İnsanı ayrıcalıklı kılan ve varoluşu tümden insana atfeden bilgi, bilim, teknoloji ve siyaset, doğanın ve doğalın uzantısı normallik kabulleri, bu kabullere yaslanan ahlâkçılık, dişi-erkek morfolojilerine sıkışmış biyolojik çoğalmacılık… Koloni bütün bunları sorguluyor. Bu kolektif serginin küratörlerinden Derya Bayraktaroğlu ve sanatçı Gökçe Yiğitel ile arzu, direnç, neşe ve haz devşiren yaşamsal bir materyalizmin imkânlarının peşinde, göldeki nilüferlerin dibinde bir gezintiye çıktık.
Koloni sergisi nasıl bir birikimin, okumaların, dinlemelerin, seyirlerin, sohbetlerin üzerine ortaya çıktı? Ona yön veren kitaplar, müzikler, filmler neler oldu?
Derya Bayraktaroğlu: Aslı’nın (Aylime Aslı Demir/Kaos GL) Kevser’e (Kevser Güler) ve bana Kaos GL’nin bu yılki sergisini birlikte yapmayı önermesiyle başladık. Geleceğe bakarken ânı gözden kaçıran olumsuzlamalardan, yaşamda kalma ve üretme hevesine kasteden düşünüş biçimlerinden ve söylemlerden bunalmışlıkta birleştik. Şöyle bir tema mı olsa, böyle bir tema mı diye düşünmedik. İhtiyaç gibiydi, içinden geçtiğimiz zamana, olan bitene bakıp ayrı ayrı hissettiğimiz buydu. Sevinç sergisi yapacağımızı biliyorduk yani. Sonrasında herkes heybesindekileri taşıdı, kalabalıklaştık. Eşlikçilerimiz Donna Harraway düşüncesinde Siborg, Rosi Braidotti’de İnsan-sonrası, Çetin Balanuye’nin Spinoza’nın sevinç kavramını ele aldığı yakın tarihli çalışması Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor, Preciado – Queer Çokluklar, Karen Barad’da madde –“madde hisseder, konuşur, acı çeker, arzular ve özler”–, Hakim Bey’de oluş ve birinin kendine alan oluşturuş tarifleriydi. Queer’i bir kimlik politikası değil de, doğrudan kategori karşıtı bir kimliksizleşme önerisi olarak ele alan pek çok akademik üretim ve sanatsal çalışma aynı şekilde ilham kaynağı oldu. Ankara-İstanbul tren yolculukları, sanatçı atölyeleri, kahveci köşelerinde sohbetler, iki şehri kat eden çok fazla mekân ve buluşma, yazışmalar, çizişmeler, bol gülümseyiş, yardımlaşma var koloni’nin oluşma sürecinde. Ankara ayağının yasaklar sebebiyle gerçekleşememesinden hallenen keder de var. Müzik dediğinde Peaches geliyor aklıma.
Gökçe Yiğitel: Benim aklıma da geçen ağustos ayı sıcağında durmaksızın dinlediğim Bitches Brew (Miles Davis, 1970) albümü geliyor. Yaz boyu farklı yerlerde, farklı kişilerle birlikte ürettiğim işler… Küçük umut dolu adacıklar oluşturmuş gibi hissediyordum. Sonra da koloni geldi. Diğer yandan, çevremizi bitmeyen bir hastalık teması kaplıyordu. Derya’nın sebebi tespit edilemeyen vertigo atakları mesela, birçok arkadaş ve tanıdığımızın sebepsiz kulak uğuldamaları, alerjiler, fıtıklar… Sanki birinden diğerine bulaşan, bedenin formunu değiştiren, hareketlerini farklılaştıran küçük felaketler. Başlı başına ilhamdı benim için. Uzun zamandır, hastalıklardan korkmak, kaçınmak yerine, farklı bir şekilde kavrayıp “olumlanabilir mi hastalık”, “bu neye yarar” diye soruyorduk birbirimize Derya ile.
Kadıköy sokaklarında hızla çoğalan imzasız bir stensil görüyorum, “İnsan Olmaya Geldim” cümlesini işliyor kıyı köşelere. Bir yakınlık kuruyor hemen orada ve gülümsetiyor.
Derya: Sonra yeniden vertigo ataklarım başlıyordu ve hastalığı bu biçimde kavramsallaştırmaktan, ona methiyeler düzmekten geri kalıyordum. Ayakta duramazken vertigoyu sevmek, arzulamak… baltalanıyordum.
Gökçe: Derya, Kevser ve Aslı sergiden bana ilk bahsettiklerinde, içerisinde yer alıp almak istemediğimi sorduklarında, son zamanlarda Arzunun Botaniği’ne (Michael Pollen, Domingo Yayınevi) tutulduğumdan söz etmiştim. O kitapta insanın ehlileştirdiğini sandığı bitkilerin aslında insana kendilerini nasıl beğendirip tüm dünyaya nasıl yayıldıklarından söz ediliyor. Hayvana, insana, hastalığa vs. başka türlü bakmaya fırsat tanıyor. İnsanı tüm bu ilişkilerde egemen kılan görüşlerin üzerini çiziyor.
Derya: Nihayetinde koloni, sanatçılara, birlikte yapalım mı sorusunu sormamızla onların getirdikleriyle biçime kavuştu. Çünkü çoğu yapıt, süreç boyunca, mekânla birlikte ve koloni için üretildi.
Koloni’nin sitesinde şöyle deniyor: “… koloni insandan daha çok ve daha önce bir aradalığı imliyor…” Koloni bir aradalığı, aidiyeti imlediği gibi, aidiyetten kurtulmayı, başkaldırıyı, özgürleşmeyi de çağırıyor…
Derya: Bir kulüp kurmadık aslında. Sadece sergiyi var eden düşünsel izleklerde paydaşlık kurduk. Aidiyet o an, orada, o koşullarda hızlıca toparlanmaya, bir paydaşlık kurmaya, böylece üretmeye yarayan bir süreksizlik koloni’de. Çünkü sanatçı ve katılımcıların her birinin bugüne dair hassasiyetleri, günün koşullarında konumlanma tercihleri farklılık gösteriyor. Özgürleşmek, ürettiğimiz alan düşünüldüğünde, üretmenin kendisiyle mümkün olduğu gibi, izleyiciyle temas ve diyalog koşuluyla gerçekçi. Sergi mekânının giriş katındaki ofisin kurulum sürecinden başlayarak sürekli kalabalık olduğunu söyleyebilirim. Onlarca ilişki kuruldu orada. “Çay var mı?” diye giren, sergi mekânında yer-yön bildiren bir haritadan başka “eğitici” aparatlar –katalog, kitap, yapıt açıklayıcı metinler vs.– bulundurmamamızın kastını sorma merakı taşıyan, malzemeye dokunmaya “izinli” olduğu için mutlu olduğunu söyleyen, ofiste oturup kalan, yine gelen, soran, eleştiren, yorumlayan izleyicileri oldu koloni’nin. Bu, tüm ekip için mutluluk kaynağıydı. Tüm bunlara rağmen, izleyici için özgürlüğü hangi farklı yollarla çağrıştırdığını kestirmem zor. Bunu alımlayan izleyici eğer varsa, sanırım deneyim akışkanlaşmış arada bir yerde. Biz bir aralık bulduk kendimize üretmek için, bir alan, birer birer ve birlikte. Özgürleştirici deneyimden kastım bu. Kadıköy sokaklarında hızla çoğalan imzasız bir stensil görüyorum, “İnsan Olmaya Geldim” cümlesini işliyor kıyı köşelere. Bir yakınlık kuruyor hemen orada ve gülümsetiyor. Sergi de benzer biçimde ilişkilenmiştir belki, umarım öyledir. Aidiyet koşulu olmayan bir aradalık herhangi anda, her yerde yeniden kurulabilir. Kurulamaması bir olumsuzlama değil, içerisinde ihtimal saklıyor. Bazen sokak, bazen bir başına sergi mekânı, hem izleyici hem sanatçı için, bu ihtimalin kendisi.
Aidiyet koşulu olmayan biraradalık herhangi anda, her yerde yeniden kurulabilir. Kurulamaması bir olumsuzlama değil, içerisinde ihtimal saklıyor. Bazen sokak, bazen bir başına sergi mekânı, hem izleyici hem sanatçı için, bu ihtimalin kendisi.
Koloni kavramına nasıl vardınız?
Derya: Serginin ana görseliyle geldi. İz Öztat ve Zişan’ın üretimlerinin izleyiciyle buluştuğu odada belki gözünüze ilişmiştir. Düşük çözünürlüklü, soluk mavi, yer yer biçimlerin iç içe geçerek belirsizleştiği bir fotoğraftı, aklımızı çeldi. İz Öztat’ın katkısıyla bu maddesel düzende sahipsiz minör görseli, arkaik şelaleyi serginin görüntüsü yaptık. Şelale sergi görseli olduğunda “koloni” kavram olarak sürüklediği bağlamlarla birlikte geri geldi. Vaktinde, isim gel-gitlerimize takılan, ama elediğimiz bir kelimeydi.
Koloni kelimesinin çağrışımları arasında biraz dolaşsak… Koloni deyince, ilk akla gelenlerden biri karıncalar, karınca kolonisi…
Derya: Bunun aklından geçmiş olması ne güzel. “Swarming” karıncalar, arılar gibi koloni davranışı gösteren canlılara dair bir eyleme biçimi. Sergi üzerine çalışmaya başladığımız ilk andan itibaren, Aslı’nın sürüklediği bir imajdı “swarming”. Sözcüğün Türkçesine (“oğul telaşı” diye geçiyor) yakınlaşamıyorum, ama belki kaba saba bir çeviriyle “kurtlaşmak, üşüşmek işi”…
Ya da karıncalar gibi kıvıl kıvıl kaynaşmak, üşüşmek…
Derya: Evet, swarming yapıtları bir araya getirirken en belirgin izleklerden biriydi bizim için, türlü canlılığı çağrıştıran. Doğrudan görünür olmadı hiç, fakat sergi içerisinde buna dair izlere rastlamak mümkün. Kerem Ozan Bayraktar’ın buluntu fotoğraf ve çizim röprodüksiyonlarında gördüğümüz tertip edilmiş ansiklopedik doğru’yu, türler şemasını hack’leyen, görünümü bozuma uğratılmış birbirine meyletmiş hayvan ve bitkiler. Veya Ursula Mayer’in videosu Atom Ruhu’nda laboratuarda dans ile meşk eden bilim insanları, Gökçe’nin üzerinde organizmalar üşüştükçe şekil değiştiren agar agarları. Orada her birine kelimeler iliştirmişti, neydi isimleri?..
Gökçe: Ortak yaşar, yavaş kayar, durmaksızın, oynar-oluş, direnç, şekilden şekle, içsiz-dışsız..
Derya: Ortak yaşar yavaş kayar, çok iyiymiş, var mı böyle bir tür?
Gökçe: Göldeki nilüferlerin dibinde yaşayan protistler var.
Derya: “Ortak yaşar yavaş kayar protistler”, siyasi duyuluyor.
Koloni’de binanın özellikleri ve muhitle kaplanmaktan çekinmedik. Öte yandan yapılar, daha genel anlamda mimari, yani bunların miras/varlık kabul edilmesi, “normal”i kuran bir diğer hazne. İnsanın maddeye tutunmasının, değişime direnç göstermesinin, dönüşümü yok sayışının aracılarından. Yapılar yoluyla da kurumsallaşmış stabilite.
Koloniden kolonyalizme, sömürgecilik, bağımsızlığa geçiyor zihin…
Derya: Koloni deyince sömürge, siyahlar, üçüncü dünya demiş olduk, evet, kasıtla. Queer’in dil ile olan münasebetinde kasıtlı bir istifçilik var. Bilhassa kültür/tarih/toplum/dil yoluyla, çoğu zorbalıkla ötekileştirileni, mücadelesi görünmez kılınanı, her fırsatta dil yoluyla, kendiyle birlikte yeniden kodluyor queer. Böylelikle her defasında kuşatmacı o dilin, tarihin, kültürün alanında kendine paydaşıyla birlikte alan açmak, anımsamak için.
Sergide yer alan sanatçılar, işler nasıl bir araya geldi?
Derya: Bir yapıt/üretim, normu ve kategorik ayrımları nerede reddediyor, orası canlılığa ve yaşamın kendisine dair sevinçten haber veriyor mu? Bu soruydu. Umut Yıldırım’ın akademik dil ve tertibe uyarlanmaya direnç gösteren üretimlerinden biri, form değiştirerek giriyor mesela sergi mekânına. Akciğer isimli fanzin görünümünde bir kuru envanter bu. Hewsel bahçelerinde yaşamda kalan marul, domates, sayısız çeşit bitki, hayvan, üzerlerine düşen tarım ilaçlarının, inşaat makinalarının ve mühimmatın kaydını tutuyor orada. Mariah Garnett, Dynasty Handbag ve İyi Saatte Olsunlar üretimleri video-film mecrası içerisinde queer düşünüş ve eleştiri yordamıyla kimi dolaylı kimi doğrudan bir yaşamda kalma sevinciyle normal ve doğal kabullerini tartışmaya açıyor.
Yine serginin sitesinde şöyle deniyor: “… koloni, ‘insan’ tanımını sorgulamaya açan global toplumsal koşullar ve durumlardan, sanatsal çalışmalardan, akademik üretimlerden ve tartışmalardan besleniyor. İnsanı ayrıcalıklı kılan ve var oluşu topyekûn insana atfeden bilgi, bilim, teknoloji ve siyaset üretim biçimlerini eleştirel bir bakışla ele alıyor. …” “İnsan tanımı”ndan başlayarak burada dile getirilen görüşü biraz açıp derinleştirsek…
Derya: İnsana ve insanın özgürlüklerine dair tanımların dünyanın hemen her yerinde ters yüz olduğu bilgisine ve haberlerine tanıklık etti sergi –belki bu zamanların içinden geçen her sergi gibi. İnsanın hak ve özgürlüklerinden yeniden söz edebilmek için insanın bir topyekûn eşitler ilişkisi düşünmek ve onu kurmak üzere geri çekilmesinin yol ve yöntemlerini araştıran üretimleri bir araya getirdi.
Buradan içinde şekillendiğimiz mekâna, coğrafyaya ve zamana, zamanla ve mekânla ilişkimize geçelim. Ama önce, mekân deyince, sergi için Abud Efendi Konağı’nı özellikle mi seçtiniz, yoksa öyle mi denk düştü? Mekân sergiye neler kattı, sergiyle nasıl bütünleşti?
Derya: Özellikle orayı istedik. Koloni’nin temaslandığı düşünceleri okunabilir kılmak için uygun bir mekân olabileceğini düşündük. Sergi mekânımız tarihi nitelik taşıyan Abud Efendi Konağı’nın geceleri görünen hayvan sakinlerinden, küf, nem, yırtılan duvar kâğıtlarından, hafıza haznesinden, bize göz kırpışlarından ve misafirseverliğinden memnun kaldık. Böylelikle, örneğin, İris Ergül tarif ve tasnif edilemeyen bir canlılık önerisiyle geldi. Plastik bir minefloyu yırtan, onun altındaki yüzyıllık ahşaba, zemine –nihayetinde tarihi yarımadanın toprağına– değmeye hareketlenen. Nilbar Güreş “Nerede bu sergi mekânının planında veya tarihçesinde bu mekânda çalışmış, hizmet etmiş emekçiler? Efendilerin tarihinde görünmez kılınanın bilgisi lâzım” diye geldi. Erinç Seymen ve Uğur Engin Deniz, tavan aralarına ve odalara sıkıştırılmış hafıza ve anlatıdan taşanın imgesiyle geldiler.
Sadece insan, diğer canlıları silen, onları çamaşır suyuyla dezenfekte eden bir canlı. Yani kendi şeklini olduğu gibi korumaya çalışırken barındığı mekânları da kendi bedeni, aklı, düşünceleri gibi zamanda sabitlemeye çalışıyor. Oysa maddenin ömrü var, her şey çürüme ve dönüşme içinde.
1800’lerin sonlarında yapılmış Abud Efendi konağı; hem, dökülen/soyulan duvarları, aşınmış basamaklarıyla yaşanmışlığının, yıpranmışlığının gizlenmemiş, üstü örtülmemiş, “yeni”lenmemişliği ile hem de dimdik ayakta duruşu ile bütün geçmişiyle birlikte soluk alıp veren, canı olan bir organizma olduğunu hissettiren bir yapı… Oysa, zamanın izlerini silme bugün –hiçbir zaman olmadığı kadar– sanki en temel amaç, başlıca faaliyetmiş gibi. Hayatın temel gayesi hayatın izini silmek gibi…
Derya: Haklısın. Bizim sektörden yola çıkarsak, aslında sergiler de yer yer işgalci. Bir mekâna girer ve beyaza bular orayı duvarlar örerek veya aydınlatarak. İz bırakmazcasına silerek veya izleyici için hangi izin okunur, hangisinin görünmez kılınacağına dair pek çok karar vererek. Koloni’de binanın özellikleri ve muhitle kaplanmaktan –Yerebatan sarnıcı ile aynı duvarı paylaştık, karşımızda Ayasofya– çekinmedik. Oradaydılar, insanın seçimine lüzum bırakmıyorlardı. Yine de, toplu iğne izleri bırakmadık değil binada, duvarda. Öte yandan yapılar, daha genel anlamda mimari, yani bunların miras/varlık kabul edilmesi, “normal”i kuran bir diğer hazne. İnsanın maddeye tutunmasının, değişime direnç göstermesinin, dönüşümü yok sayışının aracılarından bana kalırsa. Öyle olagelmiş. Yapılar yoluyla da kurumsallaşmış stabilite.
Gökçe: Evet, insanın değişim dönüşüm anksiyetesi mimariye tutunmuş, binalar da insanın değişme anksiyetesi sayesinde nesilden nesile tüm taşıdıklarıyla gelmiş. Sadece insan, diğer canlıları silen, onları çamaşır suyuyla dezenfekte eden bir canlı. Yani kendi şeklini olduğu gibi korumaya çalışırken barındığı mekânları da kendi bedeni, aklı, düşünceleri gibi zamanda sabitlemeye çalışıyor.
Oysa maddenin ömrü var, her şey çürüme ve dönüşme içinde. Konakta çekici olan, yani canı olan bir organizma diye tarif ettiğiniz, insan ve insan dışı pek çok canlının onu mesken tutmasıydı bence. Bu canlılık bir çürüme. Ve üzeri örtülmemiş bol çürümeli canlılıkla birlikte konak, başlı başına yaşam belirtisiydi.
Koloni şimdi de Berlin’de sergileniyor. Serginin tamamı mı taşınıyor, oradaki mekân nasıl, sergi orada aynen mi kuruluyor, o mekâna ya da oradaki izleyicilere göre değişiklikler var mı?
Derya: Schwules Museum’dan davet aldı sergi. 9 Mart – 15 Nisan arasında Berlin’de izlenebilecek. Niyetimiz, yapıtları nakliye yoluyla taşımak değil, hepimizi o mekâna taşımak ve sanatçıların o mekâna kendi üretimleriyle yeniden ilişmeleri. Koloni’nin firesiz göçü için çalışıyoruz. Müze mekânı –müze olması itibariyle– ve müzenin içerisinde bize önerilen mekânın boyutları
itibariyle Abud Efendi Konağı’ndan tamamen farklı. Konakta yaptığımız gibi oda oda konumlanma şansımız olmayacak. Her halükârda yapıtların birbiriyle olan ilişkisine, birbirlerine açıklıklarına güveniyoruz. Umuyoruz, bir arada ama ayrı ayrı nefes almalarının yolunu da hep birlikte üretebileceğiz.
İnsanların bedenlerine yaptırdıkları plastik işlemlerin cinsiyet, yaş, sınıf fark etmeden yaygınlaşması, olağanlaşması… Ne düşünüyorsunuz bu en ufak bir kırışıklığa, yaşam izine tahammül edememeye, giderek birbirine benzeşmeye? Bu plastik işlemlere estetik operasyon denmesi ne düşündürüyor?
Gökçe: Plastik cerrahi alanına giren operasyonları sorunlu bulmuyorum. Biri kendini varolandan farklı bir burunla güzel veya iyi hissediyorsa sorun yok. Neyin güzel, estetik, normal gibi kıstasları kurduğu sorun bence. Dövme, piercing, çok çeşitli implant’ler (vampir dişi, boynuz gibi), cinsiyet geçiş operasyonları, tüm bunlar da plastik cerrahinin alanına giren talepler. Eğer beden baskı ve otoritenin gündelik bir zeminiyse, bu operasyonlarla bedeni şekillendirme, bir anlamda özgürleşme. Canlılar yalnız nükleer santral patlamasından kaynaklanan radyoaktif sızıntının neden olduğu mutasyonlardan etkilenmedi. Yaşam mutajen elemanlarla dolu. Onlar olmadan, tüm çeşitleriyle bu fauna ve flora olamazdı. Onlarla birlikte dönüşerek, zamanı geçerek bugündeyiz. İnsan bunu yok sayarak, kendine doğal ve normal varsayımları bularak değişmeye direniyor ve olduğu gibi kalabilmek için çabalıyor. Doğal olanı koruma ısrarı daha çok korkutuyor beni. Doğal diye bir şey var mı?
Dövme, piercing, implant’ler, cinsiyet geçiş operasyonları… Beden baskı ve otoritenin gündelik bir zeminiyse, bu operasyonlarla bedeni şekillendirme, bir anlamda özgürleşme. İnsan kendine doğal ve normal varsayımları bularak değişmeye direniyor ve olduğu gibi kalabilmek için çabalıyor. Doğal olanı koruma ısrarı beni daha çok korkutuyor.
Sergiyi gezdikten birkaç gün sonra, internette tesadüfen humanoid Sophia ile yapılmış bir söyleşi çıktı karşımıza. Hong Kong doğumlu, Suudi Arabistan vatandaşı insansı robot Sophia. Birçok ülkede ne kadar çok televizyon programına çıkmış, birtakım uluslararası toplantılara konuşmacı olarak davet edilmiş… Ne diyorsunuz Sophia vakasına?
Gökçe: Yapay zekâ ve insansı robot konumları birbirlerine karışıyor. Doğu, batı, her neredeyse, insan bir şekilde düzene sokuyor yapay zekâyı, ehlileştiriyor. Nasıl ki bazı türler tehdit altında, bazıları yok olmuş, yok edilmiş ise yapay zekâ için de aynı tehdit söz konusu. Onun için tehdit oluşturansa insanın insansı robot üreterek, yapay zekâya hükmetmesi. Sahip olmak, kontrol edebilmek, kullanmak, yarar sağlamak, hizmete koşmak için üretiyor onu. Bir ineği besin, kişiyi –işçi– veya atı işgücünden ibaret varsayması gibi. Sophia ve benzerleri yeri geldiğinde iyi bir aşçı, yeri geldiğinde arzu yüklü bir beden şeklinde sunuluyor, çünkü bedensiz yapay zekâ her tür norma tehdit oluşturuyor.
Derya: Dediğin videolara Sophia öncesi dönemde dadanmıştım. Üretici firmalar arasında en güzel, en gerçek, en doğal görünümlü insansı robot için bir yarış var. Saçsız robot yok gibi, hepsi iyi giyimli, güzel yüzlü, makyajlı ve sağlıklı. Robotun tenini-etini oluşturan malzemenin ne kadar doğal olduğu, kim tarafından yapıldığı, neden üretildiği firmalar arasındaki yarışın en belirgin ayağı. Bu yarışın ten üzerinden kurulması ilginç. Tıpkı moda dergilerinde olduğu gibi, meta ile birlikte kodlanarak pazarlanıyor ten-beden, robot dünyası insan dünyasının aynısı gibi. Sophia ile bir şey değişti sanırım. İnisiyatif alıyor ve kendi cinsiyetini tanımlamadığını söylüyordu sanırım, değil mi? Ya da bunun gibi bir şey.
Gökçe Bedene Monte Kamera ile İki Saat Kesintisiz Hareket Kaydı, Proteus, Güdümlü Meditasyon Ses Kaydı, agar agar işlerini yaparken neler geçiyordu zihninden?
Gökçe: Bir bakteri ismini verdiğim çalışma, Proteus’un en belirleyici öğesi mekân. Bedenlerin ve canlılığın birbirine karışarak tanımsızlaştığı bir sergi fikrinde, bir performansçı insan görünümünde ve insan bedenli olmaktan nasıl sıyrılabilir diye düşündüm. Bedenimin izlenmesinin ve kaydedilmesinin önüne nasıl geçebilirim? İnsanın en önemli duyusunu –görmeyi– elinden almanın, nasıl işe yarayabileceğini öngörmeye çalıştım. Konağın görevlisi Yavuz Bey’den, binada yaşayan bir sansar olduğunu öğrendim. Bedenime monte ettiğim bir kamerayla konakta gün boyunca kesintisiz bir kayıt yaptım. Sansardan yola çıkarak insan dışı bir canlının mekânı algılayış biçimini deneyimlemeye çalıştım. Deliklerle, duvar kâğıtları, üfleme camlardaki hava boşlukları, zemindeki yırtıklarla, küf, bakteri ve tozla, kendi tükürüğüm, terim, dokunuşum arasında bir tanışıklıktı. Bedenimi iki ayağının üzerinde yürüyen ve etrafını seyreden bir canlının bedeni gibi kullanmaktan kaçındım. Bununla beraber, hayvan bedeninin hareket kalitesine yakınlaşmaya çalışmak yerine duyulardan yola çıkarak bedene yön vermeye çalıştım. Sergi boyunca montajsız bu görüntü kaydını duvara yansıtarak paylaştım. Bu alana sürtüşme alanı ismini verdim. Seyredenin, bedenim aracılığıyla, mekân-beden içinde merakla kaybolabilmesini arzu ettim. Bir diğer alan, bulaşma alanı, bir meditasyonu yönlendiren ses kaydımdı. Ziyaretçiyi bankın üzerindeki yastıklara oturmaya ve pencereden dışarı bakarak sessiz kalmaya davet ediyordu. Meditasyon kendi deneyimim içinde bedenin konturlarından anlık da olsa kurtulabildiğim bir hal. Benzer deneyimi izleyene bulaştırabilir miyim diye düşündüm. Meditasyonda sesli yönlendirme, birinin kendi bedenine veya içinde bulunduğu mekâna veya dış dünyanın elemanlarına temas etmesine, onlara dair detaylı bir farkındalık sağlamasına yarayabiliyor. Video kaydıyla ilintili olarak ilerliyordu ses. Videoda, mekân-beden ile sürtüşürken özellikle içimi gıdıklayan ve onun da içinin gıdıklandığı noktalarda daha uzun süre kaldım. Bu noktalardan koloni’yi ziyaret etiğinizde geçiyorsunuz, dokunuyorsunuz. Bedenin ve hareketinin farkında olduğumuz anda, tenimize değen ve gözeneklerimizden içeri akan hafif esintinin ya da burnumuzdan dolan havanın, yediklerimizin, dokunduğumuz maddenin bizi durmaksızın nasıl etkileyip değiştirdiğini fark etmek mümkün. Her an etkileşim ve değişimin içindeyiz, ama ona direnç göstermezsek dönüşecek ve nihayetinde şeklimizi kaybedecek olduğumuzun endişesi içindeyiz. Kendimizi olduğu gibi muhafaza etmeye çalışıyoruz. Bulaşma insan için kaygı sebebi, bunun üzerine düşünelim istedim. Üçüncü alan ise oluşma alanıydı. Fizik ve biyoteknoloji gibi alanlardan hareket ve performansa dönüşen bir geçmişim var. Araştırmalarımızda agar kullanırdık, biyoteknoloji laboratuvarında üzerinde bakteri ürettiğimiz kültürdü. Agar agar (su yosunu özütü) aynı zamanda veganlar için jelatin yerine geçiyor ve tatlı yapımında kullanılıyor. 31 kalıp agar agarı yaklaşık kırk gün, sergi süresince, konakta bıraktım. Mekân-bedenin, hayvan-bedenin ve insan-bedenlerin taşıdığı organizmaları kendinde biriktirdiler. Isı ve neme bağlı şekil değiştirdiler. Su kaybederek yüksekliklerini yitirip ince bir zara dönüşerek pleksi zeminlerine yapışıp onunla bir oldular. Bir arada bulunan bedenlerin nasıl birbirine bulaşabileceğinin, dönüşebileceğinin bir ispatı, görüntüsüydü benim için. Mekân–bedenin su yosununa bulaşması, su yosununun sansara, sansarın insana…
Derya: Gidip gelip baktım. Dediğim gibi 31 agar agarı da isimlendirmişti Gökçe. Gidip hangisi en çok su kaybediyor, ona baktım.
Adlandırılanın, kategorize edilenin, taksonomik olarak önümüze konanın ötesinde olana işaret ediyor queer. Queer bir kimliksizleşme önerisi. Radikalleştiği yer burası. Gücü, kıymeti, Lgbti hareketine katkısı da burada.
Esas olarak kimlikleri aşmayı hedefleyen queer yaklaşımın kendisinin bir “queer kimlik” haline dönüştüğünü/dönüştürüldüğünü ya da dönüşebileceğini düşünüyor musunuz?
Gökçe: Sürekli adlandırılanın, kategorize edilenin, taksonomik olarak önümüze konanın ötesinde olana işaret ediyor benim için. Bir defa tamamlanmış değil, yapım aşamasında olma hali. Bozulan ve kurulan, değişim halinde bir pratiği, dili, mekânı, maddeyi, canlıyı, ilişkiyi niteliyor queer.
Derya: Lgbti mücadelesi de tek tip değil. Dünyanın farklı yerlerinde çok farklı yapılar var. Queer’in bu mücadele içerisinde yer yer bir kimlik siyaseti olarak işlevselleştiği doğru. Kimliğe dönüşmeye, evet, devam edecektir bu durumda. Bana kalırsa kimliksizleşme önerisi queer. Radikalleştiği yer burası. Gücü, kıymeti, Lgbti hareketine katkısı da burada.
Koloni sitesindeki Spinoza’ya el sallayan sözlerle bağlasak: “… bir aradalıktan arzu, direnç, neşe ve haz devrişen yaşamsal bir materyalizmin imkânlarını araştırıyor ...” Bedenlerimizi, hayatlarımızı sanata dönüştürebileceğimiz, direnç, neşe ve haz devşirebileceğimiz yaşamsal bir materyalizmin imkânlarını ya da ipuçlarını nerede görüyorsunuz?
Derya: Koloni bu imkânı sergi mekânında gördü. Rastlantısallıkta. İzleyici oyun kurucuydu. Bana göre imkân, ismi iş olan şeyin, kişinin sevdiği, yapmaktan zevk aldığı şey ile eşleşmesi.
Gökçe: Lineer nedensellik yerine döngüsel devinimde, durmadan hiç için çalıştırılmak yerine keyfi üretmenin tembelliğinde, cinsiyetsizlikte, hem bir dalga hem de bir parçacık olmakta, bakteri Proteus gibi durmadan şekil değiştirebilmekte, civa gibi hem birlikte akabilmekte, hem saçılabilmekte, ânı fark edebilmekte.