Türkiye’deki ilk rock grubunun şarkıcısıydı. Türkiye’de rock mikrofonunu elinde tutan ilk kişiydi. 1955’te Deniz Harb Okulu öğrencilerinin kurduğu orkestra, Bill Haley’le, Chuck Berry’le, Elvis’le aynı şarkıları aynı anda icra edecekti. 1960’ların ikinci yarısında ve 70’lerde yaptığı plaklarla bir kuşağın hafızasına kazınacak, ancak 90’lara kadar ortadan kaybolmayı da başaracaktı. Ta ki 1996’nın aralık ayında Ortaköy’de Cem Karaca – Uğur Dikmen ikilisi ve Erkin Koray’la “Rock’n’Roll Gecesi”nde aynı sahneyi paylaşana kadar. Bunun üzerine Erkut Taçkın’la kısa da olsa buluşmuş, yarım yüzyılı kat etmeye çalışmıştık. Sesi, şarkıları daim olsun. 1997 Roll’undan naklen.
Müzik serüveniniz nasıl başladı?
Erkut Taçkın: Ben çocukluğumdan beri “iyi” denebilecek kadar şarkı söyleyebilen bir adamdım. İlk mektepteki müsamereler, evde oturduğumuzda ailelerin meşk etmesi filan… Annem ut çalardı mesela, bizim aile bir şarkıyı başından sonuna kadar detone olmadan söyleyebilen insanlardan müteşekkildi. Dansa heves ettiğim sıralar, 11-12 yaşlarındayken, Türkçe sözlü müzik dinlemek kolay değildi, yoktu hatta. Nat ‘King’ Cole, Peggy Lee filan revaçtaydı. Onların şarkılarını benimseyip arkadaşlar arasında, evde söylemeye başladım. 1954’te Deniz Lisesi’ne girdim. Oranın orkestra şefi Erkan Gürsal, nam-ı diğer Somer Soyata, bizi organize etti. Durul Gence’yle aynı zamandır, benim sınıf arkadaşımdı, o daha önce orkestraya girmişti. Durul’un itmesiyle topluluğa aldılar beni. Kandırabilmek için elime bir trompet tutuşturmuşlardı, “ben şarkıcı olmam” diye inat edince. Bir iki nota dışında çalamadım onu, gitara geçtim. Onu da yapamadım, çünkü en büyük alkışı şarkı söylemekten topluyordum. Okullarda, Süreyya Sineması’nda, Atlantik’te, Ankara’da Büyük Sinema’da konserlere giderdik. Bazı günlerini konserlere ayırırlardı, bizi de isterlerdi. İlham Gencer’in Site Sineması’nda şovları vardı, onlara çıkardık. Sonra İlham Gencer bizi gece kulüplerine çıkardı.
Benim zamanımda “ulusal pop müziği” gibi laflar edilirdi, inşallah şimdi edilmiyordur. Pop, popülariteden gelir, ulusallığı nerede bunun?
Orduevi orkestraları gibi bir şey miydi Deniz Lisesi topluluğu?
Değildi, biz zaten hemen dışarı açılmaya çalıştık. Tutulduk herhalde ki, teklifler gelmeye başladı. İlk müzik bilincim orada oluştu benim. Sonra Yalçın Ateş, Süheyl Denizci gibi çok büyük ustaların yanında çıraklık yaptım. Hevesim o zamanlar rock’n’roll’du, sonradan jazzy olmaya başladım. Eskiden cazcı değildim. Süheyl Denizci sayesinde, 70’lerin sonlarında caza merak saldım. Rock House’daki o gece rock’n’roll gecesi olmasaydı, caz şarkıları da söylemiş olacaktım muhakkak.
Gece kulüplerine çıktıktan sonra?..
Biraz isim yaptıktan sonra Almanya’ya gittim, ‘66’ya kadar orada kaldım. Köln’de Ford fabrikalarında işçi olarak çalışırken, Münih’ten bir teklif geldi. Dört delikanlı bir orkestra kurmuşlar, benim de orada olduğumu duyunca çağırdılar. Tabii bir yandan da içimde bir müzik isteği var, onlara katıldım. Grubun adı Erkut Taçkın & Black Points’ti. Durul da sonra o orkestraya geldi. O geldikten sonra da, kendimize plak yapıp Türkiye’ye döndük. Çok yeni, vurucu bir müzikle dönmüştük. Erkut Taçkın & Durul Gence 5 diye bir orkestra kurmaya karar verdik.
Anadolu rock diye bir şeyi kabul etmiyorum, rock rock’tur. Milli değildir pop ya da rock, evrenseldir. Yaptığın Türkçe sözlüdür, o ayrı.
Türkiye’deki plak serüveni nasıl oldu?
Beş-altı tane olması lâzım. Daha çok rock’n’roll söylüyorduk. Bir tarafı hızlı olurdu, bir tarafı balad olurdu. Genellikle İngilizce söylerdik. ’74-75’te bir LP yaptım daha sonra, bütün iyi müzisyenler çaldı o plakta. Bir de LP’den sevilen şarkıların önce 45’lik olarak verilmesi var, o kadar. 70’lerin sonlarına doğru “Sevgi Çağı Çocuğu”, “Beyaz Ev” gibi şarkılar yaptım. Kaset endüstrisi yoktu zaten. Televizyona çok çıkardık, ayda bir TRT’deydik. Ama renkli televizyona ilk, iki sene evvel Şevket Uğurluer’in programında çıktım.
Konserleriniz nasıl geçerdi?
Büyük bir alâka vardı. Bugünkü gibi müziğe meraklı bir kitle yoktu, ama her konserimiz tıklım tıklım olurdu. Her hafta bir-iki konser olurdu. Şimdi ümitleniyorum, mesela CRR’de mühim bir adamın konserine gittiğimde boş yer göremiyorum, herkes de anlayarak dinliyor.
“Özlem / Mühür Gözlüm” 45’liğiniz vardı…
Onun çıkışı 1967-68 filandı. Durul’la yollarımız bir süre ayrılmıştı. Okan Dinçer bir orkestra yapalım demişti. Zafer Dilek, Yalçın Ateş gibi isimler vardı o orkestrada. Ben grup değiştirmeyi sevmeyen bir insanım, bir ensemble gerektiğini düşünüyorum. Onlarla çalışmaya başladım. Sahibinin Sesi firmasından teklif gelmişti plak için, biz de girdik, o 45’liği yaptık. “Mühür Gözlüm”ü uzun süredir söylüyorduk, onu beğenmişler. “Özlem”in sözlerini Ümit Yaşar Oğuzcan yazmıştı, beste yabancıydı.
Anadolu rock’a ilginiz var mıydı? “Mühür Gözlüm” de bir nevi Anadolu rock’n’roll versiyonu….
Benim zamanımda “ulusal pop müziği” gibi laflar edilirdi, inşallah şimdi edilmiyordur. Pop, popülariteden gelir, ulusallığı nerede bunun? Anadolu rock diye bir şeyi kabul etmiyorum ben, rock rock’tur. Milli değildir pop ya da rock, evrenseldir. Yaptığın Türkçe sözlüdür, o ayrı.
Diğer orkestralarla, şarkıcılarla ilişkileriniz nasıldı?
Herkes yolunu seçmişti o zaman. Sahnedeki isimlere bakarsak, Erkut Taçkın rock’n’roll’cuydu, Tanju Okan balad ve bunun gibi şarkılar söylerdi, Metin Ersoy kalipso söylerdi, Erol Büyükburç’un bir tarzı vardı. Kimse kimseye rakip olamıyordu ki! Rock’n’roll dinlemek isteyen bana, kalipso dinlemek isteyen Metin’e giderdi. Şimdiki genç şarkıcılarda her şeyi yapmak hevesi görüyorum. Bir dahiliyeci beyin ameliyatı yapabilir mi? O zaman kendinize bir yol seçeceksiniz, ya bu yolu yaratacaksınız, ya mevcut olanlardan birine gireceksiniz. Herkes çıkıp hem tango, hem rumba, hem çaça, hem mambo yapamaz ki! Ben hasbelkader rock’n’roll’a gitmişim…
Kendinize bir yol seçeceksiniz, ya bu yolu yaratacaksınız, ya mevcut olanlardan birine gireceksiniz. Herkes çıkıp hem tango, hem rumba, hem çaça hem mambo yapamaz ki! Ben hasbelkader rock’n’roll’a gitmişim…
Kimlerden etkilendiniz rock’n’roll’da?
Bill Haley vardı. O beni çok etkilemedi, ama ilk büyüklerden biridir. Little Richard beni çok etkilemiştir. Sonra, Elvis Presley tabii… Muddy Waters ve John Lee Hooker’ı çok dinlerdim, hâlâ da çok dinlerim onları.
Orkestraların birbirleriyle ilişkileri nasıldı?
Orkestralar birbirlerini en çok alet bakımından kıskanırlardı, daha doğrusu gıpta ederlerdi. Dışarıdan enayi bir İtalyan elektro gitar getirmiştik. Bütün orkestralar gelip o gitarı seyrederdi. Deniz Lisesi ya da Somer Soyata orkestrasında çalınan gitar… Bugün çocuğa verseniz çalmaz. Ama elektro gitardı, ses çıkarıyordu.
“Sevgi Çağı Çocuğu” (1978) zamanlarında rock’n’roll’dan uzaklaştınız galiba…
Bir taraf rock’n’roll’du gene, ya da beat diyelim. Rock’n’roll’dan uzaklaştım denemez ama. Baha Boduroğlu’yla yapmıştık o plağı. Satmak arzusu vardı, onun ısrarıyla böyle bir plak yaptık. Bir-iki parça yaptım öyle. Son plağımdı zaten o plak…
Bir de sinema serüveniniz var galiba…
İki tane filmim var. Bir tanesi Ömre Bedel Kız, Fatma Girik, Kartal Tibet’le (Ertem Eğilmez, 1967). Öbürü de Fevzi Tuna’nın Devlerin İntikamı filmi (1967). Hiç böyle bir fikrim yoktu aslında, birileri geldi, “boş bir zaman varsa çevirir misin” dediler, peki dedik. Bir de fotoroman çektim sonra.
Şimdi konserler nasıl gidiyor?
Senede iki-üç tane filan… Bolluca Çocuk Köyü için verdiğimiz yardım konserleri bunlar. Kapalı bir çerçeveye hitap eden konserler, davetiye usûlü.
Roll, sayı 4, Şubat 1997