TÜRKİYE VE DÜNYA EKONOMİSİNE GENİŞ PLAN

Söyleşi: Ulus Atayurt, Yiğit Atılgan
6 Şubat 2021
SATIRBAŞLARI
Pandemiyle ağırlaşan şartlarda dünya ekonomisi arayış dönemine giriyor. Dünya Bankası ve IMF kamu yatırımları salık veriyor, AB ilk defa hibe programı açıklıyor, Türkiye’de ise hanelerin, şirketlerin ve kamunun borcu rekor üstüne rekor kırarken ocak ayında enflasyon, TÜİK verilerine göre, yüzde 15’lik artışla son 17 ayın en yüksek seviyesinde. Ve bütün bunlarla birlikte küresel çapta derinleşen eşitsizlik, biriken öfke, yaygınlaşan huzursuzluk… “Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş –Küresel Kapitalizmin Geleceği”nin eşyazarı Ali Rıza Güngen’le dünya ve Türkiye ekonomisine geniş plan. Express’in kış sayısından naklen… 
Resimler: Carlo Zinelli

Dünya ekonomisinde pandemiyle katmerlenen kırılganlıkların, pandeminin merkez ve çevre ülkeler üzerindeki etkilerinin çerçevesini çizebilir misiniz?

Ali Rıza Güngen: 2020 Mart’ından itibaren kapanma önlemlerinin etkisi net bir şekilde ikinci çeyrek verilerinde görülüyor. Türkiye’de GSYH, önceki yılın aynı dönemine göre, yüzde 9,9 daraldı. Ancak 2019’un ikinci çeyreği de 2018-19 krizinin sonlanmadığı bir dönem. Bu nedenle 2020’nin ilk çeyreğine oranla ikinci çeyrekteki daralma daha çarpıcı, yüzde 11.
Emek piyasaları aşırı esnek olduğu için işsizlik Küresel Kuzey’de mart sonundan itibaren hızla arttı. Ama esas çöküş 2020 nisan-haziran aralığında yaşandı. Marttan nisana, işsizlik ABD’de yüzde 4.4’ten yüzde 14.7’ye, Kanada’da yüzde 7.8’den yüzde 13’e fırladı. Ancak iş aramayı pandemi sırasında bırakanlar nedeniyle rakam aslında çok daha yüksek. İşsizlik tanımı nedeniyle rakam düşük gözüküyor. AB ya da Türkiye’de resmi verilerde 2020’nin ikinci çeyreğinde sadece birkaç puanlık artış görünmesinin temel nedeni de bu. Bu çöküşü 2008-2009 krizindekine benzer bir müdahale izledi. En önemlisi, varlık alım programlarının canlandırılması ve merkez bankalarının likidite temin etmesiydi. Bu yöntem borsaların çöküşünü hafifletmek için işlevsel. Fakat reel yansımaları borsalardaki gibi olmak zorunda değil. Nitekim, Küresel Kuzey’de borsa çöküşleri engellendi, ama Büyük Buhran ile karşılaştırılan işsizlik rakamları ancak yaz aylarında ekonomilerin yeniden açılması ile azaldı. Pandeminin seyri hem büyüme rakamlarını hem de uygulanan politikaları doğrudan etkiliyor. Temmuz, ağustos, kısmen de eylülde muazzam bir toparlanma görüntüsü ortaya çıktı. Ama ekimden itibaren tablo değişti.

DB ve IMF’nin önerilerini Türkiye gibi ülkelerde uygulamak mümkün değil. Kamu harcamalarını artırarak büyümeyi teşvik etmek enflasyonun düşük seyrettiği, uluslararası para hiyerarşisinin tepesindeki ülkeler için geçerli bir önlem.

2020’de Çin haricinde bütün ekonomilerin daralacağı tahmini baharda yapılmıştı. Aynı noktadayız. Küresel Güney’de ise durum daha sıkıntılı. Aslında, Küresel Kuzey – Küresel Güney ayrımı sorunlu. Brezilya, Çin ya da krizin eşiğindeki bir Afrika ülkesini aynı kefeye koymamak lâzım. Beklenti merkez bankalarının sağladığı likiditenin en geç baharda Küresel Güney’e erişeceği yönünde. Dolayısıyla, borçlar askıya alınırsa, 2020 sonunda pandeminin normalleşmesiyle beraber ekonomi de normale dönecek, felaket senaryoları engellenecek. Nitekim 73 ülkenin borç ödemeleri 2021’e ertelendi. Ama bunlar sadece devletler arasındaki borçlar. Ertelemeye özel kreditörler, bankalar, finansal kuruluşlar, fonlar dahil değil. 14 milyar dolarlık erteleme ile zaman kazanıldı. Ardından G-20 ülkeleri 73 ülkenin 2021 ortasına kadar olan borç ödemelerini askıya aldı. 178 milyar dolarlık borcun yüzde 60’ı Çin’e olduğu için Çin’in plana katılması gerekiyordu. Ekonominin pandemi sırasındaki lunapark trenine benzeyen rotası kabaca böyle seyrediyor.

Ali Rıza Güngen

Erteleme planı özel borçların yüksek olduğu Türkiye gibi ülkelere ne ölçüde hareket alanı sağlar?

Türkiye’deki temel sorun şirketlerin özel finansal kuruluşlara olan borçları. 2020 ağustos verilerine göre, net 165 milyar dolar. Küresel Güney’de genel sorun devletlerin finansal kurumlara olan borçları. 1990’lardan itibaren Küresel Güney esasen finansal piyasalardan borçlanıyor. Öte yandan, gerek Kuzey, gerekse Güney’de, birçok ülkede 2020 büyüme rakamları aynı ülkelerde sıfır ya da eksi seyredecek. Bunun sonucu yüksek işsizlik ve toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesi. Güney’de borçlanma maliyetleri daha yüksek olduğu için onlar açısından daha kötümser bir resim ortaya çıkıyor. Sadece ülkeler içinde değil, ekonomik coğrafyalar arasında da muazzam eşitsizlikler var. Bu nedenle 2021’den itibaren Arjantin ve Lübnan’daki krizi onlarca ülkenin takip etmesi ihtimali var. Bu, pandeminin insan hayatına etkisinin en uzun görülebileceği evre. Çünkü borç krizlerinin beş-on yıla uzanan bulaşıcı etkileri oluyor.

Dünya Bankası ve IMF son raporlarında kamusal enerji yatırımlarının, kadın istihdamının, kamu harcamalarının artırılmasını salık veriyor. Bu tavsiyeler yapısal açıdan bir eşik atlatabilir mi? Bu uygulamalar Kuzey’deki gibi Güney’de de hayata geçirilebilir mi?

Türkiye gibi ülkelerde mümkün değil. Zaten borç ertelemesi düşünülen 73 ülke arasında Türkiye yok. Yeni bir erteleme söz konusu olmazsa 73 ülkenin borç ödemeleri tekrar başlayacak. Kamu harcamalarını artırarak büyümeyi teşvik etmek enflasyonun düşük seyrettiği, uluslararası para hiyerarşisinin tepesindeki ülkeler için geçerli bir önlem. Bu önlemlere bakarak uluslararası finansal kuruluşların post-Keynezyen bir tarafa doğru evrildiğini, son otuz-kırk yılın günahını çıkardığını da söyleyemeyiz. Bunlar konjonktürel önlemler. 2015-2016’dan beri uluslararası finansal kuruluşlar sol ya da ilerici eleştirileri karşılamakta zorlanıyor. O yüzden sermaye için de kârlı bir fırsat olarak düşünülen “yeşil geçiş” çok parlatılabiliyor. Ama üretkenlik düşüyor, deflasyon tehlikesi var. Dolayısıyla, finansal riskleri toplumsallaştırmak yetmiyor. Mali imkâna sahip az sayıdaki ülke açısından DB ve IMF’nin yönelimi bir alan sağlıyor. Örneğin, Kanada’da kamu borcunun GSMH’ye oranı sadece bir yılda yüzde 30’lardan yüzde 50’ye çıktı. Bunu ancak Kanada gibi ülkeler göze alabilir.

2015-2016’dan beri uluslararası finansal kuruluşlar sol eleştirileri karşılamakta zorlanıyor. O yüzden sermaye için de kârlı bir fırsat olarak düşünülen “yeşil geçiş” çok parlatılabiliyor. Ama üretkenlik düşüyor, deflasyon tehlikesi var. Dolayısıyla, finansal riskleri toplumsallaştırmak yetmiyor.

Ancak bir sorun var. Kanada gibi ülkeler halk sağlığı önlemleri uyarınca işletmelerin emek maliyetlerinin bir kısmını üstleniyor, toplumsal yardımları genişletiyor. Oysa henüz kamu yatırımlarına girişmemelerine rağmen çok sert konsolidasyon eleştirileri geliyor. Dolayısıyla, Güney ülkelerinin kamu harcamalarıyla alan açması mümkün değil. Öte yandan, finansal çevreler “ne yapmak lâzım” diye hakikaten tartışıyor. İkili bir durum söz konusu. Mesela Joe Biden’ın öngördüğü ekonomik planda bu kadar fazla “yeşil kamu yatırımı” lafzının geçmesinde Bernie Sanders ve Elizabeth Warren gibi figürlerin mücadelesinin etkisi var. Ama aynı zamanda, “yeşil yeni düzen” hakikaten sermaye için kârlı bir alan sağlayabilir. Bilgi-iletişim teknolojilerinin sağladığı üretkenlik kaybının telafisi geride kaldı. Kamu yatırımları konusunu önümüzdeki yıllarda çok sert tartışacağız.

2008 krizinden bu yana, AB’de parasal genişleme bankalar aracılığıyla yapıldı. Pandemiyle ilk defa, Macaristan ve Polonya köstek olsa da, Avrupa Merkez Bankası (AMB) devletlere doğrudan hibe ve borç veriyor. AB’deki bu hamle zaman kazandırabilir mi? Türkiye ekonomisine nasıl yansır?

Zaman kazandırabilir. “Pandemi Toparlanma Programı” (PTP) varlık alım programından farklı. Varlık alım programı, martta aynen FED’in yaptığı gibi finansal varlıkları alıp bankalara likidite sağlamaya, riskleri toplumsallaştırmaya tekabül ediyor. PTP ise 390 milyar avro hibe, 360 milyar avro borç öngörüyor. Bu yıllardır post-Keynezyenlerin, AB’nin kurumsal yapısından hoşnutsuz olanların önerdiği bir aktarım yöntemi. Çok önemli adım, ama hâlâ konjonktürel. Plan AB’de yeni bir mali yönelim anlamına gelecek mi, bunu gelecekte göreceğiz. Ama AB bu hamleyle herkesi şaşırttı. Hollanda gibi ülkelerin itirazlarına karşı borç miktarını artırıp hibeyi azaltarak bir orta yol bulabildi. AB’de borçlanma maliyetleri hâlâ çok düşük. Devletler kamu harcamaları ile alan açabilir. Üstüne bu hibe ve borç programını ekleyelim, ortaya bir hareket alanı çıkıyor.
Bu tablo devletlere pandemi sırasında daha uzun süre kapanma olanağı veriyor. İspanya gibi ülkeler artan işsizliği emmek için daha önce görmediğimiz yatırım programları açıklayabilir. Türkiye’ye etkisi ise dolaylı. İhracatın yüzde 50’den fazlası AB’ye gittiği için, AB’nin yüzde 1,5-2 büyümesi ihracatı sıçratabilir, Türkiye sermayesini olumlu etkiler. Ama, 2008-2009 sonrasındaki AMB ve FED’in miktarsal genişleme politikaları döneminin aksine, Türkiye’ye bol miktarda sermaye gelmeyecek. Daha dolaylı etkiler söz konusu. Türkiye’deki siyasetçiler de bu etkileri bekliyor.

Öte yandan, parasal genişleme üretime yansımıyor, finansal varlıklara gidiyor. Bu durumu ne tür mali politikalarla değiştirmek mümkün?

Sınırlı, ama en realist adım vergi sistemini değiştirmek. Türkiye gibi ülkeler için bu adım çok daha elzem. Diğer ülkeler Türkiye kadar dolaylı vergilere yaslanmıyor. AMB gibi kuruluşlar sorunun farkında. Dolayısıyla, son 12 yılda miktarsal genişlemeye gittiklerinde zaman zaman hedef gözettiler. Düşük faizli borcun koşulu olarak bankalardan reel sektörü fonlamalarını, küçük işletmeleri desteklemelerini istediler. Buna rağmen yeterli bir  toparlanma yaşanmadı. Heterodoks ve post-Keynezyen hat daha açıktan kamu maliyesi adımlarının devreye sokulmasını öngörür. Ama yine aynı noktaya geliyoruz. Almanya’dan bahsediyorsak, mesele siyasi iradeye bakıyor. Türkiye gibi bir ülkede ise siyasi irade yeterli değil, daha büyük altüst oluşlar gerekiyor. Kısır döngüden, köşeye sıkışmışlıktan bahsediyoruz. Yapılabilecek en önemli şeylerden biri, finansal alanın kontrol altına alınması. Ama bunun için, uzmanların önerisinin ötesinde, büyük bir  toplumsal hareketlilik gerekiyor. 

İhracatın yüzde 50’den fazlası AB’ye gittiği için, AB’nin yüzde 1,5-2 büyümesi ihracatı sıçratabilir, Türkiye sermayesini olumlu etkiler. Ama, 2008-2009 sonrasındaki miktarsal genişleme döneminin aksine, Türkiye’ye bol miktarda sermaye gelmeyecek. Daha dolaylı etkiler söz konusu. Türkiye’deki siyasetçiler de bu etkileri bekliyor.

Biden Küresel Kuzey ülkelerinin vergi cennetlerine para akışını engellemesi gerektiğini söylüyor. “Cennetlerde”, kimi tahminlere göre, 39 trilyon dolarlık varlık var. Biden’ın söylediği mümkün mü?

“Kolay gelsin” demek lâzım. Geçiş ekibinize Amazon’dan, Uber’den temsilciler koyarsanız kimi nasıl ikna edeceksiniz? Devletler arası bir anlaşma peşinde koşulduğu ise doğru. Özellikle OECD ülkeleri içinde “base erosion and profit shifting” (temel aşınması ve kâr kaydırması) adlı bir inisiyatif var. Mesafe aldılar. “Kol mesafesi ilkesi”yle, yani transfer fiyatlamasıyla vergi kaçırmayı engellemeyi hedefliyorlar. Transfer fiyatlaması şirket bilançolarının daha kapsamlı bir şekilde denetlenmesini amaçlıyor. Örneğin, Apple satış gelirlerini önce Hollanda’ya, oradan da Bermuda’ya geçirdiğinde fiyatlamayı başka şirketlerle yaptığı anlaşmalara benzer şekilde mi, yoksa kendisine bir avantaj sağlayarak mı yapıyor, buna bakılacak. Avantaj sağlıyorsa vergi kaçırmış oluyor.
Plan kabul görürse vergi cennetlerine aktarımların hatırı sayılır bir kısmı engellenir. Çok önemli bir adım olur. Ama hiç kolay değil. Çünkü Lüksemburg, ekonomisi darbe alacağı için planı onaylamıyor. Biden’ın da onaylayabileceğini zannetmiyorum. Lüksemburg, Hollanda ve İrlanda gibi adacıklar, hatta AB üyesi olmasa da İngiltere OECD’deki görüşmelerde engel çıkarabilir. Plan ancak dirsek bükerek gerçekleşebilir. OECD’nin yayınladığı “yumuşak ilkeler” genel kabul görüp yerel alana gelecek, inisiyatif almayanların bileğini bükmeye başlayacak. O yüzden uzun bir süreç. Ama mümkün mü? Mümkün, çünkü baskı var. Bunu 2000’lerin başında konuşmuyorduk. Ama etkisine çok bel bağlamamak lâzım.


Evrensel Temel Gelir (ETG) pandemiyle birlikte hem solda hem sağda hararetle tartışılıyor. ETG solun gelecek yirmi yıllık vizyonunda nasıl bir çerçeveye oturabilir?

ETG varmak istediğimiz yer olmaktan çıkıp bir talepler bütününün parçası haline gelebilir. Bazı sol ve sosyalist çevrelerden ETG’ye gelen itirazları anlamak güç. ETG ülkelerin üzerinde yüklü bir baskı demek. Vergi devletinden borç devletine geçiş kendisini son 10-15 yılda tahkim etti. Dolayısıyla, sağdan ETG’ye karşı çıkılmasının sebepleri açık. Ama soldan gelen eleştirilerin sebebini anlamak zor. ETG ile yaratılacak baskıyı sermayenin daha çok vergilendirilmesi, alternatif mülkiyet biçimlerinin tartışılması için kullanabiliriz. İspanya’da kişi başı 450 avro vermek kolay değil. Türkiye’de bu oran en az 1500-2000 liraya tekabül ediyor. Bu kapasite yok. Ama talep edip üzerinden neden başka bir siyasi mücadele yürütmeyelim ki? Kimse “parayı alayım, yan gelip yatayım”ın peşinde değil. ETG’yi emek mücadelesi, çalışma hakkı ya da temel hakların geliştirilmesinden ayrı düşünmek zorunda değiliz.

Sol belki de post-kapitalizm kuramcıların “asalak kapitalizm” dediği platform şirketlerinin ETG savunusundan hazzetmiyor. Bu şirketler cari işlemlerinin sadece yüzde 1’ini çalışanlarına aktarıyor. Dolayısıyla, ufuktaki “tüketim krizini” görüyorlar.

Evet, ETG esas politik ufkumuz haline gelirse platform kapitalistlerinden farklı bir noktada durmayız, bu net. Uygulama platform kapitalistlerinin iş modeline uygun bir yere varabilir. Ama niye orada kalalım ki? Hakeza, platform kapitalistlerinin ödediği vergilerin artırılmasını ve kamu kaynaklarının başka bir şekilde kullanılması da savunuyoruz. Onlarla aynı noktaya düşmek zorunda değiliz.

Sağdan Evrensel Temel Gelir’e karşı çıkılmasının sebepleri açık. Ama soldan gelen eleştirilerin sebebini anlamak zor. ETG ile yaratılacak baskıyı sermayenin daha çok vergilendirilmesi için kullanabiliriz. ETG’yi emek mücadelesi ya da temel hakların geliştirilmesinden ayrı düşünmek zorunda değiliz.

Türkiye’de yaşanan 2018 ve 2020 krizlerini karşılaştırabilir misiniz?

2020 Temmuz’undan itibaren 2018’deki kur krizine benzer bir durum deneyimledik. Süresi farklıydı, ama değer kaybı açısından benzerlikler vardı. 2018’in ilk sekiz ayında, TL dolar karşısında  yüzde 40 değer kaybetti. 2020’nin ilk on ayında değer kaybı yüzde 29’du. Erdoğan yönetiminin hem 2018’de hem de 2020’de aldığı tedbirler çeşitli kırılganlıklar yaratıyor. En dikkate değeri, Merkez Bankası’nın rezervleri ile ilgili. 2018 krizinde MB çeşitli takas (swap) işlemleriyle bilanço dışı yükümlülüklerinin miktarını artırmaya başladı. 2019 Mart’ında MB’nin bilanço dışı yükümlülükler dışında neredeyse rezervi kalmadığı ortaya çıktı. Bu ufak çaplı bir uluslararası skandala neden oldu, ama Türkiye’de üstü örtüldü. Şimdi aynı şeyi yaşıyoruz. Buna “devirdaim makinesi” ismini verenlerdenim. Ticari bankalardan, ayrıca Katar ve Çin merkez bankalarından lira karşılığında dolar alınıyor. Vadesi geldiğinde MB’nin o doları geri ödemesi ve lira cinsinden varlığı geri alması gerekiyor. Aldıkları doları hem bilanço dışı yükümlülük hem de rezerv olarak gösteriyorlar. Miktar 2020 başında 20 milyar dolardı. Pandemi sırasında 60 milyar doları aştı. Meblağın dörtte üçü yurtiçindeki ticari bankalarla yapılan takas.
Bu mekanizma ilelebet sürdürülemez. Gerek kamu bankaları, gerek ticari bankalar çarkın bir parçası. Ticari bankalar, mevduat yapıları bozulduğu için MB’nin sağladığı lira ile kendilerini fonluyor. Devirdaim makinesi doların hızlı değer artışının yavaşlatılması için de kullanılıyor. MB  bilanço dışı yükümlülük sayesinde döviz piyasasına zaman zaman döviz satarak müdahale ediyor. Kamu bankaları da satışla MB’yi destekliyor. Dolayısıyla, onların da döviz yükümlülüklerini artırıyor. Kamu bankalarının açık pozisyonu 2019 başında birkaç yüz milyon dolardan 2020 Ağustos’unda 12 milyar dolara çıktı.

Bu çarkta Hazine’nin rolü ne?

2020 yazına kadar devirdaim makinesinin dışındaydı. 2020 yazında olaylar farklı bir evreye girdi. Hazine tarihte görülmedik şekilde, sadece iki ayda merkezi yönetimin borç stokunun yüzde 9’u kadar içeriden döviz cinsi borçlandı. Hazine bu yolla devlet bankalarına döviz cinsi finansal varlık verip devirdaim makinesine katkıda bulunabiliyor… Hazine’den doğrudan MB’ye aktarım yapılmıyor. O 1990’lardaydı. Şimdi risk toplumsallaştırılıyor. Çünkü Hazine’nin borcu tüm vatandaşların borcu. Şu anda en önemli kırılganlık bu. Bu yönelimin elbette nedenleri var. Türkiye’de özellikle 2009’dan bu yana özel sektör yüklü miktarda döviz cinsi borç biriktirdi. 2013’ten sonra borcun çevrilmesi zorlaştı. Sermaye içindeki tartışmalar keskinleşti. TÜSİAD etrafındaki sermaye grupları açısından program net. Tedarikçilerini kaybedebilir, sıkıntılı bir dönemden geçebilirler, ama klasik, ortodoks bir neoliberal politikayla zayıf firmaların elenmesi, döviz riskini iyi yönetmiş firmaların ayakta kalması ve yeni bir döngünün başlaması onlar açısından gayet rasyonel.

TÜSİAD’ın planına hangi çevreler itiraz ediyor?

Birincisi, planın yaratacağı durgunluktan etkilenecek inşaat ve enerji şirketlerinden itiraz geliyor. Dolayısıyla, resim biraz karmaşık. Çünkü söz konusu şirketlerin TÜSİAD etrafındaki sermaye gruplarıyla bağlantıları var. Durgunluk bu sektörlerde 2018’in ötesinde bir daralmaya yol açabilir. İkincisi, küçük ölçekli sermaye grupları döviz riskini yönetebilecek kapasiteye sahip değil. Çünkü finansal bilgi on tane uzman çalıştırmayı gerektiriyor. TÜSİAD Ekonomik Araştırma Forumu’ndakine benzer bilgilendirmelere ihtiyaç duyuyorsunuz. Küçük işletmeler bu donanıma sahip değil…

2018’in ilk sekiz ayında, TL dolar karşısında  yüzde 40 değer kaybetti. 2020’nin ilk on ayında değer kaybı yüzde 29’du. En dikkate değeri, MB’nin rezervleri. 2018 krizinde MB çeşitli takas işlemleriyle bilanço dışı yükümlülüklerinin miktarını artırmaya başladı. 2019 Mart’ında MB’nin bilanço dışı yükümlülükler dışında neredeyse rezervi kalmadığı ortaya çıktı.

2015 sonrasına benzer bir program uygulanırsa tedarikçilerin, 2016’dan bu yana ucuz krediyle ayakta kalabilmiş KOBİ’lerin önemli bir kısmı batacak. Rezerv kırılganlığı sorun yaratıyor. Ayrıca, sermaye içi gerginliğin ötesinde, kredi genişlemesine dayalı birikim modelinde sıkıntı yaşanıyor. 2018 bu açıdan çok zorlayıcı bir deneyimdi, 2020 de öyle. Maalesef muhalefet yokluğu sebebiyle durumu otoriter ve faşizan yöntemlerle idare ediyorlar. Ancak Türkiye döviz cinsi bu kadar borçlanırsa, kamu-özel işbirliğindeki sorunlar ya da kriz sırasında bütçe gelirlerindeki düşüş kendini hissettirmeye başlar. Dolayısıyla, arka planda kamu borcu sorunu var.
AB tanımlı merkezi yönetim borç stoku 2020’nin ikinci çeyreğinde 1.7 trilyon lirayı aşarak GSYH’nin yüzde 40’ına dayandı. Eylül 2020 itibarıyla, hanelerin 836 milyar lira kredi borcu bulunuyor. Kredi borcunu ödeyemeyen 3.5 milyon vatandaş var. Üstelik bu resmi veri. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün verilerine göre, toplam hane borçlarının GSYH’ye oranı pandemi sırasında yüzde 18’e, şirketlerinki ise yüzde 77’ye çıktı. 


Kamu borcunun GSYH’ya oranı Türkiye’de sadece yüzde 40. Bu oran Almanya’da yüzde 62.

Ama Türkiye’de kamu borcunun GSYH’ya oranı oran yüzde 50’yi geçince tarihin en ağır kemer sıkma programları devreye giriyor. Almanya neredeyse negatif faizle borçlanıyor. Oysa Türkiye avro cinsinden tahvillere yüzde 5-6 getiri vermek zorunda. Dolayısıyla, kamusal borcun GSYH’ye oranı Almanya’da yüzde 62, İngiltere’de  yüzde 90 ya da İtalya’da yüzde 130 olabilir, ama Türkiye’de yüzde 60 olamaz. Brezilya’da yüzde 55-60’lık oran büyük sorun yaratıyor. Dolayısıyla, arka plandaki kamu borcu sorununun temelinde kamu-özel işbirlikleri kaynaklı yükümlülükler, ilaveten görünmeyen yükümlülükler de var.
Şunu eklemek de şart: 2018 krizi ve pandemi sırasındaki uygulamalar Türkiye’deki toplumsal eşitsizliği daha da derinleştirdi. Pandemi sırasında, devlet haneleri borçlandırmaktan başka bir şey yapmadı. Beş-altı milyon haneye bin lira vermek yardım sayılmaz. 2002 sonrasında AKP’nin toplumsal yardım şemsiyesini genişlettiğini teslim etmeliyiz, ama 2013-2015 sonrasında bu yönde hiçbir şey yapılmadı, aksine kriz dönemlerinde haneler açısından yıpratıcı politikalar tercih edildi. Bu durum ilginç bir öfke biriktiriyor. Makro-ekonomik bir kırılganlık değil bu. Tanımlamakta zorlandığım bir toplumsal kaygı ve huzursuzluk hali.

TÜSİAD’ın aksine, AKP’nin tabanını oluşturan KOBİ’lerin kaçış alanı dar. Bir milyon 200 bin KOBİ ve 35 milyon kişi aşırı borçlu. AKP bu tabanı nasıl bir arada tutmayı planlıyor?

Tek seferlik gelirlerin, yani geçici gelirlerin dışarıda bırakıldığı bir bütçe hesaplıyorlar. 2019’da bütçe açığı hızla artmaya başladı. 2020 Temmuz’unda 12 aylık bütçe açığı 195 milyar lirayla rekor kırdı. Öngördüklerini gerçekleştirirlerse, 2020’de 300 milyar lira borçla yeni bir rekor kırılacak. Türkiye gibi borçlanma maliyetinin çok yüksek olduğu bir ülkede, bu kadar borçla birilerinin pastasına el atmanız gerekir. Yeni bütçede bunu da göreceğiz. Vergi gelirlerine dair son derece iyimser tahminlerde bulunup her seferinde “ne kadar az vergi topladık” demek zorunda kalıyorlar.

Eylül 2020 itibarıyla, hanelerin 836 milyar lira kredi borcu var. 3.5 milyon vatandaş borcunu ödeyemiyor. Üstelik bu resmi veri. Uluslararası Finans Enstitüsü’ne göre, hane borçlarının GSYH’ye oranı yüzde 18, şirketlerinki ise yüzde 77.

Bunun arkasında çeşitli siyasal tercihler yatıyor. Dahilde KDV toplamıyor, esnafın cebinde vergi bırakıp hayatta kalmalarını sağlamaya çalışıyor ya da kurumlar vergisi oranını düşük tutuyor, daha da düşürmeyi planlıyorlar. Geriye ÖTV ve KDV gibi kalemler kalıyor. Ancak ÖTV ve KDV gibi vergiler için al-sat işlemlerini artırmak gerekir. Bu vergi oranlarını ancak yüzde 4-5 büyürken artırabilirsiniz. Bence “2021’de dünya ekonomisi toparlanırken Türkiye de bu trene atlar” fikrini telkin edecekler. Bütçe bu beklentilere göre şekillenecek. Mesele, beklenen toparlanma gerçekleşmezse ne yapacakları. O zaman devreye yaratıcılık, devirdaim makinesi, yeni borçlanmalar, umulmadık yerlerden finansman arayışı giriyor.

Genellikle Katar’dan gelen “net hata noksan” kaleminin de suyu kesilmedi mi? Biden’ın planladığı parasal genişlemeye güvenebilirler mi?

“Net hata noksan” üzerinden maalesef bir şey söyleyemiyoruz. Veriler güvenilir değil. MB 2020’de ödemeler dengesi verilerini de “net hata noksan” kalemini de revize etti. Sayılar inanılmaz değişti. Mesela 2018’de nerden geldiği bilinmeyen “net hata noksan” kalemi 19 milyar dolardı. 2020’deki revizyonda 10 milyar doların altına indi. Bu meblağı ödemeler dengesi kalemlerine ticaret istatistiklerinin değişmesi esnasında yedirdiler. Evet, bu yapılır, ama bu kadar kısa zamanda ve bu kadar büyük oranda değil. 2018 krizi sırasında “yerli şirketler para çıkarıyor, dışarıdan kaynağı bilinmeyen para gelmezse durum çok daha kötü olur” diyorduk. 2020’de şunu söylemek zorunda kalıyoruz: “Dışarıdan o kadar para gelmiyormuş, yerleşikler fazla para çıkarmadığı için durum daha kötü olmamış.” O yüzden net bir şey söylemek mümkün değil. Bel bağlanan tek plan, para gelmeye başlayınca, 2021’de yüzde 5 büyümek. Bunun hem siyaseti hem de ekonomik kırılganlıkları telafi edeceğini, kamu bankalarının açık pozisyonunu, MB’nin bilanço dışı yükümlülüklerini azaltacağını umuyorlar. Türkiye ekonomisinin demografik ve teknolojik yapısı dünyada kriz olmazsa yüzde 4-5’lik bir büyümeyi mümkün kılıyor. AKP’nin planı işleyebilir. Ama zorluklar aşikâr. Borç krizinin hafif atlatılması, pandemi kaynaklı sorunların aniden sonlanması çok zor.

Öte yandan, kamu-özel işbirlikleri korkunç bir delik. Dünya Bankası raporuna göre, ilk 10 müteahhitlik şirketinin aldığı ihalelerin GSMH’ye oranı yüzde 26. Bu oran Çin’de yüzde 0,3. Dev projelerin kamulaştırılması mümkün mü?

Kamu-özel işbirlikleri aracılığıyla Türkiye, en kibar ifadeyle, haraca bağlanmış durumda. 153 milyar dolarlık bir koşullu yükümlülük söz konu. Buna otoyollar, şehir hastaneleri ve nükleer santral kaynaklı elektrik alım yükümlülükleri dahil. Meblağın tamamının yükümlülük haline geleceğini söylemek yanlış. Rakam elektrik alım miktarı, şehir hastanelerinden alınan hizmet, otoyoldan geçen araç sayısı üzerinden netleşecek. Öngörülen miktarda talep olmazsa farkı devlet kapatacak.
Daha önce, biraz da uluslararası baskıyla, kamu-özel ortaklıklarını bütçe kalemlerinde açıklamaya başlamışlardı. Ama eleştiri için malzeme sağladığını görünce vazgeçtiler. Ödemeler yıllık 20 milyar liraya ulaşmıştı. Üstelik nükleer santraller henüz dahil değil. Krizler sırasında talep azalır, daha az araç otoyollardan geçer, insanlar mümkünse daha az hastaneye gider, doluluk oranı yüzde 70’e ulaşmaz. O yüzden devletin kapatması gereken açık artıyor. Tahminen birkaç yıl içinde yıllık 50-60 milyar liraya  çıkacak. Bunun bir nedeni talep açığıysa, diğeri yükümlülüklerin bir kısmının dövize endeksli olması.

TÜSİAD etrafındaki sermaye grupları açısından program net. Tedarikçilerini kaybedebilir, sıkıntılı bir dönemden geçebilirler, ama klasik, ortodoks bir neoliberal politikayla zayıf firmaların elenmesi, döviz riskini iyi yönetmiş firmaların ayakta kalması ve yeni bir döngünün başlaması onlar açısından gayet rasyonel.

Dolayısıyla, kamu-özel işbirliklerinin kamulaştırılmasıyla önümüzdeki yirmi yılda 40-50 milyar dolara varacak ödemelerin önüne geçmek mümkün. Türkiye’deki mevzuat kamu hizmetlerinin gereklilikleri doğrultusunda devlete kamulaştırma hakkı veriyor. Anayasa değişikliğine dahi gerek yok. Ama mesele o kadar kolay değil. Çünkü şehir hastaneleri sözleşmelerinin önemli bir kısmı uluslararası tahkime gidilecek şekilde tasarlanmış. Zaten CHP genel sekreterinin yaptığı kamulaştırma açıklaması sadece otoyollarla sınırlı. Sıra turpun büyüğüne gelmemiş. Oysa 153 milyar dolarlık koşullu yükümlülüğün 80 küsur milyarı şehir hastanelerine ait. Onları kamulaştırmadan işin içinden çıkmak mümkün değil. Bu, CHP’nin siyasi iradesini aşan, TÜSİAD ile ilişkilerini gerginleştirecek bir durum. Çünkü, evet, enerji ve inşaat alanlarında yandaş sermaye yaratıldı, ama bu grup TÜSİAD çevresindeki geleneksel burjuvazi ile de içli dışlı. Yapabileceklerini zannetmiyorum. Varlık Fonu’nu kapatmak şehir hastanelerini kamulaştırmaktan çok daha kolay. Evet, rakam hiç de az değil. Yıllık 50 milyar lira Türkiye’nin toplam bütçesinin yirmide birine denk geliyor. Bu ölçüde bir genişleme muazzam bir alan yaratır. Ama kitlesel partilerin muhalefet yapma tarzı, sermaye gruplarıyla bağlantıları nedeniyle çok zor.


Yine de şartlar elverdiğinde, mesela Latin Amerika’daki sol dalga sırasında, Bechtel gibi şirketlerle yapılan anlaşmalar feshedilebildi. Mesele uluslararası tahkimden ziyade siyasi değil mi?

Uluslararası tahkime dair bir yanlış anlaşılma var. Oradaki sonuç sizin dayanma gücünüze bağlı. Sözleşmelerin ayrıntılarını ifşa ederseniz, toplumsal hareketlilikle akbabaların nasıl üzerinize çullandığına dair bilinç yaratırsanız, tahkimi siyasi bir zafere dönüştürebilirsiniz. Bunun da ekonomik maliyeti çok aşan bir getirisi olur. Ama o sözleşmelerin, kirli ilişkilerin ifşa edilmesi Türkiye’deki hatırı sayılır bir ağın ortadan kalkması ile birlikte yürüyecektir. Maalesef bu ağa, oranını bilmesek de, restorasyon adayları da dahil.

Coğrafyacı Bent Flyvbjerg  2003’te yazdığı İhtirasın Anatomisi adlı kitabında Manş Tüneli ve Atalanta Havalimanı gibi dev projeleri inceleyip kamu kaynaklarını emen yapılanmayı “örgütlü yalan kültürü” diye adlandırıyor. İngiltere’de Carillion müteahhitlik firmasının 2018’de batmasıyla dünyada değişen rüzgârlardan Türkiye’de faydalanılmaz mı?

Elbette. Ama Kanada’nın Ontario eyaletinde 65 milyar Kanada doları değerindeki kamu-özel işbirliği sözleşmelerini inceleyen denetçi raporu 8 milyar dolarlık yolsuzluk tespit etti. Yine de yargılanan kimse yok. Üstelik Ontario hükümeti kamu-özel işbirlikleri aracılığıyla kamu hizmetleri alımına devam ediyor. Mesele sadece Türkiye ile ilgili değil. Elimizde kamu-özel işbirlikleri vasıtasıyla kamu hizmetlerinin daha iyi gördürüldüğüne yönelik bir çalışma yok. Öte yandan Türkiye’de süreç daha ağır yaşanıyor.

Kamu-özel işbirliklerinin kamulaştırılmasıyla yapılacak yıllık 50 milyar lira tasarruf  bütçenin yirmide biri demek. Bu muazzam bir alan yaratır. Ama kitlesel partilerin muhalefet yapma tarzı, sermaye gruplarıyla bağlantıları nedeniyle çok zor.

Türkiye’de sorunun büyük kısmı  cemaat, aile ilişkileri vasıtası ile hayata geçirilen bir kleptokrasiden kaynaklanmıyor mu?

Evet, ama “aile şirketi” ya da “cemaat ilişkileri” bazı sermaye gruplarına atıfta bulunuyor. Ama meseleyi sadece Cengiz, Kolin, Limak gibi şirketlerle sınırlandırmamak gerek. Beşli bir çete var mı? Var. Kim inkâr edebilir? Ama olay bu beşli çeteyle sınırlı değil. Türkiye’de 282 kamu-özel işbirliği projesi mevcut. 1980’lerde başlayanların bazılarının yükümlülükleri 2000’lerin ortasında bitti.

Borç açısından kara deliğe dönen Varlık Fonu’ndan gelir elde etmek de imkânsız. Gündemde limanların özelleştirilmesi ve doğrudan arazi satışı var. Mesela Muğla il sınırının yüzde 59’u maden şirketlerine aktarıldı. Bu gelir beklentisi gerçekçi mi?

Zor. Şirketler getiri hesabı yapar. Madenlerde evet, ama arazi satışında gelir belirsiz. Kim, niye Türkiye’de büyük arazi alsın? Arazi alımı önündeki engeller AKP döneminde kaldırıldı, ama yabancıların sahip olduğu toprak hâlâ çok sınırlı. Konutta da Ortadoğu kaynaklı satışlar gerçekleşti, ama rakamlar hâlâ ayda birkaç bin konutu geçmiyor. O yüzden şimdi tıpkı 2017 ve 2108’deki gibi çeşitli teşvik programlarıyla hedef gözeten yatırım yapıyorlar. Bu yatırımlar 2020-21’de bitecek mi, üçüncü çeyrekte 27.5 milyar doları bulan cari açık sorunu hafifleyecek mi? Dahası, Türkiye tarihsel büyüme ortalamasına yaklaşacak mı? Daha ziyade buna kafa yoruyorlar. Bir Alamos değil, on Alamos gelsin diye uğraşıyorlar, orası kesin. Ama bunlar kamu maliyesine birkaç yılda etki edecek projeler değil.

Sık sık Arjantin ve Türkiye ekonomileri karşılaştırılıyor. Arjantin’de 2001 krizinde sermaye kontrolü geldi. Ülke Macri döneminde, IMF tarihindeki en büyük krediyi aldı. Şimdi de pesonun yüklü değer kaybını frenlemek için büyük çaba harcıyorlar. Bu karşılaştırma hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok isabetli değil. İki ülke ekonomisinin büyüklüklerinin uluslararası hiyerarşideki sıralamaları nedeniyle de doğru değil. Arjantin ve Türkiye gibi makro-ekonomik açıdan en kırılgan ülkelerin 2018’de çok büyük sorun yaşayacağı belliydi. Ama bu benzerlik aradaki farkı görmemizi engellemesin. Türkiye’deki en büyük sıkıntılardan biri özel sektörün döviz borcu. Arjantin’in sorunu ise Macri döneminde, 2015 sonrasındaki borçlanmayla alâkalı devletin döviz borcu. Arjantin kabaca on yılda bir borcunu ödeyemiyor. Çok ilginç bir durum. 2014 temerrüdünden sonra yüz yıllık tahvil ihraç ettiler. Uluslararası finansal piyasalardan rahat şekilde borç aldılar. Ama piyasaya iman bu tür bir körlüğü de getiriyor. Bir Allahın kulu Macri ve ekibine 2016-17’den itibaren küresel koşulların değiştiğini, borçların ellerinde patlayacağını söylemedi mi? Arjantin eylüldeki yapılandırmayla 65 milyar dolarlık borçta 28 milyar dolar indirim aldı. Borcun vadesini de uzattılar. Eğer IMF ödemelerin zamanlamasını dört-beş yıla yayarsa, Fernandez yönetimi ve ekonomi bakanı Guzman istediklerini elde edecek. Ama hızlı bir sermaye birikimi gerçekleşmez, devlet bu hızlı sermaye birikiminden hatırı sayılır bir miktarı çekemezse Arjantin yine aynı sorunları yaşayacak. Arjantin’de Kirchnerler “yeni kalkınmacılık” diye adlandırılan çeşitli ekonomi politikaları izledi, ama sorunu çözemediler. Ülkenin performansı meta ve hammadde fiyatlarına çok bağımlı. Türkiye’de ise ara malı bağımlılığı var. İhracat pazarlarının büyüklüğüne bağlı olarak sorunlar ağırlaşıyor ya da hafifliyor. Türkiye Arjantin’e kıyasla çok daha fazla tüketim malı üretiyor. Krizin dinamikleri o nedenle farklı. Arjantin nereye varacak, kestirmek zor.  Çünkü ekonomilerin büyük atılım gösterdikleri, kaynakların alt toplumsal sınıflara aktarılabildiği “pembe dalga” sonlandı.

Meseleyi sadece Cengiz, Kolin, Limak gibi şirketlerle sınırlandırmamak gerek. Beşli bir çete var mı? Var. Kim inkâr edebilir? Ama olay bu beşli çeteyle sınırlı değil. Türkiye’de 282 kamu-özel işbirliği projesi mevcut.

Merkez Bankası ile Hazine ve Ekonomi Bakanlığı’ndaki son kadro değişiklikleri ile düşük faiz – yüksek kredi döngüsünde frene basılmasını nasıl okumalıyız? 

Pandemi sırasındaki politika tepkileri kırılganlığı artırdı. Toplumsal eşitsizlikler bir kenara, rezervlerin erimesi ve aşırı borçlanma gibi  makro-ekonomik sorunlar var. Buna Ümit Akçay “kur-faiz kıskacı” diyor. Temmuz ayında şöyle bir karar aldılar: “Hazırlık babında yüksek miktarda borç alacağız, devirdaim makinesini tadil edip destekleyeceğiz, ama bu iş böyle gitmeyecek, faizi de yükseltmek, liranın değer kaybına biraz izin vermek zorundayız.” Türkiye’de bakılması gereken yer ağırlıklı ortalama fonlama maliyetidir. O da temmuz ortasından beri aralıksız yükseliyor. Müdahale tarzının değişmesine yönelik taahhütleri sıkışmışlık nedeniyle verdiler. İstifalara girmiyorum, onun ayrıntılarını daha sonraki dönemde öğreniriz. Ama karar önceden verildi mi, verildi. Karar gereğince adımlar atılmaya başlandı mı, başlandı. Peki, sonuçta AKP ve Erdoğan yönetimi avantaj kazandı mı? Evet, çok işlevsel. Muhalefet dilsiz kaldı. Politika faizi zaten son dört ayda 700 baz puan arttı. 2018 kriziyle bir benzerlik de bu. Kamuoyundaki tartışma faiz meselesine gömülmeseydi, bu manevra o kadar işlevsel olmayabilirdi. Ama şu anki durum ballı kaymak. Sermayenin beklentileri ise temelsiz. TÜSİAD’ın Ekonomik Araştırma Forumu’nun savunduğu politikalar uygulanırsa daha uzun süreli bir resesyon yaşanır, inşaat ve enerji şirketleri ve küçük işletmeler tekrar darbe alır. Gerilim devam ediyor. O yüzden AKP’nin 2016 sonundan itibaren gördüğümüz eski politikalara tekrar yönelebileceğini, devlet bankalarını kullanarak kredi desteği verebileceğini düşünüyorum.


Sizin de dahil olduğunuz bir tartışmada AKP’nin piyasalarla kavga etmesi, kayyumlarla şirketlere el koyması, faiz-enflasyon ilişkisine ters yaklaşması neoliberalizm ile uyumsuz deniyor. Hatta neoliberalizm eleştirisinin AKP’ye alan açtığı noktasına savrulanlar da var.

Söyleme değil, yapılanlara bakmak gerekiyor. Örneğin, kleptokrasiyi başka ekonomik coğrafyalarda da görüyoruz. Evet, Türkiye’de daha büyük skandallara yol açıyor. Ama başka coğrafyalarda da finansal piyasalarla kavga ediliyor. Tek adam rejiminin yanısıra, Hamidyen rejimden de bahsedilebilir. “İstibdat” kelimesi uygun olabilir. “Hamidyen tarz” sultan benzeri bir figürün etrafında örgütlenen bir kliğin toplumsal hayatın genelini etkileyen kararlar almasına verilen isim. Ersin Kalaycıoğlu “Hamidyen yönetim” ibaresini Özal dönemi için de kullanmıştır. Özal ve prenslerinin bürokrasiyi tasarlamasını, dar bir kadronun bütün toplumsal hayatı biçimlendirmesini tarif ediyordu. Merkez Bankası’na müdahale 1990’larda sıradanlaştı. Finansal piyasalarla kavgaya gelirsek, Çiller’in yaptıklarından mı, Refahyol döneminden mi bahsedelim? Kriz dönemlerinde bunlar olur. Türkiye’ye has değil, ama burada daha absürt yaşanıyor. Dolayısıyla, piyasalarla kavgadan dolayı “Türkiye’de neoliberalizm değişti” diyemeyiz. Bu yolsuzluk, vurgun ve yönetme anlayışına, piyasacılığa itiraz ediyoruz diye aynı düzenin parçası olmaya meyyal kadroların yanında durmak zorunda değiliz. Neoliberalizmi eleştirenlere yönelik “Babacan’ı zayıflatıyor, dolayısıyla AKP’yi güçlendiriyor” diyenleri Allah’a havale ediyorum. Belki farkında değiliz ama, restorasyon iktidarı kuruldu ve entelektüelleri de çoktan harekete geçti. Daha sert olmak gerekiyor.

TÜSİAD’ın savunduğu politikalar uygulanırsa daha uzun süreli bir resesyon yaşanır, inşaat ve enerji şirketleri ve küçük işletmeler tekrar darbe alır. O yüzden AKP’nin eski politikalara tekrar yönelebileceğini, devlet bankalarını kullanarak kredi desteği verebileceğini düşünüyorum.

Marianna Mazzucato’nun Girişimci Devlet kitabındaki Karl Polanyi’ci anlayış epey zemin kazandı. Devleti piyasaya karşı değil, piyasayı bizzat kuran öğe olarak değerlendiren bu anlayış, kamuyu araştırmadan geliştirmeye, üretimden piyasanın düzenlemesine kadar geri çağırıyor. Kamu yeni bir birikim modeline nasıl dahil olabilir?

Heterodoks iktisatçılara, ilerici sosyal bilimcilere referansla alternatif program tahayyülü mümkün. Ama program eşitsizliğin temel kaynağı olan toplumsal üretim ilişkilerine müdahale etmediği sürece sınırlı kalır. Devletin kurucu unsur rolü üstlenmesi durumunda toplumsal adaletsizlikler azalır, ama ortadan kalkmaz. Aksine, eşitsizlikler devletin tırnak içindeki “kurucu rolü”nü bitirmeye devam edecek. Bu gerilimin farkında olmalıyız. Türkiye bağlamında stratejik sektörlerde, hatta ötesinde kamusallaştırma yapmak gibi bir seçenek var. Bunu savunmaktan geri durmamak lâzım. Kamusallaştırmayı devlet mülkiyeti ile sınırlandırmamak, işçi denetimini ve demokrasisini vurgulamak lâzım. Kulağa radikal tınlasa da aslında son derece sıradan talepler. Sorunlarımızı pat diye ortadan kaldırmaz, ama ekonomik yaşamın demokratikleşmesi adına sağlam bir adım olur.
Ancak, yeni bir programın Türkiye’nin verili bağımlılık ilişkisi nedeniyle kamulaştırmanın ötesine geçmesi, sermaye kontrolleri ile desteklenmesi gerekiyor. Sermaye kontrolleri sadece dolaylı vergiler sorununun ortadan kaldırılmasıyla ilgili değil. Kurumlar vergisinin artırılması, sermayenin faaliyetlerinin vergilendirilmesi ve ekolojik üretim merkezlerinin oluşturulması gerekiyor. Kaynakların nereye aktarılması gerektiğinin farkındayız. Reform girişimlerinin kurallı neoliberalizm tuzağına düşmemesini, sosyal demokrat reformizmin ötesine geçmesini istiyorsak topyekûn bir dönüşümden bahsetmemiz gerekiyor. Öte yandan, hangi parçaları nereye koyup ortaya nasıl bir resim çıkaracağımızı biraz da yaparken çözeceğiz. Parçalar arasında son derece sınırlı ve reformist önlemler de var. Gerilimli bir durum söz konusu. Çünkü vergi reformu dediğinizde çok reformist bir gündeme ya da Evrensel Temel Gelir talebini başka unsurlarla birleştirmezsek platform kapitalistlerinin gündemine takılıp kalabilirsiniz. Türkiye solunun bir toparlanma hamlesinin ardından yerinde sayması büyük talihsizlik. Fikret Başkaya 2018 krizinin göbeğinde beraber kafa yormak için bir konferans çağrısı yapmıştı. Her konuda anlaşamıyor olabiliriz, ama tartışalım. Çünkü tek başına bazı partilerin entelektüellerinin ya da araştırmacıların çabaları yetmiyor. Gündem belirleyici bir müdahale yapmak güçleri birleştirmekten, bazı somut talepleri ön plana çıkarabilmekten geçiyor.

Express, sayı 174, Kış 2020

^