“SARS 21. yüzyılın ilk pandemik mikrobuydu, sonuncusu olmayacağı kesin. SARS pandemisini gelecekte yaşayacaklarımızın bir fragmanı olarak kabul edebiliriz.” İskoçyalı mikrobiyolog ve virolog Dorothy H. Crawford böyle diyordu, 2007’de yayınlanan Ölümcül Yakınlıklar: Mikroplar Tarihimizi Nasıl Değiştirdi? isimli kitabında.* Koronavirüs salgını ikinci bir “fragman” mı, yoksa fazlası mı, henüz bilinmiyor. Bildiğimiz şey ortaçağı aratmayan karantina görüntüleri, virüsün hızla yayılarak can alması ve buna karşı verilen mücadele. Birçok ülkeye yayılan yeni tip koronavirüsün SARS’tan bugüne uzanan hikâyesi ne? “Geldi gelecek” denen virüse Türkiye hazırlıklı mı? Sağlık Bakanlığı hangi önlemleri alıyor, TTB ne diyor, ne tür uyarılar yapıyor? TTB üyesi, enfeksiyon uzmanı Dr. Melahat Cengiz’i dinliyoruz.
Koronavirüs nedir? Hangi virüs ailesinden geliyor? Bugün dünyaya yayılan Koronavirüse “yeni” denilmesinin nedeni nedir?
Melahat Cengiz: Koronavirüs (Covid-19) bize çok yabancı bir virüs değil. İnsanda 1960’lardan itibaren tespit edildi. Bir virüs ailesi aslında. 500’e yakın alt türü var. Alfa, Beta, Gama ve Delta diye ayrılmıştır kendi içinde. 1960’lardan 2002’ye kadar olan Koronavirüs ailesinin içindeki fertler solunum enfeksiyonları yapıyordu. Hatta kış aylarındaki üst solunum enfeksiyonlarının yüzde 30-40’ından sorumluydu. Çocuklarda daha çok etkiliydi. Hasta insanlarda biraz daha ağır seyrediyordu. Ama 2002’den itibaren tanıdığımız virüsler dışında, yine Çin’den başlayan, yarasalardan misk kedilerine bulaştığı, oradan da insanlara bulaştığı düşünülen SARS devreye girdi. SARS’ın devreye girmesiyle birlikte bu virüs, yapısını bir miktar değiştirerek, insanlara bulaşmaya başladı. Yaklaşık 9 bin insana bulaştı. O dönemde çok ciddi önlemler alınarak, yüzde 10 insan kaybıyla yok edildi. 2003 yılından sonra SARS görülmemeye başlandı. 2012’ye geldiğimizde ise Suudi Arabistan’da başlayan MERS-CoV’la tekrar Koronavirüs ailesinden insana geçen bir virüs alt tipiyle karşılaştık ve bunda yüzde 30-35’lik ciddi bir ölüm vakası yaşandı. Daha dar ve azdı, ama ölüm oranı daha yüksekti. MERS için geçen sene bir ölüm vakasından söz ediliyor, bu sene de bir hastalıktan bahsedildi. Altan alta geçti yani. Ama SARS’ta öyle bir durum yoktu. “Bitti” dendi ve bitti.
Şimdi olan ise n-CoV olarak ortaya çıktı. SARS benzeri bir durum olarak belirdi. 2019 Aralık ayının sonlarında, Çin’in Wuhan kentinin sebze, meyve ve canlı hayvan satılan merkezi bir pazarında ortaya çıktı. Aslında 19 Aralık’ta ilk tespitler var, ama basit bir zatürre vakası. Ama bu zatürre vakasının aynı market içinde dört çalışanda görülmesi ve daha sonra o pazardaki insanların da etkilenmesi üzerine bunda bir vaka-durum değişimi hissedildi. Bunun üzerine 29 Aralık’ta bunun farklı bir virüs tipi olduğu düşünüldü. Bu farklı virüs tipi 31 Aralık’ta Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) bildirildi. SARS’ta mesela, 80 gün sonra bildirilmişti. Ama Çin şeffaf davranarak 31 Aralık’ta bildirdi. DSÖ hemen oraya giderek olaya el koydu ve tespitlere başladı. 7 Ocak’ta Singapur’da görüldü. “İthal vaka” denen olaylar başladı. Giderek sayı artmaya başladı. Ana kaynağı olan yerde sayı çok daha fazla. Şu an 80 binlerden söz ediyorsak bunun 75 binden fazlası Wuhan şehrinde.
Çin takdire şayan önlemler aldı. İzolasyon önlemi dediğimiz önlemler almasına rağmen Çin’e seyahat eden veya Çin’le bir şekilde bağlantısı olan insanlarla bu dış dünyaya “ithal” edilir hale geldi.
Bu virüsü diğerlerinden ayıran belirleyici fark ya da farklar var mı?
Fark şu: Bu virüs diğerlerinden çok daha hızlı yayılıyor. Bir fark da ölüm oranında. Diğerlerine göre ölüm oranı düşük. Oranlamadan bahsediyorum, sayı olarak yüksek, ama ölüm oranı olarak düşük. Vaka ve ölüm oranı arasındaki durum SARS’ta yüzde 10’du, MERS’te yüzde 30-35 civarındaydı. Yeni Koronavirüs’te ise yüzde 2, son duruma göre yüzde 3 civarında seyrediyor ağır vakalardaki ölüm oranı.
19 Aralık’ta ilk tespitler var, 29 Aralık’ta farklı bir virüs tipi olduğu düşünüldü. 31 Aralık’ta Dünya Sağlık Örgütü’ne bildirildi. SARS’ta 80 gün sonra bildirilmişti. Ama Çin şeffaf davranarak 31 Aralık’ta bildirdi. 7 Ocak’ta Singapur’da görüldü. “İthal vaka” denen olaylar başladı. Giderek sayı artmaya başladı. Ana kaynağı olan yerde sayı çok daha fazla. Şu an 80 binlerden söz ediyorsak bunun 75 binden fazlası Wuhan’da.
En önemli farklardan biri de halen ne yolla yayıldığı konusundaki belirsizlik. Evet, damlacık yoluyla yayıldığını biliyoruz, ama aradaki geçiş hangi canlı vasıtasıyla oldu, onu tespit edemiyoruz. Yarasalar suçlanıyor. Yarasalar korona ailesi içerisindeki 500 alt tipten oldukça yüksek sayıyı barındırıyor. Uzun ömürlü ve dirençli yaratıklar. Ama bir ana noktası var. SARS’ta misk kedileri aracılığıyla yarasalara, oradan da insanlara bulaştı. Suudi Arabistan’da da tek hörgüçlü develerden bulaştı. Peki, bu nereden bulaştı? Onu henüz tespit edemiyoruz.
1920’lerdeki İspanyol Gribi neredeyse 1. Dünya Savaşı kadar etkiledi Avrupa’yı. 40 milyon insanın ölümüyle sonuçlandı. Savaşın getirdiği sistemin bozukluğuna bağlı olarak başladı salgın. İnsanlar sağlıksızdı, beslenme sorunları vardı, düzgün yaşam koşulları yoktu. Bu koşullarda hızlıca gelişti virüs ve bütün Avrupa’yı kasıp kavurdu. Savaşta ölenlerden daha fazla insan öldü. Salgın böyle bir şey. Hep böyle şeylerden korkuluyor ya zaten. Ne yazık ki oluyor. Zoonotik hastalıklar da 2000 yılından beri sekiz-dokuz tane oldu. Bizden başka canlıların yaşadıkları alanlara girip, onları tahrip ettikçe karşılaşabileceğimiz bir durum olarak ortaya çıkıyor.
Koronavirüsün tehlikesinin, semptomlarını kısa vadede açıkça göstermemesinden kaynaklı olduğu söyleniyor. Virüsün kuluçka dönemi uzun mu gerçekten, yani anlamak zor mu?
Aslında altı gün içinde belirtiler ortaya çıkıyor, ama kuluçka dönemini uzun gibi görüyoruz. Belirtiler ortaya çıktıktan sonra zaten bulaştırıcılık başlıyor. Diyelim ki virüsü aldık, burnumuzda veya boğazımızda bir şey olsa bile, eğer öksürmüyorsak veya hapşırmıyorsak, ateşimiz olsun veya olmasın (ateş yüzde 85-90 oluyor), o esnada bulaştırıcılığımız zayıf oluyor. Eğer belirtiler çıkmadan önce bunu almışsak da zaten etrafımıza saçmıyoruz çok fazla.
Virüsün yayıldığı Çin’in önlemleri sizce nasıl?
Çin yoğun bir izolasyon sistemi uyguladı. Dünyanın diğer ülkelerinde bu kadar başarılı olunabilir miydi, emin değilim. Bir tek Singapur bu konuda başarılı oldu. Dinç bir karantina sistemi uyguladı. Kapıları kapattı. Hemen herkese izolasyon sistemi uyguladı. Bu sayede vaka sayısı oldukça düştü. Ölümler oldu, ama ölümlerden sonra vaka bulunmadı.
Aşı geliştirme çalışmaları var, bulunduğu yönünde iddialar da gündemde. Bir aşının kısa vadede etkili olması, piyasaya sürümü gibi etkenleri göz önüne alırsak, neler söylersiniz?
Aşı çeşitli fazlardan geçiyor. Mesela 2009’da üçüncü fazdayken aşı kullanıma çıkarılmıştı. Nedeni de influenzanın aşı olarak tanınabilir olmasıydı. O parçacık yapısının çözülebilir olması, sadece bu konuda gelişmiş bir laboratuvar sisteminin olması da etkiliydi. Ama Koronavirüs böyle değil. Her zaman kendini değiştirebilecek ve bu konuda tanımlanmış bir laboratuvar sistemi içerisinde üretilmiş bir virüs değil.
Bu virüs diğerlerinden çok daha hızlı yayılıyor. Bir fark da ölüm oranında. Diğerlerine göre ölüm oranı düşük. Sayı olarak yüksek, ama ölüm oranı olarak düşük. Vaka ve ölüm oranı arasındaki durum SARS’ta yüzde 10’du, MERS’te yüzde 30-35 civarındaydı. Koronavirüs’te ise yüzde 3 civarında seyrediyor ağır vakalardaki ölüm oranı.
Umarım aşı bulunmuştur. Ama bulunması, yüzde kaç etkili olabileceği, yan etkilerinin ne olabileceği meseleleri önümüzde duruyor. Çünkü aşıda bu da önemli. Aşı sonuçta sağlam insanlara yapılır. Sağlam insanlarda ne kadar hastalık yapabilecek, ne tip yan etkileri olabilecek, o ancak en az bir yıllık bir süreç ister. Bu tür söylentilere çok umutla bakmıyorum, henüz erken.
Pandemi endişesi var. Yeni Koronavirüs pandemiye dönüşür mü?
Pandemi kıtalararası yayılmadır. Burada kıstas ölüm oranı değildir. Çok hızlı yayılım, kıtalarda kendi yapısı ve kendi iç dinamiğiyle devam etmiş olmasını getirir. Pandeminin böyle bir özelliği var. DSÖ bunun bir salgın olduğunu, ama henüz pandemi denilebilecek durumda olmadığını söyledi. Avrupa’ya gittiğini, ama Avrupa’daki yayılma hızının çok düşük olduğunu, hâlâ ithal vakalarla devam eden bir süreç olduğunu bildirdi. Çin’den gelen insanlar vasıtasıyla olduğu da belirtildi. Avrupa’da da büyük bir yayılım şeklinde olursa o zaman pandemi denebilecek bir durum oluşacak.
Sizce oraya doğru gidiyor mu?
Evet, oraya doğru gidiyor.
Türkiye’ye gelirsek… Sınır komşumuz İran virüsün hızla yayıldığı ve ölümlerin en çok olduğu ülkelerden biri. Önlem olarak sınırlar kapatıldı, ama biliyoruz ki bu sınırlarda düzensiz geçişler oluyor.
Türkiye’nin çok göç aldığı, kaçak göç de aldığı düşünülürse, bunun ne kadar engellenebileceği bir soru işareti. İnanılmaz önlemler bile alsa Türkiye, coğrafi yapısı itibariyle bu biraz zor olacak gibi. Sağlık Bakanlığı hem Bilim Kurulu’nu oluşturma hem karantina sistemleri ile elinden geldiğince hızlı ve sıkı önlemler almaya çalışıyor. Kapılara termallerin konulması, sınır kapılarının kapanması da alınan diğer önlemlerden. Aslında Türkiye geciktirmeye çalışıyor. Yaza doğru aktivitesini kaybedecek virüs, bu yüzden geciktirme önemli. Ama biz geçiş kapısıyız, bir yere kadar… Başından itibaren söylüyorum, Asya’dan kaçınılmaz bir şekilde gelecek, ama ne kadar geç gelirse o kadar iyi.
Sizin de üyesi olduğunuz TTB, “Alandan edindiğimiz bilgiler sağlık kuruluşlarında koruyucu ekipman temininde sorunlar yaşandığını göstermektedir” açıklamasıyla Sağlık Bakanlığı’na çağrı yaptı. Alınan önlemler ne, eksiklikler neler?
Şimdiye kadar konuştuklarım hep teorik, bakanlık düzeyinde merkezi olarak yapılabilecek şeyler üzerineydi. Sınır kapılarının kapanması, Bilim Kurulu’nun oluşturulması, temel konular zaten. Bilim insanları tarafından bir kurul oluşturulmuş olması ve bakanlığın onların sözlerine kulak veriyor olması sevindirici. Tabii, devletin yapacakları var, kurumların yapacakları var, özel ve genel hastanelerin yapacakları var ve bir de toplumun yapacakları var. Devlet merkezi anlamda yapacaklarını söylüyor. Ama kurumlar bazında hazırlığımız var mı? Sadece belediyenin ilaçlama yapması ya da okulların temizlemesiyle bu iş olmuyor. Önemli ve değerlidir, ama bakanlığın gidip okullarda çocuklara notlar dağıtması ve anlatmasıyla da olmuyor.
Altı gün içinde belirtiler ortaya çıkıyor, ama kuluçka dönemini uzun gibi görüyoruz. Belirtiler ortaya çıktıktan sonra zaten bulaştırıcılık başlıyor. Diyelim ki virüsü aldık, burnumuzda veya boğazımızda bir şey olsa bile, eğer öksürmüyorsak veya hapşırmıyorsak, ateşimiz olsun veya olmasın o esnada bulaştırıcılığımız zayıf oluyor.
Daha fazla kamu spotu ve en önemlisi de risk altında olan sağlık çalışanlarının güvenliğinin temin edilebilmesi lâzım. Yani iş güvencesi temin edilmeli. Bakın, SARS’ta da bu oldu. Covid-19’da da bu oluyor. İlk karşılaşan sağlık ekibi, o 16 kişi bir anda hastalandı. Bu yüzden teknik ekipmanların sağlanması ve buna hazır olunması gerek. Bu iş sadece eğitimle, sadece kapıları kapatmakla olmuyor. Biz geçiş yolu üzerindeyiz. İzolasyon sistemlerimizi iyi oturtmamız lâzım. Özel ve devlet hastaneleri ile sağlık kurumlarında teknik anlamda ekipmanlarımızı iyi sağlayabilmemiz lâzım. Bir de toplumu bu konuda iyi bilinçlendirmemiz lâzım. “Hastalandığında, hastaneye giderken mutlaka nereden geldiğini ve nasıl bir tablo içerisinde olduğunu bildirip, ellerini yıkayıp maskeni takarak gitmek durumundasın” açıklamalarının yapılması lâzım. Bu konuda sıkı çaba harcaması lâzım devletin. En önemli şey, kişisel korunmaya yönelik bir durum. Çünkü ne kadar zinciri kırmaya çalışırsak, o kadar daha az hastalanacağız.
Negatif çıksa da Van ve Ankara’da Covid-19 testlerinin yapıldığı hastalar oldu. Bu deneyimlerde nasıl bir sınav verildi? İzolasyon, karantina uygulamalarının yolu yordamı nedir?
Buna ilişkin Sağlık Bakanlığı’nın bir bilgilendirme notu var. Diyor ki, eğer Covid-19’lu bir hasta ile temaslı isen, Covid-19’lu ülkelerden geldiysen, ateş ve öksürüğün varsa, olası bir vakasın. Kesin değil, ama olası vakasın diyor. Biri olası vaka olarak geldiği takdirde hastayı alıp, izolasyon sistemini uygulayıp, en az personelle ve hastaların bulunmadığı bölümde onu izole etmeniz, orada doğrulama testini göndermeniz gerekiyor. O doğrulama testi için Vaka Bildirim Formu ile hemen bildirim yapılınca, birkaç gün içinde dönüş yapılıyor. Son vakalar Ankara’daydı. Orada olmaları nedeniyle onlarınki çok kısa zamanda sonuçlandı. Ama biz hâlâ Ankara’ya gönderiyoruz virüsün var olup olmadığını tespit etmek için. Oradan gelen cevaba göre karar veriyoruz. İstanbul’da da tanı merkezilerinin kurulması, özellikle üniversiteler bazında önemli.
Yani şu an İstanbul’da virüsü tespit edecek bir tanı merkezi yok.
Şu anda yok. Hemen Ankara’ya gönderiliyor. Referans laboratuvarlar dünya tarafından, uluslararası akreditasyonları olan laboratuvarlar. DSÖ ile izdüşümlü çalışıyorlar. Bu virüsün hangi tipte olduğunu tanımlayıp, gidiş ya da değişim yolunu bulabilen şeyler. Oradan negatif geldiği durumda izolasyon kaldırılıyor.
Negatif sonuçlanan vakalar oldu Türkiye’de. Eğer vaka sonucu negatif çıktıysa sonraki süreç nasıl işliyor? “Tamam, halloldu” mu deniliyor, yoksa o kişiler takip ediliyor mu?
Test sonuçlarının negatif gelmesi işi kurtarmıyor. Hastayla yine iletişime geçip herhangi bir durumda ateşlendiği takdirde tekrar laboratuvar tetkiklerinin yapılması gerekiyor. Bir de Covid-19’lu hasta ile temasta olanların da evde mümkün olduğu kadar dışarı ile temas etmeyecek şekilde günlük izleme takipleri var. Tabii bunlar Bilim Kurulu’nun yazdığı şeyler. Bunlar pratikte nasıl hayata geçecek, onu bilmiyoruz.
Umarım aşı bulunmuştur. Ama bulunması, yüzde kaç etkili olabileceği, yan etkilerinin ne olabileceği meseleleri önümüzde duruyor. Aşı sonuçta sağlam insanlara yapılır. Sağlam insanlarda ne kadar hastalık yapabilecek, ne tip yan etkileri olabilecek, o ancak en az bir yıllık bir süreç ister. Bu tür söylentilere çok umutla bakmıyorum, henüz erken.
Bir hastanede bir adet teknik ekipmanın bulunması yetmez. Bir hastaneye böyle bir vaka geldiği andan itibaren hastanın çıkartılan boğaz kültürünün alınması için bile N-95 ve N-99 maskenin kullanılması gerekir. Bir laboratuvar çalışanı bunu alacak, gönderecek. Hastanın maskesinin olması gerekiyor. Hasta ölmüşse onun gasil çalışanlarının da tam teknik donanımlı olması gerekiyor. Hasta yatar durumda ise onunla bir metreden daha yakın mesafede olanların teknik donanımının olması gerekiyor. Hastanın odasında ayrı steteskobunun, ayrı tansiyon aletinin, ayrı teknik cihazlarının olması gerekiyor. Hatta hastaya ilişkin portatif X-Ray cihazının olması gerekiyor. Yani o kadar kolay şeyler değil. Referans hastaneler var. Ama referans hastaneye gitme kesinleşmiş vakalarda oluyor. Olası vakalarda referans hastanelere gidiş olmuyor, bekletiliyor.
Bu saydıklarınızı hesaba katarak, Türkiye’de sağlık alanındaki durumu da göz önüne aldığınızda, olası vakalara Türkiye ne kadar hazır?
İnsan yaşamını denememek lâzım. “Deneyeceğiz, göreceğiz” demek hoş değil, ama öyle olacak sanki.
Türkiye geçmişte benzeri durumlarda nasıl sınav verdi?
2000 yılından beri hayvanlardan bulaşan zoonotik hastalıklara dair birtakım deneyimlerimiz var; Kırım Kongo Kanamalı Ateşi, Domuz Gribi, Batı Nil Virüsü gibi. Türkiye ilk önce deneyimsizdi. Hatta bir hekim arkadaşımız Kırım Kongo Kanamalı Ateşi’nden öldü, sağlık çalışanları etkilendi. Ama palyatif de olsa sistemler kuruldu; bunlar nasıl alınacak, nasıl transport edilecek, ambulansa nasıl bindirilecek vs. konusunda.
Çabuk unutuyoruz. Tekrar alarm olacak ve tekrar hazırlıklı bekleyeceğiz. Ama bu konuda Sağlık Bakanlığı’nın da şu an karaborsada olacak şeyleri engellemesi, hastanelere ulaştırması gerekiyor. Bunların denetimlerinin yapılması gerekiyor. Aile hekimlerine de bunların ulaştırılması lâzım. Bir maskesinin, eldiveninin olmasının sağlanması gerekiyor. Vaka oraya geldiği zaman, neler yapılacağını onlar daha iyi bilirler. Çünkü vaka oraya geldiğinde “Hadi sen git” diyemeyecekler. Çünkü vakayı kaybetmememiz lâzım. Toplum sağlığı açısından bunu yapmamız lâzım. Vakayı bildirecek, bunu yaptığı andan itibaren gelecek ekiplerin işlerini kolaylaştıracak bir sistemin kurulması lâzım.
Sıkça sorulan bir soru şu: COVID-19’da yaşa bağlı olarak ölüm riski değişiyor mu?
Elimizde o kadar done var ki, sadece Japonya açıklarındaki gemi bile bir bilimsel araştırma konusu haline geldi. Üç bin kişiden 600 kişi vaka ile karşılaşmış olarak görülüyor. Bunlardan da şu âna kadar üç kişi yaşamını yitirdi. Bu da demek oluyor ki, iyi bir koruma, iyi bir sistem ile vaka sayısını düşürebiliyorsunuz. Şu ana kadar ölenlerin yaş gruplarına bakıldığında, 60’lı yaşların üzerinde olanların ölüm oranlarının yüksek olduğu, gençlerde düşük oranlı seyrettiği, çocuklarda nerdeyse sayılamayacak kadar az olduğu görülür. Bu ne demek? Yaşla birlikte genel olarak riskli durumlar artıyor.
Bir televizyon kanalında Koronavirüsüne karşı kelle paça yemenin faydalı olacağı söylendi.
Diyabet, kalp ve böbrek hastası olan yaşlı insanlara “kelle paça yiyin” derseniz, o insanların kolesterolünü tavan yaptırırsınız. Bu durumda da Koronavirüsünü beklememize gerek kalmaz zaten. Şaka gibi aslında, ne diyebilirim.
TTB neler yapıyor, bu süreçte hazırlıkları neler?
TTB de Bilim Kurulu’nu oluşturdu. Hem hekimlerin sağlığı –ki Çin’de 2000’e yakın sağlık personeli hastalıktan etkilendi– hem de toplum sağlığı açısından sahadan uyarılarını yapıyor. Görüşmeler yapmaya çalışıyorlar, eğitim çalışmaları yapıyorlar. Aile hekimleri ile görüşülüyor.
Daha fazla kamu spotu ve en önemlisi de risk altında olan sağlık çalışanlarının güvenliğinin temin edilebilmesi lâzım. Yani iş güvencesi temin edilmeli. SARS’ta da bu oldu. Covid-19’da da oluyor. İlk karşılaşan sağlık ekibi, o 16 kişi bir anda hastalandı. Bu yüzden teknik ekipmanların sağlanması ve buna hazır olunması gerek. Bu iş sadece eğitimle, sadece kapıları kapatmakla olmuyor.
Sağlık Bakanlığı ısrarla bizi es geçiyor. Ne yazık ki TTB’ye karşı mesafeli. Kurduğu Bilim Kurulu ile iş yapmaya çalışıyor. Kurulda kendi alanında iyi, objektif davranmaya çalışan insanlar var. Ama ne yazık ki asıl muhataplarıyla görüşmüyor bakanlık. TTB tabipler tarafından muhatap alınan, tabiplerin koruyucu sağlık hizmetini korumak ve geliştirmekle kendini yükümlü hisseden bir kurum. Bunu reddederek ve gözardı ederek bir mesafe alamazsınız. Sadece bu açıdan da değil, tüm sağlık sistemindeki sıkıntıları çözmek açısından birlikte hareket etmek önemli. Çünkü alanın sahipleri hekimler. Alanda var olan insanlar hekimler, sağlık personeli, hemşireler. Siz bu alandan kopuk, masa başında, kendi politikalarınızla bu işi götüremezsiniz. Bütün kurumların eksikliklerinin giderilmesi, dayanışma içerisinde olması lâzım, ama durum ortada.
Harvard’dan salgın uzmanı Marc Lipsitch, salgının önlenmesi için ülkelerin birbirine yardım etmesinin önemine dikkat çekiyordu. Türkiye’de ise böyle “politik” bir yaklaşım var.
Dünyadaki başka ülkelerin dayanışmasından söz ediliyor. Burada da kendi bakanlığımız böyle bir şey yapıyor. Dayanışmayı kendi bakanlığımız da yapmalı. TTB ve yerel yönetimlerle ortak çalışmalar yapmalılar. Doğrusu budur. Çünkü bulaşıcı hastalıklar tüm toplum katmanlarını ilgilendiren bir sorun.
Şeffaf davranılıyor mu?
Şeffaf olunmaması mümkün değil. “Bir şeyler saklanır mı” kısmı çok olası değil. Çünkü bir tane Covid-19’lu hasta tespit ettiğiniz zaman, bunu doğruladığınız zaman, onu bütün çevresi ile bir bilgilendirme içine alacaksınız. Onları bırakıp “uzaktan gözleyelim” diyemezsiniz. Mutlaka açığa çıkacaktır. Bu bizim kendi iç salgınımız da değil, dünyanın salgını. Zaman zaman olmuştur kendi iç salgınının üstünü örtmeye çalışmak, ama bu dünyanın başına bela olan bir salgın, Almanya’da da, Fransa’da da, Çin’de de var. Bunun üstünü örtmek mümkün değil.
Son söz?
Biz hekimler olarak hazırlık yapılması konusunda Sağlık Bakanlığı’na ısrarla istekte bulunmak zorundayız. Aile hekimlerinin ve hastanelerin teknik donanımlarının sağlanması ve yardımcı olunması konusunda ısrarcı olmak zorundayız. Bunun dışında, hastalanan insanların hem el temizliğine dikkat etmesi hem de hekime giderken maske takması ve bu konuda, “Ben şuradan geldim, şu kadar zaman içerisinde ateşlendim, öksürük şikayetlerim arttı” diyerek uyarıda bulunmaları yayılımı kısıtlayacaktır. Panik yapmayalım, tedbirli olalım diyorum. Tedbirimizi elden bırakmayalım, suya sabuna dokunalım.