HAMİT BOZARSLAN’LA 31 MART - 23 HAZİRAN SÜRECİ

Söyleşi: Alican Tayla, Yücel Göktürk
15 Haziran 2019
SATIRBAŞLARI

31 Mart seçim sonuçları ne söylüyor, YSK’nın “6 Mayıs darbesi” ne anlama geliyor, 23 Haziran süreci nelere gebe? Erdoğan rejiminin tanımlayıcı nitelikleri neler, iktidar koalisyonunda hangi güçler öne çıkıyor, 23 Haziran’da ve sonrasında belirleyici unsurlar neler olacak? Hamit Bozarslan’ı dinliyoruz…
Thomas Houseago, “İskelet Baba” (önde) ve “Acelesi Olan Adam”, 2019

 

YSK’nın İstanbul belediye seçimlerini iptal kararından başlayalım. Sizin için şaşırtıcı oldu mu? Olmadığını tahmin ediyoruz, zira 2016’da yaptığımız söyleşide, Erdoğan rejimini tanımlarken iki unsuru vurgulamıştınız: rasyonalitenin imhası ve kurumsuzlaşma.

Hamit Bozarslan: Evet, çok şaşırmadım. Seçimlerden hemen sonra İrfan Aktan’la yaptığım Gazeteduvar söyleşisinde Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanabileceğini veya seçimlerin iptal edilebileceğini söylemiştim. Bunun üç sebebi vardı. Birincisi, plebisiter demokrasi. Erdoğan plebisiter demokrasi dışında hiçbir icraat tanımıyor. Yani şahısta tecessüm eden ve sürekli şahsı yeniden meşrulaştıran ve “düşmanın ezilmesi”ni mümkün kılan bir “demokrasi”. İkincisi, Erdoğan’ın 2071 vizyonu. Erdoğan’ın tarihsel misyonu imparatorluk tahayyülüne, Türklerin dünyaya hâkim olma hakkına sahip olduğu tahayyülüne dayanıyor.
Burada 2071 çok önemli, çünkü bu, misyonun başladığı nokta. Keza 2053 çok önemli, İstanbul’un fethinin 600. yıldönümü. Fetih olgusu, Malazgirt’le başlayan misyonun imparatorlaşmasına işaret ediyor. Dolayısıyla İstanbul, Ankara ya da İzmir gibi bir yer değil. Bence son derece önemli olan üçüncü mesele de İstanbul’un Erdoğanizm’in başladığı nokta olması. 1994’te belediye başkanı seçilmesi, ondan önce 1970’ler, Akıncılık macerası, çocukluk dönemi… Bütün bunları bir arada ele aldığınızda, İstanbul’un bu kadar kolay terkedilmemesi bana gayet normal geliyor. Hatta yarın öbür gün İmamoğlu’nun mesela FETÖ’yle ilişkilendirilip şu ya da bu sebeple devre dışı bırakılmasına da şaşırmam.

Ama 31 Mart gecesinden 6 Mayıs’a uzanan sürece bakarsak, seçimlerin yenilenmesi giderek tırmanan bir seçenek oldu. Erdoğan seçim gecesi yaptığı konuşmada sonucu kabullenmiş gibi görünüyordu. İlk gece “seçim bir oyla bile kazanılabilir” diyen Bahçeli keza. Cumhur İttifakı içinde sonucu kabullenmeyen kanatlar oldu, fakat onlara da “saray sözcüsü” Ömer Çelik, “ahlâklı olalım, kazananı tebrik etmeyi bilelim” mealinde karşılık verdi. İktidara yakınlığıyla bilinen birçok köşe yazarı da aynı telden çaldı. Ayrıca, seçimin iptaline gidilemeyeceğini düşündüren başka sebepler de vardı. Bütün yetkiler merkezde toplandığı ve yerel yönetimlerin herhangi bir özerkliği kalmadığı için belediye yönetimini muhalefete bırakarak ve kuşatarak, atılan her adımı engelleyip sonra da başarısızlıkla suçlayarak geri alma seçeneğini tercih etmeleri gayet muhtemel görünüyordu. Fakat giderek seçimlerin iptaline ve yenilenmesine kırdılar dümeni. Önce Bahçeli bayrak açtı, Erdoğan da el artırdı. Gene de, her ne kadar kurumsuzlaşma bir vakıa olsa da, YSK’nın bu kadar büyük bir tarihi sorumluluğu, daha doğrusu sorumsuzluğu üstlenemeyeceği düşüncesi vardı.

Erdoğan’ın 31 Mart gecesi ve 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen ardından yaptığı konuşmalar birbirlerine çok benziyor. 7 Haziran’ın sonrasında yaptığı konuşmada da “milletin kararına saygı duyuyoruz” demişti. Fakat çok kısa bir zamanda başka bir dinamiğe geçildi. Erdoğanizmde pragmatizm mümkün, fakat pragmatizm 24 saati geçmiyor, en fazla birkaç gün sürüyor. Ondan sonra yeniden kurumsuzlaşma ve rasyonalitenin imhası süreçlerinin sonuçları ortaya çıkıyor. Pragmatizmin zamana yayılması, zaman içinde bir siyasete dönüştürülmesi mümkün olmuyor. Pragmatizmin hemen ardından yeni bir radikalleşme ve kriz sürecine geçiliyor.

Putinizm, Erdoğanizm gibi rejimleri adlandırmakta güçlük çekiyoruz. Şimdilik “anti-demokrasi” kavramını kullanıyorum. Bu rejimler seçimleri ortadan kaldırmıyorlar, ama seçimleri “savaş olarak algılanan siyaset”in bir tekniği olarak kullanıyorlar. Demokrasinin olmazsa olmazı olan ihtilafların meşrulaştırılmasını reddediyorlar, liderde tecessüm eden bir birlik idealini güdüyorlar.

Erdoğan’ın 31 Mart’ın hemen sonrasındaki “zaman demiri soğutma zamanıdır” sözü de bu çerçevede mi ele alınmalı?

Evet. O “demiri soğutma zamanı” da 24 saat ya da birkaç gün sürdü. Bir toplumun oluşabilmesinin temel koşulu zamana hâkim olabilmek. Bu, bir yandan da zaman içinde tutanakların, içtihatların oluşturulması, zamana güvenilebilmesi demek. Erdoğanizm zamana güveni imha eden bir rejim. O açıdan geçmişin totaliter rejimleriyle ortaklıklar taşıyor. Zira totalitarizm de zamanı imha eden bir iktidar biçimi. Geçmişteki totaliter rejimler gibi Erdoğanizm de zamanı birbiri ardına gelen tarihsel kopuşlardan oluşan bir âna indirgiyor, ama bu ânı yönetebilecek rasyonaliteden mahrum bulunuyor. Erdoğanizm 2071’i düşünebiliyor, fakat 2019’u veya 2020’yi düşünemiyor. Ya yaşanan ânı düşünüyor –ve bu 24 saatlik bir an– ya da çok uzun erimli bir güç tahayyülünü geliştiriyor. Aynı şey Hitler rejiminde de vardı. Bin yıl sonrasının Almanya’sını düşünebiliyor, fakat 1942’nin Almanya’sını düşünemiyordu.

2016’da yaptığımız söyleşide şöyle demiştiniz: “Çok değişik bir diktatörlük biçimiyle karşı karşıyayız, sıradan bir diktatörlük biçimi değil bu.” Erdoğanizm olarak adlandırdığınız rejimi nasıl tanımlarsınız? Çeşitli niteliklerine değindiniz, başka hangi niteliklerinden söz edilebilir? 

21. yüzyılda ortaya çıkan Putinizm, Erdoğanizm gibi rejimleri adlandırmakta güçlük çekiyoruz. Bu kavram kargaşası başlı başına anlamlı. Kendi payıma, en azından şimdilik, “anti-demokrasi” kavramını kullanıyorum. Bu rejimler seçimleri ortadan kaldırmıyor, ama seçimleri, Giovanni Sartori’nin tabiriyle “savaş olarak algılanan siyaset”in bir parçası, muhaliflerini karalama, aşağılama, bastırma ve ezmenin bir tekniği olarak kullanıyorlar. Parlamento, AYM, YSK gibi formel demokratik kurumları ortadan kaldırmıyorlar, ama kendilerini liberal demokrasilere karşı milli, eril ve radikal alternatifler olarak görüyorlar, demokrasinin olmazsa olmazı olan ihtilafların meşrulaştırılmasını reddediyorlar, organik, liderde tecessüm eden bir birlik idealini güdüyorlar. Dünya tarihini dünyanın kendi milletlerine karşı beslediği husumetin tarihi olarak okuyor, geleceği ise dünyadan ve tarihten intikam alınacak bir zaman olarak algılıyorlar. Bu intikamın koşulu ise “millet”in özellikle de “Batılaşma” döneminde kaybettiği “ontolojik saflığı”na yeniden kavuşması, kendisini “kanserli hücreleri”nden temizlemesi. Bu nedenle ontolojik restorasyonu ve güç restorasyonunu birbirinden ayırt edilemeyen ikili bir süreç olarak değerlendiriyorlar. Ama bu ikili “diriliş” sürecinin yarattığı tahribat, aynı zamanda iktidar erkinin rasyonalleştirilmesini de imkânsız kılabiliyor.

Thomas Houseago, “Acelesi Olan Adam”, 2019

31 Mart sonuçları sizi şaşırttı mı?

Pek şaşırtmadı.

Yani AKP oylarında bir erimeyi öngörüyordunuz…

Aslında her şeye rağmen tam bir erimeden bahsedebilmek henüz mümkün değil. Biraz değişik kategoriler kullanırsak, 1950’den beri –1973 ve 1977 hariç– muhafazakâr ya da radikal sağ yüzde 60-65 oy alıyor. Bu seçimlerde de bu değişmedi. Sağın oy oranı aşağı yukarı aynı.

Sağ oyların toplamı açısından öyle ama, AKP oyları tedrici bir inişte. Bülent Arınç, YSK kararından bir gün önce, “MHP ile ittifak bizi yüzde 35’e düşürdü” dedi. İlk defa AKP’nin içinden ve bu kadar yukarıdan, oy kaybına uğradıkları bu kadar net ifade edildi.

Evet ama, aynı zamanda MHP de güçlendi. Cumhur İttifakı 31 Mart’ta yüzde 50’den fazla oy aldı. Başta Kürdistan’da olmak üzere, çok sayıda seçim hilesi yaşandığı açık, ama bununla birlikte AKP-MHP blokunun oy oranı yüzde 50 civarında.

Neticede, 16 Nisan referandumu noktasında mı duruyoruz?

Evet, az çok 16 Nisan noktasında duruyoruz. Fakat referandum sonuçlarını değerlendirmek kolay değil, bence bu ittifak yüzde 50’den fazla alamadı referandumda, fazlasıyla sahtekârlığa tanık olduk.

Kısacası, yüzde 50’nin bir miktar altında. Ne kadar altında, o kısmı meçhul.

Evet, orada ayrıca başka muammalar da var. OECD gözlemcileri, referandumda kullanılan mühürsüz ve dolayısıyla şaibeli oyların oldukça fazla olduğunu dile getirdiler.

“Demiri soğutma” sözünün öncelikli muhatabının Kürt seçmenler, özellikle 7 Haziran öncesinde AKP’ye oy veren Kürt seçmenler olduğu söylenebilir. Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı” sözüne Bahçeli’nin verdiği tepkide kullandığı ifadeler bunu teyit ediyor. Öte yandan, 6 Mayıs’ta, Öcalan’ın avukatlarının YSK kararının hemen öncesine denk getirilen açıklaması, “Saray’ın Kürt seçmene yönelik yeni bir girişimi mi masada?” sorusunu getirdi. Siz ne diyorsunuz?

O da mümkün. Bir kez daha pragmatizmin devam edememesini görüyoruz. Yarın mesela yeni bir Kürt açılımı, hatta Suriye’deki Kürt oluşumunun sembolik olarak kabul edilmesi, Türk askerlerinin Kamışlo’da veya Kobanê’de bulunması, ama statükonun devam etmesi gibi ihtimaller bile mümkün. Fakat tüm bunlar süreklilik kazanamıyor. Bunlar hakiki bir politika oluşturamıyor, zamana yayılamıyor, anlık siyasetler olarak kalıyor ve bu sebeple de çok radikal bir şekilde çökertiliyor.

Erdoğan iki anlamda tutsaklık yaşıyor. Bir yanda, MHP, Ergenekon-Susurluk önünde diz çökmüş durumda ve onların tutsağı. Dış politikada ise Putin’in tutsağı durumunda.

Öcalan’ın açıklamasını okuduğunuzda ne düşündünüz?

Özellikle umudum ölüm oruçlarına son verilmesi. Şu an benim için en önemli mesaj o.

Açıklamanın Öcalan’ın yanısıra üç İmralı hükümlüsünün imzasını taşımasını nasıl yorumluyorsunuz?

Dört imzalı bir açıklama olması önemli. Öcalan “biz” diye konuşurken hem kendisi bir önder olarak hem Kürt hareketinin sesi olarak konuşuyordu. Şimdi açıklamaya bu şekilde diğer kişilerin de dahil edilmesi daha manidar bir anlama gelebilir. Bu talebin sadece ondan gelmediğinin, paylaşılan bir talep olduğunun altı çizilmiş oluyor.

2016’daki söyleşimizin finalinde, Suriye meselesini konuşurken şöyle demiştiniz: “Suriye ihtilafı her yaz başka bir biçim alıyor.” 2019 yazına girerken, 6 Mayıs’ta Öcalan tarafından yapılan açıklama Suriye’yle başlıyor. Ve söylenen ne Esad rejimine ne Rusya’ya ne de ABD’ye cepheden ters gelecek bir formülasyon. Belki Kürt hareketi için bir geri adım gibi görünebilir, ama yerel demokrasilerin güvenceye alınması vurgusuna bakarak, bu pekâlâ ileri doğru atılan iki adımdan bir adım geri atılması olarak yorumlanabilir.  

Ayrıca ABD’nin tutumu ne olacak, onu da bilmiyoruz henüz. ABD-Türkiye gerilimi sadece Suriye ve Kürt meselesiyle sınırlı değil. S-400’ler krizi, ekonomik sorunlar, Doğu Akdeniz’de petrol arama girişimleri… Bana çok ciddi bir krizle karşı karşıyaymışız gibi geliyor. Erdoğan Rusya’yla ilişkilerde Putin’in tutsağı. Bundan kurtulabilecek mi? Tüm bu sorulara cevap vermeden Suriye meselesini Öcalan’ın açıklaması üzerinden değerlendirebilmek imkânsız. O sahnede de öngörülemezlik marjları çok büyük.

Thomas Houseago, “Parçalı Surat”, 2019

Rasyonalitenin imhası perspektifinden bakarak YSK kararına dönersek, Führer prensibinin bir kez daha devrede olduğunu gördük. Führer prensibini şefin –bizdeki güncel tabirle “reis”in– sözünün hukukun üzerinde olması olarak özetleyebiliriz herhalde.

Ve hukukun yerine geçmesi olarak. Evet. Türkiye’de o Führer prensibi hâlâ geçerli. Ama 2016’daki görüşmemizden bu yana, Türkiye’de ciddi olarak değişen tek şey devletin çok radikal bir şekilde kartelleşmesi. Devlet tam bir kartel niteliğine sahip. Bu kartelin içinde sadece Erdoğan yok. Ergenekon muhitleri var, Susurluk var. Susurluk’un üzerine gidilmemiş olması Türkiye açısından çok büyük bir trajedi oldu. Şu an Susurluk’un radikal bir şekilde intikam almasıyla karşı karşıyayız. Bunun dışında MHP var. Tüm bu olgular belki 2016’da bu derece berrak bir şekilde görülmüyordu. Ama o zamandan bu yana Führer prensibinin yanısıra bu kartelleşme oluştu.

Ergenekon-Susurluk ayrımı yaptınız. Bu ayrımı neye dayandırıyorsunuz? Söz konusu iki güç odağı uluslararası terminolojiyle nasıl adlandırılabilir?

Susurluk, devletin doğrudan icra edemediği yasadışı şiddeti, radikal sağ, mafya ve korucu güçlerini kendi zor aygıtına eklemleyerek gerçekleşmesi anlamına geliyor. Susurluk’la ortaya çıkan “üniformalı çeteler” ele alınmadan 1990’lardaki terör havasını ve devlet-içi rant savaşını ve iç cinayetleri anlayabilmek mümkün olamayacak. Ergenekon ise bir örgütten çok devlet içinde oluşan, ama devlet-dışı unsurları da içeren, devletin formel yasallığını kendi önünde bir engel olarak gören ve organik bir yapıya sahip olmayan bir muhit. Siyaset dilinde bu yapılanmaları tanımlamayı mümkün kılan kavram ise, Latin Amerika’da kullanılan ve 1990’larda Ümit Cizre’nin Türkiye bağlamında önerdiği “kartel” kavramı.

Erdoğan’ın “kızgın demiri soğutma”nın yanısıra “Türkiye ittifakı”ndan söz etmesine “Türkiye ittifakı diye bir şey olamaz, bizimki Cumhur İttifakı” diyerek sert tepki gösteren Bahçeli’nin Erdoğan’a aba altından sopa gösterdiği söylenebilir mi?

Türkiye şu anda Führer prensibine sahip olmasına rağmen, Erdoğan iki anlamda tutsaklık yaşıyor. Bir yanda, MHP, Ergenekon-Susurluk önünde diz çökmüş durumda ve onların tutsağı. Dış politikada ise –ne kadar süreceğini bilmek imkânsız olsa da– Putin’in tutsağı durumunda. Bu tutsaklıktan nasıl kurtulabileceğini bilemiyorum. O açıdan Arınç’ın gözlemleri çok ilginç. “Bizi eriten bir güç” diyor. “Tek güç olarak ortaya çıkıyoruz, ama aynı zamanda içimizi oyan ve boşaltan bir sistemle karşı karşıyayız” demeye getiriyor. Erdoğan’ın Türkiye ittifakı söylemi yalnızca MHP’den değil, ulusalcılardan da tepki aldı. Mehmet Ağar gibi birinin mesela Türkiye’de demokrasinin önünü açabilecek bir ittifakla en ufak bir ilgisinin olabilmesi mümkün değil.

Thomas Houseago, “Ucube Yüz Etüdü”, 2019

Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Kati Piri ve Avrupa Konseyi genel sekreteri Thorbjorn Jagland, YSK kararının ardından yaptıkları açıklamalarda, Türkiye’de iktidarın seçimle el değiştirmesinin artık uzaklaşan bir ihtimal olduğunu söylediler. AB’nin bu tespiti ne ifade ediyor? Ve asıl önemlisi, vurguladıkları durum Türkiye toplumu için ne anlama geliyor?

Maalesef AB’ye güvenim tamamen kaybolmuş durumda. AB 2015’te ciddi bir tutum sergileyebilirdi, yapmadı. Keza 2016’da ve 2017’de de aynı şekilde. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ayaklar altında çiğnenirken AB sesini çıkarmadı. O yüzden AB’ye güvenmek imkânsız. Demokrasilerde çok büyük kalleşlik olgusu yaşanıyor. Bizim için ne anlama geldiği konusundaysa, evet, iktidarın seçimle gitmeyi kabul etmemesi mümkün. Bunu görmek gerekiyor bir kere. Fakat bu, belli direniş mekanizmalarının ve sahalarının olmadığı anlamına gelmiyor. Bu sahaları mümkün olduğu kadar ayakta tutmak, genişletmek, derinleştirmek ve geliştirmek lâzım. Seçimler de bunun parçası. Tek direniş ayağı tabii ki seçimler değil. Claude Lefort’un “demokratik öngörülmezlik” diye bir teorisi var. Demokratik öngörülmezlik aynı zamanda iktidarın öngörülebilir olmamasını gerektirir. Eğer iktidar öngörülebilir bir noktaya, yani seçimleri kaybetmekle gitmeyecek bir noktaya gelecekse, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” mantığını güdecekse, buna karşı verilecek cevap direniş sahalarının genişletilmesi olmalıdır.

Seçimler direniş sahalarından biri, evet. Öte yandan, aleni ihlâllere ve seçim sonucunun tanınmamasına rağmen seçimlere katılmanın rejimin meşrulaştırılmasına, normalleştirilerek konsolide edilmesine katkı sağladığı görüşü bizzat oy veren seçmenlerin de çoğunun paylaştığı bir düşünce… Genişletilmeli dediğiniz diğer direniş sahaları neler olabilir? Bu alanları yaratmak ve genişletmek için nasıl bir örgütlenme biçimi oluşturulabilir?

Bu konuda benim somut bir öneride bulunabilmem mümkün değil, ama arkadaşlık muhitleri, nesillerarası aktarımlar, tartışma platformları, sanatsal yaratıcılık bile önemli direniş sahaları. Bazen haftada birkaç “ağır” olaya şahit olan Türkiye’de her şey kanıksanmakta, bu ise sadece kolektif hafızayı değil, akli melekeleri de imha etmekte. Gezi sonrasında, anlamın imhası bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde bir iktidarı yeniden üretme tekniği haline gelmiş bulunuyor. Bu direniş sahalarının ille de örgütsel bir temelde oluşması zorunlu değil, direnişin, olup bitenleri anlamlandırmanın, dayanışmanın bir potansiyel olarak varolması, günlük yaşam tarzlarını belirleyen bir pratiğe dönüşmesi önemli.

Türkiye’de Führer prensibi geçerli. Ama 2016’dan bu yana, ciddi olarak değişen tek şey devletin çok radikal bir şekilde kartelleşmesi. Bu kartelin içinde sadece Erdoğan yok. Ergenekon muhitleri var, Susurluk var. Charles Tilly’nin çok-aktörlü ya da çok-parçalı tiranlık diye bir kavramı var. Biz de çok-aktörlü bir tiranlıkla karşı karşıyayız.

23 Haziran’a dair öngörüleriniz neler?

Bir öngörüde bulunabilmek gerçekten çok zor. Çünkü öncelikle iktidarın nasıl davranacağını bilmek mümkün değil. Bir yandan son karar mercii Erdoğan, ama diğer yandan da az önce de söylediğim gibi bir kartel, bir MHP-Susurluk-Ergenekon olgusu var. ABD’li sosyolog ve tarihçi Charles Tilly’nin çok-aktörlü ya da çok-parçalı tiranlık diye bir kavramı var. Biz de çok-aktörlü bir tiranlıkla karşı karşıyayız. Bu çok-aktörlü tiranlık nasıl davranacak? Bunu öngörmek imkânsız.

Cumhur İttifakı’nın AKP kanadına yakından bakalım –AKP yöneticilerini ve AKP tabanını ayırarak. Abdullah Gül, YSK kararını Anayasa Mahkemesi’nin 2007’deki “367” kararına benzeten ve kınayan bir açıklama yaptı. YSK kararından birkaç hafta önce, Ahmet Davutoğlu’nun adeta bir muhalefet lideri gibi bir çıkışı oldu. Söylediği belki en önemli şey “partili cumhurbaşkanı sisteminin yeniden düşünülmesi gereği”ydi. YSK kararından sadece bir gün önce de, Bülent Arınç uzun bir aradan sonra sahneye çıktı ve Davutoğlu’nun aksine doğrudan Erdoğan’a hitap ederek, “bir taraftan milletin birliğini temsil edecek, ona ‘illet’, buna ‘zillet’ demeyecek, bir taraftan da partisini ayakta tutacak” dedi. Arınç’ın “parti” vurgusu önemli, zira herkes biliyor ki, artık ortada bir parti kalmadı. Ama bir taban var. Bu tabanın “çekirdek” ya da “reisçi” kısmının dışındakiler için YSK kararını içlerine sindirip tekrarlanan seçimde Binali Yıldırım’a oy vermeleri zor görünüyor.

Bana da çok zor gözüküyor. AKP diye bir partinin kalmadığı kesin. AKP’yi, daha doğrusu rejimi götüren AKP’nin geleneksel kadroları değil. 2011-2012’den itibaren AKP bir değişim yaşadı. Üçüncü nesil diyebileceğimiz bir kadro mevcut şu anda ve AKP’yi radikalleştiren de bu kadro. İçişleri bakanı Süleyman Soylu örneğinde olduğu gibi, bunların bir kısmı AKP geleneğinden gelmiyor. Orada da Susurluk ve Ergenekon dinamikleri çok önemli. AKP seçmeni şimdi kalkıp Erdoğan’dan desteğini çekecek mi? Erdoğan’ın terör stratejisini çok iyi kullandığını biliyoruz. 2015’te de bunu yaptı. Beka söyleminin başarısızlığı bu stratejinin her zaman işlemediğini gösterdi, ama bununla birlikte yine de yüzde 50’lik bir oy potansiyeline sahip.

Thomas Houseago, “Somatik Resim Kalabalığı”, 2019

Diyarbakır Bağlar’da olana bakın: HDP adayı yüzde 70 oy alıyor, fakat mazbata yüzde 26 oy alan AKP adayına veriliyor. İktidarın bu şekilde davranabilmesi de mümkün. Kendi özerk hareket alanını artık seçimlerden yola çıkarak değil, iktidarın iç müzakere ve anlaşmalarından yola çıkarak da devam ettirebilir. Nereye kadar bu gidecek, bilemiyorum. Fakat kesinlikle “her şey bitti, direniş mümkün değil” havasına girmemek gerekiyor. Tam aksine, direniş sahaları nerede mevcutsa oralara ağırlık vermek lâzım. Bir yıl veya iki yıl sonra ne olacağını kestirmek gerçekten mümkün değil.

Devlet Bahçeli’nin temsil ettiği devlet kanadının aslında Erdoğan’ın yenilgisini hedeflediği ve o nedenle seçim tekrarında ısrar ettiği yolundaki yorumlara ne dersiniz?

Daha 2013-2014’te “tekeden süt çıkmaz, senden Başkan olmaz” diyen Bahçeli, şu anda Erdoğan’ı tutsak almış bulunuyor. MHP’nin 2020’lerde hedeflediği başarının koşulu, Susurluk’u, Ergenekon muhitlerini, ulusalcıları içeren sistemin korunması, ama kendisini sistemin “tek adam”ı olarak gören Erdoğan’ın erimesi. Bu nedenle MHP’nin Erdoğan için gözyaşı dökeceğini düşünmüyorum.  

Kâğıt üzerinde baktığımızda, 23 Haziran’da Ekrem İmamoğlu yeniden seçilir gibi görünüyor. Ama realitede bu sonucu ortaya çıkarmamak için iktidarın her yola başvuracağı herkesin malûmu. Nasıl bir strateji yürütülecek sizce? 7 Haziran -1 Kasım sürecinde AKP’nin kaos stratejisinin hedefinde Kürtler vardı. Benzer bir yöntemi İstanbul’da ve büyük ölçüde CHP seçmenine karşı yapmak çok daha zor değil mi?

Evet, kolay değil, ama bir yandan da üç yıl önce yapılamayacağını düşündüğümüz o kadar çok şey gerçekleşti ki. Ve o kadar çok şey kanıksandı ki… Aimé Césaire’in, Hannah Arendt’in de belirttiği gibi, barbar olarak tanımladığınız mekânlarda kullandığınız şiddet, sonunda medeni olduğunu düşündüğünüz mekânlara da dönüyor. Aynen kolonyal şiddetin metropollere yansıması gibi. Tabii ki Sur’u veya Cizre’yi yıktıkları gibi İstanbul’un yarısını yıkabileceklerini düşünmüyorum. Ama Fethullah Gülen’le en ufak bir ilişkisi bile bulunmayan o kadar çok kişi “FETÖ”yle ilişkilendirildi ki…

Bir futbol klişesi var, “maç rakiple oynanır”. İktidarın elinden geleni ardına koymayacağı açık. Ama YSK kararının açıklandığı akşam hem sokaklara hem sosyal medyaya yansıyan havaya baktığımızda, 31 Mart’a ve öncesine kıyasla, çok daha yoğun bir bilenmişlik göze çarpıyor.

Önemli olan o bilenmişliği sonuna kadar kullanabilmek. Direniş sahalarının derinleştirilmesi ve genişletilmesinden bahsederken kastettiğim de o. 23 Haziran’da CHP belediye seçimlerini kaybetse bile, ya da kazanmasına rağmen İmamoğlu tutuklansa ve yerine kayyum atansa bile, seferberlik ve direnişi sürdürmek şart. Madem ki bir süreç başladı, sonuna kadar götürmek gerekiyor. Her halükârda, normal işlemeyeceği kesin olan süreç normal işliyormuş gibi davranmak gerekiyor. Boykot kampanyası bir seçenekti, fakat bu kararlaştırılmadığına göre, seçim kampanyasını yapmak gerek. İktidarın elinde bir yığın imkân var. Birincisi, şu ya da bu şekilde Ekrem İmamoğlu’nu veya Canan Kaftancıoğlu’nu “FETÖ” ile veya PKK ile ilişkilendirip onları etkisiz hale getirmeleri mümkün. Suikastler mümkün. Susurluk bunu yapabiliyor. Görsel medya bir iç savaş aygıtı olarak kullanılıyor. 23 Haziran’a kadar neler olabileceğini kestirebilmek mümkün değil. Fakat bence şu anda, en azından demokratik güçler açısından, önemli olan tüm seferberlik imkânlarını sonuna kadar kullanabilmek. Sonunda başarısızlığa mahkûm olunsa dahi…

2016 referandumu belirleyici bir kırılma noktasıydı. Ama “6 Mayıs darbesi” olarak tanımlanan YSK kararıyla birlikte yepyeni bir sürece girdiğimiz görünüyor. Ne dersiniz?

Evet, yeni bir sürece giriyoruz. Zira AKP artık legaliteye bağlı olmadığını, legaliteyi ayaklarının altında çiğneyebileceğini çok açık bir şekilde gösteriyor. Fakat nereye kadar?

Seferberlik ve direnişi sürdürmek şart. Normal olarak işlemeyeceği kesin olan süreç normal işliyormuş gibi davranmak gerekiyor. Demokratik güçler açısından, önemli olan tüm seferberlik imkânlarını sonuna kadar kullanabilmek. Sonunda başarısızlığa mahkûm olunsa dahi.

Bunca öngörülemezlik içinde, 11 Nisan 2019’da, Paris 8 Üniversitesi’ndeki “Beş Yıl Sonra Türkiye?” başlıklı kolokyumda yaptığınız sunumdaki ifadenizle, “içinde bulunduğumuz durumu açıklayan ve önümüzdeki süreçte belirleyici olacak altı unsur”a bakalım. İlki “büyük koalisyon”. Bu koalisyonun ya da hegemonik blokun aktörleri şöyle sıralı: “Püriten bir burjuvazi. Ya da eskiden püriten olan, şimdiyse devlet eliyle yüzlerce milyar dolara konmuş, son derece yozlaşmış, ranta dayalı bir burjuvazi. Yoksul sınıflar. Sünni Türklerden oluşan İç Anadolu’nun orta sınıfları. Aşırı milliyetçi bir elit.” Ardından şöyle diyorsunuz: “Soru şu: Bu büyük koalisyon sürecek mi? Yoksa bu hegemonik blokun çatladığına mı şahit olacağız? Mesela ekonomik krizin bu blok üzerinde nasıl bir etkisi olacak?” 31 Mart yenilgisini şu sebeple açıklayan AKP’li yöneticiler oldu: “Tanzim satışlar imajımızı bozdu.” Yoksul sınıflar açısından büyünün bozulduğu söylenebilir. Burjuvazi açısından da rantın daraldığı açık. İç Anadolu’nun Sünni orta sınıfları ise, 31 Mart sonuçlarının gösterdiği üzere, “tam destek, hep destek” pozisyonunu sürdürüyor. “Aşırı milliyetçi elit”e gelince, gemi azıya almış durumda. Bu tablo bize ne söylüyor?

Bu tablo, Erdoğanizmin Türkiye’yi uçurumun kenarına getirdiğini gösteriyor. ‘70’lerde değiliz, ama özellikle de ekonomik krizle ve şiddetle tanımlanan ‘70’lerle ortak bazı noktalar hemen ortaya çıkıyor: ‘70’lerde MHP, özellikle Orta Anadolu’da, mahalli düzeyde güçlenmekte, kendisine mahkûm kalan Adalet Partisi’nden aldığı destekle, sahip olduğu mahalli kaynakları bir milis gücü oluşturmak için kullanmaktaydı.

Bununla birlikte önemli bir farka da değinmek gerekli: ‘70’lerin AP’si 2000’lerin AKP’sinin sahip olduğu “hayırseverlik ağı”na sahip değildi. AKP’nin başarısının nedenlerinden biri, büyük şehirlerdeki yoksul katmanları yoksulluğun siyasi ya da sosyal bir sorun olmadığına, “fıtrat”la açıklanabilecek ve hayırseverlikle aşılabilecek bir “koşul” olduğuna inandırabilmesiydi. İnanılmaz boyutlara ulaşan yolsuzluklar bile bu “felsefe”yle meşrulaştırılmaktaydı. Bu siyaset devam edebilecek mi? Yoksa “iç ve dış düşmanlar” söylemi, komplo teorileri geleceğe yönelik bir umut yaratmaya ve dolayısıyla da mekanik bir aidiyet/itaat üretmeye devam edebilecek mi? Bu sorulara şimdiden cevap verebilmek zor.  

İkinci unsur “rejimin rasyonalitesi”. Şöyle diyorsunuz: “Siyasi teoride muhalefet hareketlerinin radikalleşmeleri üzerinde durulur, fakat çoğu zaman bir rejimin de radikalleşebileceği unutulur. Halbuki bu, dünyada oldukça sık rastlanan bir durumdur. Türkiye’de de rejimin bu şekilde değiştiğini, sadece yaşanan âna anlamını verebildiğini ve ileriye doğru bir kaçışın olduğunu görüyoruz. Bu adeta iktidar için bir habitus’a dönüşmüş, bir tür iktidar tekniği olarak içselleştirilmiş durumda. Bu sürekli ileriye kaçış hali, bizatihi rejimin kendisinin de ihtiyacı olan rasyonaliteyi imkânsız kılıyor.”
2016’daki söyleşimizde, Şerif Mardin’den yaptığınız alıntı akla geliyor: “Komplo teorilerinin devlet felsefesi haline gelmesi…” Bu rasyonalite imhası, bu sürekli ileriye kaçış ne kadar sürdürülebilir? Söz konusu “büyük koalisyon”un bileşenleri –“aşırı milliyetçi elit” haricinde– bu radikalleşmeye ne kadar ayak uydurabilir veya sürdürülmesinde ne fayda görebilir? 23 Haziran bu bakımdan “hegemonik blok”un çözülmesinin başlangıcı olabilir mi –özellikle Gül, Davutoğlu ve Arınç’ın peşpeşe yaptıkları çıkışla birlikte düşünüldüğünde?

Bu rasyonalite imhasının ve rejim içi radikalleşmenin devam etmesinin koşulu, krizin içte ve dışta bir sistem haline gelmesi ve tartışmayı, alternatif arayışını, felaketten çıkış senaryolarını anlamsız kılan bir şiddete başvurulması. AKP’nin birinci ya da ikinci nesil kadrolarının bir sosyal taban bulabileceklerini düşünmüyorum, ama böyle bir gelişimin rejimin kendisini de sersemleştireceği, özellikle dış politikada şimdiye kadar görülenlerden çok daha büyük hatalara iteceği de kesin.

Söz konusu olan sadece sindirme siyaseti değil, muhalifliğin düşmanlık olarak algılanması, siyasetin ise eski Yemen cumhurbaşkanı Salih’in ifadesiyle ‘yılanların kellelerinin üzerinde yürüme’ sanatı olarak tanımlanması. Payitaht-Abdülhamid fragmanına da bu şekilde bakmak gerekli. Büyük bir gururla sahnelenen cinayetlerin gerçekle ilişkisi yok, ama verilen mesaj çok açık. Referans Abdülhamid, ancak icraat, İttihad ve Terakki’nin icraatı.”

Üçüncü unsur “ekonominin fedası”. Bu unsuru İran rejimini araştıran Mehrad Vahabi ve Machiavelli’den –“ekonominin yıkımının siyaset inşasının bir aracı olabileceği”– örnekliyorsunuz ve şöyle diyorsunuz: “Yakın gelecekte Erdoğanizm de sistemi korumak adına Türkiye’de böylesi intiharsı bir ekonomi politikasına kalkışabilir mi?” Rasyonalite kaybı ve kurumsuzlaşma ile el ele ekonominin riske edilmesine çoktandır tanığız, ama “feda” boyutu aynı zamanda “büyük koalisyon”un fedası anlamına da gelmez mi? O durumda Erdoğanizmin kolonları da çökmez mi?

Evet, böyle bir strateji hegemonik blokun çözülmesini kaçınılmaz kılacak. İran örneği bu açıdan önemli: İran’da “hegemon” anlamında bir bloktan bahsedemeyiz. İzlenen ekonomik politikalar ise ya predatör –yırtıcı– ya da intihari bir niteliğe sahip. Ama Erdoğan’ın oluşturduğu ve el koyduğu Varlık Fonu’na benzeyen “Vakıflar”daki (Bunyadlar) 20 milyar dolara sahip olan sistem bu vakıfların “müşteri” kitlesine, Pasdaranlara ve Basijlere güvenebiliyor. En azından şimdilik. Erdoğanizm, kendisini hem İstanbul hem de “İslâmi” taşra burjuvazisinin, orta sınıfların desteğinden mahrum kılacak, ama ulusalcılara, ülkücülere, yeni Akıncılara, SADAT’lara mahkûm kılacak böyle bir senaryoya hazır mı? Bu soruya cevap verebilmek zor, ama senaryonun başka ülkelerde hayata geçirildiğini unutmayalım.

Dördüncü unsur “devletin paramiliterleşmesi”. Şöyle diyorsunuz: “Paramiliterleşmeye dair yapabildiğim ilk kaba hesaplara göre, Türkiye’de bu yapılanmaların içinde şu anda yaklaşık 200 bin silahlı kişi bulunuyor.” Devamını şöyle getiriyorsunuz: “Peki, bu paramiliter kuvvetlerin sadakati ne derece kalıcı olacak? Bu aktörlerin birçoğu Erdoğan’a sadık olabilir, fakat sadakatlerinin devlete olmadığı açık. Bir kısmıysa prensipte devlete, milliyetçiliğe veya cihada bağlı olabilir, fakat bunlar da Erdoğan’a sadık kalmayacaktır. Bu bağlamda MHP gibi aşırı milliyetçi kesimlerin stratejisi büyük önem taşıyor.” Çizdiğiniz tablo aynı zamanda bir iç çatışma tablosu değil mi? 11 Mayıs gecesi şu haberle karşılaştık: “Yeniçağ gazetesi yazarı Yavuz Selim Demirağ katıldığı TV programı sonrasında kimliği belirsiz yedi kişinin beyzbol sopalı saldırısıyla ağır yaralandı. GATA’da yoğun bakımda tedavi altına alındı.” Söz konusu TV programında AKP belediyelerindeki yolsuzlukları konu eden Demirağ’a yapılan saldırının benzerlerinin 23 Haziran sürecinde çeşitli muhalif seslere, kesimlere yapılması uzak ihtimal değil gibi. Siz de suikastlerin bile mümkün olduğunu belirttiniz. Bütün bu mümkünler “büyük resim”e dair bize ne söylüyor?  

Bu gelişmeler çok endişe verici. Söz konusu olan sadece sindirme siyaseti değil, muhalifliğin düşmanlık olarak algılanması, siyasetin ise eski Yemen cumhurbaşkanı Salih’in ifadesiyle “yılanların kellelerinin üzerinde yürüme” sanatı olarak tanımlanması. Payitaht-Abdülhamid fragmanına da bu şekilde bakmak gerekli. Abdülhamid’in paralel bir devlete sahip olduğunu biliyoruz. Fragmanda büyük bir gururla sahnelenen cinayetlerin gerçekle ilişkisi yok, ama verilen mesaj çok açık. Referans Abdülhamid, ancak icraat, daha çok İttihad ve Terakki’nin icraatı.

Rasyonalite imhasının ve rejim içi radikalleşmenin devam etmesinin koşulu, krizin içte ve dışta bir sistem haline gelmesi ve alternatif arayışını anlamsız kılan bir şiddete başvurulması. AKP’nin birinci ya da ikinci nesil kadrolarının sosyal taban bulabileceklerini düşünmüyorum, ama böyle bir gelişimin rejimi sersemleştireceği, çok daha büyük hatalara iteceği de kesin.

Beşinci unsur olarak “No Putin, no Russia” sloganından hareketle, meşruiyetini sadece “reis”e dayandıran bir rejim türünden söz ediyorsunuz ve “Erdoğanizm, sonuçları son derece yıkıcı olacak bir ‘No Erdoğan, no Türkiye’ stratejisine kalkışacak mı?” diye soruyorsunuz. Bu da bizi tekrar “büyük koalisyon”a getiriyor. Böyle bir strateji o koalisyonla mümkün mü? Rasyonalitenin imhası bahsinde “otoriter rejimlerin çoğunda belli ölçüde denge mekanizmaları bulunur ve her şeye rağmen, rasyonaliteden tamamen çıkmazlar” diyorsunuz ve bunun “otoriter rejimler ve Erdoğanizm arasındaki önemli bir fark” olduğunu söylüyorsunuz.

Demokrasiler de, klasik otoriter rejimler de “lider” ve “iktidar” arasındaki ayrımı korurlar. Bu aslında modernite öncesindeki “kralın iki bünyesi”, fani bünyesi ve kendisinden sonra başka bir kral yoluyla devam edecek “daimi” bünyesi ve dolayısıyla toplumun bünyesi arasındaki farkın korunması anlamına gelmektedir. Daha önce de ele aldığımız “Führerprinzip” bu ayrımı reddeder, “millet”’i ve “lider”i organik, kan bağıyla pekişmiş bir bütünlük olarak algılar. “Lider”, bir demokraside ya da klasik otoritarizmde olduğu gibi “millet”i belirli bir “zaman dilimi” içinde temsil eden ve bu nedenle de kısmen kutsallaştırılmış ya da “dokunulmaz” olarak kabul edilen bir şahıs olarak değil, “millet”in “geçmişini” ve “geleceğini” elinde tutan, milletin varolmasının “ezeli ve ebedi” koşulu olarak görür. Lider, aynı zamanda, “toprağın vatanlaşmasını” ve “bezin bayraklaştırılmasını” sağlayan “şehitlerin” kanını taşıyan, onların mukaddesâtına sahip olan şahıstır. Lider’e ihanet, sadece “dava”ya değil, aynı zamanda bu kana ihanet anlamına gelmektedir.

Altıncı unsur “kiliazm”. Şöyle diyorsunuz: “Sosyolog Karl Mannheim bunu dünyayı sadece kendi iradesiyle değiştirme arzusu olarak açıklıyor ve Kairos’un Kronos’la savaşı imgesiyle anlatıyor. Kairos Yunan mitolojisinde fırsatların tanrısı, yani iradeyi öne çıkaran tanrıdır. Kronos ise zamanın, tarihin tanrısıdır. Son on yılda Türkiye’de yürütüldüğünü gördüğümüz siyasetin de gerek Irak’ta, gerek Suriye’de, özellikle de bugün ABD’yle olan ilişkilerde böyle bir kiliazma dayalı olduğunu görüyoruz. Bu durum bizatihi iktidarın kendisi için de bir tehdit oluşturuyor.” Suriye’deki gelişmelere ve ABD’yle ilişkilere bakıldığında, Kairos’un yolun sonuna geldiği, Kronos’un hükmünü icra etmeye başladığı söylenebilir herhalde. Size de öyle geliyor mu?

Suriye’de 2020’lerde ortaya çıkabilecek tabloyu öngöremiyorum, ama Kairos duvara toslayıncaya kadar yılıp yorulmayan maceracı bir irade. Daha iki yıl önce Erdoğan Lozan’ın yeniden gözden geçirilebileceğini, “18 milyon kilometrekarelik anavatan”ın kaybedildiğini söylüyordu. 2010’dan beri, Türkiye’nin Hollanda’dan Almanya’ya, Rusya’dan İran’a ve ABD’ye kadar şiddetli bir kriz yaşamadığı ülke kalmadı. Kairos, içerde tıkandığı her anda çözümü dışardaki bir krizde buldu. Sorun, şantaj boyutu ağır olan, ama son derece tahripkâr ve kanlı sonuçlar üreten bu siyasetin ne kadar devam edebileceği.  

Hegemonik bloktan epey söz ettik, “maç rakiple oynanır” demiştik, “rakiplere” yakından bakalım. İki asli rakip var: CHP’de vücut bulan orta sınıf ağırlıklı laik-cumhuriyetçi kesimler ve HDP’de vücut bulan emekçi ağırlıklı Kürt hareketi ile sol-demokrat kesimler. Asıl ittifak, Millet İttifakı’ndan ziyade –Erdoğan’ın “zillet ittifakı” dediği– bu iki partinin tabanları arasında. Zaten Cumhur İttifakı’nın liderleri, sözcüleri ve medyası bu ittifaka vuruyor; bölmeye çalışıyor. 23 Haziran’da ve sonrasında bu ittifak nasıl bir rol oynayabilir? Tek adam rejimini geriletip parlamenter rejimin yolunu açabilir mi?  

Bu soruya verebileceğim cevap aslında bilinenin tekrarı olacak: Bu ittifak Türkiye’de ve Ortadoğu’da bir Kürt halkının, bir Kürt sorununun olduğunu ve bu sorunun şiddetle çözülmeyeceğini kabul edebilecek mi? CHP soykırımla, Kürt katliamlarıyla, 1920’lerin, ‘30’ların azınlık düşmanı, anti-semit siyasetleriyle belirlenmiş “ulusalcı” mirasından kopabilecek mi? Hem kendisini hem de İyi Parti’yi inancın inançsızlığa, bir dinin diğer bir dine, bir mezhebin diğer bir mezhebe, bir milletin diğer bir millete, erkekliğin kadınlığa, hetero-cinselliğin eşcinselliğe üstün olmadığına ikna edebilecek mi? 1908’den bugüne kadar yaşananlar, “bu üstünlüklerden feragat etmeyen” liberal siyasetlerin bir-iki yıl içinde çöktüğünü gösteriyor.

Express, sayı 169, Yaz 2019

^