KADINLARIN GÖÇ HİKÂYELERİ KİTABI

Özgür Amed
10 Şubat 2019
SATIRBAŞLARI

2015-2016 yılları arasında Sur, Cizre, Şırnak, Yüksekova, Nusaybin ve Van’daki savaşa tanıklık eden 47 kadın ile görüşen Göç İzleme Derneği, bunlardan 18 hikâyeyi derleyerek Kürtçe ve Türkçe “Kadınların Göç Hikâyeleri” ismiyle kitaplaştırdı. Çalışmada kadınlar yaşadıklarını, duygularını ve gaspedilen hikâyelerini sakınmadan aktarıyorlar.
Zehra Doğan 

Eğer insana tanıklık eden tek kişi, insanlığı bütünüyle yok olmuş kişiyse, bu insan ile insan-olmayan arasındaki özdeşliğin asla tam olmadığı ve insanı tamamen yok etmenin gerçekten mümkün olmadığı, daima bir şeyin geride kaldığı anlamına gelir. Tanık da işte bu artakalandır. —Giorgio Agamben

Sokağa çıkma yasaklarının süresiz uygulanmaya başlandığı 16 Ağustos 2015’ten 1 Ocak 2019’a kadar geçen süre içerisinde toplam 11 il ve en az 51 ilçede resmi olarak tespit edilebilen en az 351 sokağa çıkma yasağı ilanı yapıldı. Diyarbakır’da 204, Mardin’de 54, Hakkâri’de 23, Şırnak’ta 13, Bitlis’te 20, Muş’ta 7, Bingöl’de 7, Dersim’de 6, Batman’da 6, Elazığ’da 2 ve Siirt’te 9 kez.

Bu süre zarfında, 2014 nüfus sayımına göre ilgili ilçelerde yaşadığı bilinen en az 1 milyon 809 bin kişinin özgürlük ve güvenlik hakkı, özel ve aile hayatına saygı hakkı, toplanma özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, din özgürlüğü, bilgi alma ve verme özgürlüğü, mülkiyetin korunması hakkı, eğitim hakkı, işkence ve insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele yasağı, yaşam hakkı ve vücut bütünlüğü hakkı olmak üzere en temel hakları ihlâl edilerek bu yasaklardan etkilenmiş olduğu tahmin ediliyor.

Yukarıdaki belirtilen veri ve tespitler Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) 1 Ocak 2019 tarihli açıklamasından.

Bilindiği gibi, sadece 16 Ağustos 2015 ile 16 Ağustos 2016 tarihleri arasında, yukarıda adları geçen yasaklı yerler başta olmak üzere, savaşın derinleştiği il ve ilçelerde, resmi olarak 321 sivil yaşamını yitirdi ve bu insanların 79’u çocuk, 71’i kadındı. Bu mekânlarda konvansiyonel savaş araçlarından olan tanklar, toplar, helikopterler ve ağır silahlar devlet tarafından kullanıldı. Başta Cizre, Sur ve Nusaybin’de yapılan ağır kent kırımları ve etkileri, açılan davalar, uluslararası alana taşınan raporlar, sonuçları ve daha pek çok gelişme ne yazık ki hâlâ net olarak konuşulmuş veyahut ortaya çıkmış değil.

2015-2016 arasında, yani savaşın belki de en zorlu geçtiği zaman diliminde Sur, Cizre, Şırnak, Yüksekova, Nusaybin ve Van’da tanıklık eden 47 kadın ile görüşen Göç İzleme Derneği (2017’de İstanbul’da kuruldu), bu görüşmelerden 18’ini derleyerek Kürtçe ve Türkçe Kadınların Göç Hikâyeleri adıyla kitaplaştırdı. Tanıklıkların tümüne yer verilmemesi ise güvenlik gerekçesiyle açıklanmış. Bu çalışmada kadınlar yaşadıklarını, duygularını sakınmadan aktarıyor.

Hakikatin dört unsuru

Bu anlatımlar özellikle “hafızalaştırma” açısından çok önemli. Güney Afrika’da 1994’ten sonra geçmişle hesaplaşma bağlamında çeşitli çalışmalar oldu; bunlardan biri de “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu”ydu. Mithat Sancar’ın Geçmişle Hesaplaşma isimli kitabında aktardığı üzere, bu komisyonun amaçlarından biri, maruz kaldıkları ihlâllerle ilgili öykülerini anlatma fırsatı sunarak, mağdurların insanlık ve yurttaşlık onurlarını yeniden tesis etmekti.

Kitapta tanıklıklarına yer verilen kadınlar, yıkıma karşı bir hafıza direnişi, hatırlama mücadelesi ortaya koyarak anlatısal hakikate sığınıyorlar.

Kişisel öykülerin anlatılmasının sağlanması, özel deneyimleri gizleyen suskunluk duvarının yıkılması, kolektif unutuş sarmalının kırılması ve toplumsal hafızanın canlanması sonucunu doğurdu. Komisyon “hakikat”in ne olduğu konusundaki tartışmaların zorluğunu görmüş ve dört kategoride öneri yapmış. Bunlar “olgulara ve delillere dayalı hakikat”, “toplumsal ya da diyaloğa dayalı hakikat”, “sağaltıcı ve onarıcı hakikat” ve “kişisel veya anlatısal hakikat” olarak sıralanıyor. 

Bu belirlemelerden “kişisel veya anlatısal hakikat”, mağdurların kendi öykülerini anlatmalarıyla ortaya çıkan hakikat kastedilir. Bu öyküler, acının kavranışıdır ve bir tür anlatısal hakikat yaratır. Komisyonun ifadesiyle, “bu tür bir hakikat, geçmişteki acıların bir rakamlar ve vakalar meselesi olmaktan çıkmasını, insani boyutun belirginleşmesini sağlar”. Öte yandan, anlatı ve anlatısal hakikat, geçmişle yüzleşmeyi geleceğe doğru bir yürüyüş haline getirmek bakımından büyük önem taşıyan toplumsal bütünleşme ve yeni bir ulusal kimlik oluşturma süreçlerinin de yaşamsal unsuru olarak görülür.

“Hatırlama kimliğin çimentosudur”

Kitapta tanıklıklarına yer verilen kadınlar, anlattıkları üzerinden öncelikle bu savaş boyunca gelişen ve devam eden yıkıma karşı bir hafıza direnişi, hatırlama mücadelesi ortaya koyarak anlatısal hakikate sığınıyorlar. Tüm satırlarda bunu görmek mümkün. Zira, söyleşileri yapan ekiplerin de aktardığı üzere, her anlatışta hikâyelerin yeniden kurulduğu gözlenmiş. Buradaki tanıklıkları önemli kılan şey, başkasını anlatma yerine kendilerini anlatmaları, özne olarak olayları ve yaşananları aktarıyor olmaları. Bu açıdan söyledikleri ve işaret ettikleri her şey mekân-zaman hakikati içinde tarihe düşen bir not ve kayıt olarak yerini alıyor. Kitapta yer alan 18 öykü ileride yapılacak pek çok çalışma için de hayati veriler sunuyor.

Bu 18 hikâye arasında kamuoyunca bilinen bazı olayların perde arkası da var. Örneğin, katledilen ve defnedilmesine izin verilmediği için derin dondurucuda bekletilen Cemile Çağırga’nın annesi de neler yaşadığını paylaşıyor.

Tanığın kim olduğu, tanıklığın ne olduğu, sınırlarının neleri kapsadığı gibi soru ve çalışmalar, çağımızın önemli tartışma başlıklarından olduğu kabul ediliyor. Ulus-devlet çağı, artan şiddet ve yıkım politikaları ile felaket çağına hızla evrilirken, Zygmunt Bauman’ın “bahçe” benzetmesinde olduğu gibi, farklı ne varsa kökünden temizleniyor.

Hafızanın harekete, nesneye, imgeye kök saldığı bir gerçek, haliyle bir hafıza politikası olarak devletler, kendi hafızalarını yakıp yıktıkları mekânların, belleklerin yerine yerleştiriyor. Hele Cizre, Sur gibi insanlık suçlarının işlendiği yerlerde yaşanan ve üzeri hızla örtülen cinayetlerin tanıklığı, bu güncel zamanda çok önemli bir hafıza çalışması olarak da önümüzde duruyor. Avishai Margalit’in deyişiyle, “hatırlama kimliğin çimentosudur” ve kendi hafızasına sahip çıkma talebi aynı zamanda adalet çağrısıdır.

Pierre Nora da “Hatırlama yükümlülüğünü tarihi değersizleştirmeye yönelik bir taarruza dönüştürme çabalarının karşısına tarih yükümlülüğü talebiyle çıkmak gerekir” diyor.

Zehra Doğan

Kadınların Göç Hikâyeleri evine döndüğünde çocukluğunun geçtiği mahalleyi, evi tanıyamayan, tanıklık ettiği şeylerin dehşet boyutunu anlatmadığı için gelecekten umudunun kalmadığını ifade eden, devletin her türlü girişiminin Kürtler için ölüm üzerine kurulu olduğunu söyleyen, savaşın ne zaman biteceğini merak eden, savaş kararının çok önceden alındığını ve hendeklerin bilerek sebep yapıldığını, sokaklarda gezerken “çocuklarının üzerine basmaktan” korktuğunu ifade eden pek çok anlatım var. 

Bu 18 hikâye arasında kamuoyunca bilinen bazı olayların perde arkası da var. Örneğin, katledilen ve defnedilmesine izin verilmediği için derin dondurucuda bekletilen Cemile Çağırga’nın annesi de neler yaşadığını paylaşıyor.

Anlatılan hikâyelerin hemen hepsinde ortak temalar bulmak mümkün. Yapılanlar korkunç bir kötülük rejimi uygulaması olarak yürütülmüş. Asker, polis, özel harekâtçılar, girdikleri yerlerde bir tür cinsel saldırı da yapmış. Kadınlara ait özel eşyaların hepsinin gasp edilmesi, oyuncaklara “tecavüz edilmesi” sadece birkaç örnek. Kitapta aktarılan bazı “detaylar”, mesela ağzı bağlanıp panzer arkasında sürüklenenlerle ilgili bilgiler daha önce kamuoyuna hiç yansımamış. 

Avishai Margalit’in deyişiyle, “hatırlama kimliğin çimentosudur” ve kendi hafızasına sahip çıkma talebi aynı zamanda adalet çağrısıdır.

 “Onlar yıkacak, biz yeniden kuracağız”

Kadınlar esas olarak göç sürecini anlatıyor gibi görünse de, aslında savaşın gerçekliğini anlatıyorlar. Eşinin taziyesini beş kez kurmak zorunda kalan Asê’nin duygusu elbette göçten fazlasıdır. Oğlunun ne düğününü ne de taziyesini evinde kurabildiği için artık o eve yabancılaştığını, evi istemediğini söyleyen anne, “her taraf devlet ile dolmuştu” diyen bir başka anne ile bu süreçte “dünyanın sonunu gördüğünü” söyleyen Ronahî’nin sözleri bir halk ve savaş gerçekliğinin tam ortasına denk geliyor.

Kadınların anlattıklarında ortaklaştıkları bir diğer konu da savaşa karşı duruşları. Yaşananlardan ötürü büyük hüzün yaşadığını söyleyenler de nihai olarak bu işin ancak barış ile çözüleceğini, silahların susması gerektiğini tüm inançlarıyla vurguluyor. Bir başka önemli tutum ise sürekli “birlikteliğe, beraberliğe” yaptıkları çağrı. Umudun yitirilmemesi gerektiğini, o giderse hiçbir şeyin kalmayacağını belirtiyorlar. Ve bu kararlılığın bir nişanesi olarak “onlar yıkacak, biz yeniden kuracağız” diyor bir anne.

Kadınlar, savaş sürecine dair ilginç çözümlemelerde de bulunuyor. İnsanlara sürekli baskı yapıldığını, çocuklarının her gün gözleri önünde alınıp götürüldüğünü ve buna “yeter” denerek hendeklerin açıldığını hatırlatan 65 yaşındaki Bermal Ana, sarsıcı bir cümle ile son üç yıla dair duygusunu ifade ediyor: “Devletin derdi savaş çıkarmaktı.”

Kadınların Göç Hikâyeleri Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu çalışmalarına öncülük etmiş bir siyasetçi olan Alex Boraine’e atfedilen “karısının ve bebeğinin barbarca öldürülüşünü anlatan bir adamı dinlemek, çok sayıda insanın öldürüldüğü bir katliamı anlatan istatistiklerden daha etkileyici ve daha dokunaklıdır” sözünü hatırlatıyor. Bu çalışmada yer alan anlatıların etkisi de bununla ilintili olsa gerek.

Kadınlar özetle “bir hikâye oluşturamamaktan, bir hikâyelerinin oluşmasına izin verilmemesinden” bahsediyorlar, ki belki de en zor ve acı olanı bu. Bundan olsa gerek, anlatımları bir vicdan çağrısı ya da yeni bir sayfanın açılmasını içermiyor. Yaralarımızı iyileştirin de demiyorlar. Esas üzerinde durdukları mesele adalet.  

Not: Bu çalışmaya ulaşmak için gocizleme@gmail.com adresine mail atıp kitabın pdf’sini istemeniz yeterli. Adresinizi verirseniz kitabı ücretsiz olarak da gönderiyorlar.

^