçimlerinin çeşitliliği önemli. Bu sabah mesela bir öneri geldi, çok beğendim. 40 yaşlarında Mağrip asıllı bir yazar, “İç dünyamda yaşadığım değişimleri anlatacak bir kitap yazmak istiyorum druid ve büyücülere takılıyorum ve kendim üzerine çok düşündürdü beni” dedi. Bir bölümünü okudum. Çok matrak. Çok şahane. “Bunu mutlaka yayınlamak lâzım” diye düşündüm. Beş yıl önceki aklımla asla öyle demezdim. Biraz fazla ciddiydim. Sonuç olarak yaptığım işi çok seviyorum.
İlk yayınladığınız kitaplardan biri olan Saccharoses’un (Samir, La Grenade, 2020) metninin tamamını dev bir postere basıp Paris’te duvarlara yapıştırmışsınız. Bu fikir nerden çıktı?
Aslında çok gündelik, ama komik bir hikâye var o fikrin arkasında. Yayıncılıkta haliyle sürekli kitapların formatıyla ilgili tartışmalar olur. Mesela bir sayfadaki vuruş sayısı, ona göre kitabın kaç sayfa olacağı, vesaire… Ben uzunca metinler için daha büyük boy kitaplar basalım istiyordum ki, gereksiz yere fazla kalın olmasın. İki farklı format vardı aklımda. Ama bağlı olduğumuz yayınevinin bütçe sorumlusu “Olmaz, daha pahalıya gelir” dedi. Dedim “Hayır, büyük kitap daha ucuza gelir.” “Nasıl yani?” dedi. “E sayfa sayısı azalıyor! 600 sayfa basacağına 400 sayfa basıyorsun.” İkna olmadı. Ben de gösterdim, kitap basarken neye para gidiyor? Yazıların etrafındaki boşluklar mesela israf. Hiç oralı olmadı. Ben de kızdım. Geldim büroya, tek bir sayfaya Saccharoses’un tüm metnini basıp çıkışını aldım. Sonra gidip koridora yapıştırdım, altına da şöyle yazdım: “Bu dünyanın en ucuz kitabıdır!” (gülüyor) Sonra bir arkadaş “A ne güzel afiş” dedi. Halbuki benim kafamda o afiş değil, bir misillemeydi! Onun üzerine bir şeyler çizmeye başladım, grafikerle beraber çalıştık ve kitapçılara gönderebileceğimiz bir afiş haline getirelim dedik. Sonra da karantina sırasında ressam bir arkadaşla konuşurken bana “Sen yazıyorsun, ben de resim yapıyorum, sokak duvarlarında güzel işler yapamaz mıyız?” dedi. Biraz bakındım “steet artist”ler neler yazıyor davarlara diye. Of! Çoğu zaman “I love love!” gibi yavan cümleler. (gülüyor) Bir süredir kafamda dolaşan bir fikir vardı zaten: kitaplara yapışıp kalmış olumsuz “entel” etiketini sökmek istiyordum. Herkesin erişebileceği bir şey olmalı kitap. Ressam arkadaş beraber bir şey yapmayı önerince dank etti: Afişi büyük boy hazırlayıp sokaklara asalım! Birden çok sanat alanını bir araya getirip orijinal bir iş yapmak istedik. Grafik, kitap kapakları zaten çok önemli benim için. Ayrıca, benim kuşağımdan insanların kitapları sahiplenmesini, edebiyatın sadece gözlüklü, “beyaz saçlı yaşlılar” için olmadığını görmesini istiyorum.
Bizim bile mahallede “tebeşir suratlı” diyerek beyazları dövmüşlüğümüz, üstlerine tükürmüşlüğümüz var! İnkâr etmenin âlemi yok. Bu ırkçılık değilse nedir? Kötülük mü? Fakat esas sorun beyaz, siyah, Arap diye ayırmak. İnsanları gruplara ayırmanın kendisi ırkçılık.
Yayınevine koyduğun La Grenade ismini nasıl seçtin?
Aynı zamanda hem nar, hem de el bombası anlamına gelmesi hoşuma gidiyor. Ayrıca İspanya’da geçmişte üç farklı kültürün bir arada yaşadığı çok güzel bir şehir Granada. Tüm bu anlamları taşıyor. Logo olarak da meyveyi seçtik. Üç yeni kitap yayınlanacak önümüzdeki aylarda. Benimle yaşıt Samir’in Saccharoses’u (Sakaroz) çok pop bir kitap. Irkçılık karşıtı aktivist Marc Cheb Sun’un Et je veux le monde (Ve Dünyayı İstiyorum) kitabı. Fransız-Tunuslu Hella Feki’nin kitabı Noces de jasmin (Yaseminli Düğün). O da Tunus’ta, Hindistan’da, Senegal’de ve Madagaskar’da yaşamış. Vakti zamanında Emmanuel Macron’un konuşmalarını yazan Marie Tanguy’nin bir kitabı olacak. Daha seçim kampanyası sırasında Macron’un ne ayar olduğunu anlar anlamaz terk etmiş. Bunların yanı sıra Fransa’da yaşayan Türkiyeliler üzerine yazacak birini de arıyorum, ama bir türlü bulamadım.
Peki, senin yeni kitabın ne zaman çıkacak?
Yeni kitap Ocak 2021’de basılacak. Bitirmek üzereyim.
Daha önceki bir söyleşide kendini yazar olarak görmekte güçlük çektiğini söylüyorsun. Bu hâlâ geçerli mi?
Kitap çıktıktan sonra, özellikle de Goncourt ödülünün ardından arkadaşlar tebrik ettiklerinde, “Peki okudun mu?” diye soruyordum, “Hayır!”. “E önce kitabı oku bir kere!” diyordum. O rolü benimsemek zaman alıyor. Belki dört-beş kitap sonra kendimi yazar olarak görmeye başlarım. Onun dışında, yazdığın sürece yazarsın zaten. Dört kitap yazıp sonra otuz sene eline kalem almazsan hâlâ yazar sayılır mısın? Ama ilk başta hakikaten de tuhaf geliyordu. Burjuvalaştığını kabullenmek için biraz zamana ihtiyacın oluyor! (gülüyor)