KIBRIS, KIBRISLILIK VE ÖTESİ –II: SON ANDA ÇIKMAZA GİREN MÜZAKERELER

Söyleşi: Ruken Demirer
24 Ocak 2021
SATIRBAŞLARI

Cumhuriyetçi Türk Partisi milletvekili Doğuş Derya ile söyleşimizin ikinci bölümü: Girift Kıbrıs sorununda kapalı Maraş nerede duruyor? Maraş niye Türkiye’nin iddia ettiği gibi bir vakıf malı değil? Çözüm müzakereleri nasıl tıkandı? Doğu Akdeniz krizi Kuzey Kıbrıs’ın tanınmasında bir fırsat yaratabilir mi? KKTC’nin tanınmasının kime ne faydası olur?…
2010, 2011’deki “Çözüm Mitingleri”nden. Fotoğraflar: Nedim Enginsoy

KKTC’deki cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası döneminde Erdoğan’ın “Maraş’ı açacağız müjdesi” vermesinden söz etmiştiniz. Maraş Kıbrıs sorununda nasıl bir yere sahip?

Doğuş Derya: 1974’teki bölünmeden sonra adanın güneyinde yaşayan Kıbrıslı Türkler kuzeye, adanın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı Rumlar da güneye yerleştirildi. Kuzeye gelen Kıbrıslı Türklerin birçoğu Rumlardan boşalan evlere yerleştirildiler. Maraş’ın diğer bölgelerden bir farkı, yerleşime açılmamış olması ve başından beri askeri bölge olarak tutulmasıydı. Maraş 1974 öncesinde Akdeniz’in önemli turizm merkezlerinden biriydi. Savaş sırasında askerlerin Mağusa bölgesine ulaştığı haberi gelince, bölge halkı panikleyerek Maraş’ı terk etmişti. Bölünmeden sonra, müzakere masasında Maraş ayrı bir statüde ele alındı.

Müzakere masasında görüşülen beş önemli başlık vardır. Bunlardan biri güvenlikle ilgilidir. Bir diğeri yetki ve güç paylaşımı başlığıdır. Avrupa Birliği, toprak ve mülkiyet meselelerinin görüşüldüğü başlıklar vardır ayrıca. Maraş ise 1970’lerden, yani 1977-79 Doruk anlaşmalarından itibaren hep ayrı bir konu oldu. Dönemin Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın imzaladığı bu anlaşmalarda, “Maraş yasal sahiplerine (yani Kıbrıslı Rumlara) BM gözetiminde iade edilecek” deniyor. Bu çok açık biçimde belirtilmiştir. Hatta BM’nin bu konuda ürettiği Maraş’a özel kararlar vardır. Şu an “Maraş’ı imara açıyoruz, turizm cenneti yapıyoruz, Maraş KKTC toprağıdır” diyerek aslında uluslararası hukukun dışına çıkacak birtakım girişimlerde bulunulmaktadır.

Nasıl girişimler? Bahsettiğiniz hukuksuzluğun bir yaptırımı oldu mu ya da olacak mı?

Doğuş Derya

Şubat 2020’de, Türkiye Barolar Birliği’nden Metin Feyzioğlu’nun öncülüğünde ansızın Maraş’ta alelacele bir Maraş Konferansı düzenlendi. AKP yetkilileri, Türkiye bürokrasisinden çeşitli yetkililer katıldı bu konferansa. Ancak, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere KKTC’nin makamları, muhalefet partileri, üniversiteleri, sivil toplum örgütleri konferanstan dışlandı. Kısacası, haberimiz olmadan yine bizim adımıza Türkiye’de bir şeyler kotarıldı. O dönemde başbakan olan Ersin Tatar kulağa komik gelen demeçler vererek “Maraş’ı Las Vegas yapacağını” ilan etti. Halbuki Maraş sadece müzakere açısından önemli bir mesele değil, aynı zamanda bir insan hakları meselesi. 1974’te Maraş’ı terk etmek zorunda kalan birçok insan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) konuyla ilgili Türkiye aleyhine davalar açtı. Çünkü Türkiye de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin taraflarından biri ve Türkiye şu anda AİHM’de açılan davalardan dolayı ciddi bir tazminat yükü altında. Onlarca davadan bahsediyoruz. O yüzden, Türkiye bu malların yasal sahiplerine iadesiyle ilgili adım atmak zorunda, ama bunu BM çerçevesinde yapmak yerine, “burası bir KKTC toprağıdır, dönmek isteyen KKTC yönetimi altında dönebilir” gibi yeni bir söylemle ortaya çıkıyor. Öte yandan evini, mülkünü terk etmek zorunda kalan Kıbrıslı Rumların yıllarca maruz kaldığı hak ihlalleri var. Bu meselenin Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bir Güven Yaratıcı Önlem (GYÖ) olarak ele alınması, müzakere sürecindeki tıkanıklıkları aşan bir noktadan değerlendirilmesi gerekiyordu.

Bu yaklaşıma karşı siz nasıl bir çözüm öneriyorsunuz?

Hem solda duran partiler olarak hem barış yanlısı güçler olarak bizim söylediğimiz şu: Maraş meselesinde mülkler insan haklarına uygun bir şekilde, BM gözetiminde yasal sahiplerine iade edilmeli. Ama bu, bütünlüklü çözüm görüşmeleri dediğimiz, Kıbrıs sorununa nihai çözüm getirecek müzakerelerin parçası olarak görüşülmesi gereken bir konu. Bu öyle “Maraş’a TOKİ gelecek, yol yapılacak. Konya belediyesi gelecek, yatırım yapacak” gibi bir söylemle çerez haline getirilemez, getirilememeli. Bu ne dünyanın ne de bizim kabul edeceğimiz bir şey. Yeni hak ihlallerine neden olacak adımlar atmak yerine yapılması gereken ilk şey Maraş’ın askeri bölge olmaktan çıkarılması. İkincisi, bugün AİHM’in de uluslararası bir mekanizma olarak kabul ettiği Taşınmaz Mal Komisyonu’na Maraş’ın devrinin sağlanması ve yerine yurduna dönmek isteyen Kıbrıslı Rumların başvurularının alınmaya başlaması.

Maraş meselesinde mülkler insan haklarına uygun bir şekilde yasal sahiplerine iade edilmeli. Ama bu Kıbrıs sorununa nihai çözüm getirecek müzakerelerin parçası olarak görüşülmeli. Bu öyle “Maraş’a TOKİ gelecek, yol yapılacak. Konya belediyesi yatırım yapacak” gibi bir söylemle çerez haline getirilemez, getirilememeli.

Taşınmaz Mal Komisyonu’nun işlevi ne?

Taşınmaz Mal Komisyonu aracılığıyla mülkiyet sorununda üç türlü çözüme gidiliyor. Birincisi iade. Yani, Kıbrıslı bir Rum kuzeydeki malına dönmek istiyorsa, malının kendisine iade edilmesini talep ediyorsa komisyona başvurur. Komisyon bunu değerlendirir ve malını iade eder ya da etmez. İkincisi tazminat. O kişi evine dönmek istemiyorsa komisyon, o kişi evinde yaşayamadığı için belli bir tazminat ödenmesini sağlamak suretiyle mali kayba uğrayan kişinin hak ihlalinin ortadan kaldırılmasına aracı olur. Üçüncüsü de takas. Maraş’ın da Taşınmaz Mal Komisyonu’na devri ve dolayısıyla uluslararası hukukun kabul ettiği çerçevede hallolması gerekiyor. Ama şu anda atılan adımlar bu yönde değil. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birinci tura üç gün kala, seçim yasaklarına rağmen, Ersin Tatar Türkiye’ye davet edildi. Türkiye televizyonlarında Erdoğan’ın sunumuyla Maraş’ın açıldığı ilan edildi. Bu durum kapalı Maraş’ın hem seçimlere müdahale bağlamında kullanıldığı için hem de uluslararası hukukun dışına çıkıldığı için endişeleri artırdı.

Maraş’ın savaş sonrası yerleşime açılmamasının, askeri bölge olarak tutulmasının nedeni neydi?

1974 öncesinde Maraş bölgesine dünyanın her yerinden turist geliyordu, ciddi bir turizm merkeziydi. Maraş ile Mağusa dip dibe bölgeler. Maraş’ın orijinal ismi Varosha’dır. Yani varoş. Mağusa’nın varoşu olduğu için öyle deniyordu. Fakat lüks bir varoş. Türk askeri çıkarma yaptığında, Maraş’takiler paniğe kapılarak Paralimni bölgesine, güneye doğru kaçtılar. O dönemde Türk askeri de Maraş’a girerek orayı askeri bölge haline getirdi. Süreç içinde, bargaining chip (pazarlıkta koz) dediğimiz, yani müzakere kuponu gibi kullanılan bir unsura dönüştü. Yerleşime açılmaması bu yüzden… Biraz da “zaten hemen iade edilecek” diye düşünüldü.

Maraş’ta ciddi bir mali yapı vardı, zamanla bir hayalet şehre dönüştü. Orada askerlik yapanlar, 1980’lerin ortalarına kadar Türkiye’den gelen uçakların Maraş’taki otellerden alınan çatalları, bıçakları, yorganları vs. yüklenip, götürdüğünü anlatır. On yıl geçtikten sonra bile hâlâ orada kalmış eşyalar vardı.

Varosha (Maraş)

Maraş’a özel BM kararları olduğunu söylediniz. Bu kararlar hangi dönemde alındı, ne diyor?

Bu kararlardan biri 1984’teki 550 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı. “Maraş; 1974’teki yasal sahipleri ve sakinleri dışında yerleşime açılamaz” diyor. O kararda Maraş’ın “BM yönetimine devredilmesi” de kayıt altına alınıyor. Diğeri de aynı doğrultudaki 1992 tarihli 789 sayılı karardır.

CTP olarak Maraş ve Kıbrıs sorununun paralel çözülmesi gerektiğini düşünüyorsunuz. Kıbrıs sorunu çözülmeden Maraş sorunu çözülemez mi?

Biz bütünlüklü çözüm, yani federal çözüme gidilen yolda Kıbrıslı Rum toplumuyla ilişkileri iyileştirecek çeşitli Güven Yaratıcı Önlemler’in (GYÖ) devreye girmesi gerektiğini düşünüyoruz. İki toplumun ekonomik işbirliğini güçlendirecek ve daha fazla ortaklıklar kurmasını sağlayabilecek adımlar atılması bunlardan biri. Gençlerin barışsever yetişebilmeleri için her iki toplumun da müfredatlarında barış eğitimi ekseninde iki toplumlu içeriğin bulunması önemli; Kıbrıslı Türk çocukların Kıbrıslı Rum şairleri öğrenerek büyümesi, Kıbrıslı Rum çocukların da Kıbrıslı Türk şairleri öğrenerek büyümesi gibi… Bu bağlamda, güneydeki müfredata Kıbrıslı Türk şairlerin şiirlerinin girdiğini söylemem gerek. Daha az milliyetçi bir tarih anlayışının oturtulması gerekiyor. Düşmanlıkları, savaşları anlatan kitaplar yerine bu toplumun ortak geçmişini, ortak tarihini ve kültürel birlikteliklerini anlatan müfredatın geçirilmesi bir güven yaratıcı önlem olur. Aynı çerçevede, elektrikte enterkonnekte olmak da, yani bir tarafın elektriği kesildiğinde diğerinin santralinden elektrik enerjisi sağlamak… Bu yapıldı da. Şu anda adanın iki tarafında farklı GSM operatörleri var; bizde Telsim, Turkcell, güneyde Vodafone, Cyta gibi şirketler var. Güneydeki biri kuzeye geldiğinde telefonu çekmiyordu. Dünyanın her yerinde telefonunuz çalışırdı, ama aynı adanın içinde, güneyden kuzeye, kuzeyden güneye geçtiğinizde telefonlar çalışmazdı. Bu konuda bir işbirliği yapıldı. Bu da güven yaratıcı önlemdir.

Müzakere masasında idare ve güç paylaşımı, halkların siyasi temsiliyeti, vatandaşlık tanımı, mülkiyet dağılımı görüşülüp yapıcı bir şekilde tartışılırken Maraş’ın da insani bir yerden ele alınarak uluslararası hukukun dışına çıkmadan çözülmesini sağlamak gerekiyor. Yoksa, “önce Kıbrıs sorunu çözülsün sonra Maraş, önce Maraş çözülsün sonra Kıbrıs” gibi ele almamak lâzım. Bunlar hep birlikte, el ele yürümesi gereken süreçler.

Gençlerin barışsever yetişebilmeleri için Kıbrıslı Türk çocukların Kıbrıslı Rum şairleri öğrenerek, Kıbrıslı Rum çocukların da Kıbrıslı Türk şairleri öğrenerek büyümesi çok önemli… Bu bağlamda, Güney’deki müfredata Kıbrıslı Türk şairlerin girdiğini söylemem gerek.

Yani, iki toplum arasında güven yaratıcı önlemler çözüm konusunda bir ön adım…

Tabii ki, ancak, her şeyden önce müzakere masasının kurulması gerekiyor. Bir süredir müzakere yok, iki toplumun liderleri görüşmüyor ve bu uzun süredir böyle. ABD’de Biden dönemiyle, olumlu gelişmelerin olabileceği, ocak sonunda BM Kıbrıs Özel Danışmanı Jane Holl Lute’un yeniden müzakere masasını kurmak üzere geleceği, bir istişare yapacağı söyleniyor. Şubat’ta yeniden masanın kurulacağı söylentileri var. Böyle bir süreçte ipleri daha çok germek yerine yapıcı adımlar atılması ve Maraş’ın da bu bağlamda ele alınması gerektiğini söylüyoruz.

Ancak, Türkiye’nin kapalı Maraş sorununa bakışı daha farklı. Hükümet yetkilileri Maraş’ın vakıf malı olduğunu, açılmamasının çözüm konusunda bir iyi niyet göstergesi olduğunu iddia ediyor. Bu önemli bir konu. Bu konuda 2019’da Meclis’te bir saate yakın, “Maraş niye vakıf malı değildir?”i anlatan uzun bir konuşma yapmıştım.

Aynı soruyu sorsak: Maraş niye vakıf malı değildir?

Uzun bir konu, ama kısaca anlatayım. Osmanlı-Rus harbi sırasında, paraya ihtiyaç olduğu için, adayı Osmanlı İngilizlere kiralamış. 1910’lardan itibaren ise sekülerleşmeyle beraber, Rumların ya da Türklerin kullanımındaki vakıf malı olan belli yerler satılmış ve bunlar için tapular da verilmiş. Maraş’ın bulunduğu bölgenin Abdullah Paşa Vakfı diye bir vakfa ait olduğu iddia ediliyordu. Ama 1923’te Türkiye’de cumhuriyet kurulduktan sonra, yani şer’i hukuktan seküler hukuka geçildikten sonra, vakıf mallarıyla ilgili mevzuat değişti ve mülkiyetle ilgili konular da bu bağlamda sekülerleşti. Türkiye’deki kanunlara göre, 20 yıl boyunca aranıp sorulmayan bir mal, yani vakfetmiş olsanız bile yirmi yıl boyunca aranıp sorulmuyorsa, artık o kişiye ait değildir. Kıbrıs’taki yasalarda, evkaf mallarıyla ilgili kuralları düzenleyen şer’i hukuk kitabı olan Ahkamü’l-Evkaf‘a göre bile, 30 yıl boyunca aranıp sorulmayan bir vakıf malı artık vakfa ait değildir. Yani seküler yasalarla yönetilmeyip şer’i hukukla yönetiliyor olsaydık bile, aradan 100 yıldan fazla bir süre geçtiği için bölge vakıf malı olarak kabul edilemezdi. Kaldı ki, seküler yasalar altında yaşıyoruz.

Varosha (Maraş)

Bu Abdullah Paşa Vakfı faal mi?

Abdullah Paşa Vakfı 1930’larda kapanmış. O arada, İngilizlerin verdiği tapular karşılığında insanlar o malları satın almışlar, devlete para ödemişler. Yani 20. yüzyılın başından itibaren mal sahipleri artık belli. Hatta bir ek bilgi daha vereyim. 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken, yani şu anki KKTC değil 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken, dönemin iki lideri Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş, vakıf mallarına karşılık İngilizlerden 1,5 milyon pounda yakın para alıyorlar ve bu paranın bir kısmı bazı binaların inkişafı için kullanılıyor. Yani aslında o malların parası çoktan ödenmiş ve artık seküler yasalara göre mal sahipleri ortaya çıkmış. Hiçbir zaman da “Maraş vakıf malıdır” diye konuşan biri olmamış. Ta ki, 2005’e kadar…

Ne oluyor 2005’te?

Annan Planı sonrasında mal mülk işlerini doğru düzgün çözümleyebilmek ve AİHM’deki davaların Türkiye’ye fazla yük çıkarmaması için Kıbrıslı Türk otoriteler ve dönemin Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat bir öneri getiriyor ve Taşınmaz Mal Komisyonu’nun kurulması için girişimde bulunuyor. Bu genel olarak mülkiyet sorununu hafifletmek için bir girişim. Biliyorsunuz, AİHM’deki ancak iç hukuk yolları tükendiği zaman dava açılabiliyor. Kıbrıs Cumhuriyeti KKTC mahkemelerini tanımadığı için bir iç hukuk yolu yok, dolayısıyla davalar AİHM’e taşınıyor. Cumhurbaşkanı Talat’ın girişimiyle “uluslararası hukukun kabul edeceği bir başvuru mekanizması kuralım, o merci sorunu çözemezse o zaman davalar AİHM’e gitsin” dendi. Bunun üzerine Taşınmaz Mal Komisyonu kuruldu. AİHM de bu mekanizmayı bir iç hukuk yolu olarak tanıdığı için Rumlar önce Taşınmaz Mal Komisyonu’na başvuruyor. Bugüne kadar, yanlış hatırlamıyorsam, altı yüzü aşkın dava sonuçlanmıştır. Eğer davalar çözümlenemezse AİHM’e gidiyor. 2005’te Komisyon kurulduğunda, UBP ve milliyetçi cephe “malımızı, mülkümüzü Rumlara peşkeş çekeceksiniz” diyerek aslında Rumlara ait olan malları geri vermemek için harekete geçtiler. O dönemde, UBP Taşınmaz Mal Komisyonu’nun kurulmasına karşı dava açtı. Ancak, kaybettiler. Fakat, “Maraş vakıf malıdır” üzerinden Mağusa Kaza Mahkemesi’ne siyasi bir karar çıkartıyorlar. Daha sonra, Yargıtay bu kararı bozuyor. Yani kendi hukuk kurallarımıza göre bile Maraş vakıf malı değil.

“Maraş vakıf malıdır” tezi üzerinden yapılan kampanya tamamen ideolojik, hiçbir hukuki zemini yok. Son bir-iki yılda bu hususun yükseltilmeye çalışılması Türkiye’deki yönetimin neo-Osmanlıcı yaklaşımından kaynaklanıyor.

Neden böyle bir kampanya yapılıyor peki?

O dönemde, Taşınmaz Mal Komisyonu’yla ilgili bu adımlar komisyonu itibarsızlaştırmak, Kıbrıs sorununun çözümüyle ilgili barışçıl adımları sekteye uğratmak, yani işi zorlaştırmak için atılıyor. “Maraş vakıf malıdır” tezi üzerinden yapılan kampanya tamamen ideolojik, hiçbir hukuki zemini yok. Son bir-iki yılda bu hususun yükseltilmeye çalışılması Türkiye’deki yönetimin neo-Osmanlıcı yaklaşımından kaynaklanıyor; iç politikayı konsolide etmek ve atılan adımlara kendi dünya görüşleri bağlamında bir çerçeve çizmek için.

Önceki bölümde, Akıncı ve Anastasiadis’in yürüttüğü 2017’deki Crans Montana müzakerelerinin akamete uğramasından söz etmiştiniz. Onun da öncesinde, Kuzey’in onaylayıp Güney’in “hayır” demesi nedeniyle sonuç alınamayan Annan Planı müzakereleri vardı. Bu iki süreç arasında paralellikler görüyor musunuz?

Annan Planı çok farklı bir konjonktürde yapılmıştı. Plan 2 Kasım 2002’de ortaya çıkmıştı. O güne kadar yapılmış müzakerelerin sonucunda, tarafların taleplerinden süzülerek hazırlanmış çok detaylı ve iyi bir plandı. Plan ortaya konduğunda Kuzey’de bir mobilizasyon başlamıştı; çözüm yönünde mitingler yapılıyordu. Kıbrıslı Türkler planı hatmetmişti. Sürekli köylerde planın detaylarıyla ilgili halka bilgi veriyorduk: “Toprağınız ne olacak?”, “Yerinizi bırakmak zorunda kalırsanız nasıl bir yere yerleşeceksiniz?”, “Yönetim ve güç paylaşımı nasıl olacak?”, “Senato nasıl olacak?”, “Temsilciler meclisi nasıl olacak?”… Kıbrıslı Rumlar plana benzer bir ilgi göstermemişti. 2004 döneminde Anastasiadis’in partisi Demokratik Seferberlik (DISY) Annan Planı’na “evet” diyen tek partidir. Güneyde yüzde 35 oranında “evet” çıkmıştı. 2017 müzakereleri sırasındaysa Crans-Montana’ya giden süreçte, daha önce olmayan doğalgaz denklemi işin içine girdi. 2004’te böyle bir unsur yoktu. Bugün Anastasiadis doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledilmesinin en fizibil yol olduğunu kabul ediyor. Fakat Türkiye’nin fazlasıyla kuşatıcı, yani her şeyi belirlemeye çalışan, sürekli gerginlik ve kuvvet politikası üzerinden kendini ifade eden bir devlet olduğunu düşündükleri için ciddi endişeleri var. “Kurulacak olan Birleşik Kıbrıs Türkiye tarafından manipüle edilir mi? Türkiye bizim buradaki haklarımızı gasp edecek birtakım siyasi manevralar yapabilir mi?” gibi sorular üzerinden Anastasiadis’in endişeleri olduğunu görüyoruz. Bunu bir kenara koyalım. İkincisi, Türkiye’nin giderek otoriterleşen, Avrupa’dan uzaklaşan bir ülke konumuna gelmesi Kıbrıslı Rumları etkiliyor. O yüzden, AB üyesi olmayan Türkiye ile buradaki birlikteliği korumak veya bir devlet yaşatmak zor olacaktır diye bir endişeleri olduğunu söylüyorlar. Üçüncüsü ise Kıbrıs’ın kuzeyine yapılan müdahaleler güneyden de görülüyor ve “çok büyük bir devlete karşı biz de küçük bir devlet olarak benzer müdahalelere maruz kalır mıyız?” diye endişe duyuyorlar.

2017 müzakereleri nasıl gelişti, hangi noktada tıkandı?

 2017 Crans Montana’ya kadar giden süreçte müzakereler gayet iyi ilerliyordu aslında. Daha önce Mehmet Ali Talat ve Dimitris Hristofyas döneminde, idare ve güç paylaşımı ile ilgili başlıkta büyük oranda yol kat edilmişti. Mustafa Akıncı ve Nikos Anastasiadis toprak ve mülkiyet sorununun nasıl çözüleneceğini, cross chapter negotiation dediğimiz, başlıklar arası bir müzakere yöntemini izleyerek iyi bir aşamaya getirdiler. Peki, Crans Montana’da ne oldu? Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türklerin liderleri kendi inisiyatiflerinde olan konularda yapabilecekleri çok şeyi yaptılar. Geriye kalan başlıklar yani güvenlik garantör devletleri ilgilendiren bir başlıktı. O yüzden garantör devletlerin söyleyecekleri önemliydi. Yani kim konuşacaktı? Türkiye, Yunanistan, İngiltere… Güvenlik konusunda Kıbrıslı Rumların bir hassasiyeti var. Diyorlar ki, “1974’te bir işgale maruz kaldık. Malımızdan, mülkümüzden olduk. Can kaybı verdik, bir sürü acı yaşadık. Dolayısıyla, kurucu anlaşmalarda bir daha böyle bir askeri müdahaleye yol açabilecek tek bir cümle dahi istemiyoruz”. Yani bir garantörlük anlaşması istemiyorlar. Önerdikleri ne? “Türkiye, Yunanistan veya İngiltere’yi garantör devlet olarak tutmak yerine Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin güvenliğini garanti eden bir uluslararası mekanizma kuralım” diyorlar. Bu uluslararası mekanizmanın içinde Türkiye, Yunanistan, İngiltere de olabilir, ama BM’nin gözetiminde BM’nin himayesinde bir yapı olsun ki, hiçbir garantör ülke kendine göre bu güvenlik sistemini manipüle veya istismar etmesin. Tartışmanın geldiği son nokta şuydu: Türk askeri ve adada bulunan diğer askeri güçler anlaşma sonrasında çekilecek mi? Ne zaman çekilecek? Anastasiadis’in pozisyonu “Eğer bir anlaşma yapacaksak, ben Türk askerinin tamamen çekileceği tarihi görmek istiyorum. 10 yıl sonra mı, 15 yıl sonra mı? Bunu görmek istiyorum” diyordu. Sunset clause (sona erme hükmü) dedikleri yerde bunu görmek istediğini söylüyordu. Türkiye ise “önce bir anlaşmayı imzalayalım da bakarız” diyor, bir tarih vermek istemiyordu. Anastasiadis’in o dönemde seçime gidecek (Şubat 2018’de seçimler vardı) bir cumhurbaşkanı olduğunu hatırlatarak anlatıyorum. “Ben Türkiye askerinin ne zaman çekileceği belli olmayan bir anlaşmayı halkıma götürüp, buradan referandumda ‘evet’ oyu çıkartamam” diyordu. Sonuçta, barış olması için anlaşmaya güneyden de kuzeyden de “evet” oyu çıkması lâzım. Annan döneminde bu olmamıştı. O yüzden, Anastasiadis “ben bunu halkıma kabul ettiremem” dedi. Bence yaptığı yanlışlardan biri, bir BM parametresi olan siyasi eşitliği tartışmaya açmaya kalkmasıydı. “Kıbrıslı Türkler de yönetim paylaşımı konusunda hassas. Ben de dönüşümlü başkanlığı kabul etmem” noktasına geldi. Dönüşümlü başkanlık üç yıl bir Kıbrıslı Rum başkan olacaksa, iki yıl da bir Kıbrıslı Türkün başkan olmasına dayanan bir anlaşmaydı, ama Anastasiadis bunu tartışmaya açtı. Müzakereler biraz bundan dolayı tıkandı.

O süreçte Birleşmiş Milletler nasıl bir rol üstlenmişti?

Guterres Çerçevesi sürecinde, BM Genel Sekreteri Guterres, dört-beş maddelik bir paket koydu ve dedi ki, örneğin, Kıbrıslı Rumlar, siyasi eşitliği sulandıran tutumlarını yeniden gözden geçirmeli. İkinci nokta, eğer bir mülkiyet değişimi olacaksa, örneğin kuzeydeki bir toprak iade edilecekse, ilk söz hakkına sahip olan orada oturan olsun. Ben bir Rum malında oturuyorsam ilk söz hakkına sahip olan ben olayım. Evimi dağıtmak istiyor muyum? Evimi iade etmek istiyor muyum? Bu çok yumuşatıcı bir nokta. Ayrıca, “asker meselesini yeniden gözden geçirin” diye öneriyordu. O dönemde Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın güzel bir önerisi vardı. Türkiye de bunu kabul edebilecek yapıcı bir noktadaydı: “İlk günden itibaren bir miktar asker çekilsin, süreç içerisinde 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken olduğu kadar asker sayısına dönelim.” Yani, 950 Yunan askeri, 650 Türk askeri adada sembolik olarak bulunsun; “Türkiye ile Yunanistan birer tane küçük üs sahibi olsun ve bu bağlamda güvenlik mekanizmasını yeniden konuşalım” gibiydi. Maalesef bunlar olamadı.

Anastasiadis doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakledilmesinin en fizibil yol olduğunu kabul ediyor. Fakat Türkiye’nin fazlasıyla kuşatıcı, yani her şeyi belirlemeye çalışan, sürekli gerginlik ve kuvvet politikası üzerinden kendini ifade eden bir devlet olduğunu düşündükleri için ciddi endişeleri var.

Annan Planı’nda yer aldığı söylenen ve Türkiye’de o dönem çok gündeme getirilen bir konu da Kuzey’den yüzde 7’lik bir toprak parçasının verilmesiydi. Annan Planı’nda böyle bir madde var mıydı, sonraki müzakere masasında bu konu görüşüldü mü?

Öncelikle, “verme” kelimesi doğru değil. Çünkü size ait olan bir şeyi verirsiniz. Size ait olmayan bir şeyi “iade” edersiniz. Bu sadece Annan Planı’nda değil, BM nezdinde yapılan müzakerelerde konuşulan ve verili bir durumdur. 2003’te Kenan Evren’in bile Mehmet Ali Birand’ın programına bağlanarak söylediği bir şey var: “Biz zaten çok fazla toprak almıştık, bir gün iade ederiz” diye. Müzakere masasında pazarlığa göre iadeyi kastediyordu. Düşünün, bölünme olduğunda Kıbrıslı Türkler ada nüfusunun yüzde 18’ini oluşturuyordu, ama ada toprağının yüzde 33’ünü almışlardı. Her zaman, bir toprak iadesi elbette olacak diye görüşmeler yapıldı. Günümüz kapitalist dünyasında özel mülkiyet kutsal. AB özel mülkiyet üzerine kurulu bir birlik. Dolayısıyla, toprak iadesinin olacağı hep konuşuluyordu. Perez de Cuellar BM Genel Sekreteriyken, 1985’te Cuellar Belgesi çıkarken, o dönemde toprakta yüzde 29+’nın altına inileceğini Rauf Denktaş da kabul etmiştir. Aslında yüzde 7 değil, yüzde 29+ toprağın yeniden müzakereye tabi olduğu zaten ‘80’li yıllardan itibaren bilinen bir şey. Annan Planı da tüm bu müzakere süreçleri üzerine bina edilmiştir. Denktaş’ın Kıbrıslı Türk lider olarak masaya oturduğu dönemde Rumlarla yaptığı müzakereler sonucunda Annan Planı formüle edilmişti. Akıncı da 2016’nın sonunda Mont Pelerin’de yaptığı müzakerede yine aynı oranda toprak iadesini kabul etmiştir. Yani burada Kıbrıs müzakere tarihinin dışına çıkan bir şey yok.

Annan Planı’ndan bahsederken Anastasiadis’in partisinin planı desteklediğini söylediniz. Güney’deki komünist parti Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) de Annan Planı’nı desteklemiş miydi?

AKEL o dönemde ilk başta “evet” kararı vermiş, ama akabinde parti meclisini toplamıştı ve çok az bir farkla parti meclisinde “hayır” kararı çıkmıştı. O dönemde maalesef çok büyük hayal kırıklığıydı bizim açımızdan.

AKEL’in Kuzey Kıbrıs’ta partiniz CTP ve sol, sosyalist örgütlerle iyi ilişkileri vardı…

Evet, tabii. AKEL tarihsel olarak adada hep çözümü savunagelmiş bir parti. Ama o dönemki konjonktürde, güneyde başkanlık sistemi olduğu için ve Papadopoulos ile yürütme konusunda ittifak yaptıkları için meseleyi biraz iç politikaya malzeme ettiler, biraz da süreci okuyamadılar. Annan Planı’nın detaylarını ve ne gibi sonuçlar üretebileceğini bence öngöremediler. Sonrasında, aralarından pişmanlık ifade eden çok kişi oldu. Çok küçük bir grup (o dönemde AKEL seçmeninin yüzde 10’una yakını) parti meclisi kararına uymayarak “evet” oyu kullandı. Ama gel gör ki, parti kararı olarak “hayır” dedikleri için Annan Planı gibi önemli bir plan ve tarihsel bir moment çöpe gitti.

Doğu Akdeniz krizi Kuzey Kıbrıs’a statü oluşturmada bir fırsat yaratabilir mi sizce?

Buna yönelik dış politika hamlelerini ben de Türkiye medyasından, akademisyenlerden, Avrupa’dan takip etmeye çalışıyorum. Azerbaycan’ın KKTC’yi tanıyacağı, Türkiye’nin bu bağlamda girişim yapacağı konuşuldu. Bugüne kadar, Türkiye’nin Ortadoğu’da en iddialı olduğu dönemlerde bile, “one minute” çıkışından sonra dahi, herhangi bir İslam ülkesinin KKTC’yi tanımaya niyetlendiğini görmedik. Azerbaycan bir Türki cumhuriyet, ama Güney Kıbrıs’la ilişkileri iyi ve öyle bir girişim söz konusu olmadı. Bana bunlar gerçekçi gelmiyor. Kime ne faydası olur, onu da bilmiyorum, çünkü Kıbrıs bölünmek için çok küçük bir ülke. Bu kadar küçük bir ülkeyi bölmek yerine bir işbirliği ile birleştirmek doğru olan. Hem AB yolunda Türkiye’nin önünü açacak bir mihenk taşı olmasını sağlamak hem bölgesel barışı tesis etmek hem de enerji politikaları bağlamında Türkiye’yi resmin içine alabilecek bir yerden kullanılması çok daha doğru ve güzel olurdu diye düşünüyorum. Türkiye EastMed projesinin önünü kesmek için Libya ile bir anlaşma yaptı Türkiye. Benzer bir anlaşmayı İsrail’le yapmak gibi girişimleri olduğu söyleniyor. Ama İsrail’in de Güney Kıbrıs ve Yunanistan’la ilişkileri çok iyi. Zaten ABD ile İsrail ilişkilerinin nasıl olduğunu biliyoruz. Joe Biden AB ile daha iyi ilişkiler kuracak bir Amerikan başkanı olarak sahneye dönüyor. Dışişleri bakanı olarak atayacağı kişi, Antony Blinken, AB’yi çok iyi bilen bir frankofon. Bu gelişmeler Türkiye’nin kurmaya çalıştığı milliyetçi cephe dış politikasının lehine değil. Zaten o milliyetçi dış politika da, Türkiye de dahil, hiçbirimizin lehine değil. Biraz daha rasyonel, ayakları yere basan, Türkiye’nin ekonomik krizini de derinleştirmeyecek politikaları doğru buluyorum. Türk lirasının değer kaybı dolayısıyla Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz korkunç boyutlarda. Bizi de çok kötü etkiliyor, çünkü Türk Lirası kullanıyoruz. Bir de enflasyon ithal eder durumdayız. Bu kadar bağımlı hale getirilmiş bir ülkenin bu denli büyük bir kriz ithal ediyor olması ayrıca problem oluşturuyor. Türkiye kocaman bir gemi, ekonomik krizde azıcık sallanınca arkasına bağlanmış KKTC de, küçük bir sandal gibi, alabora oluyor. KKTC’nin bir-iki ya da daha çok devlet tarafından tanınmasının da istediğimiz anlamda olumlu bir sonuç vereceğine pek inanmıyorum.

Size ait olan bir şeyi verirsiniz. Size ait olmayan şeyi “iade” edersiniz. Bölünme olduğunda Kıbrıslı Türkler ada nüfusunun yüzde 18’ini oluşturuyordu, ama ada toprağının yüzde 33’ünü almışlardı. Her zaman, toprak iadesi elbette olacak diye görüşmeler yapıldı.

Kıbrıs Cumhuriyeti “KKTC tanınabilir” diyerek o doğrultuda bir “çözüm” yoluna gidebilir mi? Böylece, doğalgazın kullanımında da Türkiye’yi saf dışı bırakamaz mı?

Sanmıyorum. Anastasiadis’in böyle bir bakış açısı olsaydı, çoktan bir anlaşma imzalamış olurdu. Kıbrıslı Türk toplumu olarak bizim şöyle bir dezavantajımız var: Ne Kuzey ne Güney bizi yeterince ciddiye alıyor, ikisi de bizi bir aktör olarak görmüyor. Ankara, yani kuzeyimiz, özellikle son dönemde, KKTC Meclisi’ni küçük bir belediye gibi görüyor. Kıbrıs Cumhuriyeti, yani güneyimiz ise Kıbrıslı Türklerle değil, Türkiye ile muhatap olmayı tercih ediyor. O yüzden de “Biz gidip Kıbrıslı Türklerle bir an önce anlaşma yapalım” diyeceklerini sanmıyorum.

Ama, Türkiye ile Kıbrıs Cumhuriyeti de birbirini tanımıyor…

Güya tanımıyorlar. Her ikisi de Gümrük Birliği Anlaşması’nın tarafı. Bir KKTC takımıyla Türkiye takımı Kuzey Kıbrıs’ta maç yapamaz, bizim sporcularımız uluslararası müsabakalara katılamıyor, ama Kıbrıs Cumhuriyeti, yani Rumlar, Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağıyla Türkiye’deki müsabakalara katılıyor. Nasıl tanımamak bu? Güney ile Türkiye’nin iyi ilişkiler kurmasına kimsenin itirazı yok. İtiraz ettiğimiz şey, Kıbrıslı Türklerin akıbetinin bu taraflar arasında rehin tutulması.

 

Birinci bölüm: KKTC’nin rehineliğinde yeni perde

https://birartibir.org/siyaset/1022-kktc-nin-rehineliginde-yeni-perde

Üçüncü bölüm: Eşit, özgür, federal

https://birartibir.org/siyaset/1030-esit-ozgur-federal

 

 
^