ERKİN KORAY (1941 - 2023)

Söyleşi: Serkan Seymen, Derya Bengi
9 Ağustos 2023
Erkin Koray (24 Haziran 1941 - 7 Ağustos 2023). Fotoğraf: Serkan Seymen
SATIRBAŞLARI

Erkin Koray’ın kaç zamandır peşindeydik. Roll öncesinden, Express zamanlarından beri… Olmamıştı, becerememiştik, başla­mıştık, bitirememiştik. Bir yerlerden kulağımıza geldi, “Tekrar grup kuruyormuş, Nihat Örerel Yeni Zelanda’dan dönüyormuş” diye duyduk.
Yine işe giriştik. Epey bir telefonlaşmadan sonra gece 11’de, Yeşilyurt Polat Renaissance Hotel’de, lobide buluştuk… Kızı Damla, arkadaşları Emel, yani toplam beş kişi otel içinde muhabbete elverişli tenha bir yer aramaya koyulduk… Açık havaya çıktık, denize bakan tarafta, yüzme havuzunun bir boy uzağındaki kameriyeye yerleştik. Yukarıda ay mehtabı, yan tarafta deniz feneri, kısacası “durumlara uygun” bir mekân. Erkin Baba’yı konuşturmak “zor” iş, ama burada konuşmayacak da nerde konuşacak! Korkumuzu yenip teybimizin kayıt tuşuna bastık.
Tam o anda, lodostan mıdır, yoksa buraların her zamanki hali mi bilmiyoruz, kanalizasyonla karışık felaket bir koku yayılmaya başladı denizden. “İmkânı yok” dedi Erkin Koray, “hemen terkedelim burayı”. Arabaya doluştuk, başka bir yer aramaya başladık. Florya-Menekşe sahil yolundaki bir açık çay bahçesinde de aynı şey geldi başımıza. Tam teybe yelteniyorduk, koku başlıyordu. Şarkıdaki gibi, “haber vermeden, gürültü etmeden, öcü gibi, umacı gibi, acımadan, yüreği sızlamadan” geliyordu “melun” koku. Oradan da kalktık.
Sinirler gergin, geceyarısını biraz geçe Florya’daki Nasyonal kafeye attık kapağı. Hiç değilse denizden hafif beride, ağaçlık bir mekân… Konuya nasıl gireriz, nerden başlarız diye etrafı süzerken kafedeki radyodan Teoman’ın “Ne Ekmek ne de Su” şarkısı başla­dı, “bu çocuğa dikkat ettiniz mi” dedi Erkin Baba, “ne kadar güzel bir tınısı var, ne kadar yumuşak gitarlar…” Yanımızda getirdiğimiz Roll’lardan Teoman söyleşisini bulduk, Erkin Koray hakkındaki bölümü okumaya başladık. Burda kokudan eser yoktu, çaylar gelmişti, muhabbet yavaş yavaş şekilleniyordu. Teoman sayfasının yan tarafındaki Ayna resmini görünce “Ceylan” konusunda da yorumunu yaptı: “Valla bravo. Çocuklar oturuyor, şarkı kendi kendine yürüyor. İşte Allah babanın bir kompozisyonu bu…” Artık teybi açmaya sıra gelmişti…

Geçen gün bir gazetede okuduk, en sevdikleri şarkı sizin “Allah aşkına” şarkınızmış…

Erkin Koray: Kimin? Ayna’nın mı?.. Haa, çocuklar boş değil, belli… (gülüyor)

Bugünlerde neler yapıyorsunuz?

Şu grubu bir yapalım da, bir şeyler çıkacak. Eski kasetlerin içinde gözden kaçmış güzellerim var benim. Ya bir numaralı şarkının altında biraz ezilmiş ya da o zamanlar zamanı gelmemiş şarkılarım var. 25 sene önceki kayıtlar ne kadar güzel olursa olsun, yine de aradan o kadar zaman geçmiş. İnsaf! Tek kanal kayıtlar hepsi de. Güzel olabilir, hatta o devire göre süper, ama fazla iddia etmek de saçma. Ben bile kendi kendime “ulan nasıl yapmışız böyle şeyler” diyorum. Fakat 1997 yılında stüdyodan çıkan bir eserle bunları yan yana koymak da uygun değil. Böyle üç kasetlik bir repertuar çıktı. Bunları tek kasete indirererek 10-12 tanesini seçeceğiz…

Orhan Gencebay, “Çok kanallı kayıt çıkınca işin ruhu öldü” diyordu, “eskiden ne güzel hep beraber doluşuyorduk stüdyoya, giriyorduk şarkılara”

Ben “Bay Fesupanallah” değilim. Ben bir rock şarkıcısı ve gitarcısıyım.

Kesinlikle öyle ama, devrin teknolojik şartlarından da istifade etmek lâzım. Tek tek kayıt çok kolay. Tek bir hatalı “cırt” sesi oldu diye yeniden hep beraber çalmak ne kadar zordu. Sadece kayıt aşamasında değildi o ruh, o heyecan. O devirlerin bir elektriği vardı. O devirlerde herhalde uzayda bir elektrik hasıl oldu, bütün dünyayı kapladı, biz de büyük bir şans eseri o elektriğe denk geldik. Şimdi gitti o elektrik…

Nasıl bir şeydi bu?

Elektrik işte. Manyetik bir alan. Hangi yıldızların bir araya gelmesinden oluştu, bilmiyorum. Ama o manyetik alan gitti. Bizim üzerimizden bile gitti.

Öyle mi? Yoksa o elektrikten nasibini alanlar hâlâ devam ediyor mu?

Valla, doğru dürüst bir şey çıkmadığına göre, bizden de gitti diyorum. Ben şahsen o ruhumun öldüğünü sanmıyorum da… Ama neticede hangi sebeple olursa olsun bir araya gelemiyorsak, bir şeyler gitti demektir. Yapamıyoruz artık o günlerde yaptıklarımızı. Şimdi belki bir ışık göründü gene.

Asım Ekren, “Hâlâ Kalamış sahil sineması ruhunu koruyor” diyor sizin için…

Benim devreler arasında en dirisi benim herhalde. Bu konuda hâlâ çarpışan, “haydi” diyen yine de benim. Bıkkınlık mı, doyum mu, bilemiyorum, hiçbirinde bendeki azmi göremiyorum. Elimden geldiği kadar insanları harekete de geçirmek isteyen biriyim. Müzikçi olsun olmasın, diğer arkadaşlarımı o ruhu kaybetmiş olarak görüyorum. Ben iyiyim.

Size hayret ediyorlar mı?

Evet, ediyorlar. Evet. Evet.

Ne diyorlar mesela? Artık bırak bu işleri diyenler de var mı aralarında?

Var, var. Hatta benim bu koşturmamla alay eden de var. “Sen n’apıyorsun allah aşkına” diyen de var. Ben iyiyim, bu tavrımdan da memnunum. Doluyum.

Herhalde ilk başladığınız zamandan beridir “ bırak bu işleri” diyenler oluyordu size.

Evet, hep öyleleri oldu. Ama bırakmadım. Ben yaptığımın doğru ve güzel olduğuna inanıyordum. Herkesin babası gibi benim babam da normal bir baba olduğu için, ilk aldırmış olduğum gitarı kırmıştır tabii ki. Fıkralarda olduğu gibi. Her ne kadar kafamda kırılmış olmasa dahi, o gitarın kırılmışlığı var. Öyle bir espriden geliyorum.

Ben gitara başladığım zaman, etrafta örnek alınacak gitarcı yoktu. Benim gitar çalışım, müzik yapışım, buluşlara, yaratışlara filan kaldı. Bir gitar nasıl çalınır, bunu sorup öğrenemedim. O yüzden çok değişik bir sistemle yaşadım ben hep. Gitar öğrenirken kendi kendime akorları filan çıkartmak mecburiyetindeydim. Gitarla aramdaki ilişki çok değişiktir. Batı müzik kökenli olduğum için beni bu yola sevk eden Amerikan akımları oldu tabii ki. Elvis Presley ve o zamanların canavarları: Little Richard, Fats Domino, Chuck Berry, Jerry Lee Lewis…

Erkin Koray’ın sanatına vukfunda İstanbul Şehir ve Radyo Senfoni orkestralarında piyano çalan annesi Vecihe Hanım’ın da muhakkak büyük rolü vardı

Country de dinlerdim, çalmışlığım da vardır. Ama neticede ben Türkiye’de olduğumu hiçbir zaman unutmadım. Her ne kadar Amerikanvari yetiştiysek de, benim meslektekilerden daha farklı bir müzik ortaya çıkardım. En başlarda tamamen, katıksız rock çalıyordum. Daha sonra bir tesadüfle “Bir Eylül Akşamı” ve özellikle “Kızları da Alın Askere” çıktı. Batı müziği enstrümanlarıyla plağa alınan bir Türkçe parça olarak galiba ilkti. Ya da şimdi tam hatırlayamıyorum, ilk gibi bir şeydi. Tabii, evvelden tangolar filan vardı ama, rock türünde ilkti.

O şarkılardaki vokaller sonrakilerden çok farklı. Söyleyişte, vurgularda kasti bir acemilik var sanki. Çocukça, naif, hafif alaycı gibi… Sözleri yuvarlıyorsunuz…

Öyle gelmiş demek ki. Çok İngilizcenin içinde olduğum için Türkçeyi öyle hissetmiş olabilirim. Türkçe söylemek bambaşka bir şeydi sanki.

Bir tesadüf eseri dediniz bu plaklar için. Neydi o tesadüf?

Plağa alınışı bir tesadüf… Beni zorla tutup stüdyoya soktular.

Size zorla bir şey yaptırmak mümkün müydü o zamanlar?

(gülüyor) Zorla dediğim, ikna ettiler tabii ki. Neticede zorla gibi. Yapmayın, etmeyin dedik ama…

O kadar satacağını bekliyor muydunuz?

Hayır, beklemiyordum…

O devirlerde herhalde uzayda bir elektrik hasıl oldu, bütün dünyayı kapladı, biz de büyük bir şans eseri o elektriğe denk geldik. Şimdi gitti o elektrik…

“Ceylan” gibi bir şey mi oldu yani? Siz oturuyorsunuz, şarkı yürüyor…

Evet, evet. Aynen öyle. Ama güzel bir tesadüftü. Bende büyük bir ufuk açtı. İyi ki de götürmüşler…

Kimdi götüren?

Ali Avaz olsa gerek. Detaylarını hatırlayamıyorum. Ama o gece stüdyoya götürenlerden biri de Ali Avaz’dı. Herhalde o sıralar İstanbul Plak’la birlikte çalışıyordu. Bu görevi de ona vermişlerdi, “Erkin’in dilinden sen anlarsın” gibilerinden…

Sonra daha Ortadoğulu şarkılara geçtiniz. O da mı bir tesadüftü?

Hayır, o tamamen bilinçliydi. Yaptığım şeyleri esaslı yapmak istediğim için, gerçekten uzun araştırmalar yaptım.

“Mezopotamya modu” terimini kullanıyorlar sizin yaptığınız müziği tarif ederken…

Mezopotamya modu, ukalâca bir söz işte. Ortadoğu melodileri diyorum ben. O zamanlar dünyadaki bütün müzikleri dinlerdim. Beatles’ı, Elvis’i dinlediğim kadar, Ümmü Gülsüm’ü de, Ferit El Atraş’ı da, Alman Udo Lindenberg’i de dinlerdim. Afrika müzikleri de vardır arşivimde. Ortadoğu müziğini bu memlekette en iyi bilenlerden biriyim. O zamanki melodiler benim değildi, Ortadoğu melodileriydi. Sözler benimdi, ama sözler önemlidir, yabana atmayın. Başkaları gibi ordan burdan çalmadım, Ortadoğu melodileri olduğunu hiç saklamadım. Büyük bir arşivim var. O repertuar az kişide vardır. Ama bu konuda kendimi uzman kabul etmiyorum yine de. 25 yıl evvel, ben yaptığım sırada “böyle de bir şey olmalı” diyerek yapmıştım. Benim müdahalem bu kadar. Ama isabetliydi.

Benim babam da normal bir baba olduğu için, ilk aldırmış olduğum gitarı kırmıştır tabii ki. Her ne kadar kafamda kırılmış olmasa dahi, o gitarın kırılmışlığı var. Öyle bir espriden geliyorum.

Yaptıklarımın da, şimdiki yapılan anlamda arabeskten farklı olduğunu iddia ediyorum. Beni arabeskçi olarak görenlerin haksızlık ettiklerini söylüyorum. Ben arabeskçi değilim, ama olsam da bunda utanacak bir şey yok. Bu konunun uzmanı değilim, o kadar. Arabeskçi dendiği zaman başka birileri aklıma gelir benim, ben gelmem. Eğer biri bana arabeskçi diyorsa, çekemediği bir taraf vardır, benim gerçek bir rock’çı olduğumu ifade etmek istemiyordur. Bu eserler yapılmışsa güzel bir şey olduğu için yapılmıştır. Bu arabesk eserleri bana rock’tan daha fazla ufuk sağladı. Maddi yönden de tatmin etti tabii. Bu memlekette beni “Şaşkın”larla, “Fesupanallah”larla tanıyanlar yüzde 90’dır. “Fesupanallah”a şimdi gösterilen sevgi bambaşka. Demek ki zaman geçtikçe kavrandı. Bana sokakta “Erkin abi, ‘Fesupanallah’ı söylesene” diyenler “Krallar”ı bilmez, “İlahi Morluk”u, “Sana Bir Şeyler Olmuş”u bilmez. Ben bu işin de hakkını verdim, arabeski iyi tanırım, iyi bilirim, ama bir şey söylemek gerekiyorsa uzmanları var, ben “yanlış adres”im. Ben “Bay Fesupanallah” değilim. Ben bir rock şarkıcısı ve gitarcısıyım. Bazen haksızlık edildiğini görüyorum. Özellikle rock çalan arkadaşlar tarafından “o arabesk-rock’tır” deniyor. Kesinlikle öyle değil.

Benzer noktalar buldunuz mu bu iki müzik arasında?

Arabesk bir ritm ismi. O arabesk ritmlerde de, rock müzikte olduğu gibi bir isyan, bir tansiyon var. O Doğunun rock’ı, rock müzik de Batının rock’ı. Bunun böyle olduğunu görüp hissettikten sonra bu tür eserler yapmaya karar verdim. İş olsun diye, çok satayım diye yapmadım. Bir güzellik gördüm, o yüzden yaptım.

Daha çok Hindistan’a karşı bir ilginiz var, değil mi?

Hint müziğinde de o yüksek tansiyonu görüyorum. Esasen Hint müziğini benim müziğimle bir arada pek fazla yoğuramadım. Derin bir müzik. Mesela Pakistanlı Nusrat Fateh’in müziği de çok heyecanlı bir müzik. Takip ediyorum.

“Başka bir şey almayacaksanız, kapatıyoruz efendim” diyor başımızda dikilen garson. Saat 1’i geçmiş. Mecburen kalkıyoruz. Belli oldu, işi “iki etap”ta halledeceğiz. Eıtesi gün kısa telefon trafiğinden sonra cumartesi günü için Akmerkez’de randevulaşıyoruz. Cumartesi günkü kadro yine aynı. Beş kişi, yoğun gürültü içinde, kafelerin olduğu katta bir masanın etrafndayız… Erkin Baba, “Hadi, bir an evvel bitirelim şu sıkıcı işi. Bitirelim de normal hayatımıza geri dönelim…” diyor asık suratla. Tehlike alâmetleri!.. “Röportajlar çok sıkıyor beni. Esasen günlük hayatta da bana soru sorulmasından hoşlanmam. Hele kendimden bahsetmeyi hiç sevmem…” Bugün de iyi başlamadı. Serinkanlılığımızı bozmadan, devam…

Arda Uskan, sizin için “Hem çok ketumdur, hem de kendinden çok emindir” diyor…

Erkin Koray: (gülüyor) Arda sağolsun, çok eski arkadaşım. Arada sırada görüşüyoruz. Bir yerde programa başladığım zaman kesinlikle hemen geliyor Arda. “Bıkmadın mı” diyorum, “sana çalacak repertuar bulamıyorum artık” diyorum. Arda’yla epey bir Fransa maceramız var…

Evet, önce Cannes’da John Lennon muhabbetinde birliktesiniz. Sonra Arda Uskan’a sen Türkiye’ye dön, iki gün sonra ben de geliyorum” demişsiniz, birkaç sene kalmışsınız…

Evet, orda bir kurs gördüm. Bir nevi yoga. “Bir yabancı ülkede bir insan parasız kalırsa başına ne gelir ve nasıl bu işin içinden çıkar”ın kursunu görmek için orada kaldım. Arda “ben gidiyorum” dedi, ben İngilizce ve Almanca biliyordum, ama Fransızca bilmiyorum; üstelik elimdeki dönüş biletini de sattım ki elimin altında bir güvence de bulunmasın diye… Uçak bileti bir güvence, başın sıkışınca atlayıp Türkiye’ye dönebilirsin. Öyle olmaz. Onu da sattım ki, iyice sıfırlanayım. Öyle bir kurstu yani…

Mezun oldunuz mu?

Evet, evet, ayakta alkışladılar beni. Tülay German’lar filan oradaydılar, “olamaz böyle şey” dediler. Bir gün para topladılar aralarında, herkes birer frank verdi. Ayıp olmasın diye büyük para da vermiyorlar, şaka yollu 10 frank tutuşturdular elime. Dediler ki en büyük hippiye hediyemiz olsun…” Dedim Tamam, bu sefer alıyorum, yalnız amacım bu değil, ben sizi sevdiğim için geliyorum, ama esasen ben sizi tanımıyorum. Siz yoksunuz. Yabancı ülkedeyim ben…” Bir kere aldım, bir daha almadım. Paris’in 10 kilometre falan dışında oturuyorlardı. Bir keresinde de gece çok geç bir vakit evlerinden çıktım, sola döndüm, yürümeye başladım. “Yahu” dediler, “nereye gidiyorsun? Metro bu tarafta”… “Metro bu tarafta ama” dedim, “Paris o tarafta…” Erdem Buri, illa para vereyim, metroya bin diye tutturdu. Olur mu? İyi, ben sıkıştım mı onlara gideyim, para alayım. Olmaz! Madem param yok, ben bu yolu yürümeliyim. Sizi tanımıyorum, ben burada kaldım, Paris’e döneceğim, yürümeliyim. Sonra ben doğru Paris’e, St. Michel’e…

Eğer biri bana arabeskçi diyorsa, çekemediği bir taraf vardır, benim gerçek bir rock’çı olduğumu ifade etmek istemiyordur. Bu eserler yapılmışsa güzel bir şey olduğu için yapılmıştır.

St. Michel dediğim de Sultanahmet. Benim gibi bir adamın Champs- Elysees’de ne işi var!.. Paris’te tabii ki o tür adamlar çok var. Bir bakıyorsunuz, dört-beş kilometre sonra karşı kaldırımdan da aynı ritmde bir ayak sesi geliyor. Biri daha aynı istikamete gidiyor. Nereye? Aynen “Sultanahmat”e… Oluyorsunuz iki kişi. Kaç paran var? Valla bende yok, sende? Bende dört frank var, iki bira eder. Tamam, yürü. Hızlıca bu sefer, daha da hızlı. İki bira, o şartlarda iki kasa bira gibi. Hiç hesapta yokken oturup Paris’in ortasında iki bira götürüyorsun. Paşa paşa. Gecenin ortasında daha nerede kalacağın bile belli değilken, iki bira çok acayip bir görüntü… O kursu gördükten sonra kolay kolay boyun eğmezsin.

Gitarın yardımı olmadı mı hiç?

Neden bilmiyorum, onu yapmadım. “Sen niye böyle sefalet çekiyorsun, git metroda çal” dedi bir arkadaş. Ama ben yapmadım. O gitara bunu uygun görmedim. Bir dönem böyle geçti. Daha sonraları grup kurdum, o ayrı. Louis de Funès’in oğluyla bir grup kurdum. Olivier’ydi adı, davul çalıyordu. Kulüplerde çaldık.

Daha öncesine dönelim, John Lennon’ın Cannes’daki filmi hakkında neler söylersiniz? On dakika boyunca bembeyaz bir görüntüden başka bir şey yokmuş, sonra güneş gözüküyormuş… Filmi beğenmiş miydiniz?

Bir tek ben beğendim zaten. Herkes yuhaladı, ıslıkladı. Sonra John Lennon kimseyle görüşmeyi kabul etmezken bizle görüştü.

Ne dediniz razı etmek için?

Onu söylemem. Ama, John Lennon gibi bir kişinin hangi dilden anladığını bilirim.

“Demek o kadar yükseklere çıkanlar da var” gibi bir şey demişsiniz. Arda Uskan öyle söylüyor…

Arda’yla beraber yiyip içiyoruz, ayıp olmasın diye öyle bir şey uydurup söylemişimdir. Ama ne söylediğimi asıl ben bilirim. Başka kimseye de anlatmadım, anlatmam.

(kızı Damla “Ben Yoko’ya sorarım” diye atılıyor) Git sor! Yoko da bilmez. John’un kulağına eğilip söyledim. Ama öyle bir kelime de söylemedim. Sihirli bir kelime filan değil. Öyle şey olmaz. Gidip “fıs fıs fıs” yapmadık herhalde. Bir şeyler konuştuk. Ve randevu almak istediğimi söyledim, o da verdi. Bir tek bize randevu verdi. Arda’ya yarın John Lennon’la buluşuyoruz” dedim, inanmadı. Kimseyi yanına yaklaştırmıyordu, aslında mümkün değildi. Kafası da bozuktu John Baba’nın. Filmini beğenmemişler, saçma sapan bir filmdi, benim hoşuma gitti, o ayrı. Benim tabii hoşuma gider. Çok beğendim filmi… (gülüyor)

Arda Uskan, John Lennon, Yoko Ono, Erkin Koray

Ertesi gün de kahvaltı sofrasında konuşuldu, değil mi?

Evet, bence gerekenden de uzun bir görüşme yaptık. Biz 45 dakika falan kaldık herhalde. Çünkü hissettiğim kadarıyla o kişinin kimseyle konuşmaya niyeti yoktu. Bir tek bir Japon fotoğrafçı vardı –o da Yoko Ono’dan torpilli olsa gerek–, onu bile çok çabuk savdı başından. Bizden hoşlandı ama. Elektrik meselesi. Aynı istikamette kişiler olduğumuzu hissetmiştir. Mutlaka hissedilir o.

Öldürüldüğü gün neler hissettiniz?

Bir anda Amerika’nın gerçekleri falan film gibi gözümün önünden geçti. Olayın bu boyutlarda olması beni iğrendirdi. Savaş karşıtı bir adamın ortadan kaldırılmasıydı olay. Bana hiç kimse anlatamaz kafadan sakat birinin gidip de John Lennon’ı vurduğunu. Bunu biz dinlemeyiz. Bunu gazetede vatandaşa anlatabilirler de, bana anlatamazlar. Bu özellikle yapılmış bir şey. Beni çok derin düşündürdü bu olay. Savaş karşıtı gösterilere demek ki zararlı gözüyle bakılıyor. Benim görüşümdeki bir insan için korkunç bir şey. Hiçbir şey yapamamanın kahroluşunu yaşadım o olayda… Daha fazlasını da söylemeyelim, bizim başımıza da bazı şeyler musallat olmasın. Bu konular bu kadar ileri boyutlarda.

Bazı şeyler çok basit gözükebilir, halbuki o basitlik içinde öyle bir derinlik mevcuttur ki, o derinliğe gelmeden o basitliği bulamazsın. Çünkü basit değildir o. Ama onun basit olmadığını anlamak için o yeri geçmiş olmak lâzım.

Beatles’ta sizin adamınız Lennon mıydı her zaman?

Paul McCartney çok iyi bir şarkıcı ve besteci olmasına rağmen hiçbir zaman bir John Lennon olamadı. George ile John, o grubun beyinleriydi. Paul iyi bir besteciydi, doğal bir kabiliyeti vardı, ama derinlikli bir kişi değildi. Ringo’dan hiç bahsetmeyelim tabii. Avrupalılarda grup konusu çok önemli. Gruptan bir eleman değişti mi, grup dağıldı, bozuldu gözüyle bakılıyor. Halbuki Ringo çok vasatın altında bir davulcu, Beatles’a yakışmayan bir davulcu… Öyle başladılar. Yıllar boyu Ringo’yu idare ettiler aralarında.

Geçen gece müziğinizdeki Hint etkisi konusunda kalmıştık. Bildiğimiz kadarıyla Hint dünyasını, hatta Hint filmlerini de seviyorsunuz…

Anlatmam gerekmeyen birtakım engeller nedeniyle Hindistan’a gidemedim ama, başka ülkelerde Hintlilerle beraber oldum. Hindistan’a gitmeyi planlıyordum, hatta yol üstündeydim, ama olmadı. Hintlilerle müzik yaptım, ayinlerine katıldım, guruların, sihlerin arasında bulundum. Çok derin felsefesi olan bir ırk. Hintliler ciddi insanlar. Sokaktaki adam bile ciddi. Sulu bir Hintliye rastlayamazsınız. Sadece Hint dizilerinde görüyorum gülen Hintliler. Ama o diziler başka, artistler de Hintli değil de beyaz gibi. Dizilerde İngiliz hegemonyası bitmemiş demek ki…

Roll, arka kapak, sayı 6, Nisan 1997

Felsefeyle ilgilenmeyen adam müzik yapamaz diyordunuz. Uzakdoğu felsefesine de bir dönem yakın oldunuz. Bu felsefe mevzuunu biraz açabilir miyiz?

Hepsi birbirinin uzantısı kesinlikle. Ben zaten bunun için yurtdışında bulundum. Hep söylerler istikbalini aramaya gitti yurtdışına” diye. Kesinlikle en ufak bir şekilde aklıma bile gelmedi. Gidiş zamanımı da düşünecek olursanız, “Şaşkın”ın, “Fesupanallah”ın, “Arapsaçı”nın, “Estarabim”in bir numarada olduğu zamandı. Yağmur gibi konser teklifi, turne teklifi yağıyordu. Türkiye’de iki sene daha kalmış olsam, zaten çoktan emekliliğimi çıkarmıştım. Onları bırakıp gittim. Onu bırakıp başka ne istikbal arayacaksın, zaten bulmuşsun. Ben insanları tanıyayım ve dünya müziklerinin birebir içinde bulunayım diye gittim yurtdışına. Ayağımın altına gelen hiçbir konseri kaçırmadım. Jethro Tull, Led Zeppelin, ZZ Top, 10 CC, Black Sabbath… Hatırlamadıklarım da var tabii. Bir Pink Floyd’a gidemedim maalesef… Bir de ikinci, üçüncü dereceden gruplar var, onları da sürekli seyrediyordum.

Soruların cevabı çok uzun… O uzun kitabın bir satırını bir yerden, öbür satırını bir yerden cevaplandırmaya çalışıyorum yaşamım boyunca.

Orada grup kurmakta zorlandım. Gece bir yere gidiyorum, davulcuyu beğeniyorum, “bu Nektar’ın davulcusu” diyorlar. Başka yerde basçıyı beğeniyorum “Scorpions’ın basçısı” diyorlar, gitarcıyı beğeniyorum, “Rattles’ın gitarcısı” diyorlar. Grup yapınca da böyle adamlarla yapmak istedim, ama o adamları tabii ki alamadım. Öyle bir gücüm olmadı hiçbir zaman. İkinci derecelerle de ben yapamadım. Ben ağır geldim onlara. Zaten ben onlarla arkadaşlık etmek, felsefelerini anlamak, kendi felsefemi aktarmak için, onlarla yaşamak için gittim yurtdışına. Müzik yapmak aklıma geldiği zamanda da en iyilerle yapmak istedim. Mesela Almanya’da Lotus diye bir Alman grubum oldu, Hollanda’da da birtakım Hollandalılarla çaldım, Kanada’da Night Riders diye bir grupla oldum. Ama önemli değildi bunlar. Southern Comfort diye hatırı sayılır bir grup var Almanya’da, onlar beni istiyordu, ama gitmedim. Ya ben bir yıldız gibi bir numaraya plak yapmalıydım, ya da o işlerle hiç uğraşmamalıydım. Almanya, Hollanda, Belçika, İngiltere, Fransa, Avustralya, Kanada, her yere gittim… Esasen felsefe gezisiydi.

Erkin Koray Fransa’da

Neler okuyordunuz? Felsefe merakı nereden geldi?

Daha çok okuyarak değil. Fazla bir şey okumadım. Fazla bir şey okumamayı tercih ettim. Ama okumak güzel şey, muhakkak okumuşumdur. Kuran-ı Kerim’i de, İncil’i de, Budizm felsefesini de okumuşumdur. Ama bu dünyada bulunuşumun yorumunu kendim yapmak istedim. Neyiz? Nerden geldik? Nereye gideceğiz? Kimiz? Ne yapmak istiyoruz? Ne yapıyoruz? Niye burdayız? Bunun felsefesini kendi kendime ya da arkadaşlarla, gecelerce, sabahlara kadar oturup tartışarak, fikirler ortaya koyarak yaptık. Özellikle bu Yeraltı Dörtlüsü durumunda yarısı müzik, yarısı felsefi konuşma şeklinde geçiyordu hayatımız.

Ben yapabileceğimin onda birini ortaya koydum Türkiye’de. Bende daha büyük bir müzik görüşü ve kapasitesi var ama, Türkiye’nin gerçeklerini de hiçbir zaman gözardı edemedim. Kitlelere ulaşmak da istedim yani. Bende bu yaptıklarımın daha onda dokuzu kadar materyal var. Ama bunları ortaya koymaya artık zaman da bulamam, zemin de bulamam.

Uzun felsefe tartışmalandan sonra nerelere vardınız? “Bir cevap buldun mu sorulara?” diye soruyorsunuz…

Soruların cevabı çok uzun… (gülüyor) O uzun kitabın bir satırını bir yerden, öbür satırını bir yerden cevaplandırmaya çalışıyorum yaşamım boyunca.

Sorular devam ediyor mu?

Sorular bitmez.

Sonra da şarkı devam ediyor: “Yiğitlik de var yine serde…” Yiğitlik ne işe yarıyor? Cevap ararken yiğitlik çare oluyor mu?

Yiğitlik içimizde ama, bu soruların cevabı yiğitlik kaldırmıyor… (gülüyor) Cevaplar çok ağır, ama biz yine yiğitliği elden bırakmayıp cevapları veriyoruz. Elimizden geldiği kadar…

Sizin meşhur bir gitarınız var, beyaz bir Gibson…

O gerçekten antika saflarında şu anda. O gitarın bir örneği Gibson firmasının kitaplarında bile yok artık. Ender bulunan bir tip. Bizim memlekette bu gitarın kıymetini ancak benim kıymetimi bilenler bilir. Öyle bir şey ki, müzikle ilgisiz bir seyahate çıktığım zaman bile onu yanıma alıyorum. Ben yokken başına bir şey gelir diye. Benimle bütünleşmiş, çok kıymetli bir enstrüman. Sadece tipi açısından değil, kullanış rahatlığı ve tonu açısından da bir örneğine daha rastlamadım. Kimseye de vermiyorum. Onun değerini bilecek kapasitede bir müzikçi gördüğüm zaman, çalmasına müsaade ediyorum. Ama gözümün önünde çalıyor. O gitarla beraber gideceğiz. Satışı da yok, fiyatı da yok.

Bir isim koydunuz mu gitara?

Onun ismi Erkin zaten. Başka isme gerek yok.

Soruların cevabı yiğitlik kaldırmıyor… Cevaplar çok ağır, ama biz yine yiğitliği elden bırakmayıp cevapları veriyoruz. Elimizden geldiği kadar…

Amerika’da plağınızın basılacağı söyleniyor…

Bir ilgi var. Billboard’un birkaç sene önceki sayısında da benim hakkımda bir yazı çıkmış. Biri fotokopi çekip göndermiş de ordan haberim oldu.

Bu ilgi sizi şaşırtıyor mu?

Şaşırmıyorum. Bilâkis benim gibi bir insanın çoktan adının duyulmuş olması gerekirdi. Maalesef tek başına bırakıldık. Tek başına bırakılmak şöyle dursun, engellendik seneler boyu. Benim devreden arkadaşlarla çok özgün çalışmalar yaptık o zamanlar. Olmayan bir şeyi var ettik. TRT gibi güçlü bir kurumdan destek görecek yerde engellendik. Memleketimizin acı gerçeği. Benim bütün şarkılarıma “yayınlanamaz” kararı var. Bir tek “Fesupanallah” denetimden geçti, hâlâ onu yayınlıyorlar.

Sizin yerinizde başkası olsa “ben şöyleyim, ben böyleyim” diye böbürlenir, basını, televizyonları kullanmak için her şeyi yapardı… Sizse hep suskun kalıyorsunuz…

Öyle biriyim ben. Bu yüzden çok kaybettiğim oluyor. En azından gereken kadarını açığa vurmadığım için. Ama olsun, ben böyleyim. Belki de böyle insanlar böyleler… (gülüyor)

“Ankara Rüzgâ” şarkısında hızlı zamanlarınızdan bahsediyorsunuz. “Kaldırımlara çaktığınız hızlı anılarınız var… Neler bunlar?

Onlar kaldırımlarda, bir de bende… (gülüyor) Onları kaldırımlardan çıkarıp bizden sonrakilere iletmek lâzım diyorsunuz, değil mi? Yapılmış olan şeyler o kadar çok ki, nereden başlayacağımı bilemem. Zaten ben şimdi anlatmaya kalksam uyduruyorsun diyecekler. Bazı şeyleri anlatacak olsam, adamın biri çıkıp “vay, bunu bu herif mi yapmış” diyecek, üstüme gelecek. Mesela bir yüzbaşı, ya da ne bileyim, bir kızın babası… Olaylar biliniyor, ama olayların arkasındakiler bilinmiyor. Öyle şeyler yaşamışız ki, o olayın neticesinde nasıl müebbet yememişiz veya niye ölmemişiz, anlayamıyorum. Tesadüfen ayakta kalmışız…

Bu hikâyeleri dinlemek için başkalarına başvurmamız gerekiyor yani…

Zaten ben anlatamam. O sırada benimle beraber bunları yaşamış olan birileri anlatsın. Onu tercih ederim. Bir gün hep beraber onları arayalım. “Bu adamla beraber olan kim varsa çıksın ortaya anlatsın” diye bağıralım…

Erkin Koray ve Ter: Özkan Uğur, Nur Yenal, Erkin Koray, Aydın Çakus

Yeni Zelanda’dan gelecek Nihat Örerel’i bekleyelim mesela…

Nihat gelince anlatır bir şeyler… Yarın ona bir telefon edeyim, biraz daha elini çabuk tutsun. Çünkü bana artık “geldiler”. Ama herhangi bir dış etken söz konusu değil yani. Yanlış yorumlanmasın. Öyle bir “geldiler” yani. Hepimiz o zamanki heyecanımızı öyle bir yaşatmak istiyoruz. Nihat da öyle, ben de öyle, Ahmet Güvenç de öyle. “Gelir misin?” dediğim zaman, telefonu attı elinden Nihat. Bu kadarını beklemiyordu. Çok hızlı bir vaziyetteyiz yıllar sonra. Bir ara ne olmuşsa biz de durulmuşuz. Üzerimize ölü toprağı mı serpilmiş nedir! Ben yine o kadar ölmedim ama, bir durgunluk geçirmişiz. Ben tutmuşum, tek başıma sahnelere çıkmışım. Ahmet tutmuş stüdyo açmış. Nihat Yeni Zelanda’da kalmış. Şimdi böyle bir güzellik var. Üç kişi çalacağız. Bize uyabilecek bir dördüncü varsa onu da kabul etmeye hazırız.

“Fesupanallah”, “Şaşkın” ve “Komşu Kızı”nın, üçünün birden bir gecede yazıldığını duyduk. Doğru mu bu?

O kadarını hatırlayamıyorum. Ama “Fesupanallah”ı uykudan fırlayarak yazdığımı hatırlıyorum yani… Tam uyumamışken, yataktan fırlayarak yaptım. Müzik benim değildi
zaten, bir Ortadoğu müziğiydi. Anonimdi. Beste yaptığım zaman daha başka türlü oluyor benim bestelerim. “Fesupanallah”ın melodisi kime ait olursa olsun, “ben seni çok özledim, niye bu gece bana gelmedin” dersen biterdi. Öyle melodi çok var çünkü. Keramet melodide değil, sözlerde. Güzel melodi çok Araplarda. O şarkıdaki varlığım sözlerde. “Arkası gelmez dertlerimin, bıktım illallah Şimdiki sözlere bakacak olsan “git, git, gelme, gözüm görmesin”, daha neler neler… Bizde, bizim devrelerde fazlaca “git” diye şarkı yok. Daha çok “gel” demişiz.

“Gaye kardeşlikse gel tut elimi” diyordunuz “Dost Acı Söyler” şarkısında. Bugüne de çok uyuyor sözler: “Dilinden düşmezdi Allahın adı…”

Evet, evet… Hep yirmi sene evvelden söyleme yanlışlığımız var ya! Bendeniz tersine zamanlama durumlarında olmuşum hep. Genellikle zamanlamada geç kalınır ya, bendeniz de tersine hep erkenden girişmişim…

Genellikle mutlu değil gibisiniz. O zamanlarda size “Türkiye’nin rock starısın ama, hiç yüzün gülmüyor” filan diyen olmuyor muydu? Hep bir öfke var sanki…

Evet, var. Bizi güldürmek o kadar kolay değil. Beni güldürebilecek bir dünya oluşması çok zor. Ama gülmek güzel şey. Daha doğrusu “gülmeyi severim” dersem yanlış olur, ama gülen insanı severim. Ben “kah kah kih kih” gülen bir insan değilim. Sorulduğu zaman da “gülünecek bir şey mi var acaba bu dünyada” diye cevap vermişimdir. Şimdi dikkat ederseniz eskisinden çok daha güler yüzlüyüm. Son yıllarda, biraz da dünyadaki varoluşumuzun üzerinde çok uzun yorumlar yapmış olmamın neticesi olarak, çoğu şeye gülerek baktığım bir devredeyim. Böyle daha iyi.

Eski defterleri açıp baktığım zaman bir tane gülen resmime rastlamıyorum. Hâlâ da gülecek fazla bir şey yok. Hele şu sevgili ülkemizde hiç gülecek bir şey bulamıyorum. Güldüğüm zamanda da sinirden gülüyorum sanki. Tersine bir gülüş. Komik olduğundan değil de, olay trajikomik olduğundan. Memleket kötüye gidiyor demek istemiyorum ama, gitgide zorlaşıyor. Çok şey ekonomiye bağlı. Şimdi “Ekonomi zorlaştıkça…” diye anlatmaya başlasam birtakım kesimler gülecekler, anlamayacaklar ne dediğimi. “Allah allah, ekonomi bozuk muymuş yahu” diyecekler. Ama o kesim çok küçük bir kesim. İşin kötüsü de bu…

Dün televizyonda Beyazıt’ta olanları gördüm. Nasıl bu kadar gaddarca girişir polis!.. Bir kahraman lider bulamadık. Bir ben varım ama… (gülüyor) Sakın başbakanlıkta gözüm olduğu sanılmasın, ben o işlerle uğraşamam. Bir defa zaten, öğlen saatlerinde kalkıyorum, sabah saat 6’da kalkamam. Ama benim gibileri de safdışı ediyorlar, ona çok üzülüyorum. Varsa bile, kahramanları devredışı bırakıyorlar… Kahramana ihtiyacımız var. Nasıl bir kahraman? Dürüst. O kadar. Başka bir şey istemiyorum. Dürüst insana ihtiyacımız var. Ne oldu da böyle oldu, hiç bilemiyorum. Şahsen biz hayatımızı koyduk ortaya, dürüst mesajlar verebilmek için.

Erkin Koray Meyhanede… Zaten Hiç Çıkmadı ki diye bir kasetiniz var piyasada.

Evet. Duydum. Ne güzel cevap değil mi? Duydum. Aaa, evet böyle bir kaset varmış, duydum… (gülüyor) Bir plak kapağına “zaten hiç çıkmadı ki” diye bir şerh koymak ayıptır. Benim hayatım meyhanelerde falan geçmiş değil, bu çok ayıp. Bunu yazan insana telefon açıp bu ne demek demeye bile utanıyorum. Benim haberim bile yoktu. Korsan kaset konusunda da bir madalyayı hak ettim. Bu konuda bir yarışma yapsanıza dergi olarak. Korsan kaset şampiyonunu seçin.

Hayatınız meyhanede geçmese de, içkiyle ilgili yazdığınız çok güzel şarkılarınız var… “Meyhanede” var, “Cümbür Cemaat” var, “İlla ki” var…

Fazla yok. “Aşk şarabı içmesi hoştur şaşkın” var tabii de… İçki o kadar büyük yer tutmadı hayatımda. Yaşam tarzımın içine girdi ama, felsefe olarak yaşamadım. Önem vermedim. Doğal akım öyle gerektiriyormuş gibiydi… Ama zaten birkaç senedir hiç içmiyorum. Dünyayı o gözle çok gördüm. Biri gelir de “sen dünyaya hep o kafayla baktın, o yüzden bir şey göremedin” derse, “hayır, ayık kafayla da baktım, gene bir şey göremedim” diyebilirim.

Ömer Hayyam’a olan sevginiz nerden geliyor?

Takdirim var. Ben bu tip kişileri bilirim. Tarz olarak da, fikir olarak da çok büyüktür Hayyam. Nasıl bu dizeleri denk getirmiş diye hayranlıkla bakıyorum.

Yıllardır şehir dışında yaşıyorsunuz, sebebi nedir?

İnsanlardan kaçar bir durumum yok. İstanbul’un trafiğinden sıkılıyorum. Yoksa, insan arasında yaşamayı severim. inzivaya hiç çekilmedim.

Gençlere okul olmaktan, onlara yol göstermek istediğinizden bahsediyorsunuz sık sık…

Geçen gün bir bara gitmiştim. Sahnede çalan gruptan bir kız yanıma gelip n’aber” dedi, gitti. Dönüşte bir daha geldi, yine n’aber” dedi. Bu sefer cevap verdim: “Ben senin derdini anladım. Aslında cevap vermezdim, ama ikinci kez gelince artık dayanamadım. “Ben sizin çaldığınızı çalarım, ama siz benim çaldığımı çalamazsınız…” dedim.

Gençlerin gözden kaçırdıkları bir nokta var. Bir anahtar söz olarak bunu sunuyorum. Bir yargıda bulunmadan önce şu sözümü bir kafalarından geçirip ondan sonra düşünmeye başlamalarını öneriyorum: “Ben sizin çaldığınızı çalarım, ama siz benim çaldığımı çalamazsınız…” Ne demek bu şimdi? Müziğe başladıktan sonra tam olarak algılandığı âna kadar bir kör çizgi var. O arada insan müzikte her şeyi öğrendim ve hatta bu konuyu bitirdim zannediyor. Fakat bir yer geliyor ki –yaradılış ve kabiliyete göre 10-15 sene filandır bu, şimdi olanak çok olduğu için süre daha kısalmış olabilir– o yere geldikten sonra tekrar en başa dönüyorsunuz. O kadar yıl müzik yaptıktan sonra, bir anda bir yere çıkılıyor, bir buluttan geçip güneşi görmek gibi. O zaman görüyorsunuz ki, o bulutların üstü, bir yeniden başlangıç noktası. Ondan önce o kör noktadasınız. Bu kesinlikle müziğe yıllarını vermiş insanların bildiği bir şey. Fakat bunu o yılları geçirmeden bilmek mümkün değildir. Bunu söylüyorum. O kör nokta aldatıcıdır. Enstrümanı öğreniyorsunuz, ben bunu çok güzel çalıyorum diyorsunuz, bu konu buraya kadardır, bunun üstü olamaz zannediyorsunuz. Halbuki aradan yıllar geçtikten sonra bir yere geliyorsunuz ki, daha başlamamış olduğunuzu görüyorsunuz. Esas orada başlıyor müzik. Katedilmesi gereken bir yol bu. Söylediklerimin anlaşılması için o boyutta olmak lâzım.

Bazen boyut farkı oluyor, anlaşılamıyor. Nasıl ki çocuğu olmayan adam, çocuğu olan bir adamın ne dediğini anlayamaz. En basit şekliyle bu anahtarı veriyorum: “Ben senin yaptığını yaparım, sen benim yaptığımı yapamazsın. Bu basit cümleciği kurdeleleyip gençlere veriyorum. Bazı şeyler çok basit gözükebilir, halbuki o basitlik içinde öyle bir derinlik mevcuttur ki, o derinliğe gelmeden o basitliği bulamazsın. Çünkü basit değildir o. Ama onun basit olmadığını anlamak için o yeri geçmiş olmak lâzım. Konu bu. Gençlerle alıp veremediğim bir şey yok. Tam tersine, çok seviniyorum, içim huzur doluyor, başarılı gençleri görünce…

Sizin Beyoğlu kavgalarınızın, dayak hikâyelerinizin anlatıldığı dönemlerde Hey dergisinde kısacık bir biyografiniz yayınlanmıştı. Orada da özelliklerinizden biri olarak boks, güreş, karate, judo bilir” diye yazılmış. Aslı var mı?

(gülüyor) Onu espri olarak söylemişlerdir herhalde… Ben öyle bir spor çalışması yapmadım. Zaten gerek kalmadı. O günlerdeki yaşam türünde o tür sporları gidip spor salonunda uygulamama gerek kalmadı. Maşallah sokakta yaşadım her şeyi…

Acaba, size bulaşmayı düşünenleri korkutmak, gözdağı vermek için mi öyle yazdılar?

Bilmiyorum. Ama ben öyle gözdağı vermek isteyen bir kişi olmadım hiç. Hatta tam tersine, ayağa kalkmam çok zordur. Ama kalktım mı da oturmam. Lafın güzelliğine bak: Ayağa kalkmam, kalktım mı da oturmam. Haydaa!..

Roll, sayı 8, Haziran 1997

Hikâyemizi bir anlatsak

Bu memlekette rakı yok mu?

Erkin Koray: Kanada’dayım. Viski içiyorum her gün. Ee, bir gün viski, iki gün viski, sonunda bıkıyor insan. Canım rakı istedi. Dedim oradakilere, bu memlekette rakı yok mu?.. “Memlekette var da, bu şehirde bulamazsın” dediler. Nerde var? “Anca şurda bulursun.” Nerde o şehir, ben gideyim? “700 km ötede…” Ben aynen tren garına gittim, ilk tren ne zaman baktım, paramı saydım. 700 km gittim, bir koli rakı aldım, 700 km geldim, açtım ilk şişeyi içtim. Rakı kesinlikle çok güzel.

Yandaki ev yanıyormuş

Yeraltı Dörtlüsü’yle beraber aynı evde oturuyoruz. Salonda öyle oturmuşuz. Dışarıdan bağırışlar geliyor. Dedim, “Aydın bir bak n’oluyor?” O dedi, “Ataman sen bak”. Ataman dedi, “Sedat sen bak”. Böyle döndük bir süre. Sonra Aydın kalktı baktı. Sakin sakin yerine oturdu: “Yandaki ev yanıyormuş”… “Ha iyi” dedik, öyle oturmaya devam ettik…

Mobilyalara n’aptınız?

Cihangir’de Köşem Palas’ın en üst katında oturuyoruz bir ara. Kemancı’dan baktın mı görünür o bina. Möbleli ev kiralamışız. Bir gün kar bastırdı, ev buz gibi, donuyoruz. Evde bir şömine var. Önce benim akustik bağlamayı kırıp şöminede yaktık. Hemen yandı bitti. Ardından elektro bağlamayı yaktık. O da hemen yandı bitti. Gitara göz diktiler, ama ben içeriye kaçırdım. Kalktım iskemleleri, mobilyaları kırmaya başladım. Ev sahibine ne diyeceğimizi sonra düşünürüz, yoksa soğuktan öleceğiz o gece. Mobilyaları kırdık yaktık sabaha kadar. Şöminenin karşısında çatır çatır rakılar içiyoruz. Sonra ev sahibi geldi, “mobilyaları n’aptınız” dedi. Dedim, biz size öderiz. “Ödemesi başka kardeşim, benim mobilyalarım n’oldu?” Adama biz kırdık, yaktık diyemezsin ki…

Jaguarımız da oldu, Serçemiz de

Bizim gittiğimiz bir yol var. Kimse döndüremez bizi bu yoldan. O yolda her şeyi yaşarız, sürünmek de dahil buna. Bir zamanlar Jaguar’ımız da oldu, sonraki yıllar Serçe’ye bindiğimiz de. Bir gün, Jaguar’la gidiyoruz, yanımda bir arkadaş. Jaguar’ın üstü açık. Ben paltomu omuzlarıma almışım, rüzgârdan uçtu gitti son sürat giderken. Arkadaş dedi, “palton uçtu duralım”. Dedim boşver, yola devam edelim. Hızımızı kesmedik. Palto yolda kaldı.

Biz işte oralardayız

70’li yılların başı. Bir konser vereceğiz. Konserin afişlerini astırdık. Dünyanın aydan çekilmiş fotoğrafı var, altında “underground konser” yazıyor. İşte biz oralardayız, oradan bakıyoruz dünyaya demek istiyoruz. Organizatör geldi, sen beni batırmak mı istiyorsun dedi, benim belden yukarı fotoğraflarımın olduğu afişler astırdı. Ben tabii durur muyum, konserden bir önceki gece aynen söktüm sokaklardan afişleri, kendi eski afişlerimi astım.

Esasen iyi insanlardı

Bir ara yurtdışında Hare Krishna üyeleriyle yaşıyorum, parklarda falan yatıp kalkıyoruz. Esasen çok iyi insanlardı, ama hep limonata içiyorlardı, bana pek uymadı.

Duyan gelmiş

Orhan Atasoy’la birbirimizi çok severiz. Bizim Cihangir’de ev tuttuğumuzu öğrendi, “bir gün çocukları alır gelirim” dedi. Bir gün kapı çaldı. Orhan girdi, arkasından biri daha, biri daha. Çektim sordum, n’oldu Orhan? “Ya, çocuklarla geldik” dedi. Kızı sırtlayan gelmiş. Apartman boşluğundan bir baktım, aşağı kata kadar merdivenler insan dolu. Ya tekke mi burası!? Almadım içeri. Çocukları çağıracağım diyorsun, bütün Sultanahmet’i eve doluşturuyorsun…

Elektrik meselesi

Sene 1997, Roll’un aynı sayısındayız. Erkin Koray, Ahmet Güvenç ve Yeni Zelanda’dan beklenen Nihat Örerel ile sahalara döndü dönecek. Taner Öngür, Ahmet Güvenç, Mehmet Güreli, Akay Temiz ve Nazan Öncel’in gözünden Erkin Koray ve mirası…

Taner Öngür: Bizim kuşakta onun gibi biri yok

Başından beri hiçbir konuda taviz vermeyen, yaptığıyla yaşadığı birbirine yüzde yüz uyan biri Erkin… ‘68’de kendime bir grup bulmam gerekiyordu. Cem Karaca, grubuna katılmam için bizim Fatih’teki eve gelmişti, hatta mahallede olay olmuştu, “Cem Karaca geldi” diye. Ama sonunda Erkin Koray dörtlüsüne katıldım. Anadolu turnesine çıktık. Daha o zaman arabesk pek yoktu, ama şimdi fantezi müziği denen müziğin ilk örnekleri başlamıştı. Erkin de Beyoğlu’nun arka sokaklarından ya da plakçılar çarşısından tanıdığı insanlarla bu sokak müziğinin öncülerindendi. Mesela “Kızları da alın askere” o dönemin en önemli şarkılarındandı. Ve ne kadar “liberal” bir şarkıydı. Biz de böyle bir repertuarla verirdik konserleri. Hatırlıyorum, assolist Adnan Şenses’ti, ama bizim grup da çok büyük ilgi görürdü…

Sonraki dönemde ben Moğollar’la çalarken Levent’te bir grup evimiz oldu. Değişik müzikler yapan insanlar hep bu çevrelerde otururdu, birbirlerine gider gelirlerdi. Erkin Gayrettepe’de otururdu, Orhan Gencebay Etiler’de. Yakınımızda arabeskin ünlü ritmcisi Burhan Tonguç’un evi vardı. Kaygısızlar’ın davulcusu da aynı sokaktaydı, Mazharlar da oraya gelirdi. LSD patlamasının yaşandığı zamanlar… Asit Orhan (Atasoy) bizim bu evlere girer çıkardı. Bir tarafta psychedelic rock atmosferi, bir tarafta cigaralıkçı arabeskçiler… Hatta İsmet Sıral’ı hatırlıyorum, o da elinde diapazonla gelirdi, bir müzik filozofu olarak…

Erkin de bu iki dünyanın tam içindeydi. O dönem Erkin’in beraber çalıştığı davulcu Nihat Örerel’in anlattığı kadarıyla biliyorum: Bir akşam değişiklik yapıp “başka bir kafa” olsun diye rakı içmişler, “Fesupanallah”, “Şaşkın” ve “Komşu Kızı” bir gecede ortaya çıkmış…

Bir keresinde, tam sağ-sol kutuplaşmasının yaşandığı yıllarda, Hey dergisinde Erkin’in söylediklerini hatırlıyorum. Cem o zaman sol grupların konserlerine çıkıyor, Barış ülkücülerle ilişki içinde. Dergi Erkin’e soruyor: “Siz ne düşünüyorsunuz?” Erkin cevap veriyor: “Ne sağdayım, ne soldayım, ben yukardayım. Ben onlardan 25 sene öndeyim…”

Erkin’i her zaman çok sevdim. Kızını bile okula göndermeden kendi eğitiyor. Kim yapabilir ki böyle bir şeyi? Bir tek o yapar. Bir dönem tek bir klavyeyle program yapıyor diye çok eleştirildi, komik bulundu. Ama komik değil, cesurca ve doğru bir işti. Çünkü Erkin eski müzisyenlerle çalışmak istiyor, herkes artık o havada olmadığı için olmuyor. Gençlerle de olmuyor, kimse uzun süre bir yerde takılmak istemiyor…

Erkin kendine bile kıyakçılık yapmayan, bütün çelişkilerini, düşünce fırtınalarını sonuna kadar yaşayan biri. Bizim kuşakta onun gibi birisi daha yok.

Ahmet Güvenç: Olayın felsefesi var

Önceleri ben, Aydın Çakuş ve Nihat Örerel, üç kişi Bunalım grubuyduk. Ben ayrıldıktan iki gün sonra pat diye Erkin geldi ve ben o meşhur Yeraltı Dörtlüsü’nde çalmaya başladım. Erkin’le beraber 24 saat aynı evde, grup evinde kalıyorduk. Cihangir’de, Kazancı yokuşunda bir evdi, Köşem Palas. Tam karşısında da bir cami vardı. Senelerce çalıştık, çok şey öğrendim o çalışmalardan. Bizim aramızda müzik ve felsefe iki ayrı şey değildi. Kendi düşüncelerimiz, inançlarımız vardı, müzikle yansıttığımız da oydu. Aynı şeyleri konuşan insanlar aynı şeyleri çalabilir. Her konuda sabahlara kadar konuşurduk. Çok gelip giden olurdu eve, bir üs, bir merkez gibiydi…

Erkin ciddi bir şey yapmaya, bir grup yapmaya karar verdiği zaman muhakkak beni arar. Nihat Örerel gelince hemen provalara gireceğiz. Aslında seneye gelecekti ama bak, iki telefonda atlayıp geliyor…

Yanımıza iki tane genç alalım, çalalım deyince olmuyor. Olayın felsefesi var. O felsefeyi başkasına aşılamak zor. Müzik 24 saatlik bir olay. Grup için beraber yaşamanın çok önemi vardır. Provalarda görüşen, ondan sonra birbirini bir dahaki provaya kadar görmeyen insanlar değildik biz… Erkin her zaman arkasında grup isteyen bir adamdır. Erkin’in görüntüsü zaten gruplu bir görüntüdür…

Kompleks bir yapısı vardır Erkin’in. Bildiğiniz gibi, fazla da konuşmaz. Zaten konuşmak gerekmez. İnsanlar birbirini anlıyorsa anlıyordur. Elektrik meselesidir. Felsefe yapıyorduk diyorum ama, öyle cır cır cır konuşarak yapmıyorduk. Birbirimizin ne dediğini anlıyorduk. Hassas yapılıdır Erkin. Bazen haklı olarak küser. Zaten sanatçı dediğin küser. Ama Erkin karşısına birini cephe alarak küsmedi. Küsmüştür, bir küskünlük modundadır, bir bohem olaydır. Onun yalnızlığı, bazı zamanlar ortalıkta gözükmemesi, kapanması hep bu yüzden. O kapanışlar hep bir hamilelik devresidir. Başka bir oluşumun başlangıcıdır. Mutlaka bir şey doğurur Erkin.

Mehmet Güreli: Yol açmış bir insan

Erkin Beyoğlu’na çıktığında fizik olarak çok dikkat çekiyordu, ama herkes ona Erkin Koray diye bakıyordu. Tanınıyordu çünkü. Şimdi televizyona gazeteye çıkmayan adamı kimse tanımaz yolda yürüdüğünde. Hiç müzikle ilgisi olmayan, o Easy Rider filminde bazı tipler vardır, bunlar bizden değil diye pis pis bakarlar, sadece öyle adamlar tuhaf tuhaf bakardı.

Tivoli diye bir yer vardı, tilt masası vardı içeride, müzik dolabı falan, Erkin’i orada gördüğümü hatırlarım ilk. Saim diye de bir yer vardı; Mephisto’nun kapısında duran bacakları olmayan adam o zamanlar orada çalışırdı, kasaya bakardı… Erkin buralarda yaşayan, hayatı buralarda, Beyoğlu’nda geçen bir adamdı. Sakin sakin dolaşırdı. O sakinliği hâlâ sürüyor…

Biz 80’lerde Kedi Bar’da çalarken Erkin de gelirdi, ona sahneden hoşgeldin yapardık. 90’ların başında, arkadaşlar Meymemet’te çalıyordu, ben de ordaydım, tesadüfen Erkin de oradaydı. Ben çıkıp bir şarkı söyledim. Sonra “aramızda Erkin Koray var, kendisini sahneye davet ediyorum” dedim. Geldi, teşekkür etti. Çok büyük bir kalabalık vardı, müthiş bir sevgi gösterisinde bulundular, “Baba Erkin” tezahüratları yapıldı. Şarkı söylemedi, ama sahneye çıkması yetti…

Bir sürü insanın hayatında Erkin Koray’ın özel bir yeri vardır. Benim Türkiye’de hayran olduğum insan fazla yok, en fazla üç beş isim sayabilirim. Erkin, bende en fazla iz bırakmış olanı. Karizması olan, bir atmosfer, bir sound yaratmış ve yol açmış bir insan. Beni etkileyen o kendine bağlılığı, o yıllar önceki “ben Erkin Koray’ım, ben müzisyenim” diyerekten hiç kimseden korkmadan o rahat rahat yürüyüşü, gözlerindeki o “ben ne yaptığımı biliyorum” anlamındaki bakışı…

Müziği yaşam damarlarından biri olarak görmesi önemli. Bazı insanlar bırakır, bazı insanlara hayat bıraktırır. Bazılarıysa bırakmaz. Hâlâ ondan söz ediyorsak, hâlâ bu işi sürdürme inadına ve yeteneğine sahip olduğu için konuşuyoruz. Kendi yolunda yürüyen bir adam var ve biz de bu adama saygı gösteriyoruz. Ama biz saygı göstermesek de o yolda gidecek. Müziğini ister beğenin ister beğenmeyin, iddiası önemli. Hem adam artık “Baba Erkin”. Ötesi yok ki…

Akay Temiz: O hakikidir

Biz müzisyenler bir araya geldiğimizde çok eğleniriz. Ama Erkin’le çaldığım yıllar hayatımda en çok güldüğüm yıllar oldu. Avustralya’ya Zagrep üzerinden Yugoslav havayolları ile gidişimiz, yoldaki şamatamız hâlâ aklımda. Avustralya’da konser vermiştik o zaman.

Çok insan gitar çalar, müzik yapar, ama Erkin başkadır. O hakikidir. Müziğin felsefi tarafını da düşünen hakiki rock’çudur. Kendine has çalar. O notaları büküşünü sadece onda gördüm.

Tutkusu (1977) plağında beraber çalmıştık. O plak Hollanda’da kaydedildi ve sadece iki günde kaydettik. Bir nevi jam session gibi olmuştu. Bir arkadaşım benden alıp götürdüğü için bugün bende yok o plak. Benim için en değerli plaklardan biridir. Abim Okay’la konser için Türkiye’ye geldiğimde 17-18 yaşında çocuklar konser sonunda yanıma gelip “biz sizi Erkin Koray’ın plağından tanıyoruz” demişlerdi. Çok mutlu olmuştum. Erkin’i görürseniz onu çok öptüğümü söyleyin…

Nazan Öncel: Fanatiğiydim

İzmir’de büyüdüm ben. 70’li yıllarda Erkin Koray, Orhan Gencebay filan çok dinlerdik. Çay bahçelerinde oturur, kola içer, çıt çıt çiğdem yerdik –biz çiğdem deriz çekirdeğe. Biraz ilerden, yazlık bir düğün salonundan gelen pavyon bağlamasına kulak misafiri olurduk. Çok hoş gelirdi o ses. “Erkekler de Yanar” şarkısını yaptığımda kafamda o ses canlanmaya başladı…

Erkin’le dört-beş senedir tanışıyoruz. İlk albümümün çıktığı zamanlardı, Yaşar Kekeva’nın cenazesinden dönüşte, Ortaköy’de bir kafeye oturdum. Baktım, oraya Erkin Koray’la kızı Damla da geldi. Boş masa yoktu, oturabilir miyiz dediler. Daha önce bir-iki kez beni konser için telefonla aramıştı, ama tanışmıyorduk. Benim o telefondaki ses olduğumu bilmeden biraz havadan sudan konuştuk. Çok sevdiğim bir şarkısı vardı: E bu mendili icad edenin…” Neden bu şarkıyı Best of’larına almadığını sordum, tam o sıralar CD’sinin çıktığını söyledi bana… Sonra Damla eğildi babasının kulağına “bu Nazan Öncel” dedi, “Aynı Nakarat’ı söyleyen var ya hani…” Ondan sonra sohbet ilerledi tabii…

Çok sevdiğim bir insan Erkin. Sokak Kızı albümümü yaptığımda onu eve çağırdım, “Erkekler de Yanar”da vokal yapmasını istedim. Birbirinin dilinden anlayan insanlarla beraber olmak başka bir şey. Damla’yla beraber bir gece geldi, şarkıları dinledi, çok beğendi. Ama o akşam İzmir’e gidiyormuş, vokalleri yapamadık… Daha arabesk kokan şarkılarla tanıdık biz Erkin’i. Sonradan “Gaddar”ları da dinledik, çok sevdik. Tam bir fanatiğiydim. Şimdi kişi olarak da çok seviyorum. Çok az konuşmasını, çok temkinli olmasını yadırgıyorum açıkçası. Yılların getirdiği bu bilinçten sonra daha rahat olabilmeli bence. Yine de insanlarla arasına mesafe koyması iyi. Karanlık bir adam değil ama. Kendisini biraz saklıyor. Bazı insanlar kuşkuyu başlarının altına yumuşak bir yastık olarak koyarlar ya, belki Erkin de onu tercih ediyor.

^