İSLÂMCI ŞİDDET İLE İSLÂMOFOBİ ARASINDA FRANSA –I

Öykü Gürpınar
25 Kasım 2020
SATIRBAŞLARI

Kazan kaynıyordu. Macron’un neo-faşist Le Pen’i yankılaması, ırkçılık karşıtlarını bölücülükle suçlayıp bu yönde bir yasa tasarısı hazırlatması, bakan yaptığı bednam isimlerin skandal beyanlarının ardından gelen Samuel Paty cinayeti ve Nice saldırısı kazanı taşırdı. İslâmcı şiddet ile İslâmofobi arasına sıkışan Fransa’ya üç bölümlük yakın plan…

9 Kasım sabahı, sosyal medyaya bir açıklama düştü. Paris merkezli bir dernek olan l’Assemblée Citoyenne des Originaires de Turquie (Türkiyeli Yurttaşlar Meclisi – ACORT) saldırıya uğramıştı.

Kapısına haç işareti, duvarına da “İslâm=Ölüm” yazılaması yapılan ACORT, yayınladığı açıklamada laik ve demokratik bir örgütlenme olduğunun altını çiziyor, “laiklik, özgürlük, insan hakları ve kadın erkek eşitliği” değerlerini savunmaktan vazgeçmeyeceğini belirtiyordu.

Görüşlerine başvurduğumuz ACORT’un koordinatörü Ümit Metin, “aşağı yukarı bir aydır böyle bir şeyi bekliyorduk, psikolojik olarak kendimizi hazırlamıştık. Biz Türkiyeli faşistlerden beklerken, saldırı Fransız faşistlerden geldi” yorumunda bulundu. Zira geçtiğimiz aylarda Fransa’daki Bozkurtların Lyon kentinde yaşayan Ermeni nüfusu hedef alan saldırılarına ACORT sert cevap vermiş, kınama mesajları yayınlamıştı.

Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo’nun da yayınladığı destek mesajında altını çizdiği üzere, Fransa’da yaşayan Türkiyelilerin bir araya gelebildiği platformlardan biri olan ACORT “yıllardır laiklik ve eşitlik için mücadele veren, her türlü ayrımcılığa karşı duran” bir oluşum.

Fransa’da yükselen ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadele eden sol cephenin içinde yer alan ACORT İslâmi köktendinciliği de Müslüman karşıtı ırkçılığı da eleştiren bir konumda.

Yaklaşık bir yıldan beri ACORT sağın hedefi haline geldi” diye ekliyor Ümit Metin. “Mart 2019’da yapılan kitlesel İslâmofobiye karşı yürüyüşün çağrıcılarındanız. Çağrı metninde imzamız bulunduğu gerekçesiyle Belediye Meclisi toplantılarında da eleştiri ve hakaretlere uğradık.

ACORT’un uğradığı saldırı, bir tarafta İslâmcı şiddet, diğer tarafta ise dozu gittikçe artan İslâmofobi ile ülkenin içine çekildiği kargaşanın esas mağdurlarının yine ezilenler, güvencesizler, ırkçılığa ve ayrımcılığa maruz kalanlar kadar eleştirel düşünceyi ve ifade özgürlüğünü savunanlar olduğunu da ortaya koyuyor.

Bu yazı dizisi boyunca söz konusu edilecek başka pek çok olaydan da anlaşılabileceği üzere, bugün ACORT’un benimsediği türden bir siyasi tavır ya aşırı sağcı faşistler ya da laik ve cumhuriyetçi devlet tarafından, çoğunlukla da iki taraftan birden, hedef gösterilmeyle sonuçlanıyor.

İslâmofobi karşıtı cephede yer almalarından ötürü İslâmcı gruplar ile ittifak içinde olmakla itham edilen sol örgütlenmeler için özellikle sağ cenahta sıkça kullanılan aşağılayıcı “İslâmo-solcu” tabiri medyatikleşiyor ve yaygınlaşıyor.

Haziran eylemlerinin imledikleri

Peki, bu duruma nasıl gelindi? Filmi biraz başa saralım ve Haziran 2020’ye gidelim. Sarı Yelekliler hareketi soğumaya yüz tutmuş olsa da güçlü bir etki bırakmış, sosyal adalet ve eşitlik talebi liseden üniversiteye, evden iş yerine, sokaktan meclise, her alanda gittikçe daha güçlü olarak yerleşmiş durumdaydı. Zira, Macron yönetiminde ciddi bir otoriter kayma yaşanıyor, polis şiddeti sıradanlaşıyor, emeklilikten eğitim reformlarına, topyekûn bir neoliberal dönüşüm zor kullanılarak dayatılır hale geliyordu.

Öte yandan, koronavirüs salgınıyla mücadele kapsamında getirilen ağır kısıtlamalar henüz yeni yeni gevşemeye başlamışken, iki ay süren zorunlu karantina döneminde açıkça görünür hale gelen sınıfsal uçurum ve eşitsizlikler toplumsal bir isyanın kapıda olduğu sinyalini veriyordu. Bir yandan da, ABD’de George Floyd’un öldürülmesiyle yeniden alevlenen Black Lives Matter hareketi kıta sınırlarını aşarak İngiltere ve Avrupa’da önemli bir hareketlenme yaratmışken, Fransa’da da uzun yıllardır mücadele yürütmekte olan ırkçılık ve faşizm karşıtı cepheye yeniden yaşam üflüyordu.

Tam da böyle bir atmosferde, biraz da beklenmedik bir şekilde, haziran ayında iki kitlesel eylem gerçekleşti. 2016 Temmuz’unda polis tarafından öldürülen Adama Traoré için yürütülen adalet mücadelesi,[1] kız kardeşi Assa Traoré’nin[2] liderliğinde, bir yanda Black Lives Matter hareketinin etkisiyle, diğer yanda yükselen sosyal adalet ve eşitlik talebinin birleştirici gücüyle bir anda büyük bir ivme kazandı. Böylece, 2 Haziran’da Paris Ana Mahkemesi önünde, 13 Haziran’da Paris République Meydanı’nda yapılan iki kitlesel eylem, sonraki ayların da gündemini belirleyecek bir bağlamı açığa çıkardı.

Gözaltında polis şiddetiyle can veren 24 yaşındaki Siyah Fransız Adama Traoré için République Meydanı’nda yapılan gösteri (Paris, 13 Haziran 2020. Fotoğraf: Thomas Samson)

Fransa’nın aşırı sağcı gençlik örgütlenmesi Génération Identitaire (Kimlikçi Nesil)[3] ve pek çok faşist de République Meydanı’ndaki eylemi sabote etmek amacıyla hazır bulunuyordu. Bu gruplar meydana bakan binalardan birinin çatısına çıkarak “Justice pour les victims du racisme anti-blanc”/ “Beyaz-karşıtı ırkçılığın mağdurları için adalet” ve altında da “White Lives Matter” yazılı bir pankart açtı.

Black Lives Matter hareketinin ana sloganını, siyahlara yönelik ırkçılığa karşı isyanların ana talebini tersine çevirerek, asıl ezilenin, asıl mağdurun Beyazlar olduğunu iddia eden bu pankart, haliyle République Meydanı’nda toplanan kitlede infial yarattı. Çok geçmeden ıslıklar ve alkışlar eşliğinde indirildi, fakat mesajını iletecek ve imgesini hafızalara kazıyacak kadar bir süre orada asılı kaldı.

Diğer taraftan, söz konusu pankart asılırken meydandaki kalabalık arasından çekilen bir videoda kalabalığın içinden birilerinin “Pis Yahudiler” diye bağırdığı duyuluyordu. Bu video ile birlikte “Polis şiddetinin laboratuvarı İsrail” yazılı bir pankart[4] ve meydanda dalgalanan Filistin bayrakları, antisemitist söylem gerekçesiyle, ırkçılık karşıtı bu eylemin ana akım medya, Paris Emniyeti ve siyasi partiler tarafından kınanmasına yol açtı.

Macron ırkçılık karşıtı hareketi ayrılıkçılık ve komüniteryanizm ile itham etti. Macron’un söyleminde komüniteryanizme bilinen anlamından farklı bir içerik yükleniyor. Fransız cumhuriyetçiliğinin evrensel olduğu fikrinden hareketle, kendi komünitesine öncelik veren komüniteryanizm cumhuriyetçiliğin karşısına konuyor.

Antisemitizm ve “İslâmo-sol”

Bir tarafta, Kimlikçi Nesil gibi daha ziyade üniversitelerde faaliyet gösteren ve kitlesel eylemlerden kaçınan aşırı sağ bir örgütlenmenin, çoğunluğu siyahlar, göçmenler, işsizler, güvencesizler ile onların müttefiki olan sol ve radikal sol örgütlenmelerden oluşan bir kalabalık karşısında sahne alması söz konusuydu. Bu hamle, örneğin evlilik eşitliği karşıtlarının düzenlediği Manif Pour Tous gibi bir siyasi biçimden daha kışkırtıcı, daha meydan okuyucu, daha cüretkâr bir siyasi biçime doğru bir yönelişin yaşandığını gösteriyordu.

Diğer tarafta ise Yahudilere yönelik hakaretamiz slogan Fransa’nın yumuşak karnı olan antisemitizm üzerinden bütün bir ırkçılık ve faşizm karşıtı cephenin lanetlenmesine yol açacak bir koz yaratıyordu. Zira, tam da bu minvalde, İslâmofobi karşıtı cephede yer almalarından ötürü İslâmcı gruplar ile ittifak içinde olmakla itham edilen sol örgütlenmeler için özellikle sağ cenahta sıkça kullanılan aşağılayıcı “İslâmo-solcu” (islamo-gauchiste) tabiri de medyatikleşiyor ve yaygınlaşıyordu.

Bu tabirin çıkış noktası, esasen Filistin’deki özgürlük hareketi ile Fransa’daki sol arasında kurulan uluslararası dayanışma zemininden geliyor. “İslâmo-solcu” kullanıma girdiği 2000’lerin başı itibarıyla, sağ cenahta, İslâmcı örgütlenmeler ile ittifak halindeki sol grupların ikiyüzlülüğüne, cumhuriyetçi ve laik “orta yolcular” arasında da İsrail karşıtlığı üzerinden sol içinde üretilen bir antisemitizme referans veriyordu. Bugün gelinen noktada ise, özellikle 2015’teki saldırıların getirdiği bir çerçevede, söz konusu kavram İslâmcı gruplarla ve dolayısıyla da İslâmcı terör ile “işbirliği içindeki” solun ihanetini tasvir eden yeni bir anlamı ihtiva eder hale gelmiş durumda.

Irkçılık ve İslâmofobi karşıtı gösteri (Paris, 10 Kasım 2019. Fotoğraf: Geofffroy Van Der Hasselt)

Cumhuriyete karşı komüniteryanizm

Bu gelişmeler koronavirüs salgını vesilesiyle iki haftada bir “ulusa sesleniş” konuşmaları yapan Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un da sahne almasıyla taçlandı. Macron eylemin hemen ertesi günü, Pazar akşamı yaptığı konuşmasında ırkçılık karşıtı hareketi ayrılıkçılık (séparatisme) ve komüniteryanizm (communautarisme) ile itham etti.

Bugün içinde bulunulan durumun bu anahtar kavramlarına daha detaylı bakmakta fayda var.

Macron’un ve hükümetin söyleminde kullanılan haliyle, komüniteryanizme bilinen anlamından farklı içerik yükleniyor. Fransız cumhuriyetçiliğinin evrensel olduğu, herkese eşit uygulandığı fikrinden hareketle, kendi komünitesine öncelik veren bir akım olarak komüniteryanizm cumhuriyetçiliğin karşısına konuyor.

Dahası, Fransız cumhuriyetçiliğinin küçük komüniteler tarafından parçalanmasına sebep olacak bir tür ayrılıkçılık olarak görülüyor, Fransız üst-kimliğini reddeden bir dizi alt-kimlikler yaratma çabası olarak lanetleniyor. Zira, Fransa rejimi nazarında, cumhuriyet ve değerleri, özellikle de laiklik, tüm ulusun ve ulusal kimliğin kurucu unsurunu teşkil ettiğinden, bu değerlere aykırı bir toplumsal-kültürel düzen içinde yaşama, Fransız kimliğini yok sayarak kendi kimliğine tutunma, bir anlamda Fransız da olmama anlamına çıkıyor.

Komüniteryanizm ile neredeyse eş anlamlı olarak kullanılan ayrılıkçılık ise Fransız toplumuna entegre olmaya direnen, kendi kültürel değerlerini ve kimliklerini koruyan, gündelik pratiklerini buna göre yaşayan dini ya da etnik gruplara atfediliyor. Ayrılıkçılık tartışmasının Cezayir Savaşı’na, Fransız kolonyalizmine kadar uzanan çok daha geniş bir tarihsel çerçevesi var, fakat bugünün siyasi ajandasında daha ziyade İslâm merkezli bir kültürel-sosyal yaşamı benimseyenler için kullanılıyor.

Ve ne yazık ki, hedef aldığı grubu damgalayan bir adlandırma olarak tüm Müslümanların homojen bir kategori olarak alınmasına sebebiyet veriyor.

Komüniteryanizm ile neredeyse eş anlamlı olarak kullanılan ayrılıkçılık ise Fransız toplumuna entegre olmaya direnen, kültürel değerlerini ve kimliklerini koruyan dini ya da etnik gruplara atfediliyor. Bugünün siyasi gündeminde daha ziyade İslâm merkezli bir kültürel-sosyal yaşamı benimseyenler için kullanılıyor.

Fransız olmayan “vahşiler”

Irkçılık karşıtı hareketi ayrılıkçılık ve komüniteryanizm ile itham etmesinden aşağı yukarı bir ay kadar sonra, Macron bu sefer hükümet değişikliğine giderek yeni bir hamlede bulundu. Başbakan olarak atanan Jean Castex, katıldığı ilk televizyon programında kendi yönetiminin üç temel ilkesini “nizam, sorumluluk ve laiklik” olarak ifade ediyordu. Castex’in başbakanlığında kurulan hükümete bakıldığında, Macron’un giderek “sağa” çektiği görülüyordu.

Hakkındaki tecavüz soruşturması devam eden Gérald Darmanin İçişleri Bakanı olurken, “şeytanın avukatı” olarak da bilinen ve #MeToo hareketine dair yorumları sebebiyle feministlerin sert eleştirilerine hedef olan avukat Eric Dupond-Moretti Adalet Bakanlığı koltuğuna getiriliyordu.[5] Tartışmalı pek çok “reform”a imza atan, bu sebeple de liseden üniversiteye, öğrencilerden öğretmenlere ve öğretim üyelerine, çok geniş bir yelpazede protestoların hedefinde bulunan Yüksek Öğrenim Bakanı Frédérique Vidal ve Milli Eğitim Bakanı Jean-Michel Blanquer ise koltuklarını korumuştu.

Yeni kabinenin kompozisyonu özellikle bu sene eylül ayında okulların açılmasıyla başlayan yeni dönemde yaşanacakların da habercisi gibiydi. Bu durum, İçişleri Bakanı Gérald Darmanin’in koltuğa oturduğu ilk haftalardan itibaren her fırsatta kullandığı “ensauvagement” (“vahşileşme”) kavramıyla da kendini gösteriyordu.

Tartışmalar esasen 20 Temmuz’da Rassemblement National (Ulusal Birleşme) lideri Marine Le Pen’in Lyon’da bir kadının sokak ortasında tartaklanmasıyla ilgili olarak yaptığı açıklamada “Fransız toplumundaki bu vahşileşmeye dur demek için barbarlığın hangi seviyeye ulaşmasını bekleyeceğiz? Daha kaç polis, kaç jandarma, kaç genç kız katledilmeli bunun için?” deyişiyle başladı. Dört gün sonra Darmanin “toplumun belli bir kesimindeki vahşileşmeyi durdurmak için” harekete geçtiklerini beyan etti ve büyük bir tartışma patlak verdi.

Esasen toplumda suç oranının ve şiddetin artışını tanımlamak için kullanılan bu kavramın Fransız kültürel hayatındaki geçmişi kölecilik dönemine kadar uzanıyor. Bu bağlamda ayrımcı, hatta ırkçı bir imaya sahip olduğu genel olarak kabul gören bir kavram söz konusu. Ayrıca, merkez sağ ve aşırı sağ içindeki yaygın kullanımında, medeni ve modern bir toplum olarak Fransızların karşısına konan, “dışarıdan gelmiş”, göçmenleri, mültecileri, kısacası Fransız olmayan “vahşileri” işaret eden bir boyutu da var.

Kadın düşmanı sicilleriyle tanınan Gerald Darmanin’in İçişleri, Eric Dupond-Moretti’nin Adalet Bakanı yapılmasını protesto gösterisi. (Paris, 10 Temmuz 2020) 

“Cumhuriyetçi kıyafet” tartışması

Bu kavramın İçişleri Bakanı tarafından ısrarla kullanılmasının yarattığı tartışma eylül ayının ortalarında soğumaya yüz tutarken, bu sefer de Milli Eğitim Bakanı Blanquer’nin tetiklediği bir “cumhuriyetçi kıyafet” tartışması gündeme oturdu.

Fransa’da okullara başörtüsüyle girmek yasak ve bu halen çok sıcak bir gündem maddesi, ancak bakanın ifadesi bu tartışmayla ilgili değildi, daha ziyade öğrenci hareketinden yükselen bir talebe cevaben öne sürülmüştü.

Eğitim-öğretim yılının başlamasıyla birlikte sosyal medya üzerinden örgütlenen öğrenciler, kıyafet seçimleri sebebiyle uğradıkları muameleyi dile getiriyorlardı. Mini etek ya da dekolte bluz giydiği için hakarete, aşağılamaya, tacize maruz kalan, okula alınmayan liseli ve ortaokullu kız öğrencilerin tanıklıklarının çoğalmasıyla bir kampanyaya dönüşen bu hareket, nihayetinde 14 Eylül Pazartesi günü Twitter’da açılan bir etiketle tüm öğrencileri “kışkırtıcı” ve “münasip olmayan” kıyafetlerle okula gitmeye davet ediyordu.

Bu hareket özellikle eski Kadın-Erkek Eşitliği Bakanı Marlene Schiappa’dan ve Fransa’nın ana akım kurumsal feminist örgütlenme ağı Nous Toutes’dan destek görmüştü. Kadın-Erkek Eşitliği Bakanı Elisabeth Moreno da okullarda serbest kıyafeti savunarak, “kadınların kılık kıyafet kodlarından özgürleşebilmek için yüzyıllar süren bir mücadelesi var, böyle uzun bir mücadelenin sonucunda elde edilen bir özgürlüğe paha biçilemez” demiş ve meselenin erkek çocukların eğitimi açısından da önem arz ettiğini eklemişti.

Buna karşılık, bakan Blanquer katıldığı bir radyo programında öğrencilerin bu talebine nasıl yaklaştığı sorulduğunda, “her şeyden önce, okula cumhuriyetçi bir kıyafetle gitmek gerekir” yorumunda bulundu. Her ne kadar bakanın bu sözleri sosyal medyada alay konusu olsa da, cumhuriyetçilik vurgusunun müteakip haftalarda edineceği merkezi konumun ilk sinyalini vermişti.

Hakkındaki tecavüz soruşturması devam eden Darmanin İçişleri Bakanı olurken, #MeToo hareketine dair yorumları sebebiyle feministlerin sert eleştirilerine hedef olan avukat Dupond-Moretti Adalet Bakanlığı koltuğuna getiriliyordu. Yeni kabinenin kompozisyonu yaşanacakların da habercisi gibiydi.

Charlie Hebdo ve ifade özgürlüğü

Hemen hemen aynı günlerde, haftalık mizah dergisi Charlie Hebdo’ya 2015 Ocak’ında yapılan saldırının dava sürecinin başlaması, bu bağlama “İslâmi radikalleşme” olarak ifade edilen yeni bir halkanın eklenmesini de getirdi. Öyle ki, ayrılıkçılık tartışması da, cumhuriyetçi değerler ve laiklik söylemi de bir anda bu bağlama oturtularak İslâmcı şiddet-İslâmofobi ekseninde somutlaşan iki kutuplu bir siyasetin önünü açtı.

Neler yaşandığına kısaca bakarsak, Charlie Hebdo davanın başlaması vesilesiyle saldırının gerekçesi olarak öne sürülen Muhammed karikatürlerini tekrar yayınlamış, bunun üzerine de 11 Eylül’de, manidar bir tarih seçimiyle, El Kaide tarafından açıkça tehdit edilmişti. Charlie Hebdo’nun bu şekilde yeniden hedef gösterilmesi üzerine 100’ü aşkın gazete, dergi, radyo ve televizyon kanalı 23 Eylül’de ortak bir bildiri yayınlayarak Fransa toplumunu ifade özgürlüğünü savunmaya davet etti.[6]

Charlie Hebdo’nun tutumu “özgür basın susturulamaz” sloganıyla iç içe geçen bir meydan okuma olarak görülürken, bir yandan da Fransa’da blasphème, yani dini değerlerle dalga geçmek, dini aşağılamak konusundaki özgürlükleri de yeniden gündeme getiriyordu. Zira, Fransa’da 1881’de yürürlüğe giren basın özgürlüğü yasasında blasphème suç kapsamından çıkarılmıştı, buna karşılık dini değerler üzerinden hedef göstermek, dini bir gruba yönelik nefreti körüklemek ya da dini bir grubu aşağılamak gibi suçlar halen yasal olarak tanımlı.[7]

İslâmcı bir militanın katlettiği öğretmen Samuel Paty için yapılan eylem (Paris, 18 Ekim 2020. Fotoğraf: Kiran Ridley)

“Ayrılıkçılık” karşıtı yasa tasarısı

Macron’un ayrılıkçılık karşıtı yasa tasarısına dair söylevi tam böyle bir atmosferde geldi. 2 Ekim günü yaptığı konuşmada sadece İslâm’dan bahsetmesiyle birlikte, esasen pek çok farklı ayrılıkçı gruba yönelik olarak hazırlanması beklenen yasa tasarısının sadece Müslüman toplulukları hedef aldığı da ortaya çıkmış oldu. Böylece haziran ayında ırkçılığa ve faşizme karşı cephe üzerinden başlamış olan ayrılıkçılık tartışmasının da aradan geçen zaman zarfında eksen kaymasına uğrayarak İslâm odaklı bir çerçeve kazandığı netleşti.

9 Aralık’ta somutluk kazanması beklenen yasa tasarısında evde eğitimin yasaklanması, belediye havuzlarında kız-erkek ayrımı yapılmasının engellenmesi, derneklerin lağvedilme gerekçelerine “insanlık onuruna aykırı davranmak” ile “şiddet ve baskı yoluyla kişileri belli bir davranışa zorlamak” gibi kamusal hayatın düzenlenmesine yönelik maddeler yer alıyor.

Özel hayat çerçevesinde de yaptırımlar getiren yasa tasarısı, Fransa’da zaten yasak olan çokeşlilik konusunda çok daha katı kontrollerin hayata geçirilmesini, örneğin birden fazla yetişkinin yaşadığı hanelerin ya da farklı hanelere sık ziyaretlerde bulunan bireylerin takibe alınması gibi uygulamaları öngörüyor.

Daha din eksenli düzenlemeler arasında ise yurtdışından gelen imamlara çalışma izni verilmemesi, dört sene içinde Fransa’nın yetiştireceği imamların göreve getirilmesi, devlet destekli bir İslâm Enstitüsü’nün kurulması gibi amaçlar yer alıyor.

Kısacası, “ayrılıkçılık karşıtı yasa tasarısı” Fransız cumhuriyetçiliğinin alâmet-i farikası olan laikliğin toplumsal ve gündelik hayata otoriter bir biçimde dayatılması anlamına geliyor.

Macron’un ırkçılık karşıtı cepheyi ayrılıkçılık ile suçlaması, İçişleri Bakanı’nın “vahşileşme” vurgusu, Eğitim Bakanı’nın “cumhuriyetçi kıyafet” çıkışı kazanın kaynadığını gösteriyordu. Kazanı taşıran damla Paty cinayeti ve Nice saldırısıyla gelince, Macron’un yönünü arayan okları hedefini bulmuş oldu.

Kazanı taşıran damla

Bugün Fransa’da yaşananlar, giderek otoriter bir karakter kazanan ve bu çerçevede kendisinden önceki sağ hükümetlerin ana argümanlarını giderek daha yoğun bir biçimde benimseyen Macron yönetiminin eseri.

Macron yönetiminde Fransa’nın otoriter bir çizgiye kayışındaki kırılma noktası elbette çok daha önce, Sarı Yelekliler hareketinin ortaya çıkışıyla yaşanmıştı. Fakat haziran ayından bu yana yaşananlar gösteriyor ki, bu otoriterleşme tüm Fransızlara ve Fransız kimliğine yöneldiği öne sürülen bir tehdit karşısında yapılan birlik çağrısı üzerinden kendi tabanını konsolide etme çabasıyla birleşmiş bulunuyor.

Bugün artık suni bir İslâmcılık-Cumhuriyetçilik ikiliğine indirgenmiş bir siyasi kutuplaşma varsa, bunun temelleri son altı aydır yaşanan bu süreçte atıldı. Macron’un ırkçılık ve faşizm karşıtı cepheyi ayrılıkçılık ile suçlaması ve mücadele amacıyla bir yasa tasarısı hazırlığına girişmesi, İçişleri Bakanı Darmanin’in “vahşileşme” vurgusu, Milli Eğitim Bakanı Blanquer’nin “cumhuriyetçi kıyafet” çıkışı, Charlie Hebdo’nun tartışmalı karikatürleri yeniden yayınlaması kazanın çok uzun zamandır kaynamakta olduğunu gösteriyordu.

Kazanı taşıran damla Samuel Paty cinayeti ve üç kişinin hayatını kaybettiği Nice saldırısıyla birlikte gelince, Macron ve hükümetinin yönünü arayan okları da hedefini bulmuş oldu. Bundan böyle tartışma milli eğitim çerçevesinde dönecek, cumhuriyetçi değerler ve laiklik ilkesi bu bağlamda ele alınacak, çekişmenin ana mekânı okul ve üniversite, aktörleri ise öğretmenler, akademisyenler, araştırmacılar olarak belirginleşecekti. 

[1] Adama Traoré 19 Temmuz 2016’da, oturum iznini gösteren gerekli evrakların üzerinde bulunmaması sebebiyle polis tarafından durdurulduğunda kaçmaya teşebbüs etmiş ve öldürülmüştü. Polis tarafından sunulan adli tıp raporunda kalp krizi geçirdiği öne sürülen Traoré’nin ailesi tarafından açıklanan otopsi raporu ise ölüm nedenini oksijen yetersizliği ve boğulma olarak gösteriyordu. Şaibeli ölüm sebebiyle başlatılan adalet arayışı, bugün Fransa’nın en önemli siyah hareketlerinden birini teşkil ediyor.
[2] Aynı dönemde Assa Traoré’nin ırkçılık karşıtı hareketteki nüfuzu ve güçlü bir siyah kadın olarak sembolleşmesi, ABD basınının da epey ilgisini çekmişti.
[3] Génération Identitaire grubunun isminin özel bir önemi var, zira “identitaire” yani kimlikçi olmak, kimliğini savunmak Fransa’da sağ örgütlenmelerin zaman içinde geliştirdiği ve onlarla özdeş hale gelmiş bir tanımlama. Öyle ki, bir sıfat olarak “identitaire” belli bir Fransız kimliğini savunarak bu kimliğe ait olmayan kesimleri dışlayan bir dünya görüşüne açılıyor; bir anlamda faşist, zenofobik olmakla eşdeğer görülüyor. Diğer yandan, bu akım aslen sola atfedilen bir dizi siyasi konsepti temellük ederek kendi söylemlerinin bir parçası haline getiren bir siyasi sözcük dağarcığı ihtiva ediyor, kimlik siyasetinin de “identité” üzerinden kendi adlandırmalarına nüfuz etmesi bu sebepten.
[4] Fransa’da antisemitizm ile antisiyonizm arasındaki ayrım çizgisinin büyük ölçüde görmezden gelindiğini not düşmek gerekir. Dahası, Aralık 2019’da Meclis’te oylanan bir düzenlemeyle antisiyonizm resmen antisemitizmin bir biçimi olarak kabul edildi ve bu minvalde İsrail devletine yönelik her türlü eleştirinin de nefret suçu olarak değerlendirilmesinin önü açıldı.
[5] Biri tecavüzcülerin ve kadın katillerinin avukatlığını üstlenen, öteki kendisi bizzat tecavüz suçlamasıyla yargılanmakta olan iki ismin hükümete girmesi elbette feministlerde infial yarattı. İki senedir 8 Mart ve 25 Kasım yürüyüşlerini organize eden, Fransız usulü kurumsal feminizmin merkez üssü haline gelmiş olan Nous Toutes (Biz Hepimiz) grubu yeni kabinenin açıklanmasının ardından Twitter hesabından #LaCultureDuViolEnMarche “Tecavüz Kültürü Yürüyor” etiketiyle birlikte “Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz?” diye paylaştı.
[6] Ajans France Presse (AFP) bu bildiriye imzacı olmazken, aldığı kararın gerekçesini “Fransa’nın diğer basın yayın kuruluşlarından farklı olarak, AFP’nin pek çok çalışanı dini aşağılamanın suç olduğu ülkelerde mesleklerini icra ediyor. İlk hedef hep onlar oluyor. AFP’nin çalışanları bu gerçeği bize bazen hayatlarıyla ödeyerek hatırlatıyorlar, bazıları ise sürekli tehditler ve sindirme girişimleri altında yaşıyor. Bu nedenle yönetim olarak kampanya metnine imza vermeme kararı aldık” sözleriyle ifade etti.
[7] Daha bu senenin başında, ocak ayında, Mila adlı genç bir kızın İslâmi kıyafetle dalga geçen bir video paylaşması üzerine bu konu gündeme gelmiş, Mila ağır hakaretlere, fiziksel ve psikolojik saldırılara ve tehditlere maruz kalmış, bu minvalde anaakım medyaya ve sağcı partilerin söylemlerine bir hayli malzeme edilmişti. Macron konuyla ilgili yaptığı açıklamada blasphème hakkını savunmuş ve dini eleştirme hakkına sahip çıkmıştı.
^