103 kişinin can verdiği, yaklaşık 500 kişinin yaralandığı 10 Ekim Ankara Garı Katliamı’nın üzerinden dört yıl geçti. 10:04’te patlayan bombanın sesi hâlâ kulaklarımızda. O menfur saldırıda can verenlerden Birleşik Taşımacılık Sendikası üyesi Ali Kitapçı’nın, nam-ı diğer “anarşist Ali”nin hayatı kitaplaştırıldı. Kaos Yayınevi’nden çıkan Bizim Ali –Anarşist Bir Demiryolcunun Hikâyesi’nin yazarı Cem Gök’ten 10 Ekim Katliamı’nı ve “anarşist Ali”nin hayat öyküsünü dinliyoruz.
10 Ekim Ankara Katliamı ile başlayalım. Dört yıl öncesine baktığınızda neler görüyorsunuz?
Cem Gök: Dava dosyasına bakalım. Dava dosyasındaki bilgilere göre, miting öncesinde devlete 62 adet istihbarat geliyor. Ve mitingin tertip komitesine bu istihbaratlardan söz edilmiyor. Hatta, kitapta da anlatıyorum, “devlet sizin güvenliğinizi alır” deniyor, güvence veriliyor. Halbuki intihar bombacısı Yunus Emre Alagöz’ün eylem yapacağına ve bunun için ailesiyle helalleştiğine ilişkin istihbarat bilgileri polise ağustos ayının başından beri geliyor. Katliam emrini verenler, yardım edenler ve eyleme gönderenlerin tamamı polis veya MİT’in teknik takibi altında. Buna rağmen, Alagöz, Suriye’den Gaziantep’e geçip oradan da 12 saatlik yolculukla Ankara Garı önüne gelebiliyor. İşin ilginci, polis mitingden bir gün önce, 9 Ekim 2015 günü, 9:30 ile 11:30 arasında ve 22:00-24:00 saatleri arasında yaptığı yol kontrolüne saat 24:00’te ara veriyor, miting günü olan 10 Ekim 2015 saat 9’da tekrar başlıyor. İntihar eylemcileri ise yol kontrolüne ara verilen saatlerde, 8:30 civarında Ankara’ya giriyor. Katliam öncesi hem rehberlik yapan araç hem de intihar eylemcilerini taşıyan araç trafik polisleri tarafından durduruluyor, GBT sorgusu ve arama yapılmasına karşın yola devam edebiliyorlar. Yani canlı bombalar devletin gözleri üstündeyken “kuş uçurtulmaz” denen Ankara mitingine gelerek eylemi gerçekleştiriyorlar. Daha da ilginci, binlerce kişinin toplanmış olduğu, patlamaların gerçekleştiği yerde, resmi veya sivil, görünürde tek bir polis yok.
Gaz atılmasaydı birilerinin kurtarılabileceğini biliyoruz. Kurtarılanlardan biri Ali olur muydu, bilemeyiz. Ama unutmayalım, ilk ambulans patlamadan 40 dakika sonra geliyor. Ali’nin astımı vardı, bu nedenle biber gazının Ali’yi kritik biçimde etkilediğini söyleyebiliriz.
10 Ekim Katliamı Türkiye tarihinin en büyük siyasi katliamı. İkisi saldırgan olmak üzere 105 kişi yaşamını yitirdi, 500’e yakın kişi de yaralandı. İkinci patlama tam Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS) kortejinin olduğu yerde gerçekleştiği için yaşamını yitirenlerden 12’si BTS üyesi, biri BTS’nin avukatı. Katliamın en küçük kurbanı ise, BTS üyesi babası İbrahim Atılgan ile birlikte yaşamını yitiren dokuz yaşındaki Veysel Atılgan.
Yaptığınız görüşmelerde 10 Ekim sabahı ile ilgili nasıl bir izlenim edindiniz? Neler yaşıyor Ali ve arkadaşları?
10 Ekim’de sabah erkenden kalkıp miting alanına gidip arkadaşlarıyla buluşuyor. O sırada patlama oluyor. Kitapta Yunus Akıl o anları şöyle anlatıyor: “Ali Kitapçı oraya doğru dönerek ‘Allah belanızı versin, bomba!’ dedi. Bende Diyarbakır’daki patlamanın etkisi vardı. ‘Arkadaşlar yere yatın, kıpırdamayın’ dedim. Ondan sonra gözümü açtım, arkadaşların hepsi yerde. Sessizlik var. Kemerimi çıkardım, bacaklarımı bağladım, kanamayı durdurmak için. O anda polis müdahale etti. Sanki atlar dörtnala geliyor… Siz yere düşmüşsünüz, üzerinizden geçecekler gibi. Orada hepimiz dört-beş kez ölüme tabi tutulduk. Bomba, o polislerin gelmesi, gaz atılması, ambulansların zamanında gelmesinin engellenmesi…”
Yunus Akıl’ın anlattığı gibi, önce havaya ateş açılıyor ve gazla müdahale başlıyor. Can çekişen insanlara saldırılıyor. Bunlar bize gerçek failin kim olduğunu gösteriyor. Patlama ânında alanda tek bir polis bile yok, onlarca istihbarat raporuna rağmen. Bu patlamanın devletle bağlantılı olduğunu düşündüren pek çok bilgi var.
Kitaptan şu da anlaşılıyor: Polis müdahalesi olmasaydı birçok kişi hayatta kalabilecekti, Ali Kitapçı da hayatta kalabileceklerden biriydi.
Arkadaşları Ali’nin ikinci patlamadan sonra yaralı olarak yerde yattığını söyledi. Patlamadan bir süre sonra alana polis müdahalesi yapılıyor. Gaz atılmasaydı birilerinin daha kurtarılabileceğini biliyoruz. Kurtarılanlardan biri Ali olur muydu, bilemeyiz. Ama unutmayalım, ilk ambulans patlamadan 40 dakika sonra geliyor. Hamit Kurt’un kitaptaki şu sözlerinin altını çizmek lâzım: “İlk gözüme çarpanlardan biri Ali idi, o iri cüssesiyle. Sürekli gözüm ambulanstaydı. Ama maalesef sağlıkçılardan önce çevik kuvvet gelmişti, üzerimize biber sıkmaya. Belki TOMA’dan önce ambulans gelseydi, çevik kuvvetten önce sağlıkçı gelseydi, Ali bugün aramızda olabilirdi.” Gökhan Yaralı da o sahneyi anlatıyor kitapta: “Kafamı kaldırmaya çalıştım. Ali abinin de kafasını kaldırmaya çalıştığını gördüm. Ama biber gazı fazla genzimi yakınca yüzümü kapattım. Sonra hastanede uyandım.”
Ali’nin astımı vardı, bu nedenle biber gazının Ali’yi kritik biçimde etkilediğini söyleyebiliriz. Büyük olasılıkla nefes alması daha da zorlaşmıştır. Kitapta İshak Kocabıyık Ali’nin son anlarını şöyle anlatıyor: “Patlama oldu, biri arkamdan itti beni. Ali ne diye itiyor beni diye düşündüm. Çünkü arkamda o vardı. Düştüm yere. Sonra doğruldum. Ses yok. Kulaklarım sağır benim o patlamadan sonra. Kalktım, herkes yatıyor. Bir an anlayamadım, niye yatıyorlar? Bir müddet sonra fark ettim, kanlar akıyor, yaralılar, inleyenler, bağıranlar… Sendikanın genel başkanı hemen yanımdaydı. Ali de çok yakın. Ali böyle yatıyor… Sendikanın genel başkanı Uğur, ‘abi yardım et’ dedi. Onun yanına gittim. Yanına dediğim, zaten yan yanayız da, onun başına çöktüm. Bacağı yaralı, damarları parçalanmış. Üstümde mont gibi bir şey vardı, çıkardım. Aklımızca kanı durduracağız. Ali şöyle bir başını kaldırdı, kalkmak ister gibi. Gözlüksüz, onu çok net hatırlıyorum. ‘Niye yanıma gelmiyorsun?’ diyor gibi hissettim… Tam o sırada gaz atıldı. Astımım var, ağzımı gözümü güya kapattım. Gaz dağılınca hareketsiz olduğunu fark ettim Ali’nin. Ali’nin de astımı vardı. Gaz atılmasaydı belki yaşıyor olacaktı…”
İngiltere’de geçirdiği dönem Ali için çok önemli bir zaman dilimi. Thatcher iktidarda ve işçi hareketi çok yüksek. Ali’nin orada fabrika grevlerinde bulunduğunu biliyoruz. Bir grevde, gösteriye beraber gittiği sosyalistler polisin saldırısından sonra dağılıyor, alanda sadece anarşist bir grup kalıyor, orada onlarla tanışıyor ve böylece anarşist bir örgütle bağ kuruyor.
Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) Eş Genel Başkanı İbrahim Kara’nın söyledikleri de, biber gazı sıkılmasaydı Ali’nin hayatta kalabilme ihtimalinin olduğunu düşündürüyor: “Tam bir kaos ve kargaşa ortamıydı. Ali’yi gördüm, bir pankartın üstüne koyuyorlardı. Yaşamını yitirmişti. Bir bileği kırıktı ve ayağında şarapnel parçaları vardı.”
Bizim Ali –Anarşist Bir Demiryolcunun Hikâyesi Ali Kitapçı’nın toplumsal mücadele içindeki sıradanlığına dair yaptığınız vurguyla başlıyor. Sıradanlığa atıfla ne kastediyorsunuz?
Geleneksel olarak bizim toplumumuzda önderler, şehitler çok önemlidir. Sürekli birileri kahramanlaştırılır. Bu sosyalist sola da sirayet etmiş bir durum. Ama toplumsal mücadele içinde adını bilmediğimiz sayısız insan var. Tarih boyunca mücadelelerde belirli kahramanlar öne çıkar, ama mücadelelerin asıl taşıyıcıları, onun emekçiliğini yapan, adı duyulmamış sıradan insanlardır. Dolayısıyla mesele kahraman olmak değil. Kahramanlar çoğu zaman hayal kırıklığına neden olur. Sıradanlık bir hakaret değil, tam tersi, “hepimiz gibi biri” anlamına geliyor. Bu onu daha değerli kılıyor ve onun hikâyesini bizim hikâyemiz haline getiriyor. Kamu emekçileri içinde mücadele eden binlerce emekçi gibi, anarşist hareketteki insanlar gibi ismi duyulmamış binlerce insandan biri.
Ali Kitapçı’nın küçük yaşlarından itibaren politik bir duruşunun olduğunu anlıyoruz. Politikleşme süreci nasıl başlıyor?
Ali 1958 doğumlu. Babası hâkim. ’70’lerin ünlü savcısı Doğan Öz [1] babasının arkadaşı. Ali’lere sık sık misafirliğe gidiyor, Ali’nin abisi Azmi’ye Marx’la ilgili kitaplar ve Sosyalizmin Alfabesi’ni veriyor. Ali o dönemde ortaokula giden bir çocuk. Bu kitapların imgesinden etkilenmiş olabilir. Ali’nin daha sonraki yıllarda “Doğan Öz benim için çok önemliydi” dediğini biliyoruz. Doğan Öz’ün 24 Mart 1978’de öldürülmesi Ali’yi çok üzüyor. Doğan Öz’ü öldüren tetikçi İbrahim Çiftçi,[2] Ali Ankara Atatürk Lisesi’nde okuduğu sırada onlara sürekli saldıran, tehdit eden ülkücü faşist gruptan biri.
Ali’nin lise dönemine dair neler biliniyor?
İyi bir öğrenci değil. Kişisel özelliklerinden mi, yoksa politik faaliyetlerinden mi, emin değilim, okulu bitiremiyor uzun süre. Daha sonra okulu bitirmek için Diyarbakır’a gidiyor. O dönemde, 1978-80’de mücadele çok yoğun, ama her liseli genç gibi bir hayatı da var. Arkadaşları o dönemde hayatlarının faşistlerle mücadele etmekten ibaret olmadığını, evlerde toplanıldığını, içildiğini, gülünüp eğlenildiğini anlatıyor.
Lise yıllarında kendisini hangi örgütlere yakın hissediyor?
1975’te MLSPB’yi (Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Birliği) kuran kadroların bir kısmı Atatürk Lisesi’nde eğitim görüyor. Ali’nin politik tutumunu belirleyen o kadrolar, onlarla birlikte hareket ediyor ve MLSPB’nin yarı legal örgütlenmesi Devrimci Kurtuluş içinde yer alıyor. Ama aynı zamanda CHP ile de ilişki kuruyor. CHP’li değil, ama daha geniş kitlelere ulaşmak gerektiğini düşünerek bir dönem CHP Gençlik Kolları’nda da bulunmaya çalışmış. Pragmatik bir bağ kurmaya çalışıyor anladığım kadarıyla. Bunlar çok iç içe ve çok hızlı gelişen olaylar. Temelde savunduğu çizgi THKP-C geleneği. Bir MLSBP militanı olmuyor. ’80 darbesinde evi basılıyor, ama gözaltına alınmıyor, bir soruşturma da geçirmiyor.
Ali’nin bir dönem Diyarbakır’a gittiğini söylediniz. Diyarbakır’a gidişi onu politik açıdan nasıl etkiliyor?
Diyarbakır’da iki-üç ay kaldıktan sonra Ankara’ya dönüyor. Politik tutumunu değiştiren bir durum olmuyor. Ailesine Diyarbakır’a okulu bitirmek için gittiğini söylüyor. Gerçekten de o dönemde okulu bitiriyor. Bir diğer amacı örgütlenme faaliyeti yürütmek. Sadece MLSPB değil, Dev-Yol gibi başka pek çok örgüt de ’78-’80 döneminde Diyarbakır’da örgütlenme çabası içinde.
Ali’nin sendikal mücadele dışında, farklı anarşist hareketleri, örgütlenmeleri, anlayışları kapsayıcı bir duruşu vardı. Ona bu nedenle tek başına anarko-sendikalist demeyi eksik görüyorum. Anarko-sendikalizmi tabii ki savunuyordu, emek mücadelesini önemseyen bir perspektife sahipti. Anarşist hareketi bütün farklılıklarıyla birlikte bir hareket olarak görüyordu.
Kitaptan anladığımız kadarıyla, Ali Kitapçı’nın İngiltere’ye gidişi hayatını derinden etkiliyor.
İngiltere’ye gitmeden önce bir Libya macerası var, 1982’de Libya’da çalışmaya başlıyor. 1984’te, Libya’dayken dil öğrenimi için gittiği İngiltere onu cezbediyor, para biriktirip 1987’de oraya gidiyor. İngiltere’de geçirdiği dönem Ali için çok önemli bir zaman dilimi. Britanya’da o dönem Margaret Thatcher iktidarda ve işçi hareketi çok yüksek. Londra’da ve Britanya’nın genelinde çok sayıda grev var. Ali’nin orada fabrika grevlerinde bulunduğunu, sosyalistlerle bağlantısı olduğunu biliyoruz. Bir grevde, oraya beraber gittiği sosyalistler polisin saldırısından sonra dağılıyor, alanda sadece anarşist bir grup kalıyor ve orada onlarla tanışıyor ve böylece anarşist bir örgütle bağ kuruyor. O örgütün o günlerde oldukça aktif olan Direct Action Movement olabileceğini düşünüyorum. Bu örgüt anarko-sendikalist bir gelenekten geliyor ve sınıf mücadelesinin doğrudan içinde. Gerek fabrika grevlerine, gerekse maden işçilerinin mücadelelerine çok aktif bir biçimde destek oluyorlar. Bu dönemi Ali’nin arkadaşlarına anlattıkları üzerinden biliyoruz. O yıllar İngiltere’de punk hareketinin ve işgal evlerinin de yükseldiği bir dönem. Arkadaşları Ali’nin bir dönem işgal evlerinde kaldığını söylüyor.
Anarko-sendikalizmle doğrudan, mücadele içinde kurulan bir bağ söz konusu yani.
Ali’nin anarşizmle kurduğu ilişkiyi biraz MLSPB ile kurduğu ilişkiye benzetiyorum. MLSPB’nin teorik metni neredeyse yok denecek kadar az. O dönemde bütün sol-sosyalist fraksiyonlar dergi çıkartırken MLSPB’nin sadece elli sayfalık bir broşürü var. Ali daha çok eylem üzerinden şekillenen bir gelenekten geliyor. Anarşizmle ilişkilenmesi de doğrudan eylem üzerinden oluyor. Bu, Ali’nin teoriyi önemsemediği anlamına gelmiyor. Ali teoriyi bilen biri, ama onun için değerli olan faaliyetin kendisidir.
Punk müzikle arası nasıl? Buna dair bir bilgi var mı?
(gülüyor) Doğrusu ona dair pek bir bilgi yok.
Ama Ahmet Kaya’yı dinlediğini biliyoruz…
Evet, öyle bir hikâye de var kitapta. Yavuz Atan anlatıyor. Cezaevine girme ihtimali var. Sohbet ederken, Yavuz saatlerdir sadece Ahmet Kaya dinlediklerini fark ediyor, niye diye soruyor. Ali, “Yargılanıyoruz, büyük ihtimalle bizi hapse atacaklar, o yüzden kendimi alıştırıyorum” diyor. KESK’in o dönemde yasalaştırılmaya çalışılan sendika kanununa karşı bir eylemi nedeniyle ertelemesiz ceza alıyor. Aslında basit bir 2911 sayılı yasaya aykırılık davası, ama cezalandırmaya ya da göz korkutmaya yönelik bir uygulama olarak cezayı ertelemiyorlar ve ceza kesinleşirse cezaevine girme ihtimali ortaya çıkıyor. Sonunda karar bozuluyor. Nihayetinde, çoğumuz gibi Ali de Ahmet Kaya dinliyor.
Edebiyatla arası nasıl?
Yazdığı yazılar ve şiirler var. Edebi yönü olan bir insan. Kitapta sadece oğlu Artun’a yazdığı bir mektubu paylaştım.
İngiltere’den Türkiye’ye döndüğünde nasıl bir politik ortamla karşılaşıyor?
Türkiye’ye ’80’lerin sonunda geliyor. Bir dönem İstanbul’da yaşıyor ve bir işçi derneği kurulması çabası içinde yer alıyor. 1989’un ekim ayında TCDD’de sistem operatörü olarak, bir kamu emekçisi olarak çalışmaya başlıyor. Ali’nin İngiltere’de anarşizmle kurduğu ilişki sınıf mücadelesinin pratiği içinde bir ilişki. Türkiye’ye geldiğinde bu pratiği hayata geçirme isteği var. Türkiye’deki anarşizm mücadelesini bir kamu emekçisi olarak kurmaya çalışıyor. O dönemde Türkiye’de anarşistlerin pek çoğu anarşizmle daha entelektüel bir noktadan ilişki kuruyor. Türkiye’de anarşizmin ilk ortaya çıktığı 1980’ler, sol hareketin darbe aldığı ve cezaevinden çıkan insanların küskünlük yaşadığı bir dönem. Birçok eski solcu o dönem liberalizme kayıyor, bazıları da bir entelektüel çaba olarak anarşizmle ilişkileniyor. Elbette o dönemde Türkiye’de anarşizmi sahiplenenlerin kendi durdukları yerde bir şeyleri değiştirme niyeti olmadığını söyleyemeyiz. Fakat daha çok yayıncılık ve entelektüel tartışma düzeyinde bir pratik söz konusu. O dönem Sokak Yayınları var, ardından Kara dergisi çıkıyor.
Kitapta Özlem Akarsu’nun anlattığı bir anı var. Ali, pek çok genç anarşistin “Ali’nin yeğeniyim” deyip trene ücretsiz binmesini sağlıyor. Özlem de onlardan biri. Ali bir kondüktöre söylüyor, “bu benim yeğenim” diye. Sonra o kondüktör bir makasçıya söylüyor “bak bu Ali’nin yeğeni” diye. O da Özlem’e gelip “abla, Ali abinin yeğeniymişsin, ben de anarşistim, Bakuninciyim” diyor.
1990’larda Ali’nin ilişkiye geçtiği anarşistlerin çoğu ODTÜ’de okuyan öğrenciler, genç bir topluluk. Ali o dönemde gençlere emekçilerle de bir bağ kurulmasının gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Bu doğrultuda o dönem genç anarşistleri sınıf mücadeleci bir yere çekmeye çalışıyor. Ali her kesimden insanla rahatlıkla ilişki kurabilen biri. Hiçbir zaman kırıcı değil. Ankaralı anarşistler arasında en yoğun tartışmaların döndüğü Kara Gün Kooperatifi sürecinde bile sakin bir tavrı var. O dönem anarşistler arasında çıkan tartışmalardan sonra birbirinden kopan tüm taraflarla bağlarını sürdürüyor. Kitapta Batur Özdinç, Ali’nin birleştirici tutumunu ve anarşizme bakışını şöyle anlatıyor: “Ali Kitapçı’nın sendikal mücadele dışında genel olarak farklı anarşist hareketleri, farklı örgütlenmeleri, farklı anlayışları kapsayıcı bir duruşu vardı. Ona bu nedenle tek başına anarko-sendikalist demeyi eksik görüyorum. O bir anarşistti. Anarko-sendikalizmi tabii ki savunuyordu, emek mücadelesini önemseyen bir perspektife sahipti. Anarşizmi çalışanların örgütlülüğü üzerinden gerçekleştirilebilecek bir şey olarak görüyordu. Ama anarşist hareketi bütünsel bakış açısıyla, bütün farklılıklarıyla birlikte bir hareket olarak görüyordu ve bunun için mücadele ediyordu. Anarşist hareket içinde tartışmalar, ayrılıklar vardı ve bütün bunlarda genelde birleştirici rol oynamaya çalışıyordu.”
Anarko-sendikalist bakış açısını pratikte nasıl yaşıyor?
1990’ların başında demiryolu iş kolunda iki sendika kuruluyor. Biri İstanbul merkezli Tüm-Ray-Sen, diğeri Ankara merkezli Dem-Sen. Ali, Ankara’da olmasına rağmen İstanbul merkezli Tüm-Ray-Sen ile hareket ediyor, ancak zaten bir noktadan sonra bu iki sendika birleşiyor.
7 Şubat 1993’te toplanan Dem-Sen genel kurulu Tüm-Ray-Sen’e katılma kararı alıyor. Tüm-Ray-Sen adını Tüm Demiryolu Çalışanları Sendikası (Demiryol-Sen) olarak değiştiriyor. 18 Haziran 1994’te, Ankara’da yapılan Demiryol-Sen, Liman Çalışanları Sendikası (Liman-Sen), Tüm Hava Meydanları İşletmesi Çalışanları Sendikası (Tüm Hava-Sen) ortak başkanlar kurulu toplantısında birleşme kararı alınıyor ve ortak sendikanın adı Birleşik Taşımacılık Sendikası (BTS) olarak belirleniyor. Ali bütün bu süreçlerde anarşist kimliğini saklamadan aktif biçimde mücadele veriyor. O dönem sendika içinde siyasetler arası bir rekabet ağır basmıyor. Sendikalar bugün olduğundan çok daha siyasal, ancak siyasetler arası rekabet ön planda değil. Farklı geleneklerden gelen insanlar BTS içinde mücadele edebiliyor. Ali de o mücadelenin içinde. Bir noktadan sonra çevresindekileri etkilemeye başlıyor. Pek çok sendikada iki farklı odak oluşurken BTS’de üçüncü bir odak olarak “Ali ve çevresindekiler” fenomeni ortaya çıkıyor. Bunu bir pazarlık unsuru olarak görmemek gerekir. Ali aynı zamanda farklı bir mücadele biçimi geliştirmeye çalışıyor. Bu tavrın oluşmasında Ali’nin anarko-sendikalist kimliğinin çok önemli bir yeri var. 2000’ler sonrasında BTS’de kendisine anarşist diyen başkaları da oluyor. Bu kişiler Türkiye’deki ana akım anarşizm ile doğrudan bağlantılı olmayan insanlar, doğrudan demiryolu emekçileri, Ali’nin politize olmalarına doğrudan ya da dolaylı olarak katkı yaptığı insanlar. Kitapta Özlem Akarsu’nun anlattığı bir anı var. Ali, pek çok genç anarşistin “Ali’nin yeğeniyim” deyip trene ücretsiz binmesini sağlıyor. Özlem de onlardan biri. Ali bir kondüktöre söylüyor, “bu benim yeğenim” diye. Sonra o kondüktör bir makasçıya söylüyor “bak bu Ali’nin yeğeni” diye. O da Özlem’e gelip “abla, Ali abinin yeğeniymişsin, ben de anarşistim, Bakuninciyim” diyor. Bu, yıllarca verilen mücadelenin bir sonucu. Demiryollarında herkes Ali’yi “Anarşist Ali” diye bilir, bu insanların ne kadarı anarşizmi gerçek anlamda biliyordur, ayrı konu, ama en azından pek çok kişinin Ali sayesinde anarşizmi tanıdığını, birilerinin kendisini anarşist olarak tanımlamaya başladığını, bunların hepsi bir yana, pek çok kişinin anarşizmin kötü bir şey olmadığı kanaatini edindiğini söyleyebiliriz.
Ali Kitapçı sendikal alanda nasıl bir mücadele veriyor?
KESK kurulmadan önce farklı iş kollarında sendikalar var, daha sonra bu sendikalar KESK’İ kuruyorlar. Kamu Emekçileri Sendikaları Kanunu 2001’de çıkıyor. Bu aslında kamu emekçisi sendikaları ehlileştirme kanunu. Sendikaların yasallaşması zaten ehlileşme sürecini beraberinde getiriyor, ama bu yasayla grev hakkı da tanınmıyor. Dolayısıyla o döneme kadar fiili olarak kullanılan grev hakkını yasadışı ilan eden, sendikayı içi boş bürokratik bir aygıt haline getiren bir yasa çıkmış oluyor. Grev yapamayan bir sendikanın tarihsel açıdan bir önemi yoktur işçi sınıfı açısından. Grev yapamayan bir sendika, işçi sınıfını bürokrasiye hapseden ve yasal dehlizlerde kaybolmasını sağlayan bir aygıta döner. Ali bunu görüyor. Ali ile o dönemde yapılan bir röportajda tam olarak bunu anlatıyor. “KESK süreci bitmedi, ama KESK militan mücadelesinden vazgeçti, yasa KESK’i bağladı. Elleri, ayakları bağlı bir sendika KESK” diyor.
Ali 1 Mart tezkeresine karşı yapılan mitingin örgütlenme sürecinde aktif biçimde yer alıyor. Bildirinin yazım sürecinde de etkisi var. Mitingde kürsüdeydi. Anarşistler alana girdiklerinde, “özgürlük seven çocuklar, barış isteyen çocuklar” diye anons yapmıştı. Ortak bildiride yer alan “kimsenin askeri olmayacağız” sloganını metne Ali ekletiyor. Bunlar küçük şeyler gibi gelse de, Ali’nin anarşist tutumunu bütün alanlara taşıma çabasını gösteriyor.
BTS küçük bir sendika, bütün bu durumu değiştiremez belki, ama Ali ve arkadaşları ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar. BTS mücadeleci bir gelenekten geliyor. KESK içinde örgütlü pek çok sendikadan daha fazla mücadele ettikleri söylenebilir. Birçok sendika için grev kararları sözde kalır ya da çok sınırlı etkisi olurken BTS gerçekten trenleri durdurabiliyor çoğu zaman. BTS’lilerin militan tutumunun yanısıra, işin özelliğinden kaynaklanıyor bu. Birkaç tren hattını durdurduğunuzda birçok tren hattını kilitlemiş oluyorsunuz. Bazen bir makinisti ya da bir dispeçeri ikna ederek, bazen de trenlerin önüne atlayarak trenleri durduruyorlar. BTS’nin eylemlerinin KESK açısından moral veren bir yönü de var. BTS geceden trenleri durdurabildiyse, ertesi sabah eyleme başlayacak başka iş kollarından emekçiler için moral oluyor. Ali’nin hayal kırıklığına uğradığı pek çok an var. Politik olarak güvendiği arkadaşlarının onu yüzüstü bıraktığı çok durum var. Tren hatlarını kontrol eden dispeçerleri ikna edemediği anlar oluyor. Saatlerce tartışıp sonuç alamadıkları zamanlar keza. Kimseyi ikna edemediklerinde, eğer o eylemin yapılması gerekiyorsa, Ali ve arkadaşlarının trenlerin önüne atladığı da oluyor.
Politik mücadelesi sırasında yaşadığı hayal kırıklıklarıyla nasıl başa çıkıyordu?
Yıllar süren mücadele içinde zafer diye bahsedebileceğimiz çok az olaydan bahsedebiliriz. Dönemsel zaferlerimizi de pek çok zaman büyük yenilgiler ve moral bozuklukları izliyor. Buna rağmen hâlâ tutumunu koruyabilmek ve sahada aktif mücadele sürdürmek kolay değil. Her şeye rağmen coşkusunu yitirmeyen bir tarafı var Ali’nin. Bu coğrafyada mücadele eden insanlar için geri düşmek ve depresif hissetmek doğal. Tabii ki Ali’nin de böyle zamanları, hataları, kusurları olmuştur. Bir kahraman tasvir etmek istemiyorum. Ali’nin de umudunu kaybettiği anlar olmuştur, ama çoğu zaman motive edici ve coşkulu olduğunu biliyoruz. Ali’nin deneyimleri gerçek bir zaferi sağlayacak olan şeyleri biriktirerek bize anlatan ve onu öğrenmemizi sağlayacak olguları bize gösteriyor.
Ali anarko-sendikalist pratik ve mevcut toplumsal mücadele arasında nasıl bağlar kurmaya çalışıyor?
Mesela 1 Mart (2003) tezkeresine karşı yapılan mitingin örgütlenme sürecinde aktif biçimde yer alıyor. Miting bildirisinin yazım sürecinde de etkisi var. Ali, 1 Mart tezkeresinin mitinginde kürsüdeydi. Pek çok anarşist o mitingi unutmaz. Anarşistler alana girdiklerinde, kürsüden “anarşistler alanda, özgürlük seven çocuklar, barış isteyen çocuklar” diye anons yapmıştı. O dönemde vicdani ret tutumunu ve anti-militarist kampanyaları neredeyse sadece anarşistler yürütüyordu. 1 Mart tezkeresine karşı yapılan mitingin ortak bildirisinde yer alan “kimsenin askeri olmayacağız” sloganını metne Ali ekletiyor. Bunlar küçük şeyler gibi gelse de, Ali’nin anarşist tutumunu bulunduğu bütün alanlara taşıma çabasını gösteriyor.
Ali için sahada olmanın hem örgütlenme faaliyeti açısından hem de toplumsal dinamiği canlı tutmak açısından çok önemli olduğunu anlıyoruz. Bu anlamda Ali’nin 1 Mayıs ile kurduğu ilişki nasıl?
Anarşistler ilk olarak 1993’te İstanbul’da katılıyor 1 Mayıs’a. Ankara’da ise ilk kez 1994 1 Mayıs’ında kendi kortejlerini oluşturuyorlar. Ali de katılıyor. Ali genelde 1 Mayıslara kendi sendikasının saflarında katılıyor, ama mutlaka anarşistlerin kortejinde de bir süre yürüyor. Anarşistler yürüyüş sırasında durup önlerindeki alanın açılmasını beklerler. Daha sonra bu mesafeyi “isyan” diye bağırarak koşarlar. Ali iri ve cüsseli biri olarak koşmayı sevmiyor. Bu koşu olduğunda sürekli “koşmayın” diye söyleniyor, yavaş yavaş yürüyor. (gülüyor)
Türkiye’de anarşizm fanzinler ve dergiler üzerinden örgütlenmeye çalışıyor. Ali hangi dergi çevreleriyle yakınlık kurmuştu?
’90’lardan bahsedersek, bazı dergilerle fiziki mesafelerden dolayı bir yakınlık kurmuyor. Ateş Hırsızı başta daha ortak bir çaba olsa da bir noktadan sonra İstanbul merkezli bir dergi olarak devam ediyor, Amargi İzmir’de çıkıyor. Ankara’da çıktığı için Apolitika dergisi çevresiyle daha yakın ilişkide. İstanbul’daki anarşist çevrelerle de bağlantıları var. İzmir’deki anarşistlerin kurucusu olduğu Savaş Karşıtları Derneği’nin çağrısını yaptığı Uluslararası Vicdani Retçiler Toplantısı’na da katılıyor. Zaten bu dergiler ve çevreler arasında keskin sınırlar yok.
Ali Kitapçı 10 Ekim 2015 Barış Mitingi’nin örgütlenme sürecinde de yer alıyor mu?
Tabii. 7 Haziran sonrasında, savaş politikasının yeniden başlaması ve art arda katliamlar yapılması üzerine TTB, TMOB, KESK ve DİSK gibi pek çok kitle örgütü miting kararı alıyor. Ankara’da mitingin örgütlenmesi için kurulan yapının bileşenlerinden biri de BTS. Ali de BTS adına aktif bir biçimde mitingin örgütlenmesinde çalışıyor. Çözüm sürecinin sona erdirilmesi ve savaş politikasının tekrar aktif hale gelmesine karşı geniş bir toplumsal tepki var. Bu yüzden mitingin kalabalık olacağı tahmin ediliyor. 5 Haziran’da Diyarbakır saldırısı, 20 Temmuz’da Suruç katliamı olmuş. Ali barış mitinginin örgütlenme toplantılarında benzer bir saldırının olacağına dair endişe duyduğunu ve mitingi örgütleyen yapıların kendi önlemlerini alması gerektiğini toplantılarda açık bir şekilde ifade ediyor. Pek çok insan Ankara’nın göbeğinde böyle bir şeyin yaşanmayacağını düşünüyor. Valilik, miting tertip komitesi ile görüşmelerinde “devlet sizi korur” diyor. “Devletin haberi olmadan Ankara’da kuş uçmaz” düşüncesi hâkim. Daha sonra dava dosyalarına baktığımızda gerçekten de devletin haberi olduğunu anlıyoruz!
10 Ekim katliamı sonrası toplumun her kesiminde büyük bir travma yaşandı. Toplumsal muhalefet açısından bu travma atlatılabildi mi?
Açık açık savaş sürecine girdiğimiz şu günlerde güçlü bir ses çıkmıyorsa, 10 Ekim Ankara katliamının travmasının bunda bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. 10 Ekim ve diğer katliamlar insanların tepki verme reflekslerini zayıflattı. İnsanların çekindiğini görüyoruz. O dönem toplumsal muhalefetin bu patlamanın üzerine çok düşündüğünü sanmıyorum. Ali’nin “kendi güvenliğimizi almalıyız” uyarısı önemli; devletin “kuş uçurmayacağız” söylemine neden inandığımız tartışılmalıdır. Ankara patlamasının yarattığı sok etkisinin hâlâ atlatılamadığını düşünüyorum. Patlamanın ardından yapılan bir çağrıyla, Tünel’den Galatasaray Meydanı’na yürüdük büyük bir kalabalıkla, ama etkin bir cevap verilmedi. Ali olsaydı trenleri durdururdu diye düşünüyorum. Ali sadece sendika üyesi değildi, çalıştığı işyerinde örgütlüydü. Ali ve BTS’deki yoldaşlarıu yüzden trenleri durdurabiliyorlardı. Yani onlar hem trenleri durdurabilecek örgütlülük ve yetkinliğe sahiptiler, hem de bu iradeyi gösteriyorlardı. Ali’nin hayatından çıkarılacak en önemli derslerden biri de belki de budur.