DAYANIŞMA AĞLARIYLA BÜYÜYEN ÖĞRENCİ HAREKETİ

Söyleşi: Anıl Olcan, Bekir Avcı
26 Mart 2021
SATIRBAŞLARI

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum-rektör atamasına karşı başlayan direniş üçüncü ayına girerken iktidar elinden geleni ardına koymuyor: Gözaltılar, tutuklamalar, ev hapisleri ve onların eşlikçisi kara propaganda. Öğrenciler ise bütün baskılara rağmen direnişi sürdürmekle kalmıyor, “Bundan Sonrası Hepimizde” kampanyasıyla, 22-29 Mart arasındaki “Boğaziçi Boykotta: Direniş Festivali”yle, dayanışma ağlarıyla, meclisleşme çabalarıyla mücadeleyi genişletiyor. Boğaziçi, Ege, Marmara ve Mimar Sinan Üniversitesi öğrencilerini, Arif Sarıyaşar, Ceyda Bostancı, Hüseyin Çam ve Lizge Biter’i dinliyoruz…
Mimar Sinan Üniversitesi öğrencilerinin Boğaziçi direnişine destek için düzenlediği eylemden…

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum-rektör atanmasına karşı düzenlenen protestolara katıldıkları için haklarında dava açılan ikisi tutuklu yedi öğrencinin yargılandığı davanın 17 Mart’taki ilk duruşmasında, tutuklu öğrenciler Doğu Demirtaş ile Selahattin Can Uğuzeş tahliye edildi. Bu duruşmaya dek Boğaziçi direnişinin seyrinde bir durgunluk vardı, ama davayla beraber yeniden canlı, coşkulu bir ortam gördük. İlk başlardaki coşku ve neşe direnişe nasıl geri geldi?

Arif Sarıyaşar (Boğaziçi Üniversitesi): Direnişin birinci ayında okul içinde gözaltına alınmamız ve sonrasında Kadıköy’deki geniş katılımlı eylem hareketliliği yükseltmişti. 1-5 Şubat sürecin en çalkantılı haftalarındandı. 1 Şubat’taki protestolarda 150’den fazla öğrenci gözaltına alındı, sonra tutuklamalar başladı. 10 Şubat’a kadar tutuklanan öğrenci sayısı 11’di. Tutuklamalarla beraber eylem yasakları başladı. Bunlar olunca şubat sonlarına doğru Boğaziçi direnişi büyük bir gündem olmaktan çıktı. Yani 4 Ocak’tan 10 Şubat’a, Türkiye gündemini tanımlayan Boğaziçi direnişi, gözaltılardan sonra okul dışında bir eylem yapılamaması ve artan tutuklamalarla daha az görünür oldu. Okul içinde eylemler devam etse de toplumla buluşma konusunda bariyerler olunca direnişin diri kalması engellendi. Okul içinde herkes aynı heyecanı sürdürdü, o ruhu hâlâ taşıyordu, ama bu heyecanın bir yere kanalize edilememesi bir sorundu. 17 Mart’taki duruşmada o ruh tekrar oluşmaya başladı. Sessizleşmenin yerini, “direnişin tekrar güçlenmesi lâzım, ne yapabiliriz” fikri aldı, durgunluk enerjiye dönüştü. Diğer dayanışma ağlarıyla beraber “Bundan Sonrası Hepimizde” kampanyasına bürünmeye başladı. Zaten kampanyanın amacı durgunluğu dönüştürebilmekti.

Lizge Biter (Mimar Sinan Üniversitesi): Uzun erimli hareketlerde durgunluk anları doğal. Sürecin bittiğinin göstergesi değil bu anlar. Bazı engelleri aşmak için bir hazırlık süreci, kafayı buna çalıştırmak gerekiyor. Boğaziçi öğrencilerinin bu sürede bir program yayınlayıp okul içinde boykot örgütlemesi umudun varlığının işaretlerinden.

Ceyda Bostancı (Ege Üniversitesi): Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde geçiyordu: “Umudu kesmek insanlığa aykırı.” Özgür ve demokratik üniversite talebi yıllardır var, Boğaziçi’yle birlikte ivme kazandı. Toplumsal hareketlerde iniş çıkışların olduğunu biliyoruz, farkındayız. “Arkadaşlarımızı alacağız” demiştik, 17 Mart’ta Doğu (Demirtaş) ve Selo’yu (Selahattin Can Uğuzeş) aldığımızda umudun ve direnişin tekrar yükseleceğini biliyorduk.

Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde geçiyordu: “Umudu kesmek insanlığa aykırı.” Direniş varsa kazanım da vardır. Yan yana gelebiliyorsak tek başımıza değilizdir. Dayanışmalar’ın kurulmasının bir anlamı da bu zaten. Fanus kırıldı artık.

Hüseyin Çam (Marmara Üniversitesi): Haklara dönük saldırıların yaşandığı, öğrencilerin geleceksizlikle boğuştuğu, üniversite diplomalarının hiçbir işe yaramadığı bir dönemdeyiz. Dışarıda bir sosyal hayatımız yok, üniversitelerde söz hakkımız yok, yani aslında bir yaşamımız yok. Bu yüzden, muhalefet etmek demek, artık kendi hayatımızı ve özgürlüğümüzü kazanmak anlamına geliyor.

Lizge: Bir direniş varsa bir kazanımı da vardır. Yan yana gelebiliyorsak tek başımıza değilizdir. Dayanışma ağlarının kurulmasının bir anlamı da bu zaten. Fanus kırıldı artık.

Arif: Fanus ifadesini ben de kullanmayı seviyordum. Daha çok Boğaziçi’ne içkin bir şeydi. “Burası Boğaziçi, bir ayrıcalığı var, bunu korumamız lâzım” şeklinde bir bakış hakimdi. 2016’da, bir önceki kayyum-rektör atamasındaki problem de buydu. Birçok hoca, “Mehmet Özkan hiç olmazsa Boğaziçi’nden biri, daha kötüsü de olabilirdi, uzatmaya gerek yok, ayrıcalıklarımız var, bunları koruyalım, burası Boğaziçi, çok şey yapmayalım” dedi. Bu süreçte de aynısıyla karşılaştık: “Ya arkadaşlar çok abartmayalım, burası Boğaziçi, tepkimizi gösterdik, bu kadar yeter.” Fanus dediğimiz böyle bir şeydi. Boğaziçi’nde her şey güllük gülistanlık ve biz onu korumaya çalışıyoruz sanılıyor, ama on yıllardır demokratik üniversite mücadelesi var. Bu mücadelenin araçlarından biri boykottur. Biz de şimdi boykottayız. Altı günlük bu boykot tutuklu olan öğrenciler için. O öğrenciler Boğaziçili değil, ama Boğaziçi onların tutuklu olmasına dertleniyor, bu çok güzel bir şey. Önceden Boğaziçi’nden pek beklenen bir şey değildi bu. Şimdiyse Boğaziçi öğrencisi olmayan, ama bizim direnişimize, demokratik üniversite direnişine destek verenleri andığımızı, unutmadığımızı gösteriyoruz, “onlar derse giremiyorsa biz de girmiyoruz” diyoruz.

Arif Sarıyaşar, Lizge Biter, Ceyda Bostancı, Hüseyin Çam

Boykot kararı nasıl alındı?

Arif: Boykot tartışmaları kayyum atandığı gün de yapılmıştı. Aslında 4 Ocak’ta, eylemlerin başladığı gün dersleri boykot etmiştik. Bu süreçte Yüksek Lisans Öğrencileri Ağı kurulmuştu. Daha sonra, “sağlam bir boykot yapabilir miyiz?” diye sömestrde tartışmalar yürütüldü. Okula ilk hafta politik içerikli bir festivalle başlamak önerildi. Çünkü bir sivil itaatsizliğe ihtiyacımız var. Her şeyin aynı şekilde gitmediğini göstermemiz gerek. Nihayetinde, Boğaziçi Dayanışması bileşenleriyle, Kelepçesiz Akademi’den kayyumluk önünde nöbet eylemini sürdüren ekiplere kadar, “nasıl örgütlenebiliriz, bu eylemi tabana nasıl yayabiliriz” diye tartıştık. Tutuklu altı arkadaşımız için 22-29 Mart’ta, Boğaziçi Boykotta: Direniş Festivali adı altında, altı gün sürecek bir boykot yapma kararı aldık. Bütün bir dönem boyunca boykot koyamazdık. Boykota katılım olmadığı sürece amacımıza ulaşmamız mümkün değil. Nihayetinde, lisansüstü Boğaziçi öğrencilerinin, Boğaziçi Dayanışması’nın ve diğer toplulukların öncülüğünde bir çağrı yapıldı. Hocalarımıza boykot gündemi iletildi. Hiç olmazsa yoklama almamalarını ve derslerin kayıtlarını internete yüklemelerini bekliyoruz. Boğaziçi Boykotta: Direniş Festivali’ni aktif bir boykota çevirmek için herkesi kampüse davet ediyoruz. İstanbul’da olmayan arkadaşlarımızın da online etkinliklere katılmalarını amaçlıyoruz.

Boğaziçi Boykotta: Direniş Festivali’nde neler var?

Arif: Boykot sadece derse girmemek değil, bize verilen ders zamanını dönüştürmek ve onu daha yapıcı bir şey haline getirebilmek için. Ders saatlerimizi kendimiz düzenleyerek direniş temalı dersleri ön plana çıkarıyoruz. “Nasıl bir üniversite istiyoruz?” sorusuna odaklanmaya çalışıyoruz boykot süresince. Yani boykotu araçsallaştırıyoruz. Boykot öğrenci direnişleri için çok önemli bir araç. Bu aracı kullanmaksızın bir öğrenci direnişi yapmak istemedik. Cezaevlerinde ve ev hapsinde tutulan arkadaşlarımızın sesini duyurabilmek için 29 Mart’ta daha geniş bir boykot çağrımız da olacak.

Boğaziçi dışındaki okullarda da boykot gündemi var mı?

Hüseyin: Marmara’da online eğitimin çökmesinden sonra boykot tartışılmıştı. Bu tam da Boğaziçi Dayanışması’nın eylemlerinin başladığı tarihe denk geliyor. İki günlük bir boykot yapıldı, ama çok fazla katılım olmadı. Zaten katılmak istesen bile derslere katılamıyordun. Sürekli sistem çöküyordu. (gülüyor) Şimdi ileriye dönük bir boykot tartışması yapıyoruz.

Bu altı günlük boykot tutuklu öğrenciler için. Onlar Boğaziçili değil, ama Boğaziçi onların tutuklu olmasına dertleniyor. Önceden Boğaziçi’nden pek beklenen bir şey değildi bu. Şimdiyse Boğaziçi öğrencisi olmayan, ama demokratik üniversite direnişine destek verenleri unutmadığımızı gösteriyoruz: Onlar derse giremiyorsa biz de girmiyoruz.

Şubat ayındaki gözaltı ve tutuklama furyasından bugüne uzanan sürede, çeşitli üniversitelerdeki dayanışma ağları birbiriyle nasıl temas kurdu, neler planlandı?

Lizge: İstanbul’dan Ankara ve İzmir’e, birçok dayanışma yan yana geldik ve bu meselenin artık sadece Boğaziçi’ni değil, toplumun bütün kesimlerini kapsadığını, o yüzden de bunu topyekûn bir eylemliliğe dönüştürmek gerektiğini söyledik. Ne yapabileceğimizi tartıştık. Ortaya “Bundan Sonrası Hepimizde” ismiyle bir kampanya çıktı. Yani bundan sonrası üniversite öğrencilerinde, kadınlarda, LGBTİ+’larda, liselilerde, emekçilerde… Kadıköy’deki eylemde Boğaziçi’nde direnen Bimeks işçilerinin çıkıp konuşması ve sorunları ortak bir paydada birleştirmemiz bunun örneği. “Bundan Sonrası Hepimizde” toplumun bütün kesimlerinin sözlerini kucaklayabilecek bir kampanya.

Hüseyin: Gözaltıların, tutuklamaların, devletin saldırısının süreklileşmesiyle durgunluk başladı. Onu aşmanın yöntemi “Bundan Sonrası Hepimizde” kampanyası oldu. Dayanışma ağları kurulduğunda kendi içimizde, “Boğaziçi örneği önümüzde duruyor, bizim okulumuzda da çeşitli sorunlar var, kurduğumuz dayanışma ile buraya dair bir şey yapmak lâzım” dedik. “Hepimiz” bu kapsayıcılıkla alâkalı. Marmara’da her sene en az bir fakültenin yer değişikliği oluyor. En son, Acıbadem’deki Güzel Sanatlar Fakültesi için söz konusu oldu bu. Fakülte yıllardır orada, atölyeleri, çeşitli olanakları sağlanmış, ama şimdi oradaki öğrencileri Dragos’a, Şehir Üniversitesi’nden Marmara’ya geçen yerleşkeye taşımak istiyorlar. Bu yönde bir karar alındı. Bu durum da kampanyayla örtüşüyor. Öğrenciye sorulmadan öğrenci fakülte alanından çıkarılıyor çünkü. Buna karşı bir basın açıklaması yaptık. Bu açıklamadan önce, dekanın da bir açıklaması oldu. “Okulun taşınmasına karşı çeşitli itirazlara itibar etmeyin” dedi. Bizi hedef gösteriyor aslında. Çünkü şunu biliyor: Önceden böyle bir şey yaptığında ses çıkmıyordu, çıksa bile sönük kalıyordu, ama şimdi karşısında Boğaziçi Dayanışması’nın eylemlilikleriyle politikleşen öğrenciler var ve tavırları daha net. Bu tutum dekanı bir açıklama yapmaya zorluyor. Marmara Üniversitesi Külliyesi inşaatına 12. Cumhurbaşkanı’nın ismini vermişler. Bunu kabul etmediğimizi söyledik. Bir anket yaptık, yaklaşık üç bin kişi katıldı ankete. Yüzde 99 külliyeyi de oraya malûm kişinin isminin verilmesini de istemiyor. Geçerli bir talep bu. Bu talebin etrafında biz de üniversitenin kendisini örgütlemeyi düşünüyoruz. Marmara Üniversitesi Boğaziçi Üniversitesi’yle çok ilişkili değildi, ama son süreçte ister istemez ilişkilendi. “Bunlar Boğaziçili değil, ne işleri var burada” hikâyesini biz de kırdık. Daha da ilerledikçe, herkesi kapsayacak, Boğaziçi’nin Marmara’yı, Marmara’nın Boğaziçi’ni desteklediği, bütün üniversitelerin kendi içinde dayanıştığı bir formata dönüyor yavaş yavaş.

Marmara Üniversitesi Dayanışması, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Acıbadem’den Dragos’a taşınmaması için eylemdeler.

Birlikteliği nasıl sağlıyorsunuz?

Arif: 15 bin öğrenci var Boğaziçi’nde. Ortaya atılan sözler tabii ki 15 bin öğrencinin tamamını temsil etmiyor. Örneğin, Cumhurbaşkanı’na mektup harikaydı, okkalı ve hedefe varan bir sözdü, fakat bütün öğrenciler tarafından benimsendiğini söylemek abes olur. Bu, ileri bir noktaya işaret ediyor. Hakim sınıflar tarafından ezilen kesimlerin bir arada mücadele etmesi gerektiğini en başından beri söylüyoruz. Bunu ilk söylediğimizde de okulda çeşitli itirazlar yükselmişti. Fakat geçen sene Boğaziçi Dayanışması’nı kurduğumuzdan beri şöyle bir ilkeyle hareket ediyoruz: Boğaziçi Dayanışması okuldaki olayların politik olduğunu bilir, bunun bilincinde hareket eder, öğrencilerin de kendi öz örgütlülüğünü inşa edebileceklerini ve bunun üzerinden politika yapabileceklerini gözetir. Bazı tartışmalar oldu, kimi sözlerin “çok radikal olduğu” dillendirildi. Boğaziçi’nde sol örgütlerden olmayan birçok insan bu karar mekanizmalarında yer alıyor. Yani dayanışma daha yatay bir yapıya sahip olmaya çalışıyor. Zaman zaman bunun önüne geçen hareketler olsa da, her defasında yataylığa dönmeye çalışılıyor.

Biter: Üniversitelerde, herhangi bir söz hakkımız olmadan tek bir kararla yaşamlarımıza müdahale ediliyor. Maruz kaldığımız bu durum toplumun diğer kesimlerinin yaşadığından bağımsız değil. Kayyumlarla Kürt halkının iradesi gasp ediliyor, İstanbul Sözleşmesi bir gece kararnamesiyle feshedilebiliyor, kadınlara ya da LGBTİ+’lara söz hakkı tanınmıyor. Sorunlarımız çok ortak. Çözüm de birleşmek, yan yana gelmek.

Hüseyin: Marmara’da Güzel Sanatlar Fakültesi’nin taşınmasından bahsetmiştim. Orada mesela, Acıbadem Halk Dayanışması ve Validebağ Gönüllüleri de bizimleydi. Kendi dayanışmamız içinde “sadece biz olursak, sesimiz yeterince yüksek çıkmayacak” diye tartıştık. Yani yalnız kalmamanın hikâyesini kurduk. Ne kadar yan yana gelirsek, ne kadar kalabalık olursak o kadar güçlü olacağımızı, o kadar net olacağımızı tartıştık. Bu nedenle, “Acıbadem Halk Dayanışması neden burada, Validebağ Gönüllüleri neden geliyor, Boğaziçi Dayanışması niye geldi” gibi tartışmalar yaşamadık.

Dayanışma ağlarını meclisleştirmek kritik önemde. Sistemli bir karşı koyuş arzulanıyorsa, bunun önemli araçlarından biri meclisler. Meclisleşme bu yüzden şart. Öğrenciler dayanışma tipi örgütlenmeyle kendi örgütlülüklerini kurabileceklerini gördüler. Bu örgütlenmelerin koordinasyonunu sağlayabilmek için meclis formatı gerekli.

Öğrenci örgütlenmesi “dayanışmalar” etrafında oluşuyor diyebilir miyiz?

Arif: “Dayanışma” ifadesine üç beş yıldır aşinayız. Ama üniversite dayanışmaları 2019’da, İTÜ’deki yemekhane boykotuyla başladı. Dayanışma ağları yeni bir siyaset yapma biçimi, üniversitenin organik biçimde ürettiği bir örgütlenme. Bu ağların İTÜ, Boğaziçi veya Marmara’da, ortak bir talep tartışmasının sonucunda ortaya çıktığını görüyoruz. Şu anda kampüslerde ürettiğimiz gerçekten de bir dayanışma formu. Bunu siyasi gündemden ötürü tam olarak yapamadık, ama bu dayanışma ağlarının öğrencilerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılayan, öğrencilerin yaşadığı sorunları çözmeye aday oluşumlara dönüşmesini düşünüyoruz, istiyoruz. Öğrencilerin “sendikal” ihtiyacını karşılayacak bir örgütlenme aslında dayanışma tipi örgütlenmeler.

Hüseyin: Dayanışma grupları Gezi sonrasındaki mahalle forumlarında ortaya çıktı. Mahalle forumlarıyla kurulan Kadıköy dayanışma gruplarında Kazova işçileri de vardı mesela. Bu dayanışmalar mahallenin çeşitli sorunlarıyla ilgileniyordu. Ayrıca, mahallelinin Kazova işçileriyle birlikte fabrika işgaline destek verdiğini ve işçilerin kazanımıyla sonuçlandığını gördük. “Kazova işçileriyle Kadıköy dayanışma ağlarının ne alâkası var?” denebilir, ama zaten dayanışma ağları bu alâkayı kurmaya çalışan oluşumlar. Ortak bir derdin ortak mücadelesini örmenin yeri dayanışma ağları.

Ceyda: Ege Üniversitesi’nde hem dışardan gelen kişiler hem de akademisyenler tarafından öğrencilere yönelik taciz vakaları yaşanıyordu. Bu olaylara karşı “hep birlikteyiz” demek gerekiyordu. Biz dayanışma fikrini bu konu üzerinden tartışmaya başladık.

Dayanışmaların sürdürülebilirliği, devamlılığı nelere bağlı sizce?

Arif: Bu en temelde diğer öğrencilerden gelecek desteğe bağlı. Bu yüzden adı dayanışma. Farklı siyasetlerden veya herhangi bir siyasetten olduğunu beyan etmeyen öğrencilerden oluşan bir örgütlenme biçimi bu. Tabii ki bu pratiği sergileyenlerin kökenlerinde sol siyaset var, bunu görmemek olmaz. Dolayısıyla, zaman zaman sol gençlik siyaseti gibi de görülebiliyor. Eskiden Boğaziçi’nde Kolektif Eylem Birliği vardı. Bu birlik daha çok sol siyasetlerden gelen öğrencilerin birleşmesinden oluşuyordu. Ama dayanışma bu tür örgütlenmelerden biraz daha farklı. Dayanışma tabandan geliyor ve sınıf arkadaşlarınla birlikte örgütlenebileceğin bir yapı.

 

İzmir Üniversite Dayanışması, Boğaziçi direnişine destek için eylemde

Bu dayanışma ağlarının meclisleşme pratiğine evrilmesi söz konusu mu?

Arif: Dayanışma ağlarını meclisleştirmek kritik önemde. Daha sistemli bir karşı koyuş arzulanıyorsa, bunun önemli araçlarından biri meclisler çünkü. Meclisleşmenin bu yüzden şart olduğunu düşünüyorum. Boğaziçi Dayanışması’nda şu zamana kadar onlarca öğrenci yer aldı. Öğrenciler dayanışma tipi örgütlenme ile kendi örgütlülüklerini kurabileceklerini gördüler. Bu örgütlenmelerin koordinasyonunu sağlayabilmek için de meclis formatının gerekli olduğunu düşünüyorum.

Hüseyin: Biz de Marmara’da meclisleşmeyi tartışıyoruz. Meclisleri, kampüste sorun yaşayanların bir araya geldiği ve çözüm aradığı bir araç olarak kurgulamaya çalışıyoruz.

Arif: Biz aslında bir “kurucu meclis” için okul bileşenlerine çağrı yapmıştık. Okul içindeki sendikalarla görüşmelere başlamıştık. Ama meclisleşme çalışmalarını yürüten arkadaşlarımızın neredeyse hepsi gözaltına alındığı için bir iletişimsizlik oldu. Şimdi bu öz örgütlenme tartışmalarını boykot festivalinde yeniden sürdüreceğiz.

Bu süreçlere diğer okullardaki dayanışmalar da dahil olabiliyor mu?

Arif: Diğer dayanışma gruplarına çağrı yaptığımızda her okuldaki durumun farklı olduğunu gördük. Şu an Boğaziçi öğrencilerinin tek kampüste olması ve siyasi hareketlilik, okulumuzda dayanışma ve meclisleşme tartışmalarını daha kolay kılıyor. Bazı üniversitelerde birtakım siyasetler hakim olabiliyor ve meclisleşme fikrine sıcak bakmayabiliyor. Yine bazı kampüslerde salgından ötürü öğrenciler bir araya gelemiyor. Bu yüzden başta yaptığımız çağrı pek tutmadı. Ama çalışmalarımız devam ediyor.

Kafe-bar çalışanıyım aynı zamanda. Ben de işsiz kaldım. Orada fark ediyorsun, “Binlerce insan benim gibi işsiz” diyorsun. Bunu fark ettiğinde mücadele inadı şunu söylüyor: “Gidip senin gibi olanları bulman lâzım.” Yalnızlaşmamak için kentte, mahallede, kampüste senin gibi ezilen kim varsa hepsine ulaşmak istiyorsun. Ezene karşı yan yana gelmen gerekiyor çünkü.

Bu baskı ortamında her şeye rağmen yatay örgütlenmede, dayanışma ağlarında, meclisleşmelerde ısrarın nasıl bir değeri, önemi var?

Hüseyin: İktidarın rıza üretme aygıtlarını yitirdiği bir süreçteyiz. Bunca saldırganlık oradan geliyor. 2015’ten beri saldırıların ne kadar şiddetlendiğini herkes görüyor. En küçük muhalefete bile göz açtırılmıyor. Boğaziçi’nde gördüğümüz de bu: gözaltılar, tutuklamalar, saldırılar. Ancak, şu çok net ki, yaşadığımız sorunları yüzlerce, milyonlarca insan yaşıyor. Mesela ben kafe- bar çalışanıyım aynı zamanda. Son kapatmalarla birlikte ben de işsiz kaldım. Orada fark ediyorsun, “sadece ben değilim, binlerce insan benim gibi işsiz” diyorsun. Bunu fark ettiğinde de o mücadele inadı sana şunu söylüyor: “Tek değilsin, gidip senin gibi olanları bulman lâzım.” Yalnızlaşmamak için kentte, mahallede, kampüste, orada burada senin gibi ezilen her kim varsa hepsine ulaşmak istiyorsun. Ezene karşı yan yana gelmen gerekiyor çünkü. Bunun verdiği umut güzel bir şey. Her gün bu düşünceyle uyanmak, “bir” olmadığını bilmek mücadeleye yeniden motive ediyor. Kazanımlar olunca da umudunu tazeliyorsun ve saldırı ne kadar güçlüyse sen de ona karşı daha güçlü olmaya çalışıyorsun.

AKP iktidarında bazı üniversite kampüslerinin bölündüğü veya şehrin çeperine taşındığı görüldü. Bunlar öğrencilerin birlikteliğini bölen uygulamalar mı, dayanışma tipi örgütlenmelere engel oluşturuyor mu?

Arif: Bunu genel olarak devletlerin siyasi bir hamlesi olarak görebiliriz. 1968’de, Fransa’daki öğrenci hareketlerinden sonra da yapılan bu. Benzerini İstanbul Üniversitesi’nin bölünmesinde de gördük. Gençlik siyaset üretmek konusunda toplumun en dinamik kesimlerinden olduğu için üniversite kampüsleri dağıtılıyor. Bu konuda Boğaziçi’nin bir avantajı var. Ama bunu da engellemeye çalışıyorlar. Cumartesi günleri okula giriş yasağı kalkmıştı, şimdilerde yeniden kondu. Bir yandan, rektörlük binasının Kandilli’ye taşınması gündemde. Yeni fakülte binalarının başka bir yerde olacağı da söyleniyor. Öğrencilerin bir araya gelişlerini engelleyemiyorlarsa bile öğrencileri kendi içlerine kapatmayı hedefliyorlar. Boğaziçi’nde Güney Kampüs dışardan kimsenin göremediği, basının alınmadığı, mezunların girmesinin yasak olduğu bir yer. “Eylemleri Güney Kampüs’te yapın” diyorlar mesela. Dışarı taşımaya çalıştığımızda müdahale etmeye başlıyorlar. Öğrenci hareketinin etkisini azaltmak için ya parçalamayı ya da okulun içinde küçük bir yere hapsetmeyi deniyorlar.

Boğaziçi Boykotta: Direniş Festivali etkinlikleri kapsamında HDP milletvekilleri Hüda Kaya ve vekilliği düşürülen Ömer Faruk Gergerlioğlu ile düzenlenen çevrimiçi söyleşiden…

Bu mekânsal kısıtlılığı nasıl aşıyorsunuz?

Ceyda: Ege Üniversitesi’nde buluşabileceğimiz çok fazla alan yok. Kampüse yakın Şölen Alanı denen bir alan var. Şölen Alanı’nın tam arkasına güvenlik şube yapıldı. Eski Bornova Emniyet Müdürü bu şubenin başına atandı. O bölge “güvenliğin” sağlandığı bir yer haline geldi. Kulüplerin hali malûm. Bu dayanışma sürecinde bir metin yazmıştık ve kulüplerin çoğu bu metne imza atamadılar. Hepsi okul tarafından baskılanmaktan korkuyordu. Okulda yan yana gelemiyoruz maalesef, Bornova’daki kafelerde buluşuyoruz.

Hüseyin: Marmara’da böyle buluşmalara izin verilmiyor. Daha çok zoom gibi mecralar üzerinden bir araya geliyoruz ya da kafelerde, parklarda buluşabiliyoruz.

Bu dayanışma tipi örgütlenmeler ile bildiğimiz anlamda örgütlü yapıları nasıl mukayese edersiniz?

Hüseyin: Bir şeye karşı mücadele ederken toplumsallaşma ve kitleselleşme ön plana çıkıyor. Boğaziçi Dayanışması’nın bu kadar etkili olabilmesinin nedeni kendi okullarında toplumsallaşabilmeleri ve eylemleri ülke gündemine yayıp kitleselleşebilmeleri. Marmara Üniversitesi’nde solcu öğrenci sayısı belli. Okulun sorunlarına dair mücadele hattı örecek örgütlü öğrenci 50’dir. Bu 50 kişi yan yana gelmediği zaman diğer öğrenciler de yan yana gelemiyor. Marmara’daki öğrenci sayısı 65 bin. Bunu sol-sosyalist yapıların örgütleyebilmesi fazla iddialı olur. Dayanışmalar bu yüzden zorunlu hale geliyor.

Lizge: Üniversiteye yapılan saldırılara karşı tek başına bir kurumun veya partinin örgütleme yapabilmesi mümkün değil. Bu yüzden yeni yan yana gelişlere ve yeni mücadele zeminlerine ihtiyacımız var. Bu, gelecekte kurmayı düşündüğümüz üniversite ortamı için yeni çözüm arayışı da demek. Bu yüzden bir dayanışmanın içinde, o dayanışmanın tarzına uygun hareket etmek gerekiyor.

Üniversiteye yapılan saldırılara karşı tek başına bir kurumun veya partinin örgütleme yapabilmesi mümkün değil. Bu yüzden yeni yan yana gelişlere ve yeni mücadele zeminlerine ihtiyacımız var. Bu, gelecekte kurmayı düşündüğümüz üniversite ortamı için de yeni çözüm arayışı demek.

Boğaziçi’yle başlayan direnişi sürdüren, bunun parçası olan öğrencilerin siyasal kökleri nerelerden geliyor?

Lizge: Tabii ki Gezi’den devraldığımız şeyler var. Ben o zamanlar lisedeydim. 80 şehre yayılmış bir toplumsal hareketlilik vardı ve onun içine doğmuş gibiydim. Politik olmanın ne demek olduğunu Gezi direnişi ile birlikte öğreniyordum. Gezi’de ortaya çıkan yaratıcılığın hepimiz üzerinde etkileri oldu. Öyle bir saldırı vardı ki, buna karşı yeni bir mücadele kanalı yaratılması gerekiyordu. Bu kanal bazen şarkı, bazen barikat önü, bazen de mizah oluyordu. Bugüne miras kalan temel şeylerden biri o yaratıcılığın kendisi. Gezi’nin yanında Soma’nın da belleğimde önemli bir yeri var. Soma Katliamı olduğunda siyahlar giymiştik ve okul bahçesindeydik. Bir tepki vermemiz gerektiğini hissediyorduk.

Hüseyin: 2011’de liseye başladım. O zaman da ülke gündemi yoğundu. İnternet sansürlerine karşı internetime dokunma eylemleri yapılıyordu. Tekel bayilerinde içki satışına ilişkin yasa tartışılıyordu. Toplumsal hayata yapılan müdahaleye karşı bir mücadele vardı. Daha sonra Gezi direnişi ve Soma Katliamı oldu. O günlerde politikleştim diyebilirim. Farklı müdahalelerle farklı mücadele örnekleri verildiğini gördük. Gezi’de barikatlar da kuruldu, ama parkta halaylar çekildi. Apartmanlarda tencere tava çalındı, müzik de yapıldı. Berkin Elvan’ın cenazesinin beni çok etkilediğini söyleyebilirim. Üniversitede politik bir özne olarak hissetmemin nedeni ise geleceği şekillendirme güdüsünü daha baskın bir şekilde hissetmemden kaynaklı. Lisedeki “hayatta şöyle yükseleceksin” anlatısının bir karşılığının olmadığını fark etmiştim. Üniversite birinci sınıfta bir aksesuar mağazasında satış danışmanlığı yapıyordum. Zaten bir geleceksizlik kaygım vardı, ama yaşamak için çalışmak mecburiyetinde olmak daha sınıfsal bir sorunun olduğunu anlamamı sağladı. Gezi’den gelen o politikliği bugünle bağladığımda da başka bir yolum yoktu, mücadele edecektim.

Ceyda: Gezi’de lise birinci sınıftaydım. Okulumun konumu itibarıyla Taksim’e yakındım. Abim örgütlüydü ve Gezi’de bir çadırı vardı. Berkin’in cenazesi Osmanbey’deydi. Cenazeye katılmak için izin alıp çıkmıştık. Direniş çok yakındaydı. Eylemlere gitmek için okuldan çıkmamıza izin verilmezdi bazen. Okulun pencerelerinden atlayıp Gezi’ye gidiyorduk. Bulunduğumuz alanlardan bir şekilde çıkıp Gezi’de olmamız gerektiğini düşünüyorduk. Kaçtığımız pencerelerin önü çivileniyordu, başka pencerelerden çıkıyorduk. (gülüyor) Üniversitede ise bir söz söylemem gerektiğini hissediyordum. Bu yüzden örgütlü mücadelenin içinde buldum kendimi.

Boğaziçi Üniversitesi önü, 25 Mart 2021

Arif: Ailem Boğaziçi Direnişi başladığında “eyleme gitme” demedi, ama “derslerini ihmal etme” dedi. Gözaltına alındığımda, annem “sorun değil, iç çamaşırı göndeririz” diyormuş. (gülüyor). İslâmcı bir aileden geliyorum. İnsan hakları ve Filistin meselesiyle temaslı bir ailem var. Küçüklüğümden beri Beyazıt Meydanı’ndaki mitinglere giderdim. Ama kendi politik tartışmamı ben de Gezi’de yaşadım. O zamanlar 13 yaşındaydım. Çok küçük olduğum için Gezi’nin örgütlenmesinin ne olduğunu bilmiyordum. O dönemler ortaokulda olduğumdan gazete bayiinde Uykusuz alıp arkadaşlarıma gösteriyordum. Ortaokuldayken politik karikatürler üzerinden ilerliyordu politikleşme çabam. Abimler Emek ve Adalet Platformu’ndaydı. Onlar Gezi’ye giderdi. Mevcut İslâmcılıkla bir çatışma yaşıyorlardı. Bu benim için de büyük bir çatışmaydı. İnsanların hükümete verdiği desteği anlayamıyordum. Bu çatışma beni diri tuttu. Liseye başladığımda da bu tartışma kendi açımdan devam etti. Solla temas kuruyordum. Berkin Elvan’ın öldürülmesi benim açımdan kritikti. Lisede Müslüman olduğunu söyleyen ve hükümeti destekleyen arkadaşlarımla öfkeli bir şekilde Berkin Elvan’ın öldürülmesini tartıştığımı hatırlıyorum. Daha sonra sosyal adalet tartışmalarının sınıf meselesiyle temaslı olduğunu gördükçe sınıf tartışmalarına yoğunlaştım. Meseleleri biraz daha sınıf temelli okumaya başladım. Kendimi kurduğum yer İslâmcılıktı ve İslâmcılığın sol bir siyaset önerdiğini düşünüyordum. İslâmcılıktan anladığım buydu. O zamanlar İhsan Eliaçık’ı çok okurdum. Üniversitede ilk örgütlü hareketim Boğaziçi’ndeki Afrin lokumu vakası yüzünden yaşanan tutuklamalarla olmuştu. Bu beni çok öfkelendirmişti. Boğaziçi’nde siyaset yürüten gruplar da beni etkilemiştir. Mektep diye bir ekip vardı, İslâmcı bir yerden sınıf meselesine ve insan haklarına işaret ediyordu. Okuldaki Müslüman öğrencilerin kapitalist ilişkilenmelere olan hayranlığına eleştiri getiriyorlardı. Bu yüzden Boğaziçi Üniversitesi’ne girdim zaten. Boğaziçi Üniversitesi’nin politik bir ortamı vardı, politikayı buradan devam ettirebilirdim.

Ceyda söyleşinin başında Yaşar Kemal’dan bir alıntı yaptı. Neler okuyorsunuz, dinliyorsunuz?

Lizge: Politik bir ailede büyüdüm. Ailem Alevi. İstanbul’a ilk yerleştiklerinde Alevi olduklarını söylemezlermiş. Bunu duyduğumda neden söylemedikleri üzerine düşünürdüm. Bunları düşünürken ister istemez politikleşiyordum. Belli başlı muhalif şarkılar ve kitaplarla büyüdüm: Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Nâzım Hikmet… Fantastik romanlar da okurum. Evde Ahmet Kaya dinlerdim, ama bir yandan da politik metal müzik dinliyordum. Türkü de dinlerdim. (gülüyor)

Çok politik bir döneme giriyoruz. Ekonomik krizler ve Gezi’den beri biriktirilen bu öfkeyi ne yapacağız? Zaman zaman bu öfkenin öğrencilerde cisimleştiğini görebiliyoruz. İhtiyacımız olan şey hükümetten gelebilecek saldırılara karşı daha hızlı refleks gösterebileceğimiz mekanizmaları oluşturmak.

Hüseyin: Benim siyasi düşüncelerim aileme göre zıttır. Çok protest rap dinlerdim. O şarkılarda duyduğum olayları merak ediyordum. Veya duyduğum siyasi bir kelimeyi araştırıyordum. Saian çok dinlerdim. Saian’ın politik şiirlerle bağı çok kuvvetlidir. Hâlâ dinlerim. Ahmet Erhan, Ahmet Telli gibi şairleri takip ederdim. Grup Yorum’u söylemiyorum, onlar zaten hep var. (gülüyor)

Ceyda: Ben abimin kitaplığını çok kurcalardım. Beni en çok etkileyen Erdal Öz’ün Defterimde Kuş Sesleri kitabı oldu. Tabii ki Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet’ten çok etkilendim. Okuduğum şiirlerde, dinlediğim şarkılarda hep onlara benzer şeyler aradım.

Arif: Abimin kitaplığında Seyyid Kutub, Mevdudî gibi şu anda reddeceğim tezleri olan insanlarla karşılaşmıştım. İslâmcı ezgileri dinliyordum. Gergin Uykular dinleyen çoktur. “Dağlardayız biz ovalarda, makine başında sıralarda” , “Alev alan ateş söner mi hiç, özgürlük türküleri biter mi hiç?” gibi sözler hatırlıyorum. Allah sözünü hakim kılmak için dinlediğimiz şarkılardı. O dönemlerde benim anladığım sınıfsız toplumun inşasını anlatan şeylerdi. Malcom X benim için çok önemlidir. Fatih Camii’nde ülkücüler tarafından öldürülen Metin Yüksel de beni çok etkilemişti. Ali Şeriati benim açımdan çok önemlidir. Erken yaşta ölmesine çok üzüldüğüm biridir.

Çağlayan Adliyesi önü, 26 Mart 2021

Müslüman ve Müslüman olmayan öğrenciler arasında ilişki pek çatışma alanı gibi görünmüyor öğrenci hareketi içinde, doğru mu?

Arif: Ben de öyle olduğunu düşünürdüm. Ama öyle olmadığını fark ettiğim zamanlar da oluyor. Evet, eskisi gibi bir çatışma yok. Arjantinli bir rahip, “kapitalizmin nasıl işlediğini ve buna nasıl karşı çıkılacağını Marksizmden öğrenebiliyorum, kapitalizme neden karşı çıkacağımı da bana İncil anlatıyor” diyordu. Metafizik motivasyonlarımız farklılaşabiliyor, ama mesele nasıl bir pratik ortaya koyduğumuzla alâkalı gibi geliyor. Türkiye’de solun bir yabancılığı vardı. Bugün hâlâ bunun izleri alanda görülebiliyor. Ben günde beş vakit namaz kılmaya çalışıyorum. Namaza gideceğim zaman bu insanlara komik bir şey, “çağdışı” bir eylemmiş gibi gelebiliyor. Biz adliyedeyken arkadaşlarım iki Boğaziçi öğrencisinin, “Arif iyi çocuk, ama selâmün aleyküm, eyvallah diyor” şeklinde diyalogunu duymuşlar. (gülüyor) Solun ve Müslümanların bu karşılaşmalara ihtiyacı var. Solun bu konularda henüz bazı şeyleri aşabildiğine inanmıyorum.

Öğrenci hareketi nereye evrilir sizce?

Arif: Toplumsal hareketlerde sönümlenmeler olabilir, hatta bazen tamamen sönebilirler. Fakat arkada bırakılacak şeyin önemli olduğunu düşünüyorum. Bundan sonrasına hazırlık yapmak çok önemli. Bir yandan yükselen bir öğrenci hareketi var, diğer yandan AKP’nin 19 yılın sonunda sönebileceğine dair iddialar, görece yükselen bir CHP, artan işçi eylemleri, tartışılan bir anayasa, kapatılmaya çalışılan bir HDP var. Çok politik bir döneme giriyoruz. Ekonomik krizler ve Gezi’den beri biriktirilen bu öfkeyi ne yapacağız? Zaman zaman bu öfkenin öğrencilerde cisimleştiğini görebiliyoruz. Bunları beraber düşünmemiz gerekiyor. Bizim ihtiyacımız olan şey politik tartışmaları daha örgütlü bir şekilde sürdürebileceğimiz ve hükümetten gelebilecek saldırılara karşı daha hızlı refleks gösterebileceğimiz mekanizmaları oluşturmak. Bu yüzden son zamanlarda ortaya çıkan üniversite dayanışmalarını çok önemli buluyorum. Dayanışmaları daha sistematik, temasları daha kuvvetli olan, ilişkileri daha sürdürülebilir olan bir yapıya evriltmemiz lâzım. Bu hareketin geriye bir öğrenci örgütlülüğü bırakmasını arzuluyorum. Bu yapılabilir bir şey. Biz bir bileşenler tartışmasını ortaya atabildik. Ülke tarihinde pek duymadığımız ve beklenmedik bir tartışmaydı. “Üniversiteleri bileşenleri beraber yönetsinler” gibi bir tartışma ürettik. Bu tartışmanın öğrenciler öncülüğünde bir Bileşenler Meclisi’ne evrilmesini arzuluyorum. Kampüslerin bir yaşam alanı olarak görülüp bileşenlerin kendi yönetimini inşa edebildiği, özerk ve demokratik alanların kurulabildiği bir ufkun daha çok tartışılmasını istiyorum. Gelecek senelerde üniversitelerde yapılacak şeylerden biri bu bence. Üniversiteler ilk başta kamusal alanlar olarak kuruluyor, üniversitelerde özerkliği inşa edebilirsek onları bağımsız ve bilimsel üretimin yapılabildiği alanlara dönüştürebiliriz. Bu, toplumun sınıf tartışmalarını daha iyi anlayabileceği, insanların özyönetimlerini kurabilmelerinin daha gerekli olduğuna ikna olabilecekleri bir ortamı da yaratacaktır.

Yıllardır kitlesel eylemlerin yapılamadığı bir dönemde kadın hareketi bunu yapabiliyor. Bu yeni bir eşik. Kadın hareketi artık örnek alınacak bir örgütlülük olarak karşımıza çıkıyor.

Kayyum-rektör Melih Bulu okula ciddi tahribatlar veriyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde idari olarak birçok şey değişiyor. Direnişi kırmak için çeşitli yöntemlerle öğrencilere saldırıyor. Bu tahribatlar onarılabilir mi sizce?

Arif: Yeni fakülte açmanın tamir edilebileceğini düşünmüyorum. Bir öğrenci neslinin politik bir bilince kavuşmasını sağladık. Okulda birçok apolitik öğrencinin politikleştiğini gördüm. Gelecek saldırılara daha örgütlü bir tepki verilebileceğini düşünüyorum. Bir yandan üniversiteye verilen hasarı tamir edebilmek elimizde. Özel güvenlik geçen gün bir afişimizi indirdi. Bu tarihte görülmüş bir şey değil. Öğrencilere “bize soracaksınız, biz müsaade ettikten sonra afişi asacaksınız” fikrini dayatmaya çalışıyorlar. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Kampüs öğrencinin alanı. Faaliyetlerimize bu şekilde müdahale etmeye çalışıyorlar. Biz onlara “bu bizim normalimiz değil” gibi bir cevap verirsek kaybedeceğimiz bir şey olmayacak, ama bu baskıyı onlar diretir, öğrenciler de geri adım atarsa o zaman ciddi bir tahribattan söz ediyor olacağız. Şu anda Boğaziçi Üniversitesi’nin kaybedildiğini düşünmüyorum. Hâlâ üniversitenin özü kaynıyor.

Öğrenci hareketindeki kadın görünürlüğü çok yüksek. Sizce neden?

Lizge: Bu görünürlük kadın hareketinin bugün çok güçlü olması ve kadın hareketinin bunca yıldır geliştirdiği külliyat sayesinde.

Ceyda: Taksim’de yıllardır kitlesel eylemlerin yapılamadığı bir dönemde kadın hareketi bunu yapabiliyor. Bu yeni bir eşik. Kadın hareketi artık örnek alınacak bir örgütlülük olarak karşımıza çıkıyor.

^