6. SESSİZ SİNEMA GÜNLERİ BAŞLADI

Söyleşi: Ayşegül Oğuz
6 Aralık 2019
SATIRBAŞLARI

Sessiz sinema deyip geçtiğimiz alan bir koca derya. Bulunmamış, bulunup hikmeti bilinmemiş, bilinip buralarda gösterilmemiş binlerce film var. Muhsin Ertuğrul’un Ukrayna’da, Michael Curtiz’in Macaristan’da çektiği filmler mesela. Tam da modernizmin dönümünde, bilimden sanata uzanan bir kavşakta çekilen sessiz filmler, yok olmaktan kurtarılmakla kalmayıp bir de müzikle buluşuyor son yıllarda. Mesela Ayşe Tütüncü’nün piyanosu Muhsin Ertuğrul’un kamerasıyla… Bu yıl 4-8 Aralık arasında İstanbul’da altıncısı düzenlenen Sessiz Sinema Günleri’ne hayat verenler anlatıyor.

 

Sessiz Sinema Günleri’nin altıncısını düzenliyorsunuz. Bu festivalin ardında nasıl bir motivasyon var?

Nagehan Uskan: Biraz arşivlerde gizli kalmış filmlere olan merak, biraz da sessiz sinemanın canlı müzikle birlikte sunduğu deneyimin çekiciliği… Beni sessiz sinemaya bağlayan Dziga Vertov’un Kameralı Adam filmini 2003’te The Cinematic Orchestra’nın müziğiyle birlikte seyretmem oldu. İmajın görüldüğünden fazlası olduğunu, anlatım örgüsünün önüne imajların kendi aralarında gireceği ilişkinin geçebileceğini ve müziğin imajın iç ritmini nasıl ortaya çıkarabileceğini ilk o performansta gördüm. Yüksek lisans tezim René Clair’in 1924 yapımı Entr’acte filmi üzerineydi, geçen yıllarda restore versiyonunu festivalde gösterdik hatta. Bu filmin müziği de Eric Satie’ye ait. Tezimi yazarken bu filmi kim bilir kaç yüz kere seyretmişimdir. Sanırım orada René Clair ve Eric Satie beni ele geçirdi ve bir sessiz film tutkunu oldum. Yurtdışında örneklerini gördüğümüz, sadece sessiz filmlere adanmış festivallerin bir benzerini de biz yapalım dedik Can’la. Kısa zaman sonra tanıştığımız Elif de Amsterdam’da sessiz film küratörüydü ve hemen aramıza katıldı. Yurtdışında takip ettiğimiz festivallerde genellikle filmlere piyanoyla ve klasik müzikle eşlik ediliyor, biz buna biraz daha deneysel müziği de dahil etmek ve Türkiye’den genç müzisyenleri de bu anlamda teşvik etmek istedik.

Can Koç: 2013 yılıydı, yıllardır PR ajansında çalışıyordum ve artık hayatımda anlamlı bir iş yapmak istiyordum. Nagehan’la arkadaşlığımız uzun zamandır devam ediyordu, ona da yaptığım işten çok sıkıldığımı, başka bir şey yapmak istediğimi, ama bunun ne olduğunu bilmediğimi söylemiştim. O da bana festival düzenleme önerisiyle geldi ve bu şekilde yola çıktık.  

Elif Rongen Kaynakçı: Sinema tarihi okurken özellikle sessiz sinemaya ilgim yoktu. Ancak hangi dönem ve bağlamda olursa olsun kayıp veya unutulmuş filmlere ve sinemaya ilgim büyük. Hollanda arşivinde çalışmaya başladıktan sonra izlediğim filmler arasında sessiz filmler çoğaldıkça bu konuda araştırma yapmaya yöneldim. Zamanla bu araştırmalar beni adeta içine çekti. Sessiz sinema hakkında daha ne kadar çok keşfedilecek şey olduğunu anladım. Hiç adını duymadığımız harika filmleri, tamamen unutulmuş oyuncuları izledikçe bu tarihin zenginliği beni cezbetti. Çalıştığım kurum Eye Filmmuseum da bu ilgimin farkına vardı ve sadece sessiz sinemaya odaklanabilmem için küratörlük görevi üstlenmemi istedi. Bu alanda benim çok ilginç bulduğum bir şey de zamanın sinemasının adeta sınır tanımadan çalışıyor olması. Dil sorunu da olmadığı için herkes her yerde film çekebilmiş. Nitekim bu yıl festivalde Muhsin Ertuğrul’un Ukrayna’da çektiği filmi Tamilla’yı gösteriyoruz, ki Muhsin Ertuğrul ondan önce de Almanya’da çalışmış. Yine filmini gösterdiğimiz Michael Curtiz Hollywood’a gitmeden önce doğum yeri Macaristan’da, daha sonra Almanya ve  Fransa’da da filmler çekmişti. İşte bu hikâye ve kariyerler beni son derece ilgilendiriyor. Ayrıca sürekli olarak yeni keşfettiğimiz filmler bize yine yeni ufuklar açıyor. İşimi genellikle “uygulamalı sinema tarihi” olarak tarif ediyorum. Gerçekten de, sessiz sinemanın daha sadece yüzde yirmisini izleyebildiğimizi düşünürseniz, yapacak işimizin sonsuz olduğunu göreceksiniz.

Sessiz sinemayı günümüzde cazip hale getiren, merak uyandırmasına sebep olan esaslar neler?

Nagehan: Bizden yüz yıl ötede yaşamış, farklı alışkanlıklara sahip insanların yaşam biçimleri, dert edinip anlattıkları hikâyeler, bu hikâyeleri anlatma biçimleri, eski teknikteki görece sınırlı kapasitedeki aygıtlarla yaratmaya çalıştıkları dünyalar ve bunun içinde barındırdığı deneysellik olarak sayabiliriz. Örneğin ilginç biçimde dönemin bazı filmlerinde sinemanın referans olarak aldığı temel sanatın resim olduğunu görebiliyoruz. Yani dönemin yönetmenleri sanki hareketli resim tablosu yaratmaya çalışıyor kamerayla. Ya da, beni hep çok şaşırtan bir şeydir, henüz dönem kameralarıyla derinlik etkisi sağlanamadığı için pencerelere ya da açılan kapılara dışarıyı taklit edecek biçimde derinlik algısı yaratacak resimler yerleştirilir. Bunları keşfetmek özellikle etkileyici. Sessiz sinemanın neden merak uyandırdığıyla ilgili olarak, sürekli devam eden ve gelişen restorasyon teknolojilerini de eklemek lâzım. Kayıp olduğu sanılan, tozlu raflardan çıkan filmlerin artık neredeyse yarışa dönmüş bir hızla restore edilerek tekrar hayat bulması son yıllarda sıklıkla rastlanır bir durum oldu.

Bu yıl festivalde Muhsin Ertuğrul’un Ukrayna’da çektiği filmi “Tamilla”yı gösteriyoruz, ki Muhsin Ertuğrul ondan önce de Almanya’da çalışmış. Yine filmini göstereceğimiz Michael Curtiz Hollywood’a gitmeden önce doğum yeri Macaristan’da, daha sonra Almanya ve  Fransa’da filmler çekmişti. Sessiz sinemanın daha sadece yüzde yirmisini izleyebildiğimizi düşünürseniz, yapacak işimizin sonsuz olduğunu göreceksiniz.

Lumière Kardeşler için sinema başta bilimsel bir buluş. 1900 yılında düzenlenen Paris Uluslararası Fuarı’nda tanıtılan yürüyen merdiven, telegrafon, dönme dolap gibi çağın yenilikçi, hayret uyandırıcı buluşları neyse, uçak ve sinemanın ortaya çıkışı da bilimsel buluş kaygısıyla oluşuyor. Sinemanın bu bilimsel haleden çıkıp sanata dönüşü nasıl oluyor?

Soldan sağa: Can Koç, Nagehan Uskan, Elif Rongen Kaynakçı

Nagehan: Aslında hareketli görüntü Lumière’lerden de önce birçok farklı biliminsanı tarafından çeşitli biçimde hayata geçiriliyor, bunlardan en bilineni Edison. Fakat Edison’un cihazıyla toplu gösterim imkânı yok, sadece tek kişiye seyretme imkânı veriyor. Lumière Kardeşler ise ilk defa toplu ve paralı gösterim yaptıkları için sinemanın kurucusu kabul ediliyorlar. Geçenlerde bunun üzerine komik bir bahis duydum: “Yıllar sonra Netflix gösterdi ki, aslında Edison’un buluşu daha güçlü ve bir yüzyıl sonra damgasını o vuracak. Yani Edison, Lumière kardeşlerden intikamını aldı…” Lumière Kardeşler sinematografın bilimselliği konusunda oldukça kendilerinden emin ilk başta. Hatta Méliès’e sinematografı satmak bile istemiyorlar. Méliès uğraşıp aygıtı taklit ediyor ve benzerini üretmeyi başarıyor. Kendisi dönemin ünlü bir sihirbazı ve o dönemde sihirbazlık gösterileri biraz bayatlamaya başlamış. Méliès’e harika bir çare oluyor sinematograf, onunla yepyeni büyüler yapıyor ve tabii ki en önemlisi kurguyu keşfetmesi. Her zaman ikili ayrım yapılır, Lumière Kardeşler belgeselin, Méliès ise kurmacanın öncüsü olarak kabul edilir. Godard da yine Godard’lığını yapıp bunun üzerine der ki, Lumière’ler kesinlikle belgeselci değiller. Çünkü Lumière’lerin filmlerindeki çerçevelere bakarsanız, aslında geç 19. yüzyıl empresyonistlerinin resimlerinin devamı gibidir. Méliès ise aslında gerçek olayları sahneye koyup insanın aya gidişi gibi en güncel olayları konu edindiği için belgesele daha yakındır. Godard bir yana, hakikaten Lumière Kardeşler’in çerçevelerinde gösterdikleri özene, sadece o ünlü “yaklaşan tren”in bile mizansenine, çerçeveyi bölen, diyagonalde ilerleyen tren üzerine nasıl kafa yorduklarına bakıldığında, bunun gara gelen sıradan bir tren görüntüsü olmadığı apaçık. Yani bana sorarsan sinema doğuşundan beri bilimsel halenin yanında sanatsal olanı da taşıyor.

Sessiz sinema olgusuna müzik nasıl dahil oluyor? Sinemanın kitleselleşip sinema salonlarına taşınmasında etkisi var mı?

Elif: Sinema ucuz olduğu için kısa zamanda kitlelere hitap etmeye başlıyor. Müzik zaten panayır döneminden beri gösterinin bir parçası. Yerleşik sinemalar açılmaya, hatta ilerleyen yıllarda saray gibi sinemalar inşa edilmeye başlandığında sinemanın içine sadece piyano değil, küçük bir orkestrayı sığdıracak yer yapılıyor.  Filmlere giderek meşhur besteciler bile müzik bestelemeye başlıyor. 

Dönemin yönetmenleri sanki hareketli resim tablosu yaratmaya çalışıyor kamerayla. Ya da, henüz dönem kameralarıyla derinlik etkisi sağlanamadığı için pencerelere ya da açılan kapılara dışarıyı taklit edecek biçimde derinlik algısı yaratacak resimler yerleştirilir. Bunları keşfetmek özellikle etkileyici.

 Bu yılki temanız “Bilinmeyen”. Temalarınıza nasıl karar veriyorsunuz?

Nagehan: İlk yıllarda çok daha kolay oluyordu. Yapmak istediğimiz çok tema vardı, seçmekte zorlanıyorduk. İlk yıl göstermek istediğimiz filmlere bakarak buluştukları ortak nokta üzerinde temayı geliştirdik. İkinci yıl modern kadının doğuşu temamıza çalışırken dans temasının ilhamı geldi. Bu temanın ilham kaynağı, kanatları açılıp kelebek şekline bürünen beyaz elbisesiyle dans ederken üzerine ışıklarla efektler yapılan ve elbisesini beyaz perdeye dönüştüren Loie Fuller’di. Dönem için hakikaten akıl almaz bir teknolojiydi gösterisi. Bunun üzerine geçtiğimiz yıl teknoloji temasını geliştirdik. Bu yılsa bir Danimarka arşivinden festivalimize konuk olan dostumuz Thomas Christensen’in önerisiyle Bilinmeyen yaptık temamızı. Bu tema bizi birçok çok heyecanlandırdı ve sayısız kapı açtı. Bir yandan sessiz sinemanın arşivlerde gizli kalmış bilinmezliği, bir yandan sessiz bilim-kurgu filmlerinin aradığı bilinmez, diğer yandan da soyut, sürrealist sinemanın ve en nihayetinde Dada’nın ünlü bilinmeyenine yolumuz çıktı.

Muhsin Ertuğrul, “Tamilla”, 1927

Bu temaya Türkiye örnekleri nasıl katkı sağlıyor?

Elif: Sessiz Türk Sineması zaten tam bir muamma, başlı başına bir bilinmeyen! Filmlerin neredeyse tümü kayıp, varolan parçaları da izlemek pek mümkün değil.

Yeni restorasyon teknolojileri sayesinde birçok film yeniden hayat buldu. Sizin sinema arşivleri konusundaki deneyimleriniz ne yönde?

Nagehan: Yurtdışındaki arşivlere ulaşma konusunda ilk yıldan beri oldukça şanslıyız. Festivalimiz şu an düşük bütçeli, ama ilk başladığında tam anlamıyla bütçesizdi. Böyle bir işe giriştiğimizi duyan kurumlar bize arşivlerini cesaretlendirici biçimde açtılar. En başta Bologna Sinemateki olmak üzere Amsterdam’daki Eye Filmmuseum, Fransız Sinemateki her zaman destekledi.  Hepsinin bu festivalin bugüne gelmesinde büyük rolleri var. Festivalin ilerleyen yıllarında Polonya, Danimarka, Arnavutluk arşivleri eklendi. Bu yıl ilk defa Macar arşivini de dahil ettik. Mümkün olduğunca fazla arşivden film almaya çalışıyoruz. Sadece yerli arşivlerden, bırakın film almayı, film seyretmeyi bile başaramadık. Bu da apayrı bir tartışma konusu.

Elif: Dünyadaki arşivlerin giderek filmlerini dijital ortama aktarması bizim için önemli. Filmler DCP olarak gösteriliyor. Çeviri, müzik gibi ön çalışmalar dijital dosyalar üzerinden yapılıyor. Bu imkânlar olmasa, bu festivali bu kadar çok ülkenin katkısıyla yapmamız mümkün olmazdı. Sessiz sinemayı gösterirken “doğru hız” gibi sorunlar oluşuyor.  Bu sorunlar dijital ortamda arşivler tarafından kısmen çözülmüş olarak bize geliyor. Arşivler kendi ülkelerinin sessiz sinemasını tanıtmayı gitgide daha da önemsiyor.  Sadece bilinen daha yakın sinemayı değil, az bilinen daha eski örnekleri de göstermeye çalışıyorlar. Yine de unutmayalım ki festivalimizde her etkinlik ayrı bir yapım, zira konser gibi her film canlı müzikle gösteriliyor. Bunun soundcheck’i, provaları, kurumlar ve kişiler arası iletişimi çok yoğun geçiyor.  Arşivler de bunun farkında ve böyle kapsamlı bir yapımı üstlendiğiniz takdirde destek veriyorlar. 

Lumière Kardeşler belgeselin, Méliès ise kurmacanın öncüsü olarak kabul edilir. Godard da yine Godard’lığını yapıp bunun üzerine der ki, Lumière’ler kesinlikle belgeselci değiller. Çünkü Lumière’lerin filmlerindeki çerçevelere bakarsanız, aslında geç 19. yüzyıl empresyonistlerinin resimlerinin devamı gibidir. Méliès ise aslında gerçek olayları sahneye koyup insanın aya gidişi gibi en güncel olayları konu edindiği için belgesele daha yakındır.

Altı yıldır yarattığınız bu çaba kendi izleyicisini de yaratmış gözüküyor. Seyirci profilinizden, yıllar içinde oluşan ilişkiden bahseder misiniz?

Nagehan: İlk yıldan beri şanslı olduğumuz bir konu da seyirciler. Gösterimlerimiz oldukça canlı geçiyor ve çok homojen bir seyirci kitlemiz var. Gösterimlerin öncesinde benzer festivallerde olduğu gibi sunumlar yapılıyor. Bu filmin geldiği arşivden konuklarla, ya da sinema tarihçileri, akademisyenlerle bu sunumları hazır hale getiriyoruz. Sunumlar aslında filmlerle birçok anlamda bağ kurabilmemiz için oldukça değerli. Bazı bölümlerimizin özel kitleleri oluyor. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’ndan Görüntüler bölümünün seyircileri arasında tarihçiler, araştırmacılar çoğunlukta. Deneysel filmlerde farklı bir seyirci profili olabiliyor, komedi filmlerinde de öyle. Kimi zaman müzisyenlerin takipçileri de ilgi duyabiliyor gösterimlere. Seyircinin yanısıra festivali önerileriyle besleyen ve zenginleştiren danışmanlarımız, dostlarımız ve festival sırasında bizi yalnız bırakmayan gönüllü arkadaşlarımızla sessiz filmleri birlikte seyretmek çok sıkı bir bağın oluşmasını da sağladı.

Sessiz Sinema Günleri’nde bu yıl neler izleyeceğiz? Müzisyen konuklarınızdan da bahseder misiniz?

Komedi filmleri seçkisinde Laurel-Hardy

Nagehan: Bu yıl çok ilginç bir belgeselimiz var. 1920’lerde Bolex kamerayı keşfeden Jacques Bolsey’in torunu Alyssa Bolsey, Bolex kamera üzerinden aile tarihinin derinliklerine iniyor. Hans Richter filmlerinden oluşan seçkiye Eda Er, Simon Sieger, Onur Deniz ve Onur Başkurt müzik yapacaklar. Macar arşivinden gelen İstenmeyen Kadın, Casablanca’nın yönetmeni Michael Curtiz’in Hollywood’a gitmeden önce çektiği ve günümüze ulaşan ender filmlerinden biri. Daha önce festivalimize konuk olan Alman müzisyen Günter Buchwald’ın müziği eşliğinde seyredeceğiz bu filmi. Komedi film seçkisinde bu yıl Laurel-Hardy seçkisi var. Bu seçkiye müzik yapacak olan Fransız konuğumuz Serge Broomberg bu gösterimin ardından Yangından Kurtulan Filmler adında ilginç bir gösteri düzenliyor. Kayıp filmleri akla gelmeyecek yerlerden toplayıp kendi kurduğu laboratuarında restore eden Broomberg, bu filmleri hikâyelendiriyor, hem de üstüne canlı müzik yapıyor. Pazar günü Kadıköy Bina’daki kapanış partimizde Midilli Adası’nda Alcalica grubu rüya filmlerinden oluşan bir seçkiye özel bir müzik yapıyor olacak.

Can: Bir de sessiz film müziği üzerinde bir “masterclass” düzenlenecek. Hollandalı sessiz  film müzisyeni Daan van den Hurk, sessiz sinemaya müzik yapmanın inceliklerini anlatacak.

Bu yıl sizi en heyecanlandıran filmler neler?

Elif: Ben Hayali Yolculuk, Yangından Kurtarılan Filmler ve Bolex’i çok merak ediyorum. Bir de Never Weaken’ı ilk defa canlı müzik ve büyük perdede görmek benim için çok heyecan verici.

Nagehan: René Clair’in Hayali Yolculuk’unu ben de heyecanla bekliyorum. Bunun dışında en çok Ella Bergman-Michel ve Hans Richter filmleri, Serge Broomberg’in gösterisi heyecanlandırıyor. Ayşe Tütüncü’nün Tamilla performansını da çok merak ediyorum.

Can: Benim de merakla beklediğim gösterim Ella Bergman-Michel filmleri ve Denizcinin Hazinesi.

Lumière Kardeşler belgeselin, Méliès ise kurmacanın öncüsü olarak kabul edilir. Godard da yine Godard’lığını yapıp bunun üzerine der ki, Lumière’ler kesinlikle belgeselci değiller. Çünkü Lumière’lerin filmlerindeki çerçevelere bakarsanız, aslında geç 19. yüzyıl empresyonistlerinin resimlerinin devamı gibidir. Méliès ise aslında gerçek olayları sahneye koyup insanın aya gidişi gibi en güncel olayları konu edindiği için belgesele daha yakındır.

Kadınlar da kamerayı ellerine hızlıca alıyor. Cumartesi günü gösterimini yapacağınız Kameralı Kadın: Ella Bergmann-Michel’den bahseder misiniz? Bu filmin tür içindeki ayırt edici özelliği nedir? Sessiz sinema tarihi açısından neyi imliyor?

Kameralı Kadın: Ella Bergmann-Michel

Elif: Ella Bergmann-Michel sinema tarihi içinde tanınmış bir yönetmen değil. Eline kamerayı alıp sokağa çıkan, adeta amatör, ev yapımı film tarzında çalışan, ancak zaman içinde giderek yönetmenliğe doğru evrilen bir figür. Stüdyolar dışında çalışan bağımsız insanların filmleri bilinmez kaldı. Şimdi yeniden keşfediliyorlar, son yıllarda arşivler bu tür özel işleri keşfedip ortaya çıkarmaya, restore etmeye başladılar.

Bir Macar filmi olan Denizcinin Hazinesi de dikkat çeken filmlerden biri. Son olarak onun hikâyesini de sizden dinleyelim?

Elif: Bu filmi “Osmanlı seçkisi” içinde gösteriyoruz. Aslında sonradan İngiltere’de çok meşhur da olmuş Alexander Korda’nın doğdu ülkede, Macaristan’da çektiği bir film. Bu film en az dört-beş kez filme uyarlanmış bir kitaptan esinle yapılmış, hatta en son 2000’lerde bir televizyon uyarlaması yapılıyor. Kitabın yazarı Mór Jókai. Osmanlı Paşası Ali Çorbacı’nın hazinesini çalan denizcinin hikâyesini anlatıyor film. Jókai demiş ki, “bu bana küçükken teyzemin anlattığı bir hikâyeydi, buradan esinlendim”. Macar arşivi bu filmi iki yıl önce restore etti. Bu arşivde çalışan György Raduly bu yıl festivalimizin konuğu ve filmi seyircimize sunacak. Gerek Korda’nın, gerek ünlü Hollywood yönetmeni Michael Curtiz’in batıya geçmeden önce Macaristan’da meşhur sessiz film yönetmenleri olduğu da bilinmez. Hatta Curtiz hakkındaki kitaplar sadece Hollywood kariyerini anlatır ve deneyimli bir sessiz film yönetmeni olduğunu es geçerler. Festivalin bu senesinde onun sinema geçmişini de biraz aralayacağız…

 
^