Uzun yıllar boyunca eril bir dilin hâkim olduğu rock’tan toplumsal cinsiyet dengesini nispeten daha iyi kuran caza, anaakım poptan halk müziğine, kendini sözüyle, bestesiyle, icrasıyla var eden 23 kadınla konuştu Deniz Koloğlu. Uzun yıllar Açık Radyo’da programlar yapan, utkan la deniz grubuyla kendi müziğini de üreten Koloğlu’nun Kara Plak’tan yayınlanan söyleşi kitabı “Müzikle Yaşayan Kadınlar”da tartışmalar, müzisyenliklerinin önündeki “kadın” vurgusundan müziğe yaklaşımlarına ve toplumsal pozisyonlarına, geniş bir skalaya yayılıyor. Koloğlu’yla “Müzikle Yaşayan Kadınlar”ı konuştuk.
Kadın müzisyenlerle söyleşiler içeren bir kitap hazırlamayı neden değerli buldun?
Deniz Koloğlu: Fikir bana Kara Plak’ın kadın müzisyenlerle yapmak istediği bir proje olarak geldi. İlk konuştuğumuzda, memlekette kendi müziğini yapmak için yırtınan onca bağımsız müzisyen varken kadın diye ayırmaya gerek olup olmadığına dair içimde bir şüphe vardı. Kadının görünürlüğüyle ilgili zaten ortak bir yerde buluşuyorduk. Bana kadın müzisyenlere müziklerinin daha çok kadınlıkları üzerinden sorulduğunu, müziklerini nasıl icra ettiklerine dair konuşulmadığını anlattıklarında yanlış yerden baktığımı düşündüm. Kadınlara genelde “Aşklarınız müziğinize yansıyor mu?” gibi basit bir düzlemde, müziklerini merak edip araştırmayan mikrofonlar uzatılıyor. Bu kitap için görüştüğüm 23 insanın hemfikir olduğu şey kadının müzik ve diğer sanat alanlarında vitrine hapsedildiğiydi, ben de bu noktadan hareket ettim. Önce “Neden kadın müzisyenler?” diye sorarken kendimi kendi kadınlığımı araştırırken buldum. Bu yaşıma kadar ayrımcılığa uğramadığımı düşünürken aslında pozitif ayrımcılığın da bir şeylerin yokluğu ya da fazlalığından kaynaklandığını algılayıp bir farkındalık silsilesiyle bu işe giriştim.
“Kadın müzisyen” tamlamasını söyleşi yaptığın müzisyenlere de sormuşsun. Kimileri bu kimliği içlerinde tutmadıklarını, bunu bir sıfat gibi değerlendirmediklerini ya da kendilerini cinsiyetsiz olarak nitelediklerini söylerken kim ki o’dan Ekin Sanaç ve Berna Göl tam da bu tamlama üzerinden konuşmak istediklerini söylüyor.
Bu fikir önüme geldiğinde verdiğim tepkiyi ya da başka türlüsünü söyleşi yaptığım müzisyenlerin de vermesine imkân sağlamak ve konuyu tartışmaya açmak istedim. Soruyu da “Ne düşünüyorsun?” diye değil, “Nasıl hissediyorsun?” şeklinde sormayı tercih ettim. Zira konu kadın olmaya dair bir konu, bu hepimizin mustarip olduğu bir şey, sadece müziğini yaparak var olmak isteyen insanların yüzlerine sürekli kadınlıkları vuruluyor. Sonuç olarak bir duygu uyarımı oluyor, ben de o duyguya parmak basmak istedim. Sonuçta kimse bu konu üzerine kafa yormaya mecbur değil; bir müzisyen söz konusu tamlamaya sıkıştırılmış olabilir, ama sadece müziğini yapmak istiyordur. Kim ki o bunun üzerine kafa yorup daha feminist bir kanaldan bir söylem geliştirmişti. Selen Gülün de bu tip bir örnekti, sadece bir piyanist ve besteci olmak isterken kendisine hâlâ “kadın müzisyen” dendiğinin altını çiziyordu. Bana sorarsan hepimizin ortak özelliği bu tamlamadan sıkılmış olmamız.
Müzisyenlere kadınlıklarının ve dişiliklerinin müziklerine yansıyıp yansımadığını sormuşsun. Kimliklerden azade bir sanatsal üretim mümkün mü?
Bu soru bana emanet sorulardan biri, kitaptaki söyleşilerden önce yaptığım iskelet söyleşilerde görüştüğüm kişilerden biri olan müzikolog arkadaşım Nihan Tahtaişleyen önermişti. Ben de bu soruyu şöyle özümsedim, hatta tersten yanıtlayarak açıklayayım: “Galiba bu parçayı bir kadın bestelemiş” cümlesi beni o müziğe dair herhangi bir konuda heyecanlandırmıyor. Ancak o müziğin bana ne hissettirdiğiyle, zihnimde uyandırdığı şeyle ilgilenebilirim. Söyleşilerde karşı tarafa topu atınca o anda nasıl bir yansıması olacağını, bu konuyla ilgili bir tasarrufları olup olmadığını merak ettim. Kimisi gümbür gümbür “Kadınım, tabii ki yansıyor” derken kimisi nötr olduğunu ve ortaya çıkan enerjinin eril ya da dişil olarak tanımlanabileceğini söyledi. Örneğin bir kreşendo eril tınlayabilecekken az sonra parçaya pikolo girdiğinde daha dişil bir enerji oluşabilir veya bir eserin içinde hepsi mevcut olabilir.
Bu konu akademide daha önce çalışılmış bir konu mu? Başvurduğun kaynaklar var mıydı?
Ben kadın ve müziğin ilişkisine bakmadım, kadın olan müzisyenlerle müziklerini konuştum. Bu minvalde kabaca iki alanda okuma ve araştırma yapmam gerekiyordu. Bunlardan biri kadının müzikteki görünürlüğüne, diğeriyse bir müzisyenin müziğini anlamaya çalışırken doğru soruları sormaya dair idi. Kadının müzikteki görünürlüğüne dair kaynakların kıt olduğunu net olarak söyleyebilirim. Nadir örneklerden biri olarak, benim de bu çalışma vesilesiyle haberdar olduğum Şeyma Ersoy Çak ve Ş. Şehvar Beşiroğlu’nun hazırladığı Kadın ve Müzik (Milenyum Yayınları, 2017) var. Ayrıca kitabımızdan biraz önce yayınlanan başka bir kitaba da bu fırsattan istifade dikkat çekmek isterim: Türkiye’de Kadın ve Müzik (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2019). Kitabı derleyenler Patricia Adkins Chiti ve kitapta da söyleştiğim isimlerden Selen Gülün.
Bir müzisyen “kadın müzisyen” tamlamasına sıkıştırılmış olabilir, ama sadece müziğini yapmak istiyordur. Kim ki o bunun üzerine kafa yorup daha feminist bir kanaldan bir söylem geliştirmişti. Selen Gülün de sadece bir piyanist ve besteci olmak isterken kendisine hâlâ “kadın müzisyen” dendiğinin altını çiziyordu. Hepimizin ortak özelliği bu tamlamadan sıkılmış olmamız.
Müzik dışında da okumalar yaptım, feminist okumalar babında çaylak olduğumu söyleyebilirim, örneğin Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins’ini bu kitaba hazırlık sürecinde okudum. Bu okumaların, araştırmaların dışında her iki alanda da doğru soruları sormak için ayrıca başka kerterizlere de ihtiyacım vardı, o yüzden daha ziyade müzikle ilişkisine güvendiğim ve kadın olmasına özen gösterdiğim insanlarla görüştüm. O sohbetler bir fikir çizelgesi çıkartmama çok yardımcı oldu.
Müzikle farklı rollerde iştigal ettiğin geçmişin seni bu söyleşilere nasıl hazırladı?
Umarım soruları müziği bilen birinin hazırladığı okuyucuya geçiyordur. Arkadaşım Utkan Çınar’la bir müzik grubumuz vardı. Kendi müziğimizi yapıyorduk. İlk defa utkan la deniz’de söz yazma, güfte yapma, nadiren melodik düzeyde beste yapma gibi müzikal süreçlerden geçtim. Onun dışında çocukluğumdan beri müzik dinliyorum ve yaklaşık 15 yıl boyunca radyoda insanlara müzik dinlettim. Bunların bana dönüşünün nasıl olduğunu bir kenara bırakalım, müzik benim hep çok keyif aldığım ve mesleğimin bir parçası olarak addettiğim bir olguydu. Bu yüzden bu kitaba da bu işi yapabileceğime dair bir özgüvenle başladım ve kendimi yetkin hissettim. Bundan sonrası için aklımda çağdaş kadın sanatçılarla yapacağım bir çalışma mevcut, umarım gerçekleştirebilirim. Orada çalışma babında başka bir eğilimim olacak; profesyonel olarak plastik sanatlar alanında çalışmadığım ve bir şey icra etmediğim için bir çalışma grubuyla ilerlemeyi tercih edeceğim.
Kitabın adına baktığımızda söyleşilerde kadınlık olgusu daha çok yer alacak gibi geliyor, ancak söyleşilerin büyük bölümü kayıt süreçlerinden müziğin ekonomisine, sahne performanslarından müziğin dijitalleşmesine uzanan bir yelpazede müziğin kendisine dair.
Tüm müzisyenlere gitmeden önce beni ve Kara Plak’ı tanıtan küçük bir metin hazırlamıştım, metinde kadının müzik dünyasındaki görünürlüğünün problemli olduğunu düşündüğümüzü ve bunu kırmak için bir adım atmak istediğimizi anlatmıştım. Kendileriyle müziğe yaklaşımlarını konuşacağımı, kadınlıkla ilgili sorularımı ise ancak müzikle temas ettiği ölçüde soracağımı söyledim. Hepsi eğer müzik konuşulacaksa kabul edeceklerini, ama “kadın müzisyen olmak zor mu?” sorusundan bıktıklarını söyledi. Bunlardan bir tanesi Ayşe Tütüncü, kendisiyle yıllardır tanıştığımdan onda belli bir kredim olduğunu tahmin ediyorum, ama başka türlü yaklaşsaydım kabul etmeyeceğini ima etti. Hepsine bu uzlaşmayla gittiğim ve onlara bir garanti verdiğim için bir konforları vardı. Nil Karaibrahimgil ve Sıla ile yazılı yaptığım iki söyleşi dışında mahremiyeti bol buluşmalardı. Genellikle hepsi esas olarak müziklerini konuşmaya açtı. Müzikleriyle ilgili sorularıma cevaben cinsiyetlerinden ötürü veya sayesinde yaşadıklarını anlatmak onların tasarrufundaydı. Ben sonuçtan çok mutluyum. Amacımıza ulaştığımıza inanıyorum: Müzisyen kadınların görünürlüğünün altını çizmenin yanısıra, Türkiye’de şu an müzik üreten müzisyenlerin müzikleri üzerine konuşabilecekleri, küçük ama ayakları yere sağlam basan bir platform sağlamış olduk. Müzikten ve müziklerinden konuştular, müziğin değdiği ve müziğe dahil başka bir sürü olgu da konuşulmuş oldu ve sonuç olarak ortaya Türkiye’nin yakın müzik tarihinden bir kesit çıktı.
“Müziği nereden dinliyorsunuz?” sorusuna verilen cevapların farklılık arzedeceğini düşünüyordum, ancak neredeyse herkes, en azından dijital ortamda Youtube’dan müzik dinliyor. Müzik dinleme pratiği bu minvalde kuşaklar arasında ayrım gözetmeden ortaklaşmış.
Tüm müzisyenlere söyleşi teklifi gelince ne hissettiklerini sormuşsun.
O soruyu söyleşi pratiğinin altını çizmek için sordum, bir de kadın kimliğine hapsedilme sendromuna ilişkin ne hissettiklerini merak ettiğimden. Bağlantılı bir soru da, bir müzisyen olarak müzikleriyle ilgili söyleşi vermekle ilgili ne hissettiklerine ve düşündüklerine dairdi; müzik yapmak ayrı, ama bir de müziğe dair konuşmak var. Bu bir müzik okuyucusu olarak merak ettiğim bir şeydi, çünkü söyleşilere hazırlanırken müziği sormakla ilgili birtakım genel noksanlıklar tespit ettim. Zira elde çok az veri vardı, bu önemli bir done. Ceylan Ertem’den Gaye Su Akyol’a birçok isim müziklerine dair kişisel olarak konuşmayı çok da tercih etmediklerini söyledi, mesela Gaye “Kimsenin iki dakikasını alıp ben ne okudum dedirtmek istemem” dedi. Ama bir yandan da sevdiği müzisyenlerin söyleşilerinden, röportajlarından çok esinlendiğini söylüyordu, hatta Roll’da okuduklarına selam göndererek. Örneğin Ayşe Tütüncü de “Müzisyenlerin müziklerini nasıl yaptıklarını duymak için en güzel yöntem bu, o yüzden söyleşi vermek önemli” demişti. Kitaptaki tüm söyleşilerin bir yerlerde birilerine ilham olacağına eminim, bunu kendimden biliyorum.
Söyleşi yaptığın isimler arasında 50’lerde doğan isimler de var, çocukluğunu 80’lerde yaşayanlar da. Farklı kuşaklar arasındaki benzerlikler ya da farklılıklar gözüne çaptı mı?
“Müziği nereden dinliyorsunuz?” sorusuna verilen cevapların farklılık arzedeceğini düşünüyordum, ancak şunu söyleyebilirim ki neredeyse herkes, en azından dijital ortamda Youtube’dan müzik dinliyor. Müzik dinleme pratiği bu minvalde kuşaklar arasında ayrım gözetmeden ortaklaşmış. Onun dışında kuşak farkına dair pek bir şey söylemek istemem, zira bu kitapta birtakım müzisyenleri kendi tasarrufları dışında bir araya getiriyoruz, o yüzden onları bir potada eritmekten imtina ediyorum. Okuyanların ya da müzik sosyolojisi yapanların söyleşilerden aldıklarını kendilerince yorumlamasını tercih ederim.
Söyleşi yaptığın müzisyenler yaptıkları müziğin türüne göre nasıl dağılıyor?
Kitaptaki tüm müzisyenler kendi bestelerini yapan veya kendi sözlerini yazan müzisyenler. Mesela caz müzisyenleri biraz yoğunlaşmış olabilir, aslında eşit bir dağılım yapmaya çalışsam da tıkanıklık yaşadığım alanlar oldu. Bu kriter bağlamında, caz alanında inanılmaz bir üretim hali var, araştırmaya soyunduğum zaman hangi birini seçeceğime dair zorluk yaşadım. Popüler müzikte, mesela hafif pop müziğinde ya da rock’ta, cazdaki kadar bir yoğunlaşma bu kitaba başladığımda mevcut değildi. Ancak kısa sürede bir artış olduğunu düşünüyorum, son dönemlerde Türkiye’de müzik üreten genç insan sayısı inanılmaz artmış durumda. Bu hem müziğin ulaşılabilirliğiyle hem de teknolojinin gelişmesi ile alâkalı olsa gerek. Bugün artık bir insanın müzik yapmak için bir diğerine ihtiyacı olmadığı alanlar çoğaldı. Bu bana biraz hüzünlü gelen, ama doğru kullanıldığında insanı geliştirdiğini düşündüğüm bir durum.
Caz alanında inanılmaz bir üretim hali var. Hafif pop müziğinde ya da rock’ta, cazdaki kadar bir yoğunlaşma bu kitaba başladığımda mevcut değildi. Ancak kısa sürede bir artış olduğunu düşünüyorum, son dönemlerde Türkiye’de müzik üreten genç insan sayısı inanılmaz artmış durumda.
Söyleşi yaptığın kişiler farklı sosyal ve ekonomik şartlardan geliyor. Yetiştikleri çevrenin kadın olarak müzik yapmaya dair yaklaşımlarını etkilediğini düşünüyor musun?
Bunu bu kitap dışında da söyleyebiliriz. İstanbul’da yetişmiş bir kadınla Anadolu’da büyümüş bir kadın arasında farklılıklar olması doğal. Örneğin bir yörük ailesinin çocuğu olan ve zamanında çobanlık yapan Gülay Diri bu durumun ıstırabından bahsetti. Müzik yapmanın, hatta günlük tutmanın ayıp, sakıncalı olduğu bir kültürden geliyordu. Öte yandan Ezgili Kevser Alevi kültüründen geliyor, ailesi onu teşvik ediyor, hatta okulundan bir ay izin aldırıp Türkiye’yi dolaşarak cemlere çıkmasına izin veriyorlar. Soyadını değiştirmiş, ailesinin bozulup bozulmadığını özellikle sordum, “yok, onlar kafaları aydınlık insanlar” diye cevap verdi. Büyük şehirlerde yaşayanlar daha avantajlı olabilir, ama İstanbul’da bile zorluk yaşamak mümkün. Mesela kitaptaki İstanbullu müzisyenlerden biri, bir süre Taksim’deki mekânlarda şarkı söylediğini babasından gizlemek zorunda kaldığından bahsetmişti. Ailen açık zihinli olsa bile kız çocuğu olduğun için saklamak durumunda kalıyorsun. En basitinden kız çocuğu “senden değil, etraftan korkuyorum” diyerek evde tutulabiliyor.
Sana emanet sorulardan birinde, müzisyenlere erkek olsalardı başlarına gelmeyecek ve kadın olmaları sayesinde yaşayabildikleri olayları soruyorsun. Bu soru iki yönlü bir soru, ciddiye alınmama ve kabullenilmeme gibi durumlar üzerinden olumsuz tarafı kafada daha hızlı canlanıyor. Ama bir de pozitif ayrımcılık üzerinden diğer tarafı var.
Yine alıntıyla gideyim, Ayşe Tütüncü kendisi veya başka müzisyenler hakkında sarfedilen “kadın olmasına rağmen” sözünden rahatsızlık duyduğunu söyledi. “Erkek olsaydım daha özgür olurdum, daha rahat o muhabbete girerdim, kafalar bana çevrilmezdi, rahat rahat gece çıkıp müziğimi yapardım” gibi cümleler var iken kadın olmak sayesinde tecrübe edilebilecek pozitif ayrımcılığı olumlu anlamda yaşayan örneğe kitapta az rastlıyoruz. Dolayısıyla Ayşe Tütüncü soruyu “kadın olmam yüzünden” diye çevirdi. kim ki o’nun bir hikâyesi var, kadın oldukları için bir yerde sahne aldıklarında kafalarını yastığa rahat koymadıklarını, mutsuz olduklarını söylüyorlar. Kendi yorumumu söyleyeyim, Ayşe Tütüncü’nün altını çizdiği durum kabul edilemez tabii ki. Öte yandan bir yere içi boş bir şekilde müziğinle ilgilenmeden hasbelkader çağrılmışsan orada yumruğunu masaya vurup bir şeylerin dönüşmesine belki katkıda bulunabilirsin. Bu şansı değerlendirmek de iyi olabilir. Ama bu sadece müziğini yapmak varken elbette yorucu ve enerji çalan bir uğraş. Kimse buna maruz ve de mecbur bırakılmamalı.
Gezi protestolarından polis şiddeti tanıklıklarına yer veren Polis Destan Yazdı –Gezi’den Şiddet Tanıklıkları (İletişim, 2015) kitabını hazırlayan ekipteydin. Bu kitapta da siyasetin müziğe yansımasını ve Gezi’nin müziğe etkisini sormuşsun. Söyleşileri politik bir bağlama oturtmak istemesen de bu konuyu neden merak ettin?
Orada iki ayrı, ama doğası gereği birbiriyle ilintili soru var. Ama asıl soru, toplumsal olayların müzisyenlerin müziklerine yansıma biçimi ve sıklığı üzerine, dolayısıyla ilk olarak bu soruyu yönelttim. Gezi’den az önce de, Gezi’den günümüze kadarki süreçte de –sonrasında belki, elim, kötü olayların sıklık ivmesi artmıştır– toplum olarak üzerimizden bir tırın geçtiği benzetmesi bence fazla olmaz. Bir sürü şeyi bu iktidar zamanında yaşadık, yaşıyoruz. Fakat ayrıca önceki koalisyon hükümetlerinin de bizdeki birikimleri ve yansımalarıyla yaşıyoruz. Hatta tüm cumhuriyet tarihini de gözden geçirmemiz gerekiyor, hatta daha da öncesine gidip Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşümümüzü de… Hiçbir tarihsel olgu birbirinden kopuk değil ki! Konuştuğum müzisyenlerin maruz kaldığı ya da şahit olduğu tüm bu toplumsal olayların müziklerine yansıma pratiğini ben şahsen merak ediyorum.
Âşık Ayten Gülçınar’ı dinleyip ismini bir kenara not etmiştim, söyleşi yapmak için bağlantı kurmak üzere internette adını aratınca henüz bir hafta kadar önce öldürüldüğünü öğrendim… Bu vahim olay başka karanlık bir tablonun parçası aslında: Sadece bir ayda 49 kadının erkekler tarafından öldürülmesi ne demek?
Amacım “müzik için müzik” ya da “toplum için müzik” tartışmasını deşmek değil; siyasal iklimin, sokakta olanların, kısacası soluduğumuz havanın müziklerine yansıyıp yansımadığı, yansıyorsa nasıl yansıdığı. Cevaplarda çoğunlukla ortaklaşılıyordu, genellikle toplumsal olaylar müziklerine doğrudan yansımasa bile bunların kendilerindeki etkisinin müziğe mutlaka bir yerden sirayet ettiğini düşünüyorlardı. Nasıl aşkın, hastalığın, kayıpların ve doğumların müziğe yansıması varsa, toplumsal olayların da var. Gezi’yle ilgili soruyu sormamdaki sebep ise, Türkiye’nin direniş tarihinde kapladığı alan bir yana dursun, benim için toplumsal olayların yansımasını kişisel olmayan bir örnek üzerinden kişisel bir buluşturma çabası idi. Polis Destan Yazdı için toplam 108 kişiyle görüştük. Gerek Gezi’nin kendisi, gerekse bu kitap süreci benim açımdan her anlamda çok dönüştürücüydü. Tarihsel olarak iç içe geçen ya da birbirine teğet geçen bu dairelerin izini beraber sürmek istedim. Gezi’nin izini sürmüştüm, şimdi de bu bağlamdaki izlerine bakacaktım. Ayrıca tuttuğumuz kayıtları birbiriyle ilişkilendirmenin önemli ve gerekli olduğuna inanıyorum.
Sonuç olarak genellikle açık yürekli cevaplar aldım, detaylı konuşmaktan imtina edenler veya cevaplamayanlar oldu, bu da onların tasarrufu ve saygı duyuyorum. Ama örneğin Kalben, Gezi’den sonra müziğinin yükseldiğini söyledi veya kitapta geçmiyor ama, birisi “Gezi, Türkiye’nin albümüdür” dedi. Ezcümle bence, müzik yapmak ve müzisyen olmak geçirgenlik arzediyor. Ben de o hale bakmak istedim. Gezi de bunun benim seçtiğim bir yansıma hali idi. Fakat bugün çok önemli bir şeyi atladığımı görüyorum. Belki ben de kişisel olarak tam anlamıyla kanıksamakta zorlandığım için, bugün olsa iklim krizi gerçekliğinin varoluşlarına, akışlarına ve gelecek algılarına, dolayısıyla müziklerine yansıyıp yansımadığını, yansıyorsa nasıl yansıdığını da kesin sorardım.
Bu söyleşileri yapmak kadının müzik piyasasındaki yeri hakkındaki bakışında nasıl değişikliklere yol açtı?
Pekiştirici oldu, hatta bu çalışmaya kadar o alana yeterince bakmadığımı farkettiğimi de itiraf etmeliyim. Ben kendi tecrübemde ayrımcılığa maruz kalmadım. utkan la deniz’de bir ara altı kişiydik ve tek kadın bendim. Çoğunluk erkek olduğu için dişil ve eril enerji açısından yalnız kaldığımı hissediyordum, ama bu da bence ancak mizaha vurulabilecek bir hal olabilir. Çünkü cinsiyet bağlamında eşitlikçi bir grup dinamiğimiz vardı. Söyleşilerde zaman zaman “hadi ya, gerçekten mi?” dediğim oldu. Mesela kim ki o örneği, biri sırtında bası, diğeri klavyesi, ellerinde bir sürü ekipmanla gelmişler, içeri giriyorlar, adamın biri parmaklarının ucunda yükselip arkalarındakileri görmeye çalışarak grubun nerede olduğunu soruyor. Ya da Ah! Kosmos bir konser için ruju, elbisesi, topuklu ayakkabısını giymiş, önünde elektronik aletler, bir sampler, klavye, müziğini çalıyor, ama biri “bu kabloları sen mi bağladın?” diye soruyor. Bu kadar örneği bir arada duymamıştım, bu söyleşiler sayesinde görünenin arkasında ne var diye bakma disiplini edindim. Zira bizzat ayrımcılığa maruz kalmamam bundan azat olduğum anlamına gelmiyor. Bir kadın şiddete uğruyorsa ben de şiddete uğruyorum demektir, bir kadın öldürülüyorsa ben de öldürülüyorum demektir. Bu konu da onun yansımalarından biri.
Büyük şehirlerde yaşayanlar daha avantajlı olabilir, ama İstanbul’da bile zorluk yaşamak mümkün. Mesela kitaptaki İstanbullu müzisyenlerden biri, bir süre Taksim’deki mekânlarda şarkı söylediğini babasından gizlemek zorunda kaldığından bahsetmişti. Ailen açık zihinli olsa bile kız çocuğu olduğun için saklamak durumunda kalıyorsun.
Sunuş yazısında aramızda olmadıkları için görüşemediğin Değer Deniz ve Âşık Ayten Gülçınar’ı anmışsın.
Kitaba başlarken zaten Değer Deniz’e ithaf etmeye karar vermiştim. Söyleşiler sürecinde ise çalışma disiplini açısından müzik türleri üzerinden ilerliyordum, en son ozanlar kalmıştı. Âşık Ayten Gülçınar ise, Sevilay Çınar’ın Kadın Âşıklar (Kalan Müzik, 2010) isimli derleme çalışmasında ve 20. Yüzyılın İkinci Yarısında Türkiye’de Kadın Âşıklar adlı doktora tezinde yer alan bir isimdi. Dinleyip ismini bir kenara not etmiştim, söyleşi yapmak için bağlantı kurmak üzere internette adını aratınca henüz bir hafta kadar önce öldürüldüğünü öğrendim… Bu vahim olay tek başına elbette istatistiksel bir veri teşkil etmiyor, ama başka karanlık bir tablonun parçası aslında: Sadece bir ayda 49 kadının erkekler tarafından öldürülmesi ne demek? Başka ne denir, bilemiyorum.
Söyleşilerdeki son sorun “Müziğin ne renk?” sorusu. Bu soru nereden çıktı ve müzik senin için ne renk?
Gezi çalışmasına dair de söylemiştim, çalışmalar arasındaki bağlamları örtüştürmeyi, birbirlerine dokunmalarını ve birbirlerini çağırmalarını önemsiyorum ve seviyorum. Güneş Terkol, Sevil Tunaboylu ve Arzu Yayıntaş’ın kadınlık ve doğurganlık üzerine atölyeler yaptığı yaklaşık iki yıla yayılan bir çalışmaları olmuştu, sonucunda bir sergi düzenlemişlerdi, sergiye eşlik eden bir kitapçık da vardı. Orada yedi renk ve yedi soru mevcuttu, mesela “İlk regl olduğun zamanı hatırlıyor musun, nasıldı, ne renk?” gibi. Ben de soruları cevaplayanlardan biriydim, o çalışmanın varlığına dair bir çentik bırakmak istedim. Aslında sorum dışarıdan bakınca biraz romantik ve indirgemeci gibi tınlıyor olabilir, keza müziğin rengi olmadığına dair tepkiler de aldım. Bir de müzik öğretmeni dostum Yeşim Tezgören ve arkadaşları uzun zamandır çocuklarla müzik ve renk üzerine atölyeler yapıyor, yani müzikle rengin ilişkisine dair bir alan zaten var. Çoğu cevaplarında “rengârenk” dedi. Ceylan Ertem “kırmızı” dediği zaman hemen kafamda tamamlandı, hatta müziğinin bendeki hissi kırmızıydı, o da öyle yaşıyormuş. Bu cevaplar bir araştırma yapıldığında veri teşkil eder mi, bilmiyorum ama, ben bu bahsettiğim iki bağlam üzerinden serbest bir şekilde çağrıştırarak müzik ve renk ilişkisine bakmak istedim. Bu sorunun cevabını hiç düşünmemiş olmam da ilginç gerçekten. Şu an aklıma ilk gelen antrasit gibi koyu, taş grisi bir renk. Ama karanlık bir şeyden bahsetmiyorum, zaten siyah da benim için karanlık bir duygunun temsilinden ibaret değil.