CUMHURİYET TARİHİNİN KAPKARA SAYFALARI: 6-7 EYLÜL

Feza Kürkçüoğlu
5 Eylül 2019
SATIRBAŞLARI
6-7 Eylül 1955’te olanlar niye oldu, nasıl oldu? Vahşetin, dehşetin, ar-haya tanımayan barbarlığın kol gezdiği o iki gün bize neler söylüyor? Dönemin gazeteleri, mahkeme kayıtları, tanıklıkları neler anlatıyor? Hayatlarını, evlerini, işyerlerini yitirenlerin, yurtlarını terketmek zorunda kalanların anısına saygıyla, cumhuriyet tarihinin kapkara sayfalarından biri üzerine…
7 Eylül günü İstiklal Caddesi, Narmanlı Han’ın önü yıkımdan, yağmadan sonra… (6-7 Eylül Olayları: Fotoğraflar – Belgeler, Fahri Çoker Arşivi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları)

6-7 Eylül 1955… Cumhuriyet tarihinin utanç sayfalarına geçen bu olayın üstünden tam 64 yıl geçti. Elias Canetti İnsanın Taşrası isimli kitabında “İnsanları tarihi kabullenmelerine ya da ondan utanç duymalarına göre yargılamak gerek” diyor.

Yakın tarihimizde örnekleri çokça görülen milliyetçi, ırkçı ve nefret temelli politikalar yaşananlarla yüzleşmemenin bir sonucu olarak yeniden, yeniden karşımıza çıkıyor.

1923’te “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi”, 1928’de “Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası”, 1934’te “Trakya Olayları”, 1941’de “Amele Taburları”, 1942’de “Varlık Vergisi”nin izleri henüz taze iken derin bir yara daha açılacaktı: 6-7 Eylül 1955. O uğursuz iki günde yaşananlardan sonra İstanbullu Rumların yaşamı artık eskisi gibi olamayacaktı…

Rum, Ermeni ve Yahudi azınlığa ait dini binalar, dükkân ve iş yerleri ile evler neredeyse aynı saatlerde saldırıya uğrar. Saldıranları her semtte on ila yirmi kişiden oluşan gruplar yönlendirir. Ellerinde listeler bulunan bu “öncü grup” mekânları işaret ediyor, “semt sakinleri” de yıkıp yakıyor, yağmalıyor. Tanıklara göre, birkaç hafta önce mahalle muhtarları gayrimüslimlerin ev ve işyerlerini fişlemiştir.

“Ata’nın evi bombalandı”

Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı, Adnan Menderes’in başbakan olduğu Demokrat Parti iktidarı döneminde, 6-7 Eylül 1955’te, İstanbul ve İzmir’de meydana gelen saldırıların ardında “Kıbrıs sorunu” vardı. O yılın 29 Ağustos ile 6 Eylül günleri arasında Türkiye, Yunanistan ve İngiltere temsilcilerinin katıldığı, Kıbrıs’ın geleceğinin tartışılacağı Londra Konferansı toplanmıştı. Kıbrıs’ta Rum ve Türk toplulukları arasındaki gerginliğin yükseldiği günlerdi.

5 Eylül 1955’te, Atatürk’ün Selanik’teki evine patlayıcı konulmasıyla birlikte olaylar başlamıştı.

Anadolu Ajansı’nın haberi radyoya vermesi ile tüm Türkiye olayı duyar. Saat 13.00 bülteninde radyodan duyurulan haber daha sonra da tekrarlanır. Olaylardan sonra, 1956’da açılan davanın Adli Müşaviri Hakim Tümamiral Fahri Çoker’in arşivinden oluşan 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar – Belgeler Fahri Çoker Arşivi isimli kitaptan İstanbul Radyosu Dış Haberler servisinin yayınladığı bülteni aktaralım:

Selanik’te menfur bir tedhiş hadisesi. Selanik’te Aziz Atatürk’ün doğduğu ev ile Türk Konsolosluğu binası arasındaki bahçede saat gece yarısını dört geçe bir bomba patlamış ve bu infilak neticesinde Aziz Atatürk’ün doğduğu evin pencereleriyle Konsoloshanenin camları hasara uğramıştır. İnfilak esnasında da insanca zayiat olmamıştır.”

İstanbul Ekspres gazetesinin provokatif manşeti ve 6 Eylül 1955’in akşam saatlerinde Taksim Meydanı’ndaki gösteri

Radyo haberinden de anlaşılacağı üzere, Atatürk’ün evine atılan bomba sadece camlarının kırılmasına neden olmuştur. Radyo haberinin ardından Mithat Perin’in sahibi, Gökşin Sipahioğlu’nun da yazı işleri müdürü olduğu İstanbul Ekspres gazetesi ikinci baskı yapar. İri puntolarla “Atamızın Evi Bomba ile Hasara Uğradı” başlıklı haber şöyledir:

“Bugün Ankara ve İstanbul Radyolarının verdikleri bir habere göre bu gece yarısını 4 dakika geçe Selânik’te Aziz Atatürk’ün evine konan bomba patlayarak evde büyük bir hasara sebep olmuştur. Konsolosluk binamızla Atatürk’ün evi arasında patlatılan bomba, aynı zamanda Konsolosluk binamızı de hasara uğratmıştır.”

Olayların İstanbul’un ve İzmir’in çeşitli semtlerinde aynı saatlerde başlaması, kullanılan yöntemin “kendiliğinden” olamayacak kadar ayrıntılı planlanmış olması, yakıp yıkan, yağmalayan grubun semtler arasında hızlıca gidip gelmesi, atılan sloganların aynı olması saldırının organize olduğunu göstermektedir.

Sadece “camların kırıldığı” olayı İstanbul Ekspres, “büyük bir hasar” olarak verir. İstanbul Ekspres, 20 ile 30 bin tirajı bulunan bir gazete iken o gün iki ayrı baskı yaparak 290 bin civarında yayınlanır. Üstelik o dönemde büyük bir kâğıt sıkıntısı varken bu baskı sayısı gazetenin olaylardaki rolü üzerinde haklı soru işaretleri doğuracaktır.

İkinci baskı saatler içinde tükenir. Gazeteyi satanlar, dağıtanlar o dönemde kurulmuş olan “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” (KTC) ve milliyetçi çizgideki öğrenci dernekleri üyesi gençler ile Demokrat Partili militanlardır. Kamuoyunda Kıbrıs konusunda “hassasiyet” yaratmayı amaçlayan KTC Ağustos 1954’de kurulur. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) gibi gençlik örgütleri ve Demokrat Parti iktidarı tarafından desteklenen KTC, 6 Eylül 1955’e kadar hızla örgütlenerek yurt çapında 130’dan fazla şube açar.

“Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır, Rumlar ittir it kalacaktır!”

Olaylar saat 18.00’dan sonra başlayarak gece yarısı ilan edilen sıkıyönetimin sokağa çıkma yasağı koymasına kadar devam eder. Olayların başladığı saatleri, Dilek Güven’in Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları isimli kitabından okuyalım:

“Aynı günün öğleden sonrasının geç saatlerinde, çeşitli öğrenci birliklerinin ve Kıbrıs Türktür Cemiyetinin çağrısı doğrultusunda, Taksim Meydanı’nda bir protesto mitingi düzenlendi. Bu mitingin ardından, bazı gruplar İstiklal Caddesi’nde bulunan gayrimüslimlere ait işyerlerinin camlarını taşlamaya başladılar. Kısa sürede Taksim civarındaki –gayrimüslimlerin geleneksel ikamet ve iş çevresi olarak bilinen– Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi bölgeler, çeşitli araç gereçlerle donanmış olarak gelen ve işyerlerini, evleri, okulları, kiliseleri ve mezarlıkları tahrip eden insan yığınlarının akınına uğradı.”

6 Eylül günü akşam olmak üzereyken İstanbul’da yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlığa ait dini binalar, mağaza, dükkân ve iş yerleri ile evler neredeyse aynı saatlerde saldırıya uğrar. “Kıbrıs meselesi” ile başlayan ve Rumlara yönelen nefret, nasıl ve neden olduğu hâlâ “bilinmeyen” bir şekilde yerini gayrimüslimlere nefrete bırakır. Ellerinde sopalar, taşlar, demir çubuklar, baltalar, kürekler, testereler, kaldıraçlar ve hatta kaynak makineleriyle saldıranları her semtte on ile yirmi kişiden oluşan gruplar yönlendirir.

6 Eylül gecesi çok sayıda kilise ve mezarlık tahrip edilir (Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6/7 Eylül Olayları, İstos Yayınları)

Tanıkların ifadelerine göre, ellerinde listeler bulunan bu “öncü grup” mekânları işaret ediyor, “semt sakinleri” de gayrimüslimlere ait iş yerlerine, evlere saldırarak yıkıp yakıyor, yağmalıyor. “Can almaya değil, mala zarar vermeye geldiklerini” gururla söyleyen saldırganların ellerinde listeler olduğu resmen kabul edilmezken, tanıklara göre, olaylardan birkaç hafta önce mahalle muhtarları gayrimüslimlerin ev ve işyerlerini fişlemiştir. Tesadüf işte!

Saldırıların başlamasından önce, “birilerinin” özellikle Beyoğlu’nda Müslüman olduklarını bildikleri dükkânları Türk bayrağı asmaları konusunda uyardıkları, gayrimüslimlerin iş yeri ve evlerinin işaretlendiği şeklindeki iddialar varsa da bu boyuttaki saldırıların listeler hazırlanmadan yapılamayacağını düşündürmektedir.

“Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır, Rumlar ittir it kalacaktır” sloganı ile inler o gece İstanbul sokakları. Olayların İstanbul’un ve İzmir’in çeşitli semtlerinde aynı saatlerde başlaması, kullanılan yöntemin “kendiliğinden” olamayacak kadar ayrıntılı planlanmış olması, yakıp yıkan, yağmalayan grubun semtler arasında hızlıca gidip gelmesi, saldırılar sırasında atılan sloganların, yapılan tehditlerin aynı olması saldırının organize olduğunu göstermektedir.

Sayılarının 100 binin üzerinde olduğu tahmin edilen bu saldırganların bir kısmının İstanbul dışından geldikleri, sonradan yağmaladıkları mallarla yakalanınca anlaşılacaktır. Beyoğlu, Kurtuluş, Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Moda, Kuzguncuk ve Adalar, her yer yanmaktadır. Başta Rumların olmak üzere gayrimüslimlerin işyerlerine, evlerine, kiliselerine, okullarına ve mezarlıklarına saldırılmış, yakılmış, yağmalanmış, Rum kadınlarına tecavüz edilmiştir.

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi raporu yaşananları bütün açıklığı ile ortaya koyar: “Kilise ve ibadethanelerimizin 70’i müthiş tahribata mâruz kalmış, kısmı âzamı ateşe verilmiştir. İbadetimizin mukaddesatı utandırıcı bir şekilde kirletilmiş, talan ve yağma edilmiştir. Patrikhanedekiler de dâhil olmak üzere ölülerin mezarları açılmış, henüz defnedilen ölüler parçalanmıştır.”

Tanıkların ifadeleri kan dondurucudur. İşte onlardan biri… “Ordinaryüs” lakabı ile anılan, omuzlarda taşınan Fenerbahçe’nin efsane Rum futbolcusu Lefter Küçükandonyadis de saldırılardan “payına düşeni” alacaktır. Büyükada’daki evinde ailesi ile birlikte linç edilen, ölümden zor kurtulan Lefter’e harçlık verdiği gençler saldırmıştır. O sırada Patrikhane fotoğrafçısı olan ve o geceyi fotoğraflayan, 1958’de de sınır dışı edilen Dimitrios Kalumenos, Hıristiyanlığın Çarmığa Gerilişi kitabında mezarlıklara yapılan saldırıları anlattığı şu satırlar ile tarihe not düşer: “Başka mezarları da kazdılar, kemikleri çıkardılar ve kafataslarına top muamelesi yapıp tekmeleyerek Türk futbolunun ilerlemesi ve gelişmesine önemli katkı sağlayan ünlü Rum futbolcu Lefter Küçükandonyadis’i alaya almak için ‘Lefter Gol, Gol, Gol!’ diye bağırdılar!” 

Yaşanan saldırganlığı, nefreti, vahşeti, dirilere ve dahi ölülere yapılanları anlatmaya sözcüklerin yetersiz kaldığı o gecenin ardından yayınlanan Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi Sen Sinod (Yüce Meclis) Raporu yaşananları bütün açıklığı ile ortaya koyar:

“Adeti 80’i bulan kilise ve ibadethanelerimizin 70’i müthiş tahribata mâruz kalmış, kısmı âzamı ateşe verilmiştir, mukaddes kilise eşyası ve evâni tahrip edilmiştir. Aziz tasvirlerimizin gözleri oyulmuştur. İbadetimizin mukaddesatı utandırıcı bir şekilde kirletilmiş, talan ve yağma edilmiştir. Patrikhanedekiler de dâhil olmak üzere ölülerin mezarları açılmış, henüz defnedilen ölüler parçalanmıştır. Ölülerin kemikleri istirahatgâhlarından çıkarılarak etrafa atılmış ve ateşe verilmiştir. Her tarafta Ruhaniler aranmış, bulunanlara işkence edilmiş, ölümle tehdit olunmuş, hatta bir tanesinin canına kıyılmıştır.”

İstanbul’un birçok semtinde dükkânlar, mağazalar, işyerleri yıkılacak, yakılacak, yağmalanacaktır (Fahri Çoker Arşivi, TVYY)

“Olağan şüpheliler” hapishaneye

6 Eylül gecesi ilan edilen sıkıyönetim ertesi sabah kaldırılacak sonra yeniden konacaktır. O gece iki bin kişi suçüstü yapılarak gözaltına alınır. Ancak Menderes hükümeti ve Türk basını “gerçek suçluları” çoktan bulmuştur: Komünistler…

7 Eylül 1955 günü Emniyet elindeki 48 kişilik listeden yola çıkarak “tahrik ve tahrip” suçlamasıyla tutuklamalara başlar. Yıllar önce ölmüş bulunanların, askerde olanların da olduğu bu listeden tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Hulusi Dosdoğru, Dr. Müeyyet Boratav, Dr. Can Boratav, Dr. Nihat Sargın, Faik Muzaffer Amaç, Aslan Kaynardağ, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Berktay bulunmaktadır. Aylar sonra hepsi serbest bırakılır.

6 Eylül gecesi ilan edilen sıkıyönetim ertesi sabah kaldırılacak sonra yeniden konacaktır. O gece iki bin kişi suçüstü yapılarak gözaltına alınır. Ancak Menderes hükümeti ve Türk basını “gerçek suçluları” çoktan bulmuştur: Komünistler…

Bir Dinozorun Anıları isimli kitabında Mina Urgan olayı şöyle anlatır: “Millî galeyan, millî felâkete dönüşmüştü ve Adnan Menderes, bunun suçlusunun komünistler olması gerektiğine karar verdi. Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz Paşa, hemen o sabah, ‘6-7 Eylül suçlusu olarak, solcular, Sultanahmet meydanında salkım salkım asılacak’ diye buyurdu. Bunun üzerine elli komünistin hemen tutuklanması emredildi. Bunların arasında ölenler ya da yıllardır İstanbul’a ayak basmayanlar vardı. Bu yüzden ancak kırk dört kişi tutuklandı.”

Basının tutumuna gelince… 7 Eylül 1955’te, Peyami Sefa’nın Milliyet gazetesinde yayınlanan “Tuh!” başlıklı yazısı bir “tahrik” yazısı olarak değil, “milli ruh” ile kaleme alınmış bir yazı olarak kabul görür: “A sefil palikaryalar, âr damarı patlamış, hâyâsız it sürüleri, Londra’da milletlerarası hukuk yoluyla elde edemeyeceğinizi anladığınız bir neticeyi müdafaasız ve boş bir eve saldırmakta mı aradınız? Onu baştanbaşa havaya uçursaydınız bile, Türk, Yunan münasebetleri tarihinden Atatürk’ün adını, namussuz istilânızın, hâyâsız kaçışınızın ve Türk topraklarında yok oluşunuzun kaydını silebilir miydiniz? Bu ne ahmaklık, bu ne kahbelik, bu ne söz, bu ne hiçbir sözlükte kelimesi olmayacak kadar aşağının bayağısı saldırış… Tuh!”

Mümtaz yazarlarımızdan hiçbiri “asıl sana tuh!” deme cesaretini göstermemiştir. Devam edelim…

7 Eylül tarihli İstanbul Ekspres’in saldırıları “İstanbul’da Dün Bir Tarih Yaşandı” başlığı ile vermesi, haberin devamını “Üç kişinin bile kaldıramayacağı muazzam frijderleri (buzdolabı), makineleri bir kişi kucaklayarak nasıl sokağa fırlatıyor buna akıl erdirmek mümkün değildi. Vaziyeti gören Amerikalı bir turist grubu, (burası büyük harflerle yazılmış) ‘Türk milletine dokunulmaz bunu bu akşam öğrendik. Varolsun Türk milleti’ dediler.” diye bitirmesi de ırkçılık olarak kabul görmez.

6 Eylül gecesi işyerlerinin saldırıya uğradığı İstiklal Caddesi, 7 Eylül sabahı savaştan çıkmış gibiydi (Fahri Çoker Arşivi, TVYY)

Menderes: “Ya maazallah kan dökülseydi”

13 Ocak 1956’da TBMM’de “6-7 Eylül Hâdiseleri” görüşülürken CHP’li milletvekillerinin olayı “millî felâket” olarak nitelemesinin ardından Başbakan Adnan Menderes söz alır:

“Muhterem arkadaşlar, bu büyük bir millî felâkettir, şudur, budur. Fakat şurasını nazarı dikkate almak lâzım gelir; millî şuur ve vatanperverlik hisleri, en galeyanlı hareket edenleri dahi bir noktada tutmuş bulunuyor. Ya maazallah kan dökülseydi, daha başka türlü hadiseler çıksaydı? Millî felâket, millî felâket diyorsunuz, nihayet mala taallûk eden bir hâdise karşısındayız, bunu tazmin etmekle iş bitmiş olur. Ya Allah göstermesin, mazide olduğu gibi kan dökme hâdiseleri olsaydı?”

Sanki ölenlerin, yaralananların olduğu, bütün İstanbul’u ve İzmir’i korku içinde bırakan kitlesel bir linç olayından değil de kalabalık bir mitingden söz ediliyor: “Ya maazallah kan dökülseydi”…

Mahkeme kayıtlarına göre, 4340 atölye ve mağaza, 2000 konut, 10 lokanta, 83 kilise, 27 eczane, 21 fabrika, 12 otel, 11 klinik ve dispanser, 5 dernek binası, 3 gazete matbaası ve 2 mezarlık yakılıp, yağmalandı. Gayri resmi rakamlar ölü sayısının 11, yaralı sayısının 300’ün üzerinde olduğunu ve 60’dan çok daha fazla tecavüz vakasını gösteriyordu.

Menderes’in sözleri 2 Temmuz 1993 Sivas katliamında 33 aydının Madımak Oteli’nde “cehennem ateşi bu” diyerek yakılmasının ardından dönemin başbakanı Tansu Çiller’in söylediklerini hatırlatıyor:

Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!.. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir. Olayı bu kadar büyütmek yanlış, bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi.” Malûm, devamlılık esas…

Menderes’in konuşmasına dönelim. Menderes, olayı “mala taallûk eden bir hâdise” olarak nitelendirip, sıradanlaştırmaya çalışarak devam ediyor: “bunu tazmin etmekle iş bitmiş olur.” Ama öyle olmuyor, iş bitmiyor!

İstanbul’daki linç resmi olarak 3 ölü, 30 yaralı olarak geçer kayıtlara. Mahkeme kayıtlarına göre, saldırılar sırasında 4340 atölye ve mağaza, 2000 konut, 10 lokanta, 83 kilise, 27 eczane, 21 fabrika, 12 otel, 11 klinik ve dispanser, 5 dernek binası, 3 gazete matbaası ve 2 mezarlık yakılıp, yağmalandı. Gayri resmi rakamlar ise ölü sayısının 11, yaralı sayısının 300’ün üzerinde olduğunu ve 60’dan çok daha fazla tecavüz vakasını gösteriyordu. İzmir’de ise 57 yaralının olduğu olaylarda 14 ev, 6 işyeri, bir pansiyon, bir kilise, Yunan fuar pavyonu, Yunan Konsolosluğu binası saldırıya uğramıştı. Maddi hasarın 150 milyon lira daha fazla olduğu iddia edilirken, Meclis tarafından tahsis edilen meblağ sadece 60 milyon lira tutarındaydı ve yine iddialara göre bu rakamın hepsi de ödenmemişti.

Adnan Menderes, Yassıada Mahkemesi’ndeki 6-7 Eylül Olayları davasında ifade verirken: “Bunu Türk vatanperverliğinin ve siyasi dehasının bir tecellisi olarak telakki etmek lâzım gelir”

Yassıada Mahkemesi’nde örtbas

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Demokrat Parti iktidarının Yassıada Yüksek Adalet Divanı tarafından yargılanması başlar. “6/7 Eylül Olayları” açılan davalar arasındadır. 21 Eylül 1960 ve 5 Ocak 1961 tarihleri arasında görülen davada Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Namık Gedik, Fahrettin Kerim Gökay ve Fuat Köprülü de yargılanır.

17 Aralık 1960’da yapılan duruşmada Adnan Menderes, bir yandan olaylardaki sorumluluklarını kabul etmezken bir yandan da sonuçları ile adeta övünür. İşte Menderes’in gururla söylediği sözler:

“6/7 Eylül gecesinde cana taarruz vaki olmamış, bu da bir tertip delili olarak gösteriliyor. Bunu bir tertip delili olarak telakki edilecek yerde, Türk vatanperverliğinin ve siyasî dehasının bir tecellisi olarak telakki etmek lâzım gelir. (…) Tertibin zerre kadar eseri mevcut değildir. Bu, millî bir heyecanın infilâkından ibarettir. Türk milleti küçük düşürülmemiştir. Türk milleti ondan sonra muvaffakiyetlere gitmiştir. İtibarı, şanı, şerefi hepsi yerindedir. Binaenaleyh kendimizi böyle bir düşkünlük psikozu altında görmemizin sebep ve saiki mevcut değildir.”

Olayları tertiplemekle suçlanan sanıklardan sadece Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve İzmir Valisi Kemal Hadımlı mahkûm olur. Davada olaylarda adı geçen Selanik Başkonsolosluğu çalışanları, Kıbrıs Türktür Cemiyeti yetkilileri, İstanbul ve İzmir emniyet müdürleri aklanır.

O dönemde Özel Harp Birimi’nde görevli bir subay olan Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, 1991’de Fatih Güllapoğlu’na verdiği mülakatta, “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve iyi bir örgütlenmeydi. Amacına ulaştı. Sorarım size, muhteşem örgütlenme değil miydi?” diyerek karanlıkta kalan bir gerçeği ağzından kaçırır.

Peki, bu “tertip olaya” karıştığı iddia edilenler? Olayın ardından, “tesadüf” bu ya, hemen hepsi önemli konumlar elde ederler. Selanik’teki eve bomba atmakla suçlanan Oktay Engin, olaydan sonra Emniyet Teşkilatı’nda çalışmaya başlar ve yıllar sonra Nevşehir Valisi olarak emekli olur. Selanik Konsolosluğu görevlileri “büyükelçi” olarak emekli olurlar. İstanbul Ekspres’in sahibi Mithat Perin Demokrat Parti’den milletvekili, yazı işleri müdürü Gökşin Sipahioğlu ise Fransa’da uluslararası bir ajansın sahibi olacaktır.

Dr. Hulusi Dosdoğru, 6/7 Eylül Olayları isimli kitabında dava hakkında şu satırları yazar: “6/7 Eylül Olayları, Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı’nda yargılanması, 24.10.1960’ta gerekçeli kararın verilmesiyle sona ermiştir. Ortaya salkım saçak dökülen, akla, izana sığmaz bu dev çaptaki suçların ardından, ne yazık ki, dağ fare bile doğuramamıştır. Bebek, köpek, metres davaları ile havanda su dövenler, asıl suç kovanını çomakladıkça, altından eski deyimle çapanoğlu yeni adıyla kontrgerilla çıktığından ve ucundan kulpundan karıştıranlara bulaştığından suçlar köpürtülüp kazınmadan, olduğu gibi bırakılmıştır.” 

O dönemde Özel Harp Birimi’nde görevli bir subay olan Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, 1991’de gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği mülakatta “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve iyi bir örgütlenmeydi. Amacına ulaştı. Sorarım size, muhteşem örgütlenme değil miydi?” diyerek karanlıkta kalan bir gerçeği ağzından kaçırır. Sonradan inkâr etse bile bu gerçek saldırıların kimler tarafından düzenlendiği hakkında makul bir “şüphe” oluşmasına yetip de artacaktı…

6-7 Eylül 1955’te yaşananlar hakkında çok sayıda soru ve açıklanması zor garip “tesadüfler”, hâlâ bilinmezliğini koruyor. 6-7 Eylül olaylarını tertipleyenleri, azmettirenleri, kışkırtanları, uygulayanları, aklayanları ortaya çıkarmadıkça, yani geçmişimizle yüzleşmedikçe ondan sonraki katliamlar da karanlıkta kalmaya mahkûm olacaktır.

Walter Benjamin’in Son Bakışta Aşk kitabındaki soruyla bitirelim: “Çözülen ne? Hayatımızın bütün soruları, biz yaşadıkça arkamızda bıraktıklarımızı görmemizi engelleyen bir çalı yığını gibi değil mi? Bu yığını kaldırmak bir yana, seyreltmek bile aklımıza gelmiyor. Onu arkada bırakıp ilerliyoruz. Gerçi belli bir uzaklıktan görülebiliyor, ama bir gölge, giderek iç içe geçen bir bilmece gibi, belli belirsiz.”

^