“SİBEL”İN YÖNETMENLERİ ZENCİRCİ VE GIOVANETTI

Söyleşi: Ayşegül Oğuz
3 Nisan 2019
SATIRBAŞLARI

2012’de “Noor”la Pakistan’ın “transgender” dünyasına girmişler, 2013’te “Ningen”le Japonya’nın yönetici sınıfının arasına karışmışlardı. Geçtiğimiz sene ekipmanları sırtlandılar, Giresun’un Kuşköy’ünün yamaçlarına çıktılar, Sibel’in özgürleşme arayışına tanıklık ettiler. Prömiyerini yaptığı Locarno Film Festivali’nde Ekümenik Jüri ve FIPRESCI ödüllerini kazanan Sibel, Adana Film Festivali’nden En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülleriyle dönen, ardından dünyayı dolaşan ve nihayet Türkiye’de gösterime giren “Sibel”in iki yönetmeni anlatıyor.

Sibel’i yapmaya nasıl karar verdiniz?

Çağla Zencirci: Genelde bütün filmlerimizin odağında diller oluyor. Bir dile olan ilgimiz bizi o dilin konuşulduğu bölgeye götürüyor, orada tanıştığımız insanlarla, duyduğumuz hikâyelerle senaryolarımızı örüyoruz. Bu film için de kuş dilini keşfetmemiz önemli oldu. 2004’te bir kitapta gördük bu dile dair ilk bilgileri.

Guillaume Giovanetti: Kitapta birkaç cümle olarak “Türkiye’de bir köy var, orada çok eski bir ıslık dili konuşulur” yazıyordu, o zaman çok şaşırmıştık.

Zencirci: Pireneler’de, Meksika’da, Kanarya Adaları’nda da ıslık dillleri var. Islıkla iletişim coğrafi koşulların bir sonucu, vadilerin çok derin olduğu yerlerde mutlaka bir şekilde gelişmiş.

Kuşköy’e ilk gittiğinizde neyle karşılaştınız?

Zencirci: Kuşköy küçücük bir yer, ortasından tek bir yol geçiyor. Merkezinde cami, bakkal ve köy kahvesi var. Evlerse vadinin sağına soluna serpilmiş.

Giovanetti: Muhteşem bir manzaraydı. Köylüler bizi çok hoş bir biçimde karşıladılar, misafir ettiler. Köyde anladık ki, evet, kuş dili gerçekten var, hâlâ konuşuluyor ve herkes anlıyor, ama cep telefonları yüzünden her gün, her zaman kullanılmıyor. Belli bir yaşın üzerindekiler ve küçük çocuklar hem anlıyor hem de konuşuyor, ama genç nesil telefonla büyüdüğü için anlamasına rağmen pek konuşmuyor. O yüzden günümüzde dil tehlike altında…

Peki Sibel’in hikâyesi nasıl şekillendi?

Zencirci: Köyde kalırken kadınlarla çok vakit geçirmeye başladık. Kadınların bedensel ve fiziksel özellikleri bizi çok etkiledi. Bir gün köy kahvesinde otururken önümüzden sırtında çay küfesiyle genç bir kadın geçti. Koşarcasına köye girdi ve etrafındakilere ıslık diliyle seslenmeye başladı, diğerleri onunla Türkçe konuşuyor, o ise tekrar ıslık diliyle cevap veriyordu. Önümüzden koşarak geçti gitti, takip etmeye vaktimiz bile olmadı.

Aslında sorun Sibel’in dilsizliği değil. Davranışları nedeniyle dışlanıyor Sibel: Hem herkes gibi olmak istiyor hem de kendi özünden fire vermeyi, diğer kadınlar gibi olmayı reddediyor.

Giovanetti: O an çok sinematografikti. Bu ilk yolculuktan döndükten sonra düşünmeye ve yazmaya başladık. Sibel üçüncü uzun metrajımız, bundan önceki tüm filmlerimizde profesyonel olmayan oyuncularla çalıştık. Gerçek hayatta karşılaştığımız insanların hikâyelerini dinliyor ve onlar hakkında bir film yapıyorduk. Filmin oyunculuğunu da o kişiye emanet ediyorduk. Sibel için arzumuz farklıydı, bu kez profesyonel bir oyuncuyla çalışmak istiyorduk. Bu süreçte aklımıza ilk gelen kişi Damla Sönmez oldu.

Sibel rolü için oyuncudan beklentileriniz neydi?

Zencirci: Profesyonel oyuncular ya da değil, biz onlarla karşı karşıya gelip de hikâyemizi anlatmaya başladığımız zaman onların gözünde uyanan istek bizim için önemli oluyor. Bu isteği gördüğümüz zaman zaten karşımızdakine güveniyoruz. Tüm filmlerimiz karşılıklı ilgi ve güven üzerine kurulu.

Giovanetti: Damla’yla görüştüğümüzde bu hevesi hemen hissettik. Gözleri parlıyordu. Çok açık bir şekilde “bu rolü istiyorum, ama ufak bir problem var, ıslık çalamıyorum, çalışıp öğreneceğim” dedi.

Zencirci: Damla Sönmez’i Kuşköy’deki ıslık hocası Orhan Civelek’le tanıştırdık ve beraber çalışmaya başladılar. Filmde duyduğunuz diyalogların yüzde 100’ü gerçek ıslık dili ve hepsini de Damla Sönmez çalıyor. Sürekli olarak çalıştığımız insanlarla ortak ilerliyoruz. Bu film sadece bize ait değil. Bu filmi Kuşköylüler, oyuncular, yapımcılar ve teknik ekip hep beraber yaptık. Ortak hareket eden bir grup olmayı çok seviyoruz. Film için lokasyon seçerken Damla da bizimleydi mesela. Bir yandan lokasyon alternatiflerini değerlendiriyor, diğer yandan da sahneleri tartışıyorduk.

Siz kuş dili öğrendiniz mi?

Zencirci: Guillaume benden daha iyi konuşuyor, ama ikimiz de Damla gibi konuşamıyoruz!

Giovanetti: Japonya’da film çekerken Japonca öğrendik, Pakistan ve Almanya’da film çalışmaları yaptık, o dilleri öğrendik. Ama ıslık dilini gerçekten öğrenemedik. Damla bizden çok daha iyi öğrendi.

Zor mu?

Zencirci: Islık seslerini modüle etmek çok zor. Ama bir süre sonra anlamaya başlıyorsunuz, o çok güzel bir an.

Giovanetti: Islık dili konuşurken dil aynı hareketi yapıyor. Mesela siz “na” diyorsanız, ıslık dilinde çıkan ses de na’ya benziyor. Biraz dikkatlice dinlediğinizde sahiden dili anlamaya başlıyorsunuz.

1968’de Fransız araştırmacılar da kuş dili üzerine çalışıyor. Sibel’in başında kullandığınız röntgen görüntüleri de o belgeselden, değil mi?

Zencirci: Fransız Dil Araştırmaları Enstitüsü 1968’de 16 mm’lik bir kamerayla Kuşköy’e çıkıyor. Amaçları dili araştırmak ve arşivlemek. Birkaç Kuşköylüyü x-ray cihazının arkasına koyup ıslık dilini konuşurken dillerini ve gırtlaklarını nasıl kullandıklarını incelemişler ve 45 dakikalık bir belgesel yapmışlar. Kuşköy’e yaptığımız ilk yolculuktan sonra, projeyi geliştirme aşamasında, yapımcılara ve diğer ortaklarımıza konuyu anlatıp hemen ardından bu belgeselden bazı parçalar gösteriyorduk.

Sibel, kadınların dağa çıkmasını engelleyen, Gelin Kayası’na gidip kına hazırlığı yapmalarına izin vermeyen kurdu arıyor, onu öldürüp köye kendisini kanıtlamaya çabalıyor. Aslında kendi içindeki gücü arıyor. Ali’yle karşılaşması, içindeki gücün uyanmasına neden olan şey. Çünkü Sibel de, Ali de kendi toplumlarının dışlanmışları.

Giovanetti: Projeyi okuyanların ilgisinin bu parçaları izledikten sonra hayrete dönüştüğünü farkettik.

Zencirci: Filmin montajı sırasında, neden seyirciye de aynısını yapmıyoruz diye düşündük. Islık dilinin Sibel’in uydurduğu sesler olmadığını, gerçek bir dil olduğunu anlatmak istedik.

‘68’de o belgesele konu olmuş ve bugün hayatta olan Kuşköylülerle tanıştınız mı?

Giovanetti: Evet, örneğin Yakup Civelek belgeselde var, onu görünce hemen tanıdık.

Bu belgeseli çekmiş olan Fransız dil araştırmacıları kuş dili için nasıl bir analiz yapmışlar, bu araştırmanın ayrıntılarını öğrenebildiniz mi?

Zencirci: Herhangi bir yorumda bulunmuyorlar, sadece akademik olarak konuya yaklaşmışlar, “böyle bir dil var, bu şekilde konuşuluyor” diye. Onların görevi arşiv aslında, bu dilin kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu daha o zamandan farketmişler ve tamamen yok olmaması için arşivlemişler.

Sibel, küçücük bir köyde, biraz da dışlanmış, izole bir hayat sürüyor. Filmin mottosu (“Özgürlük cesaret ister”) Sibel’in hikâyesiyle nasıl buluştu?

Zencirci: Sibel konuşamıyor. Filmin en başında köydeki diğer bir genç kadın, Çiçek, Sibel’e çok sert bir tepki veriyor. Sibel’in dilsiz olmasını köydeki diğer kadınlardan da güç alarak yüzüne vuruyor. Aslında sorun Sibel’in dilsizliği değil. Davranışları nedeniyle dışlanıyor Sibel: Hem herkes gibi olmak istiyor hem de kendi özünden fire vermeyi, diğer kadınlar gibi olmayı reddediyor. Daha sinik, boyunduruk altına girmeyi kabul eden bir karakter olsa böyle bir tepkiyle karşılaşmayacakken, başına buyruk davranışları, herkes gibi olmayı reddedişi ve kendini olduğu gibi kanıtlama çabaları diğer kadınlarda belli bir mesafe uyandırıyor. İki yönlü bir hareket var aslında, kendini dışarıda tutuyor, ama bir yandan da onlar gibi olmak istiyor. O da kınaya gitmek istiyor, kurdu öldüreceğim ve kendimi kabul ettireceğim diyor.

Sibel ve Ali bir araya geldiklerinde aralarında hiçbir iletişim aracı olmamasına rağmen anlaşabiliyorlar. Sibel’in değişimi, içindeki o vahşi enerjiyi keşfetmesiyle oluyor.

Kurdu ararken Ali’yi buluyor…

Zencirci: Sibel, kadınların dağa çıkmasını engelleyen, Gelin Kayası’na gidip kına hazırlığı yapmalarına, ateş yakmalarına izin vermeyen kurdu arıyor, onu öldürüp köye kendisini kanıtlamaya çabalıyor. Bir zaman sonra kurdun ormanda değil de, başka bir yerde olduğu ortaya çıkıyor. Aslında Sibel kendi içindeki gücü arıyor. Sibel’in Ali’yle karşılaşması, içindeki gücün uyanmasına neden olan şey. Çünkü Sibel de, Ali de kendi toplumlarının dışlanmışları. Bir araya geldiklerinde aralarında hiçbir iletişim aracı olmamasına rağmen anlaşabiliyorlar. Sibel’in değişimi içindeki o vahşi enerjiyi keşfetmesiyle oluyor. Doğada kurt sürüsünün lideri genellikle dişi, çünkü dişiler doğada meydana gelen değişiklikleri çok hızlı bir şekilde fark edip adapte olmayı öğreniyorlar. Misyonları da bu adapte olma sürecini sürünün diğer üyelerine öğretip onların hayatta kalmasını sağlamak. Sibel de içinde bu güç doğduğu zaman tam kendi olabiliyor. Ailesine dönüyor, kızkardeşini kanatlarının altına alıyor. Babası da bu gücü fark edip arkalarında duruyor.

Sibel için Kuşköy’ün gerçek kadınlarının ilham verdiğini söylediniz. Filmin diğer kadınları, aralarındaki ilişkiler için de geçerli mi bu?

Zencirci: Evet, köyde tanıştığımız kadınların her birinden aldığımız şeylerle dantel gibi örüldü Sibel, Kuşköy’de karşılaştığımız tüm kadınların vücut bulmuş hali gibi. Film kadınların arasındaki dayanışma eksikliğinden de bahsediyor. Bu sadece köye, Türkiye’ye özgü değil, dünyanın birçok ülkesinde böyle. Kadınlar birbirlerine yardımcı olmak, deneyimlerini paylaşarak birbirlerini desteklemek konusunda çekince gösteriyorlar. Diğer yandan, baba karakterini çizerken de köyün muhtarından, muhtarın kızlarıyla olan ilişkisinden çok esinlendik. Sırdaşlığa dayalı, arkadaşça bir ilişkileri var, küçük kızının adı da Sibel. Gerçekten köyden küçük küçük hikâyeler toplayıp onu film haline getirdik. Ki bu bir belgesel değil, bir kurmaca. Tabii ki bazı yönlerinin altı çizildi. Ama genel olarak Sibel karakteri köyün kadınlarının bir yansıması gibi.

Sibel, Kuşköy’de karşılaştığımız kadınların vücut bulmuş hali gibi. Köyden küçük küçük hikâyeler toplayıp onu film haline getirdik. Bu bir belgesel değil, bir kurmaca. Ama genel olarak Sibel karakteri köyün kadınlarının bir yansıması gibi.

Bir röportajınızda Kırmızı Başlık Kız gibi masal unsurlarının Sibel karakteri üzerinden filmde taşıyıcı rol üstlendiğini, bunları evrensel hikâye kodlarını gözeterek işlediğinizi söylüyorsunuz…

Giovanetti: Bizim işimiz masal anlatmak aslında. Bunun için de bize anlatılan masalları dinliyoruz. Bir yere gidip oturuyoruz, insanlarla konuşuyoruz, insanlara diyoruz ki bize hikâye anlatın. Pakistan’a gidip ilk filmimizi çektiğimizde de aynı şekilde çalıştık, filmin içinde bir masal tadı yakalamak istiyoruz.

Zencirci: Orman sahnelerini Sis Dağı adı verilen bir yerde çektik, her gün saat 11 gibi yavaş yavaş sis yükseliyor ve ormana o masalsı havayı veriyordu. Ancak çekimler sırasında, her zaman sis olması gereken, adını sisten alan dağ günlük güneşlikti.

Giovanetti: Tüm hazırlığımız sisle orantılıydı, ama çekimlerde tam tersi oldu.

Zencirci: Normalde 11’de sis yükselmeye başlar, 12-1 gibi birbirinizi göremezsiniz. Lokasyon aradığımız sırada tam da kulübenin olduğu yerde sisin ardından iki siluet çıktı. Bize doğru gelen bu iki şey de ne derken, iki avcının ormandan döndüğünü anladık. Üstlerinde haki gömlek vardı. O haki renk doğada en rahat kaybolan şey. Birinin boynunda da yemeni. “Sis içerisinde ilk görülen renk kırmızıdır, birbirimizi kaybetmemek için takıyoruz” dedi. Sibel de bir avcı, o nedenle kostümünü avcılardan esinlenerek seçtik. Avlanırken boynunda yemeni yok, sonradan boynuna takıyor.

Filmde Ali neyi temsil ediyor?

Zencirci: Yabancı. Bilinmeyen, bilinmediği için korkulan, korkulduğu için de üzerine etiketler yapıştırılan kişi Ali. Dünyanın her yerinde bilinmeyenden, tanınmayandan korku yerleşik durumda; insanlar tanımadıklarına, bilmediklerine ilgi gösterip öğrenmeye çalışmak yerine hemen etiketliyorlar: göçmen, yabancı, tehlikeli, terörist… Yerelden evrensele bir anlatım çabası içerisinde yabancıdan korkuyu işlemek bizim için doğal. Festivallerde seyircinin Ali’nin kim olduğuna dair tartışmalarına tanık olduğumuzda çok seviniyoruz. Herkes başka bir şey anlamış oluyor, herkes başka şekilde değerlendiriyor. O nedenle hakkında çok az şey bildiğimiz Ali aslında tam da olması gereken yerde duruyor.

Sibel, tanınmayana korkuyla yaklaşmak yerine, merakla iletişime geçmeye çalışıyor. En başından beri herkesin yapması gerekeni Sibel yapıyor, orada Sibel de farklılaşıyor.

Giovanetti: Köylüler Ali’yi dışlıyor, ama onunla karşılaşmıyorlar bile. Korkuyorlar, korku fantezisi içine giriyorlar. Bu fanteziyle ilgili çalışmamız gerekiyor, öyle ki bu fantezi nefesimizi kesiyor. Gerçekliğe bakmamız gerekiyor, o zaman belki birbirimiz hakkında konuşabiliriz.

Filmin hakikati ise, Sibel’in dönüşümü oluyor.

Zencirci: Bütün filmi Sibel’in gözünden izliyoruz. Sibel, tanınmayana korkuyla yaklaşmak yerine, tam tersine, merakla iletişime geçmeye çalışıyor. En başından beri herkesin yapması gerekeni Sibel yapıyor, orada Sibel de farklılaşıyor.

Kaç senedir birlikte sinema yapıyorsunuz? Ortak noktanız hep dil miydi?

Zencirci: 15 senedir beraber çalışıyoruz. Film yapmaya da birlikte başladık. Birbirimizden ayrı yaptığımız bir iş de olmadı bugüne kadar. Her şeyi beraber öğrendik, ortak çalışma üzerine kurduk. Her zaman diller üzerinde buluştuk. Ortak beş dil konuşabiliyoruz, ama bugüne kadar gittiğimiz yerlerde farkettik ki, anlaşmak ortak bir dille olmuyor.

Hangi dilleri konuşuyorsunuz?

Zencirci: İş konuşurken, detaylar ve yoğunluk söz konusu olduğunda Fransızca konuşuyoruz. Ama hızlı çözüm alınması gerekiyorsa ya da günlük konuşmalar veya tartışmalar söz konusu ise Türkçeye dönüyoruz. İki dilin de konuşulmadığı ortamlarda ortak dilimiz İngilizce. Ayrıca ilk filmimiz Pakistan’da olduğu için Urduca, ikinci filmimiz Japonya’da geçtiği için Japonca derdimizi anlatabiliyoruz.

Sosyo-kültürel ve coğrafi olarak bambaşka yerlerde film çekme isteğiniz nasıl gelişti, yine dil merakı mı sizi sürükledi?

Zencirci: Diline kapılıp gittik, yemeklerini beğeniyorsak kaldık, orada tanıştığımız insanlarla oturup kalkarken, konuşurken birlikte bir sürü proje yazdık. Hep toplum tarafından dışlananları kendimize konu olarak seçtik. Çünkü bir toplumu anlamak istiyorsanız, bakmanız gereken şey toplumun ötekileştirdikleri. Toplum kimi ötekileştiriyorsa ona ilgi duymaya başladığınız anda, toplumun nasıl işlediğini anlıyorsunuz.

Giovanetti: Fransa’da bir Uygur işçi hakkında film yaptık. Pakistan’da bir transseksüel hakkında bir film yaptık. Japonya’daki ekonomik kriz nedeniyle delirmek üzere olan bir CEO hakkında da başka bir film yaptık.

Zencirci: Şunu da farkettik ki, iletişim gerçekten bir istek meselesi. Ortak bir dil konuşmasanız bile, eğer ki ilgi duyuyorsanız, karşınızdakiyle anlaşmanız mümkün. Örneğin Guillaume’la sevdiğimiz şeylerin çoğu ortak değil, ama tek bir ortak noktamız var: Aynı şeylerden nefret ediyoruz! İşi, ilişkiyi yürüten dinamik oluyor bu da. 

^