2018 DÜNYA KUPASI: KİM KAYBETSİN, NE KAZANSIN –6

Yücel Göktürk
14 Temmuz 2018
SATIRBAŞLARI

Ve büyük gün geldi çattı. Kupa boyunca birçok şey gönlümüzce oldu, öyle olunca da final gönlümüzdeki iki takım arasında oldu. Soru ağır, çelişki yaman: Kimi tutacağız? 
Mohamed Mrabet

Ne güzel oldu!

İkinci devrenin başlarında, İngiltere’nin 5. dakikada Trippier’in enfes frikiğiyle kazandığı üstünlük sürerken “berabere bitsin, penaltılara gitsin” diyorduk. Berabere bitti, ama penaltılara gitmedi.

Maç öncesine, tefrikamızın beşinci bölümüne zaplayalım: “Modrić ve Rakitić Arjantin’e yaptıklarını tekrarlayabilir mi? Bu iki isme kıyasla biraz gölgede kalan Mandžukić’in ‘yıldızının parladığı an’ İngiltere maçı olabilir mi? Keşke…

Modrić ve Rakitić, gol atmak dışında, Arjantin’e yaptıklarını ziyadesiyle tekrarladı. Mandžukić’in ise “yıldızının parladığı an” 109. dakikaya denk geldi, “keşke”yi realize ettiği gibi, “Maçın oyuncusu hanesine Kane’i, finalistin karşısına da İngiltere’yi yazabiliriz” cümlemizi çöpe attırdı. Ne güzel oldu.

Hırvat balesi

O cümlenin öncesinde şöyle diyorduk: “Gönlümüz Hırvatistan’dan yana, ama ibre İngiltere’yi gösteriyor. Hırvatlar 16’da Danimarka’yı, çeyrek finalde Rusya’yı penaltılarla geçerek ‘kısmet faktörü’ kotasını doldurdular gibi. Geriye ‘bale ilkesi’ kalıyor, bir ölçüde de ‘Balkan inadı’…”

“Kısmet faktörü”ne ihtiyaç kalmadı, “Balkan inadı” ve “bale ilkesi”, İngiltere’nin safında olan “iklim ilkesi”ni ve “tribün büyüsü”nü alt ederek Hırvatistan’ı finale taşıdı. 1-0 geriye düştükleri 5. dakikadan itibaren inatla oyuna asılan Hırvatlar, 68’de tam bir “bale” golüyle beraberliği buldu.

Sağ kanattan Vrsaljko’nun yaptığı ortayı Kyle Walker yatarak kafayla uzaklaştırmak üzereyken sahneye Perisic çıktı, pir çıktı. Mükemmel bir zamanlamayla sıçrayıp Walker’ın kafasının üzerinden sol ayağının dışıyla topu filelere taktı.

Hırvat balesi Perisic’in muhteşem volesiyle sınırlı değildi. Maç boyunca, başta kaptan Modrić, çim balesinin tüm inceliklerini döktürdüler. Galibiyete uzatma bölümünden önce de ulaşabilirlerdi. 71’de, Perisić bu defa soldan girip nefis vurdu, ah o direk… Ve ah o Rebić. Direkten dönen topu Pickford’a nişanlamasa 109’a kadar kıvranmayacaktık. Gözbebeğimiz Morić de son düdükten birkaç dakika öncesinde oyundan alınana kadar helâk olmayacaktı.

Luka Modrić

 

İbrenin İngiltere’yi gösterdiğini söylerken, Hırvatların yorgunluğunun yanısıra, defansın üç asının maç öncesindeki son idmana sakatlıkları nedeniyle çıkmayışlarını ve yarı finalde oynayamayacakları ihtimalini göz önüne almıştık:

“120 dakikalık yıpratıcı ve yüksek gerilimli iki maçtan sonra Hırvatistan’ın ‘bale’ye mecali kalmış mıdır? Üstelik kaleci Subašić, sağbek Vrsaljko ve Liverpool’da forma giyen merkez müdafi Lovren’in sakatlıkları nedeniyle muhtemelen oynayamayacaklarını hesaba katarsak…”

Üçü de oynadı, hem de ne oynama! Subašić yine altın eldivendi, Lovren bu kupanın gol kralı Harry Kane’e nefes aldırmadı. Maç öncesinde, Kane’in dört sene önce Lovren’i madara edişi dünya medyasında sakız olmuştu. Liverpool’un 4-1’lik Tottenham hezimetinde, Lovren ilk 12 dakikada yaptığı iki kritik hatayla Kane’in bir golüne, bir de gol pasına sebebiyet vermiş ve 31. dakikada oyundan alınmıştı.

Bir defans oyuncusu için kolay kolay başa çıkılmayacak –düşman başına– bir travma. Belki de Kane’e adım attırmadığı yarı final maçından sonra yaptığı yakışıksız açıklama oradan geliyor: “Dünyanın en iyi defans oyuncusu olduğumu herkes gördü.”

Lovren, evet, çok iyiydi ama, bize kalırsa, Hırvat defansının yıldızı Atletico Madrid’li sağbek Vrsaljko’ydu. Ashley Young’ın önceki maçlardaki gibi sol koridordan bindirip ölümcül ortalar yapmasına müsaade etmediği gibi, sayısız atak geliştirdi ve Perisić’in enfes golünün hazırlayıcısı oldu. Ama asıl yıldızlaştığı an, uzatmanın 9. dakikasında, John Stones’un Trippier’in ortasına üç adımdan yaptığı kafa vuruşu tribünleri gol diye ayağa kaldırdığında, doğru yerde ve doğru zamanda olmasıydı. O topu kafayla çıkarmasa Hırvatistan son 20 dakikaya 2-1 yenik girecekti. Sonra ayıkla pirincin taşını…

Hırvat defansından söz edip Vida’yı es geçmek olmaz. Rusya’ya uzatmada attığı kritik gol, penaltılarda –Danimarka karşısında olduğu gibi– sakin ve temiz vuruşuyla fileleri bulmasına ilaveten, İngiltere karşısındaki dört dörtlük savunmacılığı, eskilerin “pire gibi forvet” deyişini hatırlatan tehlikeli bay Sterling’e göz açtırmaması… Beşiktaş Vida’yı renklerine bağlayarak tam isabet kaydetmiş.

Buraya kadar, maçı özetleyelim derken, kendiliğinden kaç isim saydık? Modrić, Rakitić , Mandžukić, Perisić, Subašić, Lovren, Vrsaljko, Vida… Sekiz isim, bir çırpıda. Bir maçı zihnimizden geçirirken sekiz ismin göz dolduran performansları peşisıra sökün ediyorsa, maçı o takımın kazanmış olmasında şaşırtıcı bir taraf yok demektir. Aynı şeyi İngiltere için yapsak, Pickford deriz, Trippier deriz, zorlana zorlana Lingard, Dele Alli deriz, gerisini getiremeyiz. Böyle bir sayımda skor 8-4 olunca, ki o 4 de ittire kaktıra, maçın skorunun 2-1 olması az bile.  

Pele’nin Yugoslavya’sı

Tefrikanın dördüncü bölümünde “Her zaman, her yerde Yugoslavya” demiştik. Şimdi somut bir zaman ve somut bir yer verelim. Sene 1971, 200 bin kişilik Maracana stadı. Büyük efsane Pele’nin milli formaya veda maçı: Brezilya-Yugoslavya. “Siyah inci”nin jübilesi için Yugoslavya’yı tercih edişi, haliyle merak konusuydu. Pele’nin cevabı: “Brezilya’dan sonra Yugoslavlar, dünyada en göze hoş gelen ve yaratıcı futbolu oynuyor. Bu yüzden son maçımı onlara karşı oynamak istedim.”

1970 dünya şampiyonu, Pele’li, Gerson’lu, Rivelino’lu Brezilya ile Euro 1968’in finalisti Oblak’lı, Dzajić’li, Jerković’li Yugoslavya’nın 2-2 berabere kaldığı o jübile maçının gollerini görmek isteyenler için:

Ve Pele’nin son demlerine tanık olmak isteyenler için o maçtan enstantaneler:

Yugoslavya gibi, “güzel oyun”un piri Brezilya da çoktandır sizlere ömür. İkisine de – düğmelerimizi ilikleyerek– saygı duruşu…

Doris Dragović’ten “Zelijo Moja”yı (“Aşk Ateşi”) dinleyelim, Eurovision 1986’dan, Yugoslavya’nın hayatta olduğu, dünyanın bu kadar berbat olmadığı günlerden.[i] Dileyenler Selçuk Ural yorumuna da kulak verebilir.

Kupa eve gelemedi, “Don’t Look Back in Anger”

Bir saygı duruşu da, düğmeleri çözerek, Southgate ve takımına ve İngiltere tribünlerine. Geçen bölümde Southgate’i ve yarattığı takımı uzun uzadıya anlatmıştık, tekrara gerek yok. Ama hocanın ve takımın ve İngiltere tribünlerinin elenme anlarına bir yakın plan yapalım. Son düdükle birlikte İngiliz oyuncuların çimlere yığılışı, gözyaşlarını tutamamaları… Profesyonelliği sollayan o amatör hal. Ve Southgate’in önce Hırvat hoca Zlatko Dalić’e sarılıp tebrik edişi, sonra oyuncuların yanına gidişi, yere çökmüş olanları ellerinden tutup kaldırışı, iki büklüm duranları kucaklayışı, her birinin kulağına teselli sözleri söyleyişi, sükûnet ve vakar içinde yenilgiyi kabul edişi, maç sonrası demecinde rakibi övüşü…

Orada buharlaşmayı yeğleyecek oyuncuları toparlayıp taraftarlara götürüşü… Ve tribünlerin yenilen ve elenen takımlarını bağırlarına basışı… Devamında da staddan ayrılmayarak, bu kupanın marşı yaptıkları “It’s Coming Home”ın yerine hep bir ağızdan Oasis’in “Don’t Look Back In Anger”ı söyleyişleri…

“Hurricane” Harry Kane’e ayrı bir paragraf şart. Hırvatistan maçı öncesinde “İsveç maçını golsüz geçiren ‘don değiştirmiş Bobby Charlton’ın iki maç üst üste suskun kalması zayıf ihtimal” demiştik. Lovren’in oynayacağını, hem de öyle oynayacağını bilmiyorduk tabii. Ama Kane, üçüncülük maçını da golsüz kapattı ve Lineker’in altı gollük İngiltere rekorunu egale etmekle kaldı, kıramadı. Yine de 2018’in gol kralı olarak tarihe geçti. Tabii eğer finalde, üçer gollü Griezmann veya Mbappé şapkadan tavşan çıkarıp hat-trick’le unvana ortak olmazlarsa.

Şimdi “Don’t Look Back In Anger”i önce tribünlerden, sonra da Noel Gallagher’in Buenos Aires konserinden dinleyelim ve hem İngiltere’ye hem Arjantin’e veda edelim.

 

Giroud’nun kısmetsizliği

Ve gelelim diğer finalist Fransa’ya. Önce, tefrikanın beşinci bölümüne zaplayalım:

“Tefrikanın dördüncü bölümünde şöyle demiştik: ‘Kalben ve mantıken, şampiyon Fransa.’ Brezilya karşısındaki Belçika’yı seyrettikten sonra, ‘şampiyon’un son üç harfini geri alıp futbol medyası klasiğine rücu etmek gerekiyor: Şampi…”

O üç harfi geri almak “mantıken”di, kalben değişen bir şey yoktu. Nitekim, sözü bağlarken şöyle demiştik: Brezilya maçının öncesinde Belçika için söylediğimizi Fransa için söyleyelim: Fransa kazansın, kazanmalı, muhtemelen kazanacak. ‘Muhtemelen’ kısmı ‘bilimsellik payı’ ve ‘kısmet faktörü’ icabı.”

Olivier Giroud

Gönlümüzden geçen gerçekleşti. Bir eksikle: “Uruguay maçının kahramanı Giroud olursa şaşırmayalım demiştik, olamadı, ama kısmet faktörü daha ne kadar aleyhine çalışacak? Fransa Giroud ile finale çıkarsa şaşırmayalım.”

Finale çıkaran gol 51’de Umtiti’nin kafasıyla geldi. Giroud yine kısmetsizdi. Pekâlâ duble, hatta belki de hat-trick yapabileceği maçtan karavanayla çıktı. Önce 31’de Pavard’ın ortasına yaptığı kafa vuruşu, ardından Mbappé’nin nefis pasıyla Courtois’yla karşı karşıya kalırken biraz daha hızlı davranabilse, 56’da yine Mbappé’nin ceza sahasının içinde, arkası kaleye dönük olarak ayağının tabanıyla verdiği fenomenal pasa yaptığı vuruş saniye/ santim farkıyla Dembéle’nin ayağına çarpmasa ve nihayet 67’de Griezmann’la yaptığı al-ver’den sonra çok müsait durumda attığı şut havaya dikilmese… Evet, “olsa”yla “bulsa”…

Olmadı, bulmadı, o yüzden de maç esnasında ve sonrasında birçok yorumcu “Giroud yerine başka bir forvet olsaydı, Fransa çok daha rahat bir galibiyet alırdı” diyecekti. Peki, ama Giroud yerine başka bir forvet olsaydı, o pozisyonlara girebilecek miydi? Golcülüğün birinci şartı doğru zamanda, doğru yerde olmak. İkincisi “bitirici vuruş”. Giroud ilkini layıkıyla yaptı, ikincisinde tekledi. Ama maç boyunca yaptığı amansız presle ve bencillikten uzak, takım oyununu öne alan anlayışıyla bizden üç buçuk yıldız aldı.

Peki, kupayı böyle, “elde var sıfır”la kapatır mı? Bize kalırsa, zayıf ihtimal. Uruguay ve Belçika maçları öncesinde söylediğimizi final öncesinde de söylemekte beis yok: “Kısmet faktörü daha ne kadar Giroud’nun aleyhine çalışacak? Fransa kupayı Giroud ile alırsa şaşırmayalım.”  

Giroud’nun yanına Mbappé’yi de ekleyelim. “Maçın oyuncusu” hanesine onu yazabiliriz pekâlâ. Belçika maçında yaptıkları, Hırvatistan maçında yapacaklarının teminatı. Demin andığımız 34 ve 56’daki Giroud pozisyonlarını hazırlamasına ilaveten 38’de Pavard’a “al da at” kabilinden verdiği pası hatırlayalım. Ve Courtois’nın çok yerinde çıkışını ve şansı yaver giderek ayaklarıyla kurtarışını.

“Kurtarış” deyip Lloris’e şapka çıkarmamak olmaz. 22’de Alderwerield’in kornerden seken topa yaptığı mermi misali vuruşu, 81’de Witsel’in üç adımdan çaktığı şutu mükemmelen çelmeseydi, şimdi başka şeyler konuşuyor olabilirdik –maazallah.

Kanté-Pogba-Matuidi orta üçlüsüne de ayrıca şapka! Brezilya orta sahasına top yaptırmayan Witsel ve Fellaini’yi etkisiz kıldıkları gibi, Hazard ve De Bruyne’ün her daim oyunun kaderini değiştirebilecek marifetlerini konuşturmalarına set çektiler.

Kanté yine üç ciğerli gibiydi, sahada basmadık yer bırakmadı. Matuidi hem kesiciliği hem kuruculuğuyla parmak ısırttı. Ve Pogba… Onu hep “bale”yle anmıştık, bu defa oyun disipliniyle –ki, en zayıf noktası olduğu söylenegelir– ve savunmaya katkısıyla temayüz etti. Defansın göbeğindeki Varane-Umtiti ikilisinin kâh önünde kâh arkasında pozisyon alarak Lukaku’ya alan ve aman vermedi.

Griezmann’ı unutmayalım. Her zamanki “gölge 10 numara” rolünün dışına çıkarak orta sahada çalıştı; top taşıdı, top kesti, top gezdirdi. Hücum aksiyonlarında umulduğu kadar etkili olamasa da takımı ayakta tutmada başrolü oynadı.

Uruguay ve Belçika maçları öncesinde söylediğimizi final öncesinde de söylemekte beis yok: “Kısmet faktörü daha ne kadar Giroud’nun aleyhine çalışacak? Fransa kupayı Giroud ile alırsa şaşırmayalım.”  

Piyade birlikleri ve hafif süvari alayı

Belçika oyuna daha iyi başlamıştı, özellikle ilk yarım saatte hâkimiyet onlardaydı. Ama giderek üstünlük Fransa’ya geçti. Bunda, az önce vurguladığımız orta saha faktörü nedeniyle, star üçlü Hazard-Lukaku-De Bruyne’ün alan bulamaması, topla buluşamaması, organize atak geliştirememesinin payı büyüktü. Ve tabii Brezilya’yı mat eden oyun planının (bkz. beşinci bölüm) müellifi Roberto Martinez’in bu defa, tabiri caizse, baltayı taşa vurması…

Brezilya maçında orta sahanın solunda, rakibin sağ kanadını kitleyen Chadli’yi, cezalı duruma düşen Meunier’in yerine, sağbeke koymuş ve Chadli’den boşalan yere de Dembélé’yi monte etmişti. Sonuç: Solda Vertonghen, Chadli’nin çabukluğuna ve hızına sahip olmayan Dembélé’nin desteğini alamayarak Mbappé’yle baş başa kaldı ve haliyle aşık atamadı. Orta sahada ise Dembélé’nin zayıf halka durumunda olmasından istifadeyle, o bölgede –Griezmann’ın katılımıyla– zaten sayısal çoğunluğa sahip olan Fransa üstünlüğü ele geçirdi, Hazard ve De Bruyne’ü harekete geçirecek pas yollarını tıkadı.

The Guardian yorumcularının ifadesiyle söylersek, “Fransa’nın piyade birliklerine ve topyekûn harekâtına karşı Belçika’nın hafif süvari alayı…”

Fransa-Belçika maçı öncesinde, tefrikanın beşinci bölümünü şöyle bitirmiştik: “Üzülmemek elde değil, ama Belçika’yla vedalaşma vakti. Brel güzelliğiyle… ‘Le Plat Pays (Düz Ülke)’….” Belçika için bir veda parçası daha çalalım. Bir başka “düz ülke”den, komşu Hollanda’dan gelsin. Shocking Blue’nun 14 Aralık’ta yarım asırı devirecek şarkısı: “Send Me A Postcard Darling” (Bana Bir Kartpostal Gönder Sevgilim):

 

Futbol sadece futbol değilse, felsefeden edebiyata, müzikten resime, sinemadan siyasete, bir dolu sadakat söz konusu. Mevzu futboldan ibaret olsa bile, o zaman da “melez takım”, “güzel takım”. Üstüne üstlük Griezmann güzelliği…

Üç ilke ve skor

Ve büyük gün geldi çattı. Kupa boyunca birçok şey gönlümüzce oldu, öyle olunca da final gönlümüzdeki iki takım arasında oldu. Soru ağır, çelişki yaman: Kimi tutacağız?

Önce “sadakat ilkesi”: Daha kupa başlarken “kare as”ımızdan biri Fransa’ydı. Şimdiye dek bütün kupalarda formasını giydiğimiz takımlardan biri olan Hırvatistan’la bu defa yollarımız ayrılmıştı, çünkü, kör talih, Arjantin ve İzlanda’yla aynı gruba düşmüşlerdi. Arzumuz hilafına gruptan çıktıklarında yeniden buluştuk, finale kadar geldik. Ama şimdi?

Evet, Yugoslavya yadigarı. Evet, damalı forma. Evet, “Avrupa’nın Uruguay’ı”. Evet, Modrić. Evet, Rakitić, Mandžukić, Perisic ve diğerleri…

Ama, öbür tarafta saymakla bitmeyecek isimler, tarihler, kahramanlar… Futbol sadece futbol değilse, felsefeden edebiyata, müzikten resime, sinemadan siyasete, bir dolu sadakat söz konusu. Mevzu futboldan ibaret olsa bile, o zaman da “melez takım”, “güzel takım” (bkz. dördüncü bölüm). Üstüne üstlük Griezmann güzelliği (bkz. beşinci bölüm). Ezcümle, sadakat ilkesi Fransa’dan yana.

Kamerun ilkesi? Evet, o Hırvatistan’dan yana. Şekilde görüldüğü gibi:

 

Peki, bale ilkesi? Evet, “Hırvat balesi” diye bir hakikat var. Ama, öbür tarafta, başta Pogba, ardından alfabetik sırayla: Griezmann, Giroud, Matiudi, Mbappé, Pavard…

İlkeler tabelasında, skor: 2-1. “Kısmet faktörü”nü de Giroud adına ekleyelim: 3-1.

Bir de şu var tabii: “Sözlerimi Geri Alamam”:

 

Tekrarlayalım: Tefrikanın dördüncü bölümünde şöyle demiştik: “Kalben ve mantıken, şampiyon Fransa.”

Sözlerimizi geri alacak değiliz. Olsa olsa birkaç harf… Nitekim, beşinci bölümde, öyle yapmıştık, “şampiyon”un son üç harfini geri alıp “Fransa şampi…”demiştik. Ama o da “mantıken” kısmına dairdi. Kalben olan aynen baki: Fransa şampiyon!  

Şunu da tekrarlayalım: “Hepsi ve her şey bir yana, Griezmann’ın güzelliği bir yana. Griezmann kupayı kaldırırsa hepimiz kaldırmış sayılırız.”

Ve şunu da: “Kısmet faktörü daha ne kadar Giroud’nun aleyhine çalışacak? Fransa kupayı Giroud ile alırsa şaşırmayalım.”    

Öyle veya böyle… Giroud ile ve/veya başka “bleu”lerle. En güzeli hem Giroud hem Griezmann. Ve de belki Mbappé. Totemimiz Blondie olsun: “One Way or Another” (Öyle veya Böyle)…

 

[i] Eurovision uzmanı Osman Kural’ın önerisiyle.

^