BARIŞ BİLDİRİSİ VE DEV-ŞİRKET’İN “YENİ” AKADEMİSİ –I

Aslı Odman
13 Şubat 2018
SATIRBAŞLARI
Memlekette yargı, medya ve ordunun, 1933 Almanya’sında bizzat rejimin bir norm olarak kullandığı kavramla söylersek, “eşgüdülme”ye koşulma sürecinin, bir Barış Bildirisi vesilesi, bahanesi veya dolayımı ile akademiyi de kapsayarak genişlemesi, yaşanan “büyük dönüşüm” içinde anlamlandırılabilir ancak. Bu büyük dönüşümden akademinin nasıl bir pay aldığına yakından bakalım…
Adolph Gottlieb

Kentin ortasına bir kâbus gibi çöreklenmiş Çağlayan “Adalet Sarayı”na varan dolambaçlı ve trafiğe boğulmuş yolları iş yolu bellediğimiz bir döneme girdik. Sebep belli. 11 Ocak 2016’da, içlerinden bir grup akademisyenin bir basın açıklamasıyla kamuoyuna sunduğu “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisine onlarca farklı şehirden ve üniversiteden imza koyan 1128 akademisyene tek tek, ayrı ayrı dava açılıyor. Aynı çevrimiçi bildiriye konmuş imzadan ötürü, yüzlerce Terörle Mücadele Yasası madde 7/2 “terör örgütü propagandası yapma” üzerinden düzenlenmiş kes-yapıştır iddianame, 15 Temmuz sonrasında açılan 10 küsurlu, 20 küsurlu ve 30 küsurlu Ağır Ceza Mahkemesi’ne yığılıyor.

Mart 2018 itibarıyla, 250’den fazla imzacı yargılandı. Onlar ve avukatları, nefesleri tükeninceye kadar aşağı yukarı aynı şeyleri talep etti: Hemen beraat, usûl yönünden belirsizliklerin giderilmesi, mahkemenin dosyayı Ceza Kanunu 301’den mi, Terörle Mücadele Yasası 7/2’den mi yargılayacağına karar vermesi[i] ve isnat edilmeye çalışılan suçlara dair en ufak bir kanıt gösterme kaygısı güdülmeden hazırlanan kes-yapıştır iddianamelerin[ii] usûlsüzlüğü üzerinden dosyaların birleştirilmesi talebiyle ifade özgürlüğü ve mesleki sorumluluklar vurgusu olan (bir hekim, bir psikolog, bir iletişimci, bir maliyeci, bir matematikçi, bir dilbilimci, bir siyaset bilimci, bir tarihçi vb. olarak barış talebini aynı anda hem bir hak hem de sorumluluk olarak temellendiren[iii]) birkaç öncü savunma.Tüm duruşmalarda tekrarlanan rutinler, “tutanaklara geçirilmesi, bazı kurumlara müzekkere yazılması, hemen beraatın reddi, dosyaların birleştirilmesinin reddi, 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nden dosya talebi,  davanın ileri bir tarihe ertelenmesi ve savunma için ek süre verilmesi…”

Bu rutin 23 Şubat’ta 32. Ağır Ceza Mahkemesi’nin ilk hızlandırılmış hükmü çıkarmasına kadar sürdü. Bu mahkeme heyeti, savcının bu yönde mütalaasını verdiği gün, ek savunma süresi talep etmeyen üç imzacıya “terör örgütü propagandası yapıldığı” gerekçesi ile savunmanın hiç bir talebini kabul etmeyerek bir yıl üç ay hapis cezası verdi. Hükmün açıklanması beş sene içinde taksirsiz/kasıtlı bir suç işlenmemesi (bir nevi oto-sansür) şartına bağlı olarak ertelendi. İlk defa Barış Bildirisi, OHAL ve Afrin Savaşı konjonktüründe mahkum edilmiş oldu.

Barış Bildirisi’nin suç teşkil etmediğine, tersine bir hak ve sorumluluk teşkil ettiğine dair savunma iradesi ise kalan yüzlerce davada devam ediyor. Hukuki mekanizmaların çöktüğüne dair her gün yeni bir emare yaşadığımız bu dönemde toplumsal, kitlesel ve politik bir dava durumuna gelen Barış Bildirisi davasında bu hükmün ne kadar kes-yapıştır şeklinde diğer dosyalara da sirayet edeceği, dayatılan ve imzacıların iradesi ile döndürülmeye çalışan sürece bağlı olarak önümüzdeki aylarda ortaya çıkacak.

Sabah 9’da Çağlayan tepesinin ayazına açık C kapısı önünde basın açıklaması, davalara dair bilgilendirme, duruşma salonlarına dağılma, duruşma sürecinin ufak varyasyonlarla tekrar eden rutini; salaş, sobalı “Adalet Kafe” kapandıktan sonra Çağlayan’ın yeni profiline uygun olarak açılan “Emirgân Sütiş”te değerlendirme, koordinasyon, dağılma… Bir sonraki duruşmaya dek.

Duruşmaların ilk günü olan 5 Aralık 2017’den bugüne kadar bazen iki, bazen üç “paralel” mahkemede, onar dakikalık aralarda “fordist” bir şekilde Ceza Hukuku uygulamasına maruz kalarak, devletin “kalın bağırsaklarını” yakından görebiliyoruz. Nihayetinde, devletin suçu öğüttüğü en son organ olan yargı sisteminin en ağır vagonundayız. Kamu suçunu tanımlayarak toplumsallığın sistemik sınırlarına dair daha iyi ipucu veren bir başka alan bulmak zor.

Dev-Yargı

Buraya kimlerin celp edilip edilmediğinden başlıyor toplumsalın senaryosu: Mesela, 20 Aralık’ta Yoğurtçu Parkı’na girerek manevra yapan bir hafriyat kamyonu tarafından canından edilen Şule İdil Dere’nin davası 57. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Ailesi, kızlarını kaybettikten sonra “hafriyat kamyonu ve ağır inşaat vasıtaları tarafından canları alınanların çetelesini” tutmaya başladı ve kızlarının yasını toplumsal bir adalet talebiyle buluşturdu. Davutpaşa patlamasından beri on yıldır büyüyerek ceza davalarını beraber takip eden, ayda bir Adalet ve Vicdan Nöbeti tutan ve İş Cinayetleri Almanağı‘nı çıkaran, iş cinayetlerinde hayatını kaybedenlerin adalet arayan ailelerine katıldı.

Dere ailesi, 20 Aralık’ta, davanın kamu güvenliğini etkilediğini ve Ceza Mahkemesi’nde görülmesini talep etti. Tüm kamu kurumlarının kanıtlanabilir mükerrer bilinçli ihmalleri sonucunda gencecik bir insan bir parkın içinde canından edilir ve bunun davası Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülürken, Barış Bildirisi davası Ceza Mahkemeleri’nde sahneye konuyordu.

Dünya Ticaret Örgütü’nün 1990’ların başında “hizmetlerin liberalleştirilmesi” şiarıyla yarattığı büyük küresel oydaşı, özellikle “yükselişte olan ekonomilerin” yüksek öğrenim sistemlerinde ciddi bir talep patlaması yaşanacağını, “hızlı orta sınıflaşan ülkelerde” bu talebin liberal bir üniversite hizmeti arzı politikası ile karşılanması gerektiğini iri puntolarla ifade ediyordu.

Senelerdir “iş cinayetleri esas kamu güvenliği sorunudur, her gün onlarca insan adı koyulmamış bir savaşta canını veriyor, bunun yeri Ceza Mahkemeleri’dir” diyorduk. Al buyur işte, devletin tanımladığı kamu güvenliğini tehdit edenler olarak, Ceza Mahkemesi’ni sanık sandalyesinde her haliyle tanıma şansını verdi dev-yargı bize! Türkiye’deki kamu güvenliği tanımını içerden sanık olarak deneyimliyoruz artık. “Bireysel bilgisayarları” başında, çoğu zaman aynı bölümde çalışan diğer imzacılardan bile habersiz olarak “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisine imza atanların ortak paydasının, en az bildirinin kelimelerinin coğrafyası olan “Kürt sorunu”nda vatandaşı olunan devletin şiddet kullanması konusunda taraf olunması kadar, farklı mahallerde “kamu yararı ve toplum çıkarı” şiarı ile mesleğini ve mesleki kimliğini anlamlandıran bir kesim olmasında yattığını gözlemliyoruz. Tam da bu kesimi kamu güvenliğine tehdit unsuru olarak yargılamak da dönemin mânâlı bir tesadüfü olsa gerek.

Devasa Çağlayan’da birkaç Ağır Ceza Mahkemesi arasında mekik dokurken, Dicle Koğacıoğlu’ndan[iv] varlığını öğrendiğimiz adli etnografya çalışmalarını amatörce uyguluyoruz. Komşu mahkeme salonlarında ekseriyetle by-lock vb. üzerinden örgüt üyeliği davaları görülüyor. Zira bu otuz küsur mahkeme “15 Temmuz darbe girişimi” sonrasındaki “yargıda yoğunluk” nedeniyle kurulmuş, yeni kamu güvenliği konseptinin yeni nesil uygulayıcısı pilot kurumlar.

Yirmi yedi yıllık hükümlerin telaffuz edildiği duruşmaların sonunda, tutuklu sanıkların, yeni hüküm giymişlerin aileleriyle dramatik vedalaşmalarına şahit oluyoruz. Ceza Mahkemeleri’nin eleştirel akademide anlamak bir yana, takip etmeyi bile beceremediğimiz liberal-muhafazakâr iktidar bloku içindeki kırılmaların sahnesi olduğunu, bu “temizliklerin” ana hedefinin muhalifler olmadığını idrak etmek ve sürecin merkezine mağdur veya muhatap olarak kendimizi koymamak için iyi bir realite testi bu.

Şaşırtan şaşırma

Hak ve Adalet Platformu’nun (HAP) 2018 başında yayınladığı OHAL’deki hak ihlâllerine dair raporda, bu dar alandaki gözlemler ifade buluyor.[v] HAP’dan Bayram Erzurumlu, “Mağdur edilenlerin yüzde 90’ı muhafazakâr kesimden. Aslında iktidara yakınken, devletin bu kadar acımasızca üstlerine gelmesi karşısında son derece şaşkınlar” diyor. Bir önceki dönemin, iktidar bloku içindeki kırılma öncesi makbulleri olan muhafazakârların anlamlandırma dünyasının bunca sarsılması anlaşılır. Peki biz, bu Barış Bildirisi‘nden yargılanan muhalifler, neye ve neden hâlâ bu kadar şaşırmaktayız?

Walter Benjamin 1930’larda kaleme aldığı Tarih Tezleri’nde şaşkınlığın kaynağındaki ilerleme merkezli tarih ve toplum algısını eleştiriyor:

“Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’in gerçekte kural olduğunu öğretir. Yapmamız gereken, bu duruma uygun düşecek bir tarih kavramına ulaşmaktır. O zaman gerçek anlamda olağanüstü hal’in oluşturulması, gözümüzde bir görev niteliğiyle belirecektir; böylece de faşizme karşı yürütü­len kavgadaki konumumuz, daha iyi bir konum olacaktır. Faşiz­min bir şansı da, faşizme karşı olanların onu ilerleme adına tarih­sel bir kural saymalarıdır. Yaşadıklarımızın yirminci yüzyılda ‘hâlâ’ olabilmesi karşı­sında duyulan şaşkınlık, felsefe anlamında bir şaşkınlık değildir. Bu şaşkınlık, kendisine kaynaklık eden tarih anlayışının savunulamayacağı bilinmediği sürece, hiçbir bilme sürecinin başlangıcını oluşturamaz.

Adliye Sarayı’nın hastalık beyazı neonları ve musalla taşını hatırlatan granitleri arka fonda, arkadaşlarla tedirgin, ama bir o kadar canlı gözlem ve sohbetlerle geçen duruşma nöbetlerinde anlamaya çalışıyoruz. Bugünkü OHAL, dün gündelik hayatta, toplumsallaştırmayı beceremediğimiz hangi fiili olağanüstü hallerin devamıdır? Bir araz, bir yol kazası değilse, akademide, muhalefette geçmişten taşıdığımız hangi “şaşkınlıklar”ın bugünde payı vardır? Şu anda geçmişe dair bildiğimizi zannettiklerimizin, yaşadıklarımızı açıklayamadığı kriz ânını bugün, şu anda ele almak zorundayız, ama bu nasıl mümkün olacak?

Şimdilik, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi istisnası hariç, henüz İstanbul’daki üniversitelerde çalışan ve buradakilerden muhreç imzacılara dava celpleri geliyor. Bu celplere, görülen ilk duruşmalardaki ertelemelerle eklenen ikinci, üçüncü celselerin de sayesinde (akademik ve adli!) Bahar Dönemi sonuna kadar neredeyse her hafta en az iki gün Çağlayan duruşma mesaisi var. Bir sonraki adımda İstanbul dışında yaşayan imzacıların dosyaları İstanbul’da birleşeceğinden bunun birkaç misli dava daha görülmeye başlanacak. Akademik ve adli dönemin muayyen günleri “bir kesim akademi için” iyice birbirine karışacak.

Öğrenci sayısı 2002’den bu yana 1 milyon 223’den 7 milyon sınırına dayandı. “Talebin şişirildiği ve arzı katbekat aşırıldığı” yeni bir sektör doğdu. “Yerli ve milli” üniversite kavram, personel ve kurumlarının yükselişte olduğu dönem, aynı zamanda teknisist/sayısallaştırılmış bir performans sisteminin ve rekabetçi işletmeci-akademisyen figürünün yükseldiği bir dönem oldu.

Dev-Şirket

Peki bu konu, bu “bir kesim akademi”nin sorunu mu? Ve hatta bu “bir kesim akademi”nin kendi sebep olduğu bir sorun mu? Arka planda dönüp duran, arada kaynatılan ve kaynayan şu soruları en azından Edip Cansever’in masasına[vi] koyalım mı?

Meseleye sayısal bakarsak, 2002 sonrası üniversite sayısı 66’dan 183’e, akademisyen sayısı da 66 binden 180 binlere yükseldi. Bu süreçte üniversitelerden sürgün edilen ve bu davalarda yargılanan kesim ve çevreden desteğe gelenlerin sayısı “toplamda” iki-üç binlerde kalan bir azınlık teşkil etse bile, akademinin Çağlayan müdavimi olduğu bu dönem, sayıların ifade ettiğinden öte bir niteliksel dönüşüme işaret ediyor.

Akademide tasfiye derken, zaten akademinin tıpkı inşaat, sağlık, madencilik, enerji, sinema-TV işkolları gibi ciddi bir birikim, kapitalist ikinci çitleme ve inşa süreci yaşadığını unutmamak gerekiyor. Yani, inşaatta olduğu gibi, insan sağlığını tehdit eden miktarda asbestli moloz üreten bu yoğun hafriyat faaliyeti, “büyük yeniden inşa”nın bir veçhesi. Tanıl Bora’nın bahçeye beton dökmek[vii] tabiri, esasında bahçeden daha farklı bir üretim ağının mega ölçeklerde betondan dökülmekte oluşu, akademide üretilenin hem farklılaşması hem de artık başka bir üretim ölçeğine çekilmesi ile çelişmiyor.

Daha önce bu derece sermaye birikimine açık olmayan eğitim alanı –hem coğrafi, hem müşterileştirdiği nüfus, hem de ürettiği “ürünler” anlamında– genişletilerek, daha çok, daha türlü-çeşitli, daha çok müşteriye meta üretecek hale getiriliyor. Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) 1990’ların başında “hizmetlerin liberalleştirilmesi” şiarıyla yarattığı büyük küresel oydaşı, özellikle (Çin, Hindistan, Türkiye, Meksika gibi) “yükselişte olan ekonomilerin” yüksek öğrenim sistemlerinde ciddi bir talep patlaması yaşanacağını, “hızlı orta sınıflaşan ülkelerde” bu talebin liberal bir üniversite hizmeti arzı politikası ile karşılanması gerektiğini siyah üzerine beyaz iri puntolarla ifade ediyordu.[viii]

Nitekim öğrenci sayısı 2002’den bu yana 1 milyon 223’den 7 milyon sınırına dayandı. “Talebin şişirildiği ve arzı katbekat aşırıldığı” yeni bir sektör doğdu. Türkiye’de, “eğitim alanında ‘yerli ve milli hizmetler arzının’ küreselleşen dünya ekonomisi ile miadının dolduğuna” dair liberal şiarın, bugün fiilen akademi işkolunu yapısal olarak dönüştürmeyi beceren kavramsal çerçeve ve kurumları yaratırken –yani yolunu yaparken–ideolojik olarak da gerçekleşmemiş “kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet” olduğunu gayet iyi görebiliyoruz.

“Yerli ve milli” üniversite kavram, personel ve kurumlarının yükselişte olduğu dönem, aynı zamanda bilimsel üretimin içeriksel niteliğini tartabilmek ve teşvik etmekten uzak teknisist/sayısallaştırılmış bir performans sisteminin, sanayi ve piyasa için “faydalı” bilimin, bunlar için şablonlaştırılmış ithal ve “tutmuş” kavramsal çerçevelerin yerel ampirik malzeme ile doldurulduğu araştırma süreçlerinin ve buna uygun rekabetçi işletmeci-akademisyen figürünün yükseldiği bir dönem oldu.

Anayasanın 130. maddesine aykırı da olsa, gerek tıp fakültelerinin sağlıkta reforma ve sağlık piyasasına eklemlenme şekliyle, gerek “teknokent”lerle, gerekse adı vakıf, kendi özel üniversitelerin sair “sineğin yağını çıkarma” pratikleriyle fiilen kâr-amaçlı üniversite pratikleri “yüksek öğrenim sektörüne” giriş yaptı. Süreçte, Wendy Brown’un Toplumu Savunmak yazısında sarih olarak ifade ettiği gibi, piyasa liberalizmi ile siyasi otoriterlik bir kere daha iç içe geçti.[ix]

Kamudan arındırılmış, toplumu şirket gibi yöneten devlet, “Dev-Şirket” tahkim edildi. Gerek mikro üniversite ölçeklerinde, gerekse ulusal/YÖK ölçeğinde 11 Ocak 2016’dan çok önce de kurumsal mikro-otoriter yapılar çalışanlarının kâh pragmatik kâh sinik rızasını alarak semirdiler. Akademik olanı da dahil, özgürlüğü ya bireysel ölçeğe ya da şirketler ölçeğine sabitleyen, iş organizasyonu ve toplumsal bağlamından soyutlayan piyasa tanımı otoriterliği güçlendirdi.

“Akademik fabrika”

Yerele dönüp de, günümüzün meşhur “yolsuzluk yaptılar, ama yol da yaptılar” reel politik şiarını buraya uygularsak, “bildiğimiz akademi tasfiye ediliyor, ama üniversiteler de kalkınıyor” demeli! Ekonomi-politik ifade edersek, akademideki kriz, dünyayı kavrayabilmek için alıp başını yürümüş gitmiş olan bilimsel üretim araçlarımız ile yerlerde sürünen üretim koşullarımız arasındaki çelişki değil de ne?

Dijital teknikler ve yöntemlerle dünyanın tüm arşivlerine, veri/görsel/kartografik kaynaklarına, karşılaştırmalı çalışmalarına, yayınlarına, laboratuar verilerine ulaşabiliyoruz ve onları daha önce yan yana koyamadığımız şekillerde yan yana koyabiliyor, aralarındaki yeni ilişkileri görebiliyoruz. Ama mevcut üniversitelerdeki bilimsel üretim ilişkileri, akademinin iç örgütlenme şekli insani ilişkilerin en basit formlarından öteye evrimleşememiş: İçte mensuplarını ‘dışarıya’ karşı korumaya karşı itaat talep eden “kendinden menkul” eril veya anaç aile modeli, bu çerçevede bireysel mikro-selametler, kariyer başlığı altında kurgulandığı için de süregiden dünya meselelerinden, devinimlerinden ve verimli tartışmalarından gittikçe uzağa düşen bir örgütlenme modeli bu.

Bu “akademik fabrika”nın, Türkiye gibi halen aslen ucuz emeğin baskın olduğu bir kapitalizm içinde, ürettiği ana sonuç ise şu: Dünyanın ekoloji, sağlık, barınma ve gıda gibi ana sorunlarından uzak doğa bilimleri, toplumların büyük darbe, ekonomik kriz, sosyal ayaklanmalar gibi hareketlerini bile sezemeyen, öngöremeyen bir sosyal bilimler alanı. Sosyologlar ve şehir uzmanlarının Gezi’nin gelişini sezdiremediği, iktisatçıların denge modelleriyle uğraşırken ekonomik krizlerin dinamiklerini öngörmek bir yana üzerini örttüğü, siyaset bilimciler yerine gazetecilerin iktidar bloku içinde darbe girişimlerine yol açan kamplaşmaları inceleyip topluma sunduğu epey kendinden menkul bir “peyzaj” ile karşı karşıyayız.

Ekolojik yıkım, günde en az otuz insanın canını alan iş cinayetleri, kitlesel ölümlere yol açan asbest, tehlikeli atıkların taşınması, kimyasallar, gıda güvenliği gibi halk sağlığı sorunlarını, tarımdaki ve kentlerdeki büyük toplumsal altüst oluşları, dinmeyen savaşlarda tahrip edilenleri muhataplarıyla ve muhataplarından veri alarak sahada ve sahadan çalışmak bir grup “gönüllü marjinal akademisyenin veya akademinin dışındaki gönüllü faaliyetlerin” alanına giriyor.

Akademisyenin hem mensubu olup hem de soyutlamaya çalıştığı toplumla ilişkisi bu çerçevede niyetlerden bağımsız olarak, epey geri dönüşsüz/steril, süreksiz/kapkaççı, derin/devingen küresel/toplumsal sorunları verili garantili çerçevelere sıkıştırma anlamında fırsatçı, hatta ve hatta bazen sorun alanlarına birden yığılıp, burada bir toplumsal fayda sağlama derdi olmadan birden geri çekilme anlamında “yağmacı” şekillere bürünüyor. Türkçeye eylem-düşünce olarak çevrilebilecek recherche-action denen bütünlükten sadır olan teori-pratiğin birbirini beslediği cevval döngüde oluşan iş pırıltılarına nadiren rastlıyoruz.

Kelimelerini bulmakta zorlandığımız, kesinlikle 11 Ocak 2016’dan önce başlamış olan bu sürecin içinden yana yana geçerken ise ince bir bıçak sırtında yürüyoruz. “Bir şeyler yapmak için” dikeldiğimizde, ilk sarıldığımız ağlar yeni bir ikilem doğuruyor: Bir yanda nostalji ve diğer yanda iradecilik. Eskiden “az ve öz” üniversite varken, iş güvencesi tamken, bir aydınlanmış cennet ikliminde miydik? Şimdi var olanı değiştirmek için tamamen kurulan sistemin dışından “iradeli dönüştürücülere” mi ihtiyacımız var yoksa?

İkilemler her zaman yatalak bırakıyor, hareket ettirmiyor. Bu yüzden akademiye özgül olan dönüşüme bakarken, akademik emekteki hem nesnel hem öznel dönüşümün, tıpkı diğer “yükselen” işkollarında olduğu gibi, çok daha önce başladığını ve tek yönlü bir şekilde “var olan aydınlanmış değerlerin İslâmcı otoriterleşme yoluyla yıkımı” ile açıklanamayacağını baştan teslim etmeli. Bu yüzden de sınıfsız, cinsiyetsiz, mekânsız bir şekilde “bilimsel değerler ile aydınlanmışların” iradeciliği ile arzuladığımız, gönlümüzden geçen “şen eylem-bilim”[x] doğrultusunda dönüşüm de pek muhtemel gözükmüyor.

Gerek mikro üniversite ölçeklerinde, gerekse ulusal/YÖK ölçeğinde 11 Ocak 2016’dan çok önce de kurumsal mikro-otoriter yapılar çalışanlarının kâh pragmatik kâh sinik rızasını alarak semirdiler. Akademik olanı da dahil, özgürlüğü ya bireysel ölçeğe ya da şirketler ölçeğine sabitleyen, iş organizasyonu ve toplumsal bağlamından soyutlayan piyasa tanımı otoriterliği güçlendirdi.

1933 Almanya’sındaki “eş-güdülme”, 93’ler manifestosu ve biz

Memlekette, devlet hariç, “söz üretme meşruiyetini haiz” en önemli ideolojik aygıtların, yargının, medyanın, ordunun (Almanya’da 1933’te başlatılan kurumsal dönüşümü tanımlayıcı olarak bizzat rejimin bir norm olarak kullandığı –Alman Yüksek Okullar Birliği, Yargıçlar Birliği, kitlesel basın vb.’ye uygulattığı– Gleichschaltung kavramının tercümesi olarak, süreci en iyi ifade eden kavramlardan biri olan) “eş-güdülme”ye sokulması sürecinin, bir Barış Bildirisi vesilesi, bahanesi veya dolayımı ile akademiyi de kapsayarak genişlemesini bu “büyük dönüşüm” içinde anlamlandırmalı.

Akademi bu büyük dönüşümün pasif bir kurbanı değil. Nasyonal-Sosyalist partinin tek parti olarak başa geçtiği 1933’ten yaklaşık yirmi sene önce, “1914 ruhu” ile 93’ler manifestosuna imza koyan “savaş isteyen” üniversite mensupları arasında Max Planck, Karl Lamprecht, Gustav von Schmoller, Max Reinhardt, Friedrich Naumann gibi isimleri bulmak şaşırtıyor. Bu şaşkınlık Gleichschaltung‘un ancak akademi içinde de adım adım “en aydınlanmış” öznelerinin fiilleriyle kurulabildiğine dair ipuçları veriyor.

Bilimsel bilgi ve akademi olmadan faşizm de canlıların endüstriyel imhası da var olamazdı. Bu 93 akademisyen-entelektüel, “Bize inanın! Bizim bu savaşı, bir Goethe’nin, bir Beethoven’ın, bir Kant’ın mirasının kendi yüreği ve yuvası kadar kutsal olduğunu kabul eden medeni bir ulus olarak, sonuna kadar götürebileceğimize inanın. Bunu isimlerimiz ve onurumuzla taahhüt ederiz”’ diyerek, Almanya devletinin ve silah endüstrisi kartellerinin savaşını, milli edebiyat ve milli ekonominin aydınlanmış değerlerine dayandırmış bu bildiride.[xi]

Görünürde tarafsız, pozitivist akademinin savaş evresindeki kapitalizmle, milliyetçilikle ittifak kurması için, “kalitesiz, verimsiz, aydınlanmamış yobaz” olmasına gerek olmadığını gösteriyor bu bildiri. Bilimin üretilirken örgütlenme şeklinden, topluma mesafeli aydınlanmış görüngüsünden ve tarafsızlık sanrısından doğrudan savaşa destek vermek kadar sakil, steril konumlar doğabileceğini hatırlatıyor.

Bu yazı dizisinin amacı, kocaman bir araştırma ve müdahale gündemi olan günümüz bilişsel kapitalizminde, bu coğrafyada oluşan üretim ilişkileri ile organik ilişkili bir işkolu, bir ideolojik aparat olarak akademinin dönüşümünü Barış Bildirisi tartışmasına indirgemek değil. Öznel olarak dönemsel olarak yaşananla baş etmek için tekili hikâye ederken, bütüne nereden adım atabileceğimizi tartışmaya açmak. Zira tartışırken eylemek, yıkılırken kurmak zorunda olduğumuz, maişet ile aidiyet kaynaklarının[xii] aynı anda değiştiği nefes nefese bir dönem bu.

(Devamı)

[i] 10 Mart 2016’da İstanbul’da bir grup Barış Bildirisi imzacısı bir basın açıklaması yapmıştı. Bu basın açıklamasını okumak için gönüllü olan dört imzacı tutuklanarak kırk günü aşkın cezaevinde yatırıldı, 22 Nisan’da salıverildi. Bu basın açıklamasını okuyan dört imzacının davasına dair daha erken bir dönemde hazırlanan iddianame, daha sonra kitlesel olarak, fakat tek tek açılan bugünkü davalarla haliyle doğrudan illiyet bağı içerisinde. “Dörtlünün davası” tabir ettiğimiz davada, ilk iddianame de TMY 7/2’ye (“Terör örgütü propagandası… vs.”) göre düzenlenmişken, süreç içerisinde duruşma savcısının talebi ile Adalet Bakanlığı’ndan dosyanın TCK 301’ye göre (Türklüğe hakaret vs.) yargılanabilmesi için izin istendi. Bu izin Eylül 2017’de, yeni davalar açılmadan hemen önce çıktı. Şu anda aynı bildiriye imza atanların suç isnadının hangi maddeden yapılacağına dair, akademisyenlerin ve avukatlarının savunmalarını nasıl yapacağının belirlenmesini zorlaştıran muğlak bir durum var. Barış İçin Akademisyenler/İstanbul grubu imzası altında –temsiliyet ve içeriğe dair epey tartışmadan sonra– çıkarılan 10 Mart basın açıklaması ise, yeni bir imza kampanyası olmaktan uzak, imzacılar açısından ve tarafından durum takip metni idi: 11 Ocak bildirisinin kamuoyuna açıklanmasından sonra akademisyenlerin yaşadığı hak ihlâllerini kamuoyuyla paylaşan metin, dışarıya dönük barış talebini, içeriye dönük olarak da bunun için akademisyenlere kesilen bedeli taşımak için dayanışmayı kurma iradesini içeriyordu: http://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/172877-istanbul-daki-baris-icin-akademisyenler-baris-talebinde-israrciyiz
[ii] İddianame, imzacıları kâh imza metninin, kâh akabindeki hak ihlâllerine dair yapılmış mezkur 10 Mart basın açıklamasının, kâh tutuklanan dörtlüye destek için Adliye’ye çantasında HDP nevroz davetiyeleriyle geldiği bahanesiyle tutuklanan Chris Stephenson’un daha sonra beraat ettiği davanın, kâh faaliyete geçen dayanışma akademilerinin suç olduğunu iddia ediyor. Suçlar mitoz bölünme ile sıralanırken, en ufak bir kanıt gösterme kaygısı güdülmeden serbest stil hazırlanmış bir iddianame bu. Yorumlu bir özeti ve tam metin için bkz: http://afp.hypotheses.org/documentation/a-commentary-on-the-indictment ve http://afp.hypotheses.org/documentation/bill-of-indictment
[iv] Kogacioglu, Dicle, “Law in Context: Citizenship and Reproduction of Inequality in an Istanbul Courthouse”, Basılmamış Doktora Tezi, State University of New York at Stony Brook, 2003; Kogacioglu, Dicle, “Bir İstanbul Adliyesinde Davranış Kalıpları, Anlamlandırma Biçimleri ve Eşitsizlik”, Murat Güney (der.) Türkiye’de İktidarı Yeniden Düşünmek içinde, Varlık Yayınları, 2009.
[v] Hak ve Adalet Platformu, “15 Temmuz 2016 sonrası ‘OHAL’de yaşanan toplumsal sorunlar ve hak ihlallerinin sosyal boyutları”, https://drive.google.com/file/d/1rt1Cpa9xfxkWfFTQcIBXFLQVWTnD5wFL/view, Aralık 2017.
[vi] […]Adam masaya / Aklında olup bitenleri koydu / Ne yapmak istiyordu hayatta / İşte onu koydu / Kimi seviyordu kimi sevmiyordu / Adam masaya onları da koydu […] (Edip Cansever, Dirlik Düzenlik, 1954). Barış Bildirisi vakası da kurumsallaştırılmış bilimsel üretim yapanlarının önüne daha azını koymuyor.
[vii] Tanıl Bora, “Bahçeye Beton Dökmek”, Birikim, 18 Ocak 2017
[viii] Hakan Arslan – Aslı Odman, “Metafordan Gerçeğe Üniversite A.Ş.: Dünyada ve Türkiye’de Kâr Amaçlı Üniversite Şirketleri veya İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde bir KAÜŞ: Laureate Education, Inc”, 10. Ulusal Mantık, Matematik ve Felsefe Sempozyumu Tebliğler Kitabı: Üniversite, Üniversitelerimiz, Üniversite Nereye? içinde (yayına hazırlayanlar: Çetin Bolca vd.), İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınları: İstanbul, 2012, s. 269-297.
[ix] Wendy Brown, “The Big Picture: DefendingSociety”, 10.10.2017, http://www.publicbooks.org/defending-society/
[x] Şen Bilim 1882’de Nietzsche’nin kaleminden çıkmış bir “aforizmalar” kitabı. Hakikat arayışında yola çıkmayı ve yolda olmayı, acıyı ve yası barındıran ilişkileri temsil eden şiirleri içeriyor. 19. yüzyılın Şen Bilim’ini ve 20. yüzyılın eylem-bilim kavramlarını yan yana düşünmemek mümkün değil.
[xi] Sinan Yıldırmaz, ’93’ler manifestosu ve entelektüellerin savaşı. “Savaş İçin Akademisyenler”, Toplumsal Tarih, sayı 289, Ocak 2018. Yıldırmaz yazısında bildiriyi mümkün kılan uluslararası bağlamı da, 93’ler manifestosunda Almanya’nın savaşını savunmaya iten saldırının dilini de mahirce analiz etmiş.
[xii] Akademinin gene “yüksek idealler” halesi ışığında nadir ele alınan konularından birine, akademisyenlerin sınıfı veya “maişet” meselesine dair isabetli sorunlar ortaya atan bir yazı için bkz: Eylem Akçay, “Barış Meselesi Nasıl Mayış Meselesi Oldu?”, 21 Ocak 2016
^